KAYIP
25 YIL
Fyodor
Lukyanov (Russia in Global Affairs baş editörü)
Global
Brief, 19.2.2016
Tercüme:
Zahide Tuba Kor
(…)
Kırım’ı
topraklarına katma nedenini açıklarken Rus lider Putin, –SSCB dağıldıktan sonra
Rusya sınırlarının dışında kalan yoldaşlara karşı bir sorumluluk anlamına
gelen- “Rus dünyası” kavramını ortaya attı. Hiç şüphe yok ki Ruslar 1991’de
dünyanın en fazla bölünmüş halkı haline geldiler, 25 milyonluk bir nüfusun bir
anda yabancıya dönüşmesiyle. (…)
Dikkatlice
bakıldığında görülür ki bu, Rus izolasyonculuğuna doğru bir adım değil, diğer
tüm politika inisiyatifleri pahasına, Rus devlet sisteminin ülke içinde
konsolidasyonu sağlamaya dönük bir adımdır. Tabii ki olayların gelişimi bu
mantığı net bir şekilde değiştirdi. Kremlin sonunda şu sonuca vardı: İkincil
önemi haiz Avrasya sahasındaki (Ukrayna çatışması) şansı, birincil önemdeki
Ortadoğu sahasına (Suriye) aktif bir şekilde müdahile etmediği takdirde zaman
içinde giderek azalacaktır.
Günümüz
Rusya’sının asıl problemi [içine düştüğü] fikrî krizdir, yani bir
gelecek vizyonunun olmamasıdır. Fikrî arayışı perestroika
ile son buldu. SSCB’nin son dönemlerinde entelektüel hayat çok canlıydı. Tüm
sıkıntılarına rağmen Sovyet projesi hep oldukça etkileyici bir projeydi ve onu
dönüştürme çabaları da benzer şekilde muazzamdı. Hatta dünyanın dört bir
yanında yankı bulmuştu. Bu yüzden de eski fikirlerin yenilenmesi, gerek ülke
içinde gerekse uluslararası alanda sıcak tartışmaları beraberinde getirmişti.
(…) Diğer bir deyişle Kremlin, Sovyet devletini değiştirerek dünyayı
değiştirmeye niyetlenmişti. Bu, tabii ki Gorbaçov’un büyük planıydı.
Ancak SSCB’nin
yıkılmasıyla küresel hedefler de eriyip gitti. Rusya kendi problemlerine
odaklanmaya başladı (…). Derin fikirler artık bir öncelik olmaktan çıkarak
iktisadi ve siyasi ayakta kalma temel önceliğe dönüştü. Ayakta kalma
zorunluluğu yavaş yavaş hazırlıksız pragmatizmi beraberinde getirdi ve buna
devlet sistemini tamir edip güçlendirme ihtiyacı eşlik etti. Bu kısmen başarıldı, ama Rusya’nın küresel
düşünme kabiliyeti zamanla yok oldu.
(…) SSCB’nin çöküşünün ardından
Rusya, başlangıçta –Batılı kavramlar alanına girebileceği umuduyla- bile isteye
diğer ülkeleri takip etti. Ancak kendi başarısızlığının beslediği bir hınçla
zaman içinde giderek daha fazla kabuğuna çekildi. Bu kin ve hınç, sınırlarının
ötesine bakma ilhamı vermeyen bir korumacı ve savunmacı ideolojinin temellerini
attı.
Perestroika ve bugünün Rusya’sı birbirine tam zıt
konumda. 1980’lerin sonlarındaki iyimserlik ve idealizm 2010’ların ortalarının
kasvetli realizmiyle tam bir tezat içinde. Ama ortak bir nokta söz konusu: Her
iki durumda da siyaset ekonomiyi gölgede bıraktı; her ne kadar zayıflayan
iktisadi temel ile hırslı siyasi üstyapı arasındaki boşluk, milli zafiyetin/kırılganlığın
çok açık bir kaynağı olsa da.
2015’te siyasi
mantık iktisadi hesaplara baskın çıkmakla kalmadı, dış politika da iç
politikadan daha önemli bir hal aldı. Türkiye’nin Rus savaş uçağını
düşürmesinin ardından Ankara’yla bağların aniden kopması bunun bir göstergesi.
Kremlin bu adımıyla milli itibarın ticari mülahazalardan daha önemli olduğunu
ortaya koydu. Aslında milli itibar, artık milli düşünce ve milli
kimliğin yerini alıyor.
Rus toplumu ve devletini
birbirine bağlayabilecek unsurların arayışı, 2012’de Putin halkın protesto
gösterileri arasında devlet başkanlığını yeniden ele alırken başlamıştı. 2011
sonunda başlayan Moskova’daki gösteriler, daha fazla sivil ve siyasi
özgürlükler ve yönetim sisteminde derin/ciddi reformlar yapılmasında ısrarcı
–aralarında milliyetçilerle solcuların da olduğu- belirli gruplar ve burjuva
mensuplarını bir araya getirmişti. Yüzeysel modernleşme Dmitry Medvedev’in
devlet başkanlığı sırasında başlamıştı. Daha sonra birdenbire kesilerek
ağızlarda garip bir tat bıraktı. Ama -1990’ların iktisadi bunalımı ve Rusların
ayakta kalma mücadelesini takiben yaşanan- 2000’lerdeki görece
pervasızca/hesapsızca tüketim döneminin sonunu getirdi. Trajik 1990’lar da
perestroikanın sonunu getirmişti, ülkenin geleceğine dair tartışmaları sonuçsuz
bırakarak.
Bugünden bakıldığında, 1980’li
yılların sonları Rus tarihinde geçici/kısa ömürlü bir intermezzo (iki
perde arası oynanan oyun/çalınan müzik) olarak görülüyor. Buna rağmen, daha
evvel belirttiğim gibi, gerileyen Sovyet imaratorluğu sürekli değişken bir
karmaşanın ortasında dahi büyük [fikri] tartışmalarla kaynıyordu; devlet, toplum ve
uluslararası camianın temel konularını farklı açılardan keşfetmeye ve geleceğe
yönelik yapılması gereken görevleri belirlemeye çalışarak.
SSCB’nin çöküşü bu süreci
kesintiye uğrattı ve yerini güç ve mülkiyet mücadelesi aldı. Çeyrek yüzyılın
ardından kesintiye uğrayan Sovyet dönemi tartışmalarının artık kaldığı yerden
yeniden başlaması gerektiği çok açık. Bunun ilk göstergesi 2012-2013’te halkın
haletiruhiyesine son derece hassas olan Putin’in muntazaman ideolojik ve ahlaki
meseleler hakkında konuşmaya başlamasıydı. Muhafazakâr yazarlara atıfları ve
geleneksel değerleri canlandırma çabası aslında siyasi yapının alenen
görünmemekle birlikte bariz bir talebiydi.
Ukrayna Krizi bu süreci
baltaladı. Krizin patlak vermesinden itibaren Rus devleti, acil durum
hissiyatıyla hareket etti ve sürekli değişken haldeki duruma irticalî/anlık
karşılıklar verdi. Kalıcı meselelerin tartışılması, acilen halkın seferber
edilmesi zarureti karşısında bir kenara itildi ve bu seferberlik hali da tabii
ki “kan ve toprak”a başvurarak başarıldı. 2011 sonunda orta sınıf Rusların
Moskova’ya karşı gösterileriyle ortaya çıkan toplumsal bölünme “Rus dünyası”
kavramıyla tamir edilemezken, yeni ortaya çıkan durum milli ruh halini dramatik
bir şekilde değiştirdi: Daha evvel Putin’e “savaş açan” bazı eski muhalifler
artık şikayetlerinden vazgeçtiler; Kremlin’e eskisinden de fazla muhalif olan
azınlık ise daha da marjinalleşti. [Böylece iç] konsolidasyon başarıldı.
[Putin]
olağanüstü dış faktörlerden faydalanarak içerideki tabanını güçlendirdi.
Paradoksal bir şekilde dış politika, iç kalkınma için gerekli şartları
oluşturmak suretiyle temel amacını gerçekleştirmiş oldu. Dış tehditlere karşı
koymadaki başarı ve devletin uluslararası alanda büyük bir oyuncu olabileceğini
ispatlaması, iç istikrar ve meşruiyetin zaruri bir şartına dönüştü. (…)
Ukrayna Krizi ve “Rus dünyası”
söylemi birlikte, daha geniş bir kimlik tartışmasının parçası haline geldi.
Birbirine hep yakın olagelmiş Ruslarla Ukraynalıların ayrışması, sancılı Rus
(ve aslında Ukrayna) milli kimlik arayışına bir ihanetti. Ama Ukrayna
trajedisiyle canlanan milliyetçi tutkular adeta patlamaya hazırdı ve Kremlin
kısa sürede bunu fark ederek gaz pedalından ayağını çekti.
Suriye operasyonu ise tamamen
farklı bir olay olup süper güç statüsünü yeniden elde etme milli hedefiyle
bağlantılıdır. Rusya, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ABD’nin başlıca
imtiyazı haline gelen bir alana -yani düzeni yeniden tesis için gereken her
yerde kuvvet kullanmaya- bir anda girişiverdi. Kuvvet kullanma, Moskova’nın
düzenli bir şekilde bu tarz misyonları yürütme kapasitesini; bu alanda Batı’ya
işbirliği teklifi de [Batı’yla] eşdeğer statüde olduğunu gösteriyor.
Moskova’nın bu statüyü kabul etmeyenlerle ilişkileri bir anda değiştirmeye
hazır olması ise kendine güvenin bir yansıması.
Ancak bu, Sovyet modeline bir
geri dönüş anlamına gelmez. SSCB, sık sık “kuşatılmış müstahkem kale”
bahanesinin farklı versiyonlarını kullanmak suretiyle, aktivist bir dış
politika yürütüyordu. Ancak
Sovyet devletinin iç sistemi, dış politikaya değil, katı bir sosyoekonomik
yapıya dayanıyordu. Dışa yayılma büyük ölçüde ideolojiyle sürdürülüyordu ki bu
da zaman içinde daha genel bir ABD’yle rekabet stratejik içgüdüsüne dönüştü.
Tuhaf görünmekle birlikte mevcut durum Gorbaçov dönemiyle
paralellikler arz ediyor. Gorbaçov’un başarısızlığı, büyük ölçüde, -merkeze
almış olduğu halde- dış politikasının iç[eride aldığı] inisiyatifler
kadar başarılı görünmemesinden kaynaklanıyordu. Onun temel tezinin adı şuydu: Perestroika:
Ülkemiz ve Tüm Dünya için Yeni Düşünce. [Ama
fiiliyatta] “tüm dünya” hızlıca “ülkemiz”i gölgeledi. “Kendimizi
değiştirerek dünyayı değiştirme” fikri tersyüz oldu – SSCB’nin içindeki
gelişmeler Sovyet liderinin başlattığı küresel dönüşümün bir fonksiyonu haline
dönüştü. (…) Bugünün dünyası ise 30 sene evveline kıyasla çok daha istikrarlı
ve iç değişim için küresel dönüşüme bağımlılık çok daha riskli.
Tabii ki bugünle Gorbaçov çağı arasındaki
temel farklılık, günümüz Rus liderlerinde hayalden, bilhassa [dışarıda] takip
edilecek iyi örnekler olduğu yanılsamasından hiçbir eser olmaması. Hatırlayın,
SSCB’nin son dönem entelektüelleri Batı’ya bir model ümidiyle bakarlarken,
Sovyet liderliği iki sistemin birbirine yakınlaşabileceğine inanıyordu.
Gorbaçov yeni dünya düzeninin Doğu ile Batı’nın tamamen eşit temelde
entegrasyonuyla ortaya çıkacağını düşünüyordu (…) Ama SSCB’nin dağılması
eşitlik fikrinin sonunu getirdi. Varoluşsal bir krizin sancılarıyla doğan Yeni
Rusya artık Batı (ve Doğu) tarafından yeni dünya düzeninin muhtemel bir ortak
kurucusu olarak görülmüyordu.
(…)
Bugün Rus stratejik
düşüncesindeki diğer bir önemli faktör de Batı’nın rasyonalitesine güvensizlik.
Genel hissiyat, ABD ve Avrupa’daki sağduyunun/mantığın ideolojikleşmiş bir
kibre ve sol-liberal siyaseten doğruluğun (political correctness) da sınırsız
bir tahakküme yol açtığı yönünde. Bunun sonuçları –mantıksız müdahalelerle
yerle bir edilen- Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar her yerde görülüyor. (…)
Dolayısıyla artık Avrupa bir ilham kaynağı olarak görülemez, henüz onun yerini
alacak hiçbir alternatif olmasa da.
Son 25 yıldır ne olmak ve ne
yapmak istediğini henüz hala tam olarak oturtamamış durumdaki Rusya sancılı
dönüşümler yaşarken, uluslararası sistem de çalkantılı savrulmalardan geçiyor.
Doğru düzgün bir tek kutuplu dünya inşa edilmedi; çok başlı bir sistem ortaya
çıktığında da mevcut kurumlar etkin bir şekilde işleyemeyecek. Bunun en canlı
kanıtı, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden en fazla istifade eden kurum olan ve
gelecek dünya düzeninin prototipi olmaya aday sayılan AB’nin yaşadığı derin
kriz. Gelinen noktada yazık ki AB, kendi içine büzülüp büyük değişimlere ayak
uydurmakta başarısız kalan bu devasa entegrasyon projesini kurtarmaya
çalışıyor.
NATO ise daha da ilginç bir
dönüşümden geçiyor. Soğuk Savaş’tan galip çıkıp tam hareket serbestisi elde
etmiş bir örgüt olarak temel varoluş nedenini bir türlü belirleyemiyor. (…)
Alan dışında kuvvet kullanarak sorumluluk üstlenme tecrübesi bugüne kadar
başarısızlıktan felakete doğru kaydı. Ukrayna Krizi sırasında Rusya’ya karşı
durarak bir nebze birlik sağlamayı başardı ama bu da fazla uzun sürmeyecek.
Rusya bir SSCB olmadığından ne kadar çabalarsa çabalasın Batı’ya Sovyetlerle
eşdeğer bir tehdit oluşturamaz. Ayrıca radikal İslam ve Çin’in geri dönüşü gibi
büyük stratejik meydan okumaların üzerine Soğuk Savaş çizgisinde işleyen bir
NATO’yla gidilemez.
Kısaca günümüz Rusya’sı, kendi
imajı ve tamamen öngörülemez bir dünyada gelecekte edineceği yer konusunda
henüz karar vermiş değil. [Rusya’nın] (tüm ülkeler kriz içinde
olduğundan) bir yol gösterici/aydınlatma feneri olarak kullanacağı hiç kimse
yok, (eski topluluklar ve rejimler parçalandığından ve yenileri de halen daha
oluşum aşamasında olduğundan) aralarına katılabileceği bir [devlet veya
örgüt tarzı] yapı yok ve kendi büyük projesini başlatmak için gerçek bir
–mali veya entelektüel- kaynağı da yok. Dolayısıyla mevcut gidişat, taktik
değil, -hiçbir şeyin öngörülemeyeceği inancından hareketle- daha ziyade kaderci
bir gidişat. Bu mantıkla devlet işini yürütmenin tek yolu, her türlü meydan
okumaya çok hızlı ve kararlı bir şekilde karşılık vermeye hazır olmaktır. Ve bu
da herhangi bir acil duruma karşı tüm milli kapasiteyi arttırmak anlamına
gelmektedir.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle
başlayan dönem tüm tezahürleriyle son eriyor. Batı için o döneme zafer coşkusu
damgasını vurmuştu. Rusya için ise bu, stratejik mağlubiyetten kaynaklanan
aşağılanma acısının hissedildiği bir dönem oldu. Her iki hissiyat da [her
iki tarafı] açmaza sürükledi ve ufukta herhangi bir çıkış görünmüyor – her
ne kadar böyle bir çıkışın acilen bulunması gerekse de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder