15 Mart 2016 Salı

R.KAPLAN - NİYE MEARSHEIMER BAZI KONULARDA HAKLI?



NİYE JOHN J. MEARSHEIMER (BAZI KONULARDA) HAKLI?
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazar, Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli üyesi)
The Atlantic, Ocak/Şubat 2012

Tercüme: Zahide Tuba Kor

[Z.T.K. Kaplan, John Mearsheimer’ın iki kitabı üzerinden çok uzun bir makale kaleme almış. “İsrail Lobisi” (2007) kitabına mesafeli olsa da şaheseri dediği “Büyük Güç Politikalarının Trajedisi” (2001), Chicago Üniversitesinde verdiği “Realizmin Temelleri” dersindeki görüşleri ve geliştirdiği teorik çerçevesi (ofansif realizm) üzerinden Mearsheimer’ın ne kadar önemli bir akademisyen olduğunu anlatmış. Günümüzün büyük güçleri ABD-Çin arasındaki rekabete odaklanmış. Yazının önemli kısımları şu şekilde:]

(…) “Ofansif realizm” doktrini, ABD’yi düşüşten kurtarabilir ve yükselen Çin’in daha evvel görülmemiş meydan okumasını da hazırlayabilir.
(…)
Büyük Güç Politikalarının Trajedisi kitabı, “ebedi barış” fikrinin reddiyle başlar ve saldırıya hazır büyük güçlerle “ebedi mücadele” fikrini savunur. Zira büyük güçler uzun vadede hayatta kalmak için askeri kapasitelerinin ne kadar olması gerektiği konusunda hiçbir zaman tam emin olamazlar. (…)Mearsheimer’a göre bir devletin yönetim şekli pek de önemli değildir: “Çin’in demokratik ve küresel ekonominin ağına düşen bir devlet mi, yoksa otokratik ve otarşik mi olduğu davranışlarını pek de fazla etkilemez. Çünkü demokrasiler de demokratik olmayan rejimler kadar güvenliğe önem verirler.” Gerçekten de demokratik bir Çin, teknolojik olarak çok daha yaratıcı ve ekonomik olarak daha sağlam olabilir - ki bu da sonuçta onun [askeri] yeteneklerini artırmasına ve ordusuna daha çok para harcamasına yol açacaktır. (Bu perspektiften, demokratik bir Mısır, ABD için güvenlik açısında –otokratik Mısır’a kıyasla- çok daha fazla meydan okuyabilir. Mearsheimer ahlaki muhakeme yapmıyor, sadece devletlerin anarşik bir dünyada nasıl birbirleriyle etkileşim içinde olduğunu açıklıyor.)
(…) Hangi ahlaki mesele söz konusu olursa olsun, salt ahlakla açıklanamaz, güç konusu da işin içindedir. Mesela 1990’larda Balkanlarda insanların hayatını kurtarmak için müdahale edebildik, çünkü Sırbistan rejimi zayıftı ve nükleer silahları yoktu. Buna mukabil aynı dönemde Çeçenistan’da haddi hesabı olmayan insan hakları ihlalleri işleyen Rus rejimine karşı biz hiçbir şey yapmadık - tıpkı Kafkaslardaki etnik temizliği durdurmak için hiçbir şey yapmadığımız gibi. Devletler insan haklarına -ancak ve ancak güç arayışlarıyla çelişmediği sürece- odaklanırlar.
(…)
Ofansif realizme göre statükocu güçler yoktur: Tüm büyük güçler, -topraklarını veya nüfuzlarını genişletmekten alıkoyan birtakım engeller ortaya çıksa bile- sonuna kadar saldırgandır.
Mearsheimer okuyucularına “Manifest Destiny” [Z.T.K. 19. yüzyılda ABD’de kıtanın doğusundan batısına kadar genişlemenin mukadder olduğunu ifade eden ideoloji] ofansif realizmden başka nedir diye soruyor. “Gerçekte ABD bölgesel hegemonya peşinde koşmaktaydı ve evvelemirde Amerika kıtalarında [Kuzey ve Güney Amerika kıtalarını kastediyor] yayılmacı bir güçtü”: Avrupalı güçlerden bu toprakları ele geçirmek, yerlileri katletmek ve Meksika’yla bir savaşı kışkırtmak… işte bütün bunları [ABD kendi] güvenliğini sağlama adına yaptı. Yine Mearsheimer, Japonya’nın 19. yüzyılda Meiji Restorasyonunu müteakip bir ulus-devlet olarak [iç] konsolidasyonunu sağladıktan sonra Kore, Çin, Rusya, Mançurya ve Pasifik Adalarına saldırı sicilini ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. (…)
(…)
(…) Mearsheimer’a göre devletler, doğru bir şekilde değer temelli dış politikayı arzu etseler de uluslararası sistemin anarşik tabiatı onları kendi çıkarlarına göre davranmaya zorlar. Ofansif realizme kıyasla gerek liberal uluslararasıcılık gerekse yeni muhafazakarlık, Amerikalıların kanını akıtmaya daha fazla meyyaldir. Zira klasik anlamda realizm, bir güçler dengesi tesis etmek suretiyle savaşı engelleme arayışındadır ve bu bakımdan mümkün olan en insani yaklaşımdır. (…)
(…)
Mearsheimer iki kavramı öne çıkarıyor: “sorumluluğu başkasına yüklemek” ve “denizin/suyun hükmünü/gücünü durdurmak”. (…) Ne zaman ki yeni bir büyük güç ortaya çıksa bir veya daha fazla devlet onu kontrolü altına alacaktır. Ama başlangıçta her devlet bu kontrol altına alma işini başkasına havale etmeye çalışacaktır. Sorumluluğu başkasına yükleme esasen “dengelemeyi kim yapar” sorusuyla ilgilidir, “dengeleme yapılır mı yapılmaz mı” ile alakalı değildir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere, Fransa ve SSCB sorumluluğu birbirine yükledi; her biri, Hitler’in şiddetli saldırısı karşısında diğerinin en ağır yükü çekmesi/karşı koyması için çalışıyordu. Bugün de ABD, sessiz sedasız, Asya’da Çin’i kontrol altına almak üzere Japonya ve Hindistan’ı askeri kapasitelerini geliştirmeye teşvik ediyor ama sonuçta sorumluluk yükleyebileceği herhangi bir devlet de yok. Mearsheimer bu yüzden tam on yıldır Çin’e odaklanmamız lazım diyor.
“Denizin/suyun hükmünü/gücünü durdurmak” kavramına gelince, Mearsheimer “geniş su kaynakları önemli güç projeksiyonu problemlerine yol açan aşılması zor engellerdir” diyor. Çok büyük donanmalar ve hava kuvvetleri inşa edilebilir ve askerler köprü başlarına ve hava meydanlarına nakledilebilir; ama büyük kara güçlerini denizden fethetmek zordur. Bu yüzden ABD ve İngiltere diğer büyük güçlerin istilalarına nadiren uğramışlardır. Yine bu yüzdendir ki ABD Avrupa veya Asya’daki herhangi bir toprak parçasını kalıcı olarak fethetmeye neredeyse hiç yanaşmamış ve İngiltere de Kıta Avrupa’sını tahakkümü altına almaya hiçbir zaman çalışmamıştır. Bu nedenle “Amerikan dış politikasının temel amacı”, sadece “Batı Yarımkürede bir hegemon olmak” ve Doğu Yarımkürede benzer bir hegemonun ortaya çıkışını engellemektir. Yani ABD’nin asıl rolü, “denizaşırı dengeleyicilik” rolüdür: Avrasyalı bir hegemonun yükselişini dengeleme ve ona engel olmak için son çare olarak savaşa girme. Mearsheimer’ın tavsiyesi şudur: öncelikle sorumluluğu başkasına yüklemeye çalışmak iyidir ve ancak kesinkes bir zorunluluk haline geldiğinde son anda bir savaşa girilebilir.
Mearsheimer bana dedi ki ABD, İkinci Dünya Savaşı’na çok geç girmekte haklıydı; bu sayede SSCB’den daha az “kan bedeli” ödedi. “Müttefiklerin Normandiya’ya asker çıkardığı günden evvel, Almanlar doğu cephesinde can kayıplarının %93’ünü vermişlerdi bile” ve “[bu vakte kadar] SSCB’nin yaşadığı yıkım, Soğuk Savaş sırasında ABD’nin işini kolaylaştıracaktı/yardımcı olacaktı.”
Mearsheimer’a “Denizaşırı dengelemenin yeni izolasyonculuktan farkı nedir?” diye sorduğumda şu cevabı verdi: “İzolasyoncular, Batı Yarımküre dışında birliklerimizi konuşlandırmaya değecek herhangi bir yer olmadığına inanır. Ama denizaşırı dengeleyiciler, herhangi bir başka hegemonun egemen olmasına kesinlikle izin verilmemesi gereken 3 kritik alan olduğu kanaatindedirler: Avrupa, Körfez bölgesi ve kuzeydoğu Asya. İşte bu nedenle İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sı ve Japonlarla savaşmak önemliydi. Amerikan tarihi gösteriyor ki biz izolasyoncu veya dünyanın şerifi değil, denizaşırı dengeleyicileriz.” Mearsheimer’a Obama yönetiminin Libya’ya yönelik kısmen ilgisiz/çekingen politikalarını ve bunun sorumluluğu başkasına yüklemenin iyi bir örneği olup olmadığını sorduğumda şu cevabı verdi: “Bu örnekte [perde] arka[sın]dan yönetme politikasının temel problemi, ABD’nin Avrupa’daki müttefiklerinin bu işi etkili bir şekilde yapabilecek askeri kapasiteden mahrum olmaları… Eğer, tıpkı Ruanda’da olduğu gibi, burada da gerçekten bir kitlesel kıyım yaşanmak üzere olsaydı, o takdirde Libya’ya müdahaleye istekli olabilirdim. Ama durum Libya’da daha karışık/bulanık.”
(…) Çin’le bir mücadele bizi bekliyor. “Çinliler iyi birer ofansif realisttir, bu nedenle Asya’da hegemonya arayışına gireceklerdir.” Çin statükocu bir güç değildir. Tıpkı ABD’nin Geniş Karayip Havzasında egemen olduğu gibi, Çin de Güney Çin Denizi’nde benzer bir arayışa girecektir. “Giderek güçlenen bir Çin’in ABD’yi Asya’dan çıkartmaya çalışma ihtimali yüksektir, tıpkı ABD’nin Batı Yarımkürede Avrupalı güçlere yaptığı gibi.”
(…)
Bu satırların [“Büyük Güç Politikalarının Trajedisi” kitabını kastediyor] yazılmasının üzerinden 10 yıl geçti ve Çin ekonomisi Japonya’yı geçerek dünyanın ikinci büyük ekonomisine dönüştü. Savunma harcamaları 2001’de 17 milyar dolarken 2009’da 150 milyar dolara yükseldi. Daha dikkat çekici olan ise Çin’in askeri modernizasyon hamleleri. (…) Ve on yılı aşkın bir süredir Çin ordusu, bir Sovyet işgalini püskürtmekten veya içerideki bir kargaşayı kontrol altına almaktan ziyade, artık Doğu Asya’da Amerikan birliklerini nasıl mağlup edilebileceğine odaklanmış durumda. Bu, hiçbir Amerikan yönetiminin uygun bir şekilde cevap üretemeyeceği stratejik bir sürprizdi.
(…) Center for Strategic and Budgetary Assessments’ın başkanı Andrew F. Krepinevich, Batı Pasifik uluslarının yavaş yavaş Çin tarafında “Finlandiyalaştıklarına” inanıyor: Görünüşte bağımsızlıklarını sürdürseler de sonunda Pekin’in koyduğu dış politika kurallarına göre hareket eder hale gelme ihtimalleri var. Ve ABD, Ortadoğu dikkatini dağıtmaya devam ettikçe, –dünya donanmaları ve hava kuvvetleri ile küresel ekonominin coğrafi kalbi olan- Doğu Asya’da yaklaşmakta olan bu hakikat karşısında daha fazla telaşlanacaktır.
(…)
Mearsheimer’ın uluslararası ilişkiler teorisi, onun Irak’a yönelik her iki saldırıyı da doğru bir şekilde değerlendirmesini sağladı. İyi bir denizaşırı dengeleyici olarak Mearsheimer Birinci Körfez Savaşı’nı destekledi. Zira Irak’ın Kuveyt’i işgal ederek Körfez’in muhtemel bir hegemonuna dönüşme çabası Amerikan askeri mukabelesini meşrulaştırıyordu. Üstelik (…) ABD Irak ordusunu kolayca yenebilirdi de. (…) 2003’teki işgal ise denizaşırı dengelemeyle meşrulaştırılabilir değildi. Zira Irak zaten kontrol altında tutulmaktaydı ve Körfez’in hegemonu olabilecek durumda değildi. Mearsheimer yeni savaşın hiç de iyi bir fikir olmadığı görüşündeydi. (…) [İşgalden evvel] New York Times’ta 33 akademisyenle yazdıkları makalede şuna işaret ediyordu: “Kolayca kazansak bile makul/inandırıcı bir çıkış stratejimiz yok. Irak o derece bölünmüş bir toplum ki ABD kendi ayakları üzerinde durabilir bir devlet inşa etmek için Irak’ı çok uzun yıllar işgal altında tutmak ve ülkenin güvenliğini sağlamak zorunda kalacaktır.”
Mearsheimer sadece Irak Savaşı’na değil, denizaşırı dengelemenin “tam zıt kutbuolan neoconların bölgesel dönüşüm vizyonuna da karşı çıktı. Arap dünyasının demokratikleşmesine karşı değildi; ama ona göre bu, Amerikan birliklerinin Irak ve Afganistan’a konuşlandırılmasıyla yapılmaya kalkışılmamalıydı, [demokratikleşme] bu yöntemle başarılamazdı. Mearsheimer şimdi de İran’a yönelik bir saldırının bir kez daha dikkatleri -Doğu Asya’da Çin meydan okumasıyla baş etmekten- dağıtacağını düşünüyor. İran’a açılacak bir savaş Tahran’ı daha fazla Çin’in kollarına itecektir.
(…)
(…) ABD ile İsrail arasındaki sözde özel ilişkiler, Washington’ı Ortadoğu’nun problemlerine daha da bulaştırarak denizaşırı dengeleme ilkesiyle çelişecektir. Özel ilişkileri destekleyenler, İsrail’in istikrarsız otoriter devletlerin ortasında istikrarlı bir demokrasi adası olduğunu mütemadiyen dillendirerek bunu meşrulaştırmaya çalışıyorlar; ama Mearsheimer’a göre [rejimin şekli gibi] dahili özellikler [dış politika söz konusu olduğunda] büyük ölçüde konu dışıdır.
(…) ona göre [İsrail] lobisi Amerikan tarihinde bir “anomali”dir. (…)
(…)
Her şeye rağmen İsrail Lobisi kitabı inkâr edilemez temel bir gerçeği içeriyor: ABD ve İsrail, devletlerin ekseriyeti gibi, birbirinden farklı bazı çıkarlara sahipler - ki bu da kaçınılmaz olarak kalıcı herhangi bir özel ilişkiyi olumsuz etkiliyor. Zira her iki devletin bilhassa güvenlik şartları birbirinden çok farklı. Bir kere ABD okyanuslarla korunan kıta ölçeğinde bir devletken İsrail dünyanın öte tarafında düşmanlarla çevrili küçük bir devlet. İki devletin coğrafi şartları bambaşka olduğundan jeopolitik çıkarları hiçbir zaman tam anlamıyla örtüşemez. (İran’ın nükleer programı İsrail için, ABD’ye kıyasla, çok daha acil bir tehdit.) Mearsheimer diyor ki “İsrail’in bir demokrasi olması önemli olmakla birlikte bu, özel ilişkilerin koşullarını meşrulaştırmak için yeterli değildir. İsrail’e sıradan bir devlet gibi muamele etmeliyiz, tıpkı İngiltere veya Japonya’ya muamelemiz gibi.”
Mearsheimer ve Walt’un temel rahatsızlığı özel ilişkilerde koşulluluk ilkesinin olmaması. (…) Onlarca yıldır ABD’nin İsrail’e ekonomik ve askeri yardım olarak 180 milyar dolardan fazla bir kaynak aktarması (…) ve bunun karşılığında da –Filistinliler büyük tavizlere yanaşsa dahi– en basit müzakere konularında bile –İsrail’in Batı Şeria’da yerleşim inşasını ancak 90 günlüğüne durdurabilmek gibi– zar zor bir ilerleme kaydedilebilmesi affedilemez/hoş görülemez. (…)
(…)
Mearsheimer ve Walt, İsrail ile Arap devletleri arasında çok daha dengeli bir politika yürüten Başkan Eisenhower’ın Ortadoğu politikasını destekliyorlar. [1956 savaşındaki politika 1967 Savaşı’nda da uygulanmalıydı diye düşünüyorlar] (…) İsrail’in seçim sisteminin –herhangi bir toprak tavizine karşı çıkan küçük sağ partilerin dahil olduğu- zayıf hükümetlerin kurulmasına yol açtığı düşünüldüğünde, İsrail’in bir apartheid toplumuna dönüşmesini önlemenin belki de tek yolu, Amerikan başkanlarının Eisenhover’vari bir yaklaşım benimseyerek İsrail’i Batı Şeria’nın önemli bir kısmından çekilmeye zorlamasıdır.
(…)
Üstelik, Ortadoğu’da kireçleşmiş durumdaki merkezi otoriteye karşı isyan, uzun vadede daha liberal rejimlerin ortaya çıkması bakımından faydalı olmakla birlikte, kısa ve orta vadede daha kaotik ve daha popülist rejimler doğurabilir ve bu da İsrail için daha az değil daha fazla güvenlik problemi yaratacaktır. İsrail’in toprak tavizi vermekteki isteksizliğinin maliyeti azalmayacak, aksine daha da artacaktır.

(…) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder