BATI’YA ELVEDA
Joschka Fischer (Almanya eski dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı
(1998-2005); Alman Yeşiller Partisi’nin kurucularından ve liderlerinden)
Project Syndicate,
5.12.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 8.12.2016 tarihinde
yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/batiya-elveda
Donald Trump’ın Amerikan
başkanı seçilmesiyle birlikte, şimdiye kadar “Batı/the West” olarak
tanımlanan şeyin sonu kaçınılmaz olarak geliyor. Bu kavram, 20. yüzyıldaki iki
dünya savaşıyla birlikte ortaya çıkan, 40 yıl süren Soğuk Savaş’ta uluslararası
düzeni yeniden tarif eden ve bugüne kadar yerküreye egemen olan Atlantik ötesi
bir dünyayı tanımlamaktaydı.
“Batı/The West”
kavramı, “Garp/the Occident” kavramıyla birbirine karıştırılmamalı.
“Batı”nın kültürü, normları ve hâkim dini, köken olarak büyük ölçüde “Garplı”
olsa da zaman içinde başka bir şeye evirildi. Garp’ın temel karakteri, (her ne
kadar Alplerin kuzeyindeki Avrupa toprakları da bu gelişmeye önemli katkılarda
bulunmuş olsa da) yüzyıllar içinde Akdeniz bölgesi tarafından şekillendi. Batı
ise, aksine, Atlantik ötesi bir kavram olup 20. yüzyılın bir çocuğu.
Birinci Dünya Savaşı
başladığında aslında bu, Merkezî Güçler (İttifak Devletleri) ile
İngiliz-Fransız-Rus İtilafı arasında cereyan eden bir Avrupa çatışmasıydı.
Gerçek anlamda bir dünya savaşına dönüşmesi ise 1917’de ABD’nin savaşa dâhil
olmasıyladır. Bizim hâlihazırda Batı dediğimiz şey, işte o an oluşmaya başladı.
Batı kavramının nüfus
cüzdanını İkinci Dünya Savaşı sırasında aldığı söylenebilir. 1941 Ağustos’unda
Nazi Almanya’sının SSCB’yi işgal etmesinin ardından İngiltere Başbakanı Winston
Churchill ile Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt, [Z.T.K. Kuzey
Amerika kıtasının doğu kıyısında Kanada’ya bağlı bir ada olan] Newfoundland
açıklarında bir savaş gemisinde buluşup Atlantik Sözleşmesi’ni imzaladı. Bu
sözleşme, daha sonra NATO’ya dönüşecek ve 40 yıl boyunca ortak değerlerle ve
piyasa ekonomisiyle Sovyet tehdidine karşı direnecek bağımsız demokrasileri bir
ittifak çatısı altında birleştirerek bugüne kadar Avrupa’yı koruyacaktı.
Esasen Batı, müttefiklerini
savunmaya dönük Amerikan taahhüdü üzerine inşa edildi. ABD hayati bir rol
oynamadan Batılı düzen var olamaz, ki Trump idaresi altında Washington bu
rolden vazgeçilebilir. Sonuç olarak Batı’nın geleceği artık tehlike altında.
Hiç kimse Trump’ın seçilmesinin
Amerikan demokrasisi için ne anlama geleceğinden veyahut göreve geldiğinde ne
yapacağından emin olamaz. Ancak şimdiden mantıklı iki çıkarımda bulunabiliriz.
Birincisi, Trump’ın başkanlığı Amerikan iç ve dış politikası için epeyce
yıkıcı/bozucu olacaktır. Trump, Amerikan siyasetinin yazılı olmayan neredeyse
bütün kurallarını hiçe sayıp alaya alarak seçimi kazandı. Sadece Hillary
Clinton’ı değil, aynı zamanda Cumhuriyetçi Parti’nin egemen çevrelerini de
yenilgiye uğrattı. 20 Ocak tarihi gelip de başkanlık koltuğuna oturduğunda
kendisine seçimi kazandıran bu stratejiyi bir anda terk edeceğini zannetmek
için ortada çok az neden var.
Yine Trump’ın “Amerika’yı
yeniden yüceltme” vaadine sıkı sıkıya bağlı kalacağından emin olabiliriz; her
ne pahasına olursa olsun, bu onun başkanlığının temeli olacaktır. Eski
başkanlardan Ronald Reagan da bu sözü vermişti; ancak o bunu Soğuk Savaş hala
devam ederken ABD’nin emperyal bir yaklaşım sergileyebildiği bir dönemde
gerçekleştirdi. Reagan, o denli büyük çaplı bir silahlanma süreci başlattı ki
sonunda SSCB’nin çökmesine yol açtı ve ayrıca kamu borcunda devasa bir artışla
Amerikan iktisadi patlamasının da önünü açtı.
Trump’ın emperyal bir
yaklaşım sergileme lüksü yok. Aksine, seçim kampanyası sırasında Amerika’nın
Ortadoğu’da giriştiği saçma sapan savaşlara eleştiriler yağdırdı; zaten
destekçilerinin istediği de ABD’nin küresel liderlik rolünü bırakıp dünyadan el
etek çekmesiydi. İzolasyoncu milliyetçiliğe doğru kayan bir ABD, açık ara
dünyanın en güçlü ülkesi olarak kalacaktır; ancak artık Batı ülkelerinin
güvenliğini garanti altına almayacak veyahut serbest ticarete ve küreselleşmeye
dayalı bir uluslararası düzeni savunmayacaktır.
Geriye kalan tek soru,
Amerikan siyasetinin ne denli hızlı değişebileceği ve bu değişimlerin ne denli
radikal olacağı. Trump 12 üyeli Transpasifik Ortaklığı’nı çoktan ıskartaya
çıkarma sözü verdi. Bilmem Trump farkında mı ama bu karar Çin için bir lütuf
olacaktır. [Yeni Amerikan Başkanı] ayrıca Güney Çin Denizi’nde Amerikan
angajmanını azaltarak Çin’e bir lütuf daha bahşedebilir. Çin kısa bir
süre sonra kendisini küresel serbest ticaretin yeni garantörü –ve belki de
iklim değişikliğiyle mücadelede yeni küresel lider– olarak bulabilir.
Suriye savaşına gelince,
Trump bu yerle bir olmuş ülkeyi Rus Devlet Başkanı Putin ile İran’ın kollarına
bırakabilir. Uygulamada bu durum, bölgenin çok ötesinde üreteceği ağır
sonuçlarıyla Ortadoğu’daki güç dengesini değiştirecektir. Ahlaki açıdan ise bu,
Suriye muhalefetine dönük çok insafsızca bir ihanet ve Suriye Devlet Başkanı
Beşşar Esed’e de bir ihsan olacaktır.
Eğer ki Trump, Ortadoğu’yu
Putin’e havale ederse bundan sonra Ukrayna, Doğu Avrupa ve Kafkaslarda ne
yapacağı merak konusu. Acaba Putin’in yeni de facto nüfuz alanını kabul
edecek Yalta Konferansı 2.0 sürümünü mü beklemeliyiz?
Trump’ın ABD için
planladığı yeni akış daha şimdiden belirginleşiyor; henüz bilmediğimiz şey ise
buna ne denli hızlı yelken açacağı. Hemen her şey, Trump’ın Amerikan
Kongresinde karşılaşacağı (gerek Demokrat gerekse Cumhuriyetçi) muhalefete ve
kendisine oy vermemiş Amerikalı çoğunluğun geri itişine bağlı.
Ancak herhangi bir hayale
kapılmamalıyız: Avrupa, ABD’ye stratejik olarak vekâlet edebilmek için
fazlasıyla zayıf ve bölünmüş halde. Dahası ABD liderliği olmaksızın Batı ayakta
kalamaz. Bu sebeple, bugün hemen herkesin bildiği şekliyle Batı dünyası, çok
çok büyük bir ihtimalle gözlerimizin önünde son nefesini verecek.
Peki arkasından ne
gelecek? Emin olun Çin, Amerika’nın yerini doldurmak için hazırlık içinde.
Avrupa’da ise milliyetçiliğin tabutunun kapağı açılıyor ve vakti
geldiğinde zebanileri bir kez daha kıtaya ve dünyaya yayacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder