ORTADOĞU’DA
İMPARATORLUĞUN KALINTILARI
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazar, Yeni Amerikan
Güvenliği Merkezi kıdemli üyesi)
Foreign Policy,
25.5.2015
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Emperyalizmin namı
artık kötüye çıksa da tarihin kayıt altına alındığı/arşivlendiği çok uzun
devirler boyunca imparatorluklar ekseriyetle en doğal yönetim biçimi olarak
tebarüz etti ve imparatorlukların çöküşü, –ister antik çağlardan 20. asra kadar Çin’de ve Hint yarımadasında,
isterse Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde Avrupa’da olsun– hep kirli bir iş olageldi.
Bugün Arap
dünyasında gördüğümüz –kimi
yerlerde kaosun da eşlik ettiği–
erime hakikaten emperyalizmin nihai sonuna işaret ediyor. (…)
Ortadoğu’da
hâlihazırda üç emperyal sistemin çöküşüne şahit oluyoruz.
Birincisi,
Ortadoğu’daki mevcut kaos gösteriyor ki bölge, Birinci Dünya Savaşı’nın
ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne halen daha bir çözüm bulamamış
durumda. Yüzlerce yıldır Sünniler ve Şiiler, Araplar ve Yahudiler, Müslümanlar
ve Hristiyanlar Bilad-i Şam ve Mezopotamya coğrafyasında çok az toprak
ihtilafına düştüler. Hepsi de kendilerini birbirlerine karşı koruyan
İstanbul’daki bir emperyal egemenin hâkimiyeti altındaydı. Bu düzen 1918’de
çöktü, hangi toprağı kimin kontrol edeceğine dair ulusal, etnik ve mezhebi
ihtilaflar şeytanını ortaya salarak.
İkincisi, önce
Saddam Hüseyin’in devrilmesini müteakip Irak’ın ve ardından Arap Baharının
akabinde de Suriye’nin içeriden patlaması ve İslam Devletinin yükselişi, Batı
emperyalizminin Doğu Akdeniz’de inşa ettiği sınırların sonunu getirdi.
Bütün bu
gelişmelere karşı Amerikan Başkanı Obama’nın uzakta durma yaklaşımı, bölgeyi
düzenlemede ve istikrarını sağlamada ABD’nin büyük güç rolünün artık sonuna
gelindiğinin bir göstergesi. Hatırlayın, ABD İkinci Dünya Savaşı sonundan bu
yana sadece ismi olup cismi olmayan bir dünya imparatorluğuydu. (…)
Üçüncüsü,
zayıflayan ve ardında bir kaos bırakan sadece emperyal güçler değil. Saddam
Hüseyin’in Irak’ta, Kaddafi’nin Libya’da devrilmesi ve Suriye’de Esed rejiminin
savaş halindeki bir devletçiğe dönüşmesi, sömürgecilik sonrası diktatörlük
çağının da sonunu getirdi; zira onların iktidarları, emperyalizm mirasıyla
organik olarak bağlantılıydı. Nihayetinde bu diktatörler Avrupalıların çizdiği
sınırlarda hüküm sürüyorlardı. Bu emperyal sınırlar etnik ve mezhepsel çizgide
ayarlanmadığından diktatör rejimler toplumsal bölünmüşlüğü aşmak için seküler
kimliklere ihtiyaç duydular. Bütün bunlar şiddetle yok edilmiş durumda artık.
Yazık ki sözde
Arap Baharı, özgürlüklerin doğuşu değil, merkezi otoritenin çöküşüne işaret
ediyor. (…)
Mevcut altüst
oluştan etkilenen devletler ikiye ayrılabilir. Birincisi, çok eskilere giden
medeniyet grupları; bir şekilde antik çağa kadar geri gidebilen bu devletler,
mezhep ve etnisiteyi aşan seküler kimlikler içinde geliştiler. (…) Fas, Tunus
ve Mısır tarihsel açıdan tanımlanabilir devletler. Arap Baharında nasıl bir
kargaşa ve rejim değişimi yaşarlarsa yaşasınlar devlet olarak kimlikleri hiç
tartışmaya açılmadı. Bu devletlerdeki mesele, “kim yönetecek”, “ne tür bir
yönetim kurulmalı” sorularına odaklandı. (…)
İkinci grup daha
istikrarsız; coğrafi tanımlanırlıkları muğlak olup kimlikleri de [ilk gruba
kıyasla] çok daha zayıf ve aslında Avrupalı emperyalistlerin icat ettiği
kimliklere sahipler. Libya, Suriye ve Irak bu kategoride. Kimlikler kırılgan
olduğundan bu ülkeleri bir bütün olarak ayakta tutmak için otoriterliğin en
boğucu şekli uygulandı. Kaddafi, Esed ve Hüseyin rejimlerinin aşırı [baskıcı]
tabiatlarının kökenindeki sebep de işte buydu. (…) Esasen Fransızlarca icat
edilen suni bir devlet olan Cezayir de yabancı ve verimsiz bir otoriter yönetim
tecrübesi yaşadı ve şu anda Cumhurbaşkanı Bouteflika’nın sağlığının bozulması
nedeniyle belirsiz bir geçiş süreci içinde. Ürdün de muğlak coğrafi sınırlara
sahip; ama Haşimi yönetiminin dehasıyla ve bu küçük ülkeye ABD ve İsrail’den
gelen ekonomik ve güvenlik desteği sayesinde yönetimi ılımlı. Yemen ise kadim
bir medeniyete sahip olsa da engebeli topografyası nedeniyle farklı krallıklar
arasında hep bölünegeldiğinden bu coğrafyayı tek bir idari birim altında
yönetmek neredeyse hep imkansızdı.
Ancak boğucu
totaliter rejimler muğlak coğrafyalara sahip bu suni ülkeleri kontrol edebildi.
Bu rejimler çöktüğünde de geriye tam anlamıyla bir başıboşluk kaldı. Zira
tepedeki rejim ile alttaki aşiretler ve geniş aileler arasındaki tüm aracı
sosyal ve siyasal örgütlenme çeşitleri çoktan bu rejimler tarafından
“temizlenmişti”. Bu suni devletlerde Batı emperyalizmi sona erdiğinde geriye
kalan tek karşılık/çözüm totaliterlik oldu ve şu anda totaliterliğin çöküşü
Ortadoğu’daki kaosun temel sebebi.
Bu muğlak coğrafi
tanımların/yapıların erimesi/iflası ve kadim medeniyet gruplarının [ilkine
kıyasla] kısmen zayıflaması, [eşzamanlı olarak] İran, Türkiye ve
Suudi Arabistan gibi yerli bölgesel güçlerin yükselişini sağladı. İran hem
büyük ve kadim bir dünya medeniyeti hem de acımasız ve radikalleşmiş bir
devlet-altı yapı konumunda. Bu da onun bölge çapında dinamik etkinliğini
sağlayan şey. (…)
(…) İran nükleer
yakıt çevrimini gayet iyi öğrendi, Yakın Doğu’daki radikal ve militer [kendisine]
vekil güçleri eğitti ve baş düşmanı ABD’yle maharetle bir müzakere yürüttü.
Böylece İran Osmanlı, Avrupa ve Amerikan imparatorluklarının ortadan kalkmasıyla
geride kalan boşluğu kısmen miras almış oldu.
Yeni mezhepçi
Ortadoğu’da İran Şii iktidar düğümü iken Suudi Arabistan da Sünnilerin düğümü
konumunda. Ancak İran’a kıyasla Suud suni bir oluşum. (…)
(…) Eğer bu
İran-Batı uzlaşması gerçekleşirse –her ne kadar nükleer meseleyle sınırlı olsa
da– daha genel bir Amerikan-İran yakınlaşmasının başlangıcı olarak
görülecektir: yani bölgesel bir tanımlamayla, zayıflayan emperyal gücün [ABD’nin]
yükselen yerli bir gücü [İran’ı] kabullenmesi.
ABD’nin nükleer
anlaşma sonrası İran’ı kontrol altında tutabilmek için sadece Suudi Arabistan’ı
değil, aynı zamanda Mısır ve Türkiye’yi de desteklemeye ihtiyacı var. Askeri
diktatör Sisi’nin kontrolündeki Mısır’ın güvenlik birimleri, zaten sessiz
sedasız İsrail güvenlik birimleriyle Gazze, Sina ve diğer bölgelerde müttefik.
ABD’nin Suud’u desteklemek için, İran karşıtı bölgesel bir müttefik olarak
–demokratik olsun olmasın– güçlü bir Mısır’a ihtiyacı var. Recep Tayyip
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığındaki Türkiye, normalde Amerikan yanlısı bir ülke
olarak görülmemekle birlikte, güçlü bir Türkiye de İran’ın gücünü dengelemeye
yardımcı olacaktır. Bu coğrafi ve tarihi açıdan şanslı güçler arasında devam
eden bölgesel hakimiyet mücadelesi, yeni post-emperyal düzeni belirleyecektir.
2017’de başa
geçecek yeni Amerikan başkanı, Batılı emperyal nüfuzu –tabii ki bir başka isim
altında– yeniden tesis etmeye çalışabilir. Ama Ortadoğu’da merkezi otoritenin
çöküşü yüzünden zorlanacaktır. Bölge çapında güçlü Arap diktatörlükleri
Amerikan çıkarları için de uygundu (…). Mevcut kaos, sadece bir güvenlik krizi
ve insani kriz değil, aynı zamanda Amerikan güç projeksiyonu önünde ciddi bir
zorluk.
Bu yüzden
Ortadoğu’nun kısa ve orta vadeli geleceğinde amansız bir mücadele olma ihtimali
yüksek. Sünni İslam Devleti [IŞİD’i
kastediyor] İran’ın Şii
milisleriyle savaşıyor, tıpkı (…) İran-Irak Savaşı yıllarında olduğu gibi. Bu
savaş, kısmen Reagan yönetiminin kasten müdahil olmama kararıyla, uzadıkça
uzamıştı. [Reagan’ın bu kararı da] zayıf emperyal yönetimin diğer bir
yansımasıydı; her ne kadar bu sayede Reagan, Avrupa’ya odaklanarak Soğuk
Savaş’ın sona ermesine katkıda bulunan başarılı bir örnek sergilemiş olsa da.
O zamanlar savaş
devletler arasındaydı, ama artık devlet-altı yapılar arasında. Emperyalizm düzen
sunar, modası batmış olsa da. Şu andaki meydan okuma, demokrasi inşasından
ziyade düzeni yeniden kurmak. Zira düzen olmadan hiç kimse için özgürlük
olamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder