15 Mart 2016 Salı

M.SEGALL - İRAN’IN SURİYE’DEKİ MENFAATLERİ



İRAN’IN SURİYE’DEKİ MENFAATLERİ
Michael Segall (İsrailli emekli yarbaydır)
Institute for Contemporary Affairs, Jarusalem Center for Public Affairs, c.15, no.32, 22.10.2015

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Son haftalarda Rusya’nın Esed rejimini kurtarmaya dönük hava harekatıyla birlikte İran, Suriye çatışmasındaki müdahilliğini daha da derinleştirdi. (Besiç’in eski üst düzey isimlerinden ve İran’a yönelen “yumuşak savaş”a karşı koymakla sorumlu Ammar Stratejik Üssünün başındaki) İran’ın Suriye politikasındaki şahinlerden olan Hüccetü’l-İslam Mehdi Taeb, 2013’te dedi ki “Suriye İran’ın 35. ve stratejik vilayetini oluşturmaktadır”. O dönemde bu ifadeler abartı gibi görülse de şimdilerde yeni bir yankı bulmuş durumda.
Taeb sözlerine şöyle devam etti: “Eğer düşman bize saldırır da Suriye veya Huzistan bölgesini (Arap azınlığın yaşadığı, İran’ın güneybatısında Irak sınırına yakın bölge) ele geçirmek isterse İran’ın önceliği Suriye’yi savunmak olacaktır. Zira İran eğer Suriye’yi koruyabilirse Huzistan’ın bütünlüğünü de garanti altına alabilir; aksi halde İran Suriye’yi kaybederse başkent Tahran’ı dahi koruyamaz hale gelir.” Taeb, o dönemde bugün de geçerliliğini koruyan bir perspektifle, “aslına bakarsanız Suriye’nin bir ordusu olmakla birlikte meskun mahallerde savaş verme kapasitesi yok” diye ekledi. Ona göre İran’ın savunması Suriye’den geçmekte ve işte bu nedenle İran yönetimi, -şehirlerde savaş vermek üzere Suriye ordusunun yerine 60.000 Hizbullah savaşçısıyla kurulan- Besiç gönüllülerinden oluşan müfrezeler oluşturmayı önerdi.
Taeb’in beyanatının ardından o dönemde İran, gerçekten de Hizbullah’ı Suriye savaşına soktu ve hala örgüt, Esed rejimini korumak uğruna üst düzey komutanlarının ölümü de dahil her gün ağır bedeller ödemeye devam ediyor. Kuzeyde Halep’te ve güneyde Deraa’da saldırıları planlayıp yürüten, İran Devrim Muhafızları ve Hizbullah’ın ta kendisi. İran’ın Esed rejimini korumak adına ödediği bedel giderek büyüyor. Devrim Muhafızlarından birliklerin ve çeşitli ülkelerden gelen Şii gönüllü savaşçıların sayısı giderek artıyor ve son dönemde üst düzey Devrim Muhafızları komutanları Suriye topraklarında can veriyor. En son Halep’te ölen komutan General Hüseyin Hamadani, İran-Irak Savaşı’nın tecrübeli muhariplerindendi.
İran’ın içinde ise artan can kayıpları ve ağır maliyete rağmen “Suriye’ye niye girdik” tarzı herhangi bir eleştiri neredeyse hiç yok. Gerekirse İran, -Esed başta kalsın kalmasın- kendisi için stratejik bir değer olarak gördüğü Suriye’ye Rusya’yla koordinasyon içinde yeni yeni birlikler yollayacak. Uluslararası yapıtımlar nedeniyle üzerinde hareket kısıtlaması olduğu halde şimdiye kadar en az bir kere Moskova’yı ziyaret etmiş olan Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani üzerinden İran ve Rusya, en üst düzeyde koordinasyon içinde.
Arap Baharı isyanlarıyla başlayan Suriye’deki kriz, kemikleşen/müzmin bir bölgesel krizden yavaş yavaş bölgesel (İran, Suudi Arabistan) ve küresel (Rusya, ABD) güçlerin müdahil olduğu bir uluslararası savaşa dönüşüyor. İran ve Rusya el ele vererek kararlılık ve net bir siyasi yönelim gösterirken, ABD öncülüğündeki Batı hala mütereddit ve kafası karışık bir halde Suriye sahasını (ve Arap Baharıyla sallanan Ortadoğu’daki diğer alanları) İran’a ve son dönemde de Rusya’ya bırakıyor.
(…)
Bu arada Amerikan Merkezi Komutanlığının başındaki General Lloyd J. Austin III, Senato Askeri Hizmetler Komitesindeki bir oturumda, ABD ordusunca IŞİD’e karşı savaşmak üzere eğitilenlerden sadece 4-5 kişi kaldığını itiraf etti. Bunun dışında Suriyeli askerlerden müteşekkil bir ordu kurmanın hedeflendiği yarım milyar dolarlık plan öldü ve ABD’nin 5.000 Suriyeli asker eğitme hedefine kısa zamanda ulaşması mümkün değil.
ABD politikası (tabii eğer gerçekten böyle bir şey varsa) Ortadoğu’da havanda su döverken ve bölgedeki dramatik değişimlerin hızına yetişebilmek için cebelleşirken, nükleer anlaşmanın imzalanması ve 18 Ekim’de yürürlüğe girmesinden çok büyük bir cesaret alan İran, kendi Ortadoğu ajandasının peşinden kararlı bir şekilde gidiyor. Nükleer anlaşmanın uygulanması ve özellikle yaptırımların yavaş yavaş kaldırılması, özelde Esed rejimini desteklemek, genelde ise Arap Baharı sonrası Ortadoğu’sunu İran modeli çerçevesinde yeniden şekillendirmek üzere devam eden para akışını artırabilir.
İran Ortadoğu’daki değişimlerin ardındaki potansiyelinin ne olduğunu tespit etmiş durumda ve milli-ideolojik-dini düzeyde stratejik çıkarlarına hizmet ettiği için Suriye ve Esed’in azınlık rejimini ayakta tutuyor. İran için Suriye hem İsrail’e karşı ilk savunma hattı konumunda hem de IŞİD yayılmasına karşı Lübnan’daki Şii nüfusun savunulması için bir hat. Yine Suriye İran’ın İslam Devletine karşı ana savaş alanlarından biri. İran, erken davranıp savaşın kendi topraklarına sıçramasının önünü kesmek için bu savaşı (ABD’yle işbirliği içinde) Irak’ta da veriyor. Yemen’de İran destekli Husiler birçok başarı kaydettiler ve bunların en büyüğü de başkent San’a’nın ele geçirilmesi oldu (her ne kadar son dönemde Yemen’deki Suud öncülüğündeki koalisyonun karşı atağıyla bazı bölgelerden geri çekilmek zorunda kalsalar da).
İran’ın bölgede nüfuzunu yayma seferberliği çok-boyutlu olup farklı alanları kapsıyor. Arap Baharının Ortadoğu’nun birçok yerinde yarattığı boşlukta faaliyet gösteren bölgesel ve uluslararası aktörlerle işbirliği yapıp onları etkiliyor. Yemen, Irak, Libya ve Suriye gibi birçok bölgede henüz yeni bir güç merkezi ortaya çıkmış değil ve bu boşluğu doldurmak için siyasi, kabilevi ve dini mücadeleler veriliyor. Bazı bölgelerde İran, Arap Baharı daha patlak vermeden çok çok önce ekmiş olduğu “değerleri” şimdi kullanarak önemli bir rol oynuyor. Başta Bahreyn olmak üzere Körfez ülkeleri gibi diğer bölgelerde de böyle “değerler”, harekete geçmek için uygun zamanı ve Tahran’ın yakacağı yeşil ışığı kolluyor. İran’ın bu güçleri kullanması, ABD ve Suudi Arabistan’ın göstereceği tepkinin boyutunun değerlendirilmesine bağlı. Geçmişte İran, Şii çoğunluklu olan ve kendi toprağı olarak gördüğü Bahreyn’i fişeklemeye çalıştı, ama çok kararlı/sert bir Suudi tepkisiyle karşılaştı. Ama İran krallıkta değişim için yeni fırsatlar kolluyor.
Halihazırda İran Suriye’deki savaşa (ve ayrıca Yemen’i istikrara kavuşturmaya) odaklanmış durumda. Suriye’yi eski bölgesel düzenin kritik bir bileşeni ve Ortadoğu’da yeni bir düzen inşasında kilit olarak görüyor. Tahran Suriye’yi hala İsrail karşıtı direniş kampının birçok bileşenini birbirine bağlayan “altın hat” olarak görmeye devam ediyor. İran’a göre bu kamp, “emperyalizm”e ve “mütekebbirler”e karşı savaşın birçok cephesinde (Gazze ve Batı Şeria’da Filistinli örgütler şeklinde) İsrail’e karşı ve ayrıca Yemen, Bahreyn, Mısır ve diğer bağlamlarda kuruldu. Bütün bu cephelerde İran, Lübnan Hizbullah’ı üzerinden ya doğrudan ya da yerel vekil örgütler aracılığıyla hareket ediyor.
Suriye’deki krizin kemikleşmiş doğası ve Rusların derin müdahalesi gibi zaman zaman meydana gelen dramatik gelişmeler, Arap dünyasını dört bir yandan kuşatan krizin zorluğunun ve bölgenin yeni bir düzenin ortaya çıkmasından henüz ne kadar uzak olduğunun bir yansıması. İran ve Rusya ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışıyor. Bölgenin farklı yerlerinde giderek artan İran müdahalesi hem İran ile Araplar, hem Fars ve Türk imparatorlukları, hem de Sünniler ile Şiiler arasındaki güvensizliği daha da artırıyor. Bunlar önümüzdeki yıllarda Ortadoğu’nun ana bileşenleri olacak. Küresel ve bölgesel sistemin bir mikrokozmu niteliğindeki Suriye krizinde bunların hepsi de bir şekilde aktif durumda.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder