AMERİKAN KABALIĞI VE
KORKUSUNUN KÖKENLERİ
George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures,
1.11.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Hâlihazırda ABD’yle ilgili en çarpıcı
gelişmelerden biri, artık gerilemekte olduğuna dair giderek yayılan hissiyat.
Trump’ın seçim kampanyasındaki ana vurgusu, ABD’nin onlarca yıldır feci bir
çöküşte olduğu, kendisinin ülkesini tekrar o muazzam gücüne kavuşturacağıydı.
Amerikalıların derin korkularına parmak bastığı için bu etkili bir kampanya
malzemesiydi. Avrupa’da ise farklı bir hissiyatla karşılaşıyorsunuz: Evet,
Avrupa’nın problemleri var; ama geçmişteki problemlerle –yani Sovyet tehdidi,
Nazi Almanya’sı ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki kitlesel katliamlarla-
kıyaslandığında günümüzdeki hiçbir şey değil. Avrupalılar geçmişlerine
bakıyorlar ve bugünkü hayatları için şükrediyorlar. Birçok Amerikalı ise
kaybedilmiş bir azamet ve eli kulağında bir felaket hissiyatı içinde
hayıflanıyor.
Bu hissiyat hiç de yeni değil. 1970’lerde de
Amerikalıların düşüşte olduğuna dair derin ve sıklıkla dillendirilen kaygılar
mevcuttu. Vietnam Savaşı sonunda, savunmuş olduğumuz bir başkentte düşman
bayrağı dalgalanıyordu. Aynı dönemde çok büyük bir toplumsal ve kültürel
bölünmüşlük söz konusuydu. Alt-orta sınıfın kültürü ile en iyi üniversitelerden
mezunların arasında çok keskin bir tezat vardı. Savaşa giden ve savaşı
destekleyen alt-orta sınıftı. Üniversiteler savaş karşıtı hissiyatın ve savaşı
destekleyenleri aşağılayanların merkezleriydi. Aşağılama karşılıklıydı. Yine
birçoklarına göre ekonomi felaket durumdaydı. 1970’lerin büyük bir kısmında
işsizlik ve enflasyon %10’larda geziyordu. Faiz oranları yüksekti ve niceleri
için bir ev satın almak imkânsızdı. 1970’lerin sonunda İran Devrimi yaşandı ve
İranlılar, Washington’ın korumaktan aciz kaldığı Amerikalı diplomatları rehin
aldı. Rehineleri kurtarmak için gönderilen görev gücü, daha kurtarma harekâtı
başlamadan uçakların zarar görmesi ve görevlilerin ölmesiyle tam bir felaketle
sonuçlandı.
Düşüş hissiyatı iyice şahlanmıştı. Bunun
emareleri, şehirlerdeki suç ve çürümede ve Japon ihraç mallarının ABD’ye
akmasında görülüyor; Baby Boomer [Z.T.K. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen
ardından bebek doğumlarının aniden artışı] neslinin bir aile kuramadığı
veya kariyer yapamadığı hissi toplumsal yapıyı tahrip ediyordu. Dönemin yaygın
hissiyatı, Japonlar iktisadi, Sovyetler de askeri olarak ABD’yi ezip geçerken
biz dünya tarafından artık hor görülüyoruz şeklindeydi.
Aşağı yukarı 40 yıl evvel durum buydu ve bu
hassasiyet son derece yanlıştı. Nitekim sonraki on yılda Japonlar iktisadi
krize girdiler, SSCB çöktü, rehineler İran’dan kurtarıldı ve ABD dünyanın tek süper
gücüne dönüştü. Faiz ve enflasyon oranları iyice düştü; yoğun bir inovasyon ve
iktisadi büyüme dönemine girdik.
1970’lerin bir nirengi noktası olarak
görülmesi mantıklı olacaktır. O dönemde bir savaşı kaybetmek, iktisadi krizin
uzaması ve toplumsal gerginlik bir felakete yol açmadı. Bir perspektif sunması
için 1970’lerden alınan dersler çok az. Benzer koşulların aynı korkunç felakete
yol açması beklentisi var.
Korku hissiyatı belirli bir döneme tepkiden
daha fazlası. (…)çok daha derin kökleri var: 12 yıl arayla iki olay Amerikan
ruhunda kalıcı yaralar bıraktı. İlk olay, Ekim 1929’de borsanın çöküşü ve
ardından gelen Büyük Buhran’dı. İkincisi, 7 Aralık 1941’deki Pearl Harbor
baskınının ardından ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girişiydi.
İki olay arasında ortak bir bağ var. Her
ikisi de kamuoyunca beklenmiyordu ve yine her ikisi de günlük hayatı bozan
birer şok oldu. (…) Bu iki olay, tek bir prensibi Amerikan ruhuna kazıdı:
Barışın ve refahın altında, bunları yok etmek için pusuda bekleyen gizli güçler
vardır. Daha aşırı formülasyon ise şuydu: Gerek 1929’u gerekse 1941’i elit
kesim biliyordu ve sonuçlarından kendilerini korumakla kalmadılar, üstelik bu
olaylardan kazanç da sağladılar.
1920’ler ABD’de refah dönemiydi (diğer
bölgeler ise büyük toz fırtınaları altında kuraklığa maruzdu). Her refah dönemi
gibi bu da kendi yıkımının tohumlarını daha baştan içinde saklıyordu; insanlar
bu refahın kalıcı bir yeni normal olduğuna inanmaya başlamıştı.
Beklenmediğinden 1929, insanları şok etti; ancak Amerikan ruhunu yaralayan şey
Büyük Buhran’ın vahşi öğütücülüğüydü. Bu, ulusal hafızamızda zorlukların
ansızın çıkageldiği fikrini yerleştirdi. En azından bazılarımız, en güzel
günlerimize “refahın sahte örtüsü altında –ister insan dışı iktisadi güçlerden
isterse muktedirlerin gizli ellerinden kaynaklansın- aslında bir felaket
gizlidir” şeklindeki acı bir kesin hükümle yaklaşıyoruz.
Pearl Harbor, bir düşmanın sinsice ABD’yi her an vurabileceğini ve ülkeye
büyük zararlar verebileceğini Amerikalıların görmesini sağladı. Amerikalıların
çoğu, ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı’na bir noktadan sonra gireceği şüphesini
taşıyor, ama bunun zamanının ve mekânının bizim tercihimize göre
şekilleneceğine inanıyordu. Birçok Amerikalının hor gördüğü Japonların sinsice
bizi vurup Pasifik Donanmamızı tahrip edebileceği fikri dünyayı değiştirdi.
Değişim, ABD’nin savaşa girmesinden çok daha derindi. Savaşın ön uyarısız gelip
bizi yok edebileceği hissiyatı asıl değişimdi.
Bu iki olay Amerikalıların dünya algısını
değiştirdi. Bu olaylardan evvel ABD’nin zararsız/masum ve kaygısız olduğunu
söylemek abartılı olur. Nitekim Amerikan İç Savaşı’nın 600.000 kişinin canına
mâl olması bunun aksinin bir ispatı. Ancak İç Savaş durup dururken çıkmadığı
gibi önceki iktisadi krizler de on yıl sürmedi. Bu olaylardaki sürpriz
unsurunun ABD’yi ne denli uzun ve derinden karıştırdığı gerçeğiyle birleşmesi
yeni bir hissiyatı tetikledi. Bu bir derin şüphe hissiyatıydı; (komplo korkusu
aşılasa da) insanlardan ziyade Amerikan hayatı ve gücünün kırılganlığına
ilişkin bir şüpheydi.
Bizi yok etmek üzere gizlenmiş felaket
korkusu ille de bir kuruntu olmak zorunda değil. 1970’lerin bu on yılının,
üzerinde düşünmemiz ve en büyük korkularımızı azaltmamız için bir çerçeve
sunduğu kanaatindeyim. Ancak mantıklı korkular da sözkonusu. Bu korkular,
duyguları depreştiren ve uçlara doğru sürükleyen bir motor işlevi görüyor.
Siyasi yelpazenin zıt taraflarından iki örnek
ele alalım. Meksika’dan kitlesel göçün Amerikan toplumunu dönüştüreceği ve suç
ile kaosa yol açacağı endişesi mantıksız bir korku değil. Geçmişte ABD’ye
göçmen akışlarının ekseriyeti, bazı suç eylemleriyle ve toplumsal
istikrarsızlıkla sonuçlandı. Göçün doğası zaten böyledir. Ancak aşırı korkunun
altındaki itici gücü, tutup da absürt olmasa da yanlış bir tartışmaya bağlarsanız,
tartışmayı bir korku düzeyine taşıyarak -diğer bir deyişle bu iddiaya karşı
çıkan herkesi, evi yangının sardığını reddeden bir aptal veya canavar yerine
koyarak- yeniden şekillendirirsiniz.
(…)
Pearl Harbor, Soğuk Savaş’ı tanımladı. Zira
herhangi bir anda saldırıya uğrayabilir durumdaysak ABD 7/24 buna karşı
hazırlıklı olmalıydı. Kuzey Amerika Hava Savunma Komutasına ev sahipliği
yapması için Colorado Springs’teki bir dağı
deldik. Sürekli havada uçan B-52’lerimiz, sürekli devriye gezen denizaltılarımız
ve hangarlarda her an füzeleri ateşlemeyi bekleyen personelimiz vardı. Başka
bir mecra izlenebilir miydi emin değilim, ama başka bir mecra ihtimalini
gündeme getirmek çok büyük bir öfke çekerdi.
İnsanlar her şeyi yok edecek gizli güçten duydukları korkuyla bana Amerikan
ekonomisini ezip geçecek trilyonlarca dolarlık borçtan bahsediyorlar. Eğer ki
cevaben “Bu bir problem, ama belki de çözebiliriz” derseniz, size aptal veya
belki de ekonomimize darbe vuran komplonun bir parçası gözüyle bakabilirler.
Meksikalı göçmenler, iklim
değişikliği, karşılıklı imha ve milli borç meseleleri ciddi insanların arasında
yürütülmesi ve her iki tarafın da diğerinin söylediklerini dikkate alması
gereken çok ciddi tartışma konuları. (…) Eğer her şey kıyamete sürükleyici ise
hiçbiri üzerinde tartışmak mümkün olmaz.
Geçmişte Büyük Buhranı veya Pearl Harbor Baskınını beklememiş olmamız aptallığımızın bir göstergesi.
Eğer biz bunları geçmişte gözen kaçırmışsak, acaba şimdi kim bilir neler
kaçırıyoruzdur? Birileri daha neleri gözden kaçırdığını sana göstermekten
memnun olacaktır ve bütün içtenliğiyle, onunla aynı fikirde olmamanın
sorumlulukla bağdaşmadığı, o ülkeyi kurtarmaya çalışırken senin ise yıkmaya
çalıştığın konusunda iknaya çalışacaktır.
Amerikan kültüründe artan kabalığa şaşırıp kalıyoruz. Oysa 1960’lara ve
1970’lere geri gittiğimde “Hey hey LBJ [Z.T.K. Başkan Johnson’ın isminin kısaltması],
bugün kaç çocuk katlettin?” sloganlarını hatırlıyorum. Bu seçimlerde dahi
kaba saba hiçbir şey duymadım. Dışişleri Bakanlığından herhangi bir yetkilinin
elinde 100 komünistin isim listesi olduğuna dair de hiçbir şey işitmedim. (…)
Dolayısıyla, hayır, ben bunun Amerikan tarihinin en rencide edici anı olduğuna
inanmıyorum. Henüz böyle bir anın yakınına yaklaşmış bile değiliz. Ancak 1929
Büyük Buhranı ve 1941 Pearl Harbor baskınından bize miras kalan o derin
endişeyi dikkate alırsak, beklenmedik felaket korkusunun şaşırtıcı bir kabalığı
tetiklemesine şahit olabiliriz.
En az beklediğimiz bir anda bizi korkunç bir öfkeyle vuracak gizli tehlikelerle
kuşatıldığımız inancı ABD’de ortaya çıktı. Tıpkı “Yangın var!” diyenin aldırış
edilmediğinde öfkeden çıldırması gibi, başkalarının bunu görmemesine
öfkeleniyoruz. Ama şu anda her şey yanmıyor. Çağımız 1970’lerden daha beter
değil ve 1970’ler de 1930’lar kadar berbat değildi. Ancak Büyük Buhran’ı ve
Pearl Harbor’ı düşünüp acaba bize sahte bir güven duygusu mu aşılanıyor diye
meraklanıyoruz. Biz kaba değiliz, sadece korkuyoruz. Korkularımızın da çok
ciddi kökenleri var. Ancak hakikat her zaman bir kıyamete yol açmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder