21 Ocak 2018 Pazar

RAND: ABD’NİN ORTADOĞU’DAKİ STRATEJİK MENFAATLERİ




Karl P. Mueller, Becca Wasser, Jeffrey Martini ve Stephen Watts
Rand Corporation, 2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

Bugüne kadar birçok Amerikan yönetimi Ortadoğu’ya müdahilliğini sınırlı tutmaya çalıştı. Daha önceki müdahalelerin muazzam maliyetleri, politika üretenlerin bölgedeki çatışmalara girme riskine bakışlarını derinden etkiledi. “Bu başkasının savaşı değil mi?” sorusu, sözkonusu çekincenin yaygın ve amiyane ifadesi oldu.
Aynı tartışma, Amerikan ordusuna da yansıdı; ABD’nin Avrupa (EUCOM) ve Pasifik (PACOM) Komutanlıkları, ordunun kuvvet yapılanmasını planladığı doğal “adımlama senaryoları”nı hazırlamaya başladı. Stratejistler ve analistler, spesifik olarak Kuzey Kore’nin çöküşüyle baş etme hazırlıklarının ve [Avrupa’da] Rus saldırganlığını caydırma veya hezimete uğratmanın artık ordunun odaklanması gereken konu olduğunu savunuyorlar. (...)
(...) Şu an dünyada savaş için büyük sayıda asker konuşlandırılan sadece üç yer var ve hepsi de [Ortadoğu ve Asya’nın bir kısmından sorumlu] Amerikan Merkezi Komutanlığı CENTCOM’un sorumluluk alanında. Bunlardan ikisi Irak ve Suriye’deki aktif savaş bölgeleri. (...) Önümüzdeki yıllarda da bunun devam etmesi bekleniyor; ama 2003 sonrası Irak’ta olduğu gibi, birer geniş çaplı istikrara kavuşturma operasyonuna dönüşmeyecekler. Amerikan askerî adımlarının, IŞİD’in sözde Hilafetini yıkmanın ötesinde, Ortadoğu’nun temel meselelerini çözebilmesi pek de beklenmiyor. Ancak gelecekte Amerikan ordusuna halletmesi için çağrı yapılacak bolca tehdit ve diğer güvenlik endişeleri var olacak. IŞİD ve el-Kaide’nin sığındıkları güvenli bölgelerden çevirecekleri entrikalarla veya (İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve BAE gibi) ortakların sonunda kendi güvenliklerini tehdit edecek askeri harekâtlara kalkışmalarıyla oluşacak daha geniş bölgesel istikrarsızlık, Amerikan başkanını diğer müdahale seçeneklerini düşünmeye zorlayabilir. Dolayısıyla bu tür risklerle baş edebilmek için Amerikan ordusunun yeterince adam yetiştirmesi, eğitmesi, donatması ve birliklerini konumlandırması ve  (...) komutanların da liderlik rolü oynaması gerekecek.

Ortadoğu’da Amerikan Menfaatlerinin Farkında Olmak ve Korumak
Ortadoğu’da AB’nin geleneksel menfaatleri; doğal kaynakların serbest akışını güvence altına alma, kilit müttefiklerle ilişkileri savunma ve onları dış tehditlerden koruma idi. (...) Öte yandan bölgesel güçler arasındaki ilişki biçimi de değişti. Bir zamanlar araları bozuk olan ve 1980’lerde birbiriyle savaşmış İran ile Irak şimdilerde çok yakın müttefikler. Yine farklılaşan tehdit algılamalarıyla şekillenen konjonktürel rekabet 6 Körfez ülkesi arasındaki ilişkileri giderek kırılganlaştırdı. Bütün bunlar ABD’nin bölgede istikrar sağlama ve [kaynaklara] erişimi güvence altına alma çabalarını içinden çıkılmaz bir hale sokabilir.
ABD’nin Ortadoğu petrollerine bağımlılığı azalsa da hala küresel ekonomi için hayati olan enerji akışını korumaya çalışıyor. Ortaklara yönelik tehditler listesinde devlet içi çatışmalar ve şiddete başvuran aşırıcılık, devletler arası çatışma riskini büyük ölçüde gölgede bıraktı. Bölgede ABD’nin endişelenmesi gereken kapasite sahibi hasım devlet olan İran çoğunlukla asimetrik taktikler kullanıyor. Bu tehditlerin yol açtığı istikrarsızlık gerek ABD’yi gerekse Avrupa’daki müttefiklerini zincirleme olarak etkiliyor. (...)
Bu arada geniş Ortadoğu’da geleneksel Amerikan menfaatleri tanımlamasında beklenmedik yeni tehditler de ortaya çıktı. IŞİD’in yükselişi ve Kürt nüfuzunun yayılması, Amerikan menfaatlerinin ve bölgede yüz yıl evvel sınırları çizilmiş devlet yapılarını sürdürme taahhüdünün derinliğini sorgulattı. ABD, yıllar yılı Arap Körfez devletlerinin “çek defteri diplomasisi”nden kaygılansa da şimdilerde çok daha endişe verici bir gelişmeyle karşı karşıya: bu devletlerin, geleneksel güvenlik garantörleriyle [yani ABD’yle] koordinasyona girişmeden, bağımsızca askeri güçlerini konuşlandırmaları.
         IŞİD ve şiddete başvuran aşırıcılık
(...) Fizikî Hilafet küçülürken ve potansiyel olarak mağlup edilirken ABD, gerek gerilla örgütüne dönüşecek IŞİD’e gerekse doğan boşluktan filizlenecek diğer aşırıcı gruplara karşı hazırlıklarını şimdiden yapmalı. Amerikan ordusunun bu savaştaki rolü, küçük mevzilenmelerden tutun –kurtarıcı ve istikrara kavuşturucu birlikler olarak etkin iş görecek şekilde– müttefik orduların eğitilmesine kadar türlü türlü olacak.
(...)
IŞİD’in fizikî Hilafetinin yıkılmasının ardından ABD, şimdilerde dünya için bir terörle mücadele stratejisi planlamak zorunda. (...) Zira IŞİD yer altına inmeye zorlansa bile geriye kalanı bir risk oluşturmaya devam edecek. (...) IŞİD’in son temsilcisi olduğu küresel cihadi hareketin süreceği, şimdiden ne olacağını bilemediğimiz halefler üreteceği neredeyse kesin. Musul ve Rakka alındıktan sonra yeni siyasi düzenin belirlenmesi aşamasında Irak ve Suriye’de çatışmaların tırmanması muhtemel; bu süreçte Amerikan kara birliklerinin Washington’ın desteklediği gruplara arka çıkma veya koruma taahhüdü altına girmesi veya hedeflerine ulaşmasına karşı çıktığı grupları yok sayması ihtimali çok yüksek. Keza Libya, Yemen ve diğer ülkelerde şiddetli bir istikrarsızlık da Amerikan müdahalesini tetikleyebilir. Şiddete başvuran aşırıcılık, IŞİD’den daha fazla kök salmış olup önümüzdeki süreçte yönetişim boşluklarını hızlıca doldurmaya kalkışabilir. Dolayısıyla ordu komutanları bundan sonra ne gelebileceğini hesap edip bunun ordu planlarına etkisi üzerinde düşünmeliler.
İran
Körfez’de seyrüsefer serbestliği ve kaynakların serbest akışı önündeki temel potansiyel tehdit İran İslam Cumhuriyeti. Tahran’ın sahip olduğu kapasiteler arasında, geniş Amerikan gemilerini taciz edebilen hızlı tekneleri ve Hürmüz Boğazı’nı –kapanmasına yol açamasa bile buradan geçişin risk primini artırabilecek– mayınlama girişimini sıralayabiliriz. (...)
(...) İran’la nükleer anlaşmanın imzalanmasından bu yana izlenen yöntem, üst düzey diplomatik temaslarla denizlerdeki olayları yatıştırmaya dönüştü. (...) Amerikalı birçok politika üreten isim bu uzlaşmacı yaklaşıma karşı çıkıyor. (...) Amerikalı yetkililerin İran’ın faaliyetlerini daha sert karşılıklar vererek caydırma arzusu, kara birliklerinin kullanımı da dahil olayları giderek tırmandırabilir.
Suriye de İran ile ABD arasında –doğrudan olmamakla birlikte vekil güçler üzerinden– bir sürtüşme alanına dönüşebilir. (...)
Tahran ayrıca Ortadoğu’daki Amerikan askerî personelini ve tesislerini tehdit edebilir. CENTCOM sorumluluk alanında aktif görevdeki askerî personel sayısı şu an 15.000’i aşmış durumda. 18.000’i aşkın yedek asker ve sivil personel de bu birliklere destek oluyor. İran’ın özellikle Irak’taki asimetrik faaliyetleri Amerikalı personel için bir risk teşkil ediyor. Tahran orta ve uzun menzilli balistik füze kapasitesini artırma ve uzun menzilli karadan havaya S-300 füzeleri elde etme çabasında. ABD’nin Kuveyt’teki Arifcan Karargâhı da dâhil Körfez’deki askerî tesislerinin birçoğu bu silahların menzili içinde.
İran aynı zamanda Sünni Arap komşuları için de bir tehdit. (...) Körfez’in her iki tarafında yükselen mezhepçilik bölgesel çatışmaları artırıyor ve derinleştiriyor.
İran’ı özellikle komşularını tehdit edici hale getiren şey, İslam Cumhuriyeti’nin bu ideolojik meydan okumayı asimetrik araçlarla birleştirmesi ki Körfez ülkeleri bundan gerçekten korkuyorlar ve her ne zaman içeride bir huzursuzluk baş gösterse ekseriyetle İran’ı suçluyorlar. (...)
ABD’nin hâkimiyetinde değil öncülüğünde bir bölgesel güvenlik düzeni
ABD hala daha Ortadoğu’nun en önemli dış gücü; ama artık –eski ortaklar da dâhil– yerel aktörlerin çoğunlukla Amerikan menfaatlerinden farklılaşarak kendi milli ve iktisadi çıkarlarını tanımladıkları bir bölgeyle karşı karşıya. (...)
ABD, Ortadoğu’nun baş güvenlik garantörü olarak kalsa da bugün ortaklarının birçoğu çok daha muktedir ve iddialı hale gelmiş durumda. (...) Bir zamanların Katar ve BAE gibi tali güçleri dahi önemli ve giderek bağımsız birer askerî oyuncuya dönüştüler. Bölgesel düzeni daha da karmaşıklaştıran şey, bu aktörlerin önceliklerinin o denli zıt hale gelmesi ki IŞİD gibi ortak tehditler dahi (...) bütüncül tepkiler vermelerine yetmiyor. (...) Bu devletler güvenliklerini sağlamak için hala daha ABD’ye bağımlı olsalar da Washington’ın 1990-1991 Körfez Savaşı sırasında bölgesel aktörleri etkileme kabiliyeti ile şu anki hali arasındaki farklılık çarpıcı boyutta.
Suud-BAE öncülüğündeki Yemen’e askerî müdahale, bu türden yerel inisiyatiflerin ABD için teşkil ettiği temel tehdidin net bir örneğini sunuyor. (...) Bölgesel aktörler askerî anlamda daha etkin olmaya çalışırken bölgesel istikrarsızlık da bunun talihsiz bir yan ürününe dönüşüyor. Hal böyleyken ortaklarının hareketlerinin Amerikan politikasının hedefleriyle hizalanmasını sağlamak ABD için giderek zorlaşacak.  
Aynı eğilim, ABD’nin İsrail ve Türkiye’yle ilişkilerine de yansıyor. Tıpkı Arap Körfezi’nin başlattığı Yemen harekâtı gibi, Kudüs veya Ankara’nın Amerikan tavsiyelerini hiçe sayarak öncelikli düşmanları İran veya YPG’ye karşı operasyon başlatmalarını beklemek hiç de zor değil. Bunun riski, sadece (...) açığa çıkacak istikrarsızlık değil; eğer ki boylarından büyük işlere kalkışırlarsa veya hatta kalkışmaları yüzünden suçlanırlarsa ABD, müttefiklerini kurtarmak için bu çatışmaların içine çekilebilir. Amerikan ordusunun Irak veya Suriye’de Kürt kuvvetlerini Türkiye’nin muhtemel veya fiilî saldırısından korumak için göreve çağrılması da, pek muhtemel olmamakla birlikte, tamamen imkânsız değil. Böyle bir durumda Amerikan birlikleri, Ortadoğu’da girdiği geçmiş çatışmalarda muhatap olduğu askerî kuvvetlerden çok daha yaman bir orduyla [Z.T.K. Türk ordusunu kastediyor] karşı karşıya getirilmiş olacak. Benzer şekilde, eğer ki bölgede Rus askerî müdahilliği yayılmaya devam ederse, özellikle Suriye’de tırmanma ve yanlış hesaplama riskleri karşısında ABD, menfaatlerini ve hedeflerini acilen netliğe kavuşturmak ve Moskova’ya bunu açıkça bildirmek zorunda kalabilir. Özellikle Suriye’de Rus birliklerini Amerikalı ortaklarına karşı zararlı bir hareketten caydırmak, bölgede kara birlikleriyle bir çatışmadan üstün çıkmak için gerekli savaş kapasitesine sahip çok daha ağır silahlı ordu birliklerinin varlığına bağlı olabilir.
İttifakları idare etmek
Ortadoğu’daki siyasi düzenlemeler, Obama’nın başkanlığa geldiği dönemdekine kıyasla şu an muazzam derecede farklılaşmış görünüyor. Arap dünyasındaki halk ayaklanmaları görünümü değiştirdi. (...) Bu kargaşa, Tunus’la daha güçlü bir ilişki kurmak gibi nadir fırsatlar doğursa da, daha ziyade ABD ile ortaklarının ilişkilerini gerginleştirdi. Ortadoğulu müttefiklerin ABD’nin güvenlik taahhütlerine inancının azalması bunda büyük ölçüde etkili oldu. Arap yöneticilerin nazarında, Mısır’ın cumhurbaşkanı Mübarek’i kurtarmak için müdahale etmemek, İnci Meydanı’ndaki göstericileri bastırdığı için Bahreyn’i ağır biçimde eleştirmek, savaş sonrası nasıl istikrara kavuşturulacağına dair hiçbir plan yapmadan 2011’de Libya İç Savaşı’na müdahale etmek, Suriye’de Esed rejimine savaş açmayarak kimyasal silah kırmızı çizgisinin aşılmasına izin vermek ve sonunda İran’la bir nükleer anlaşmaya imza koymak hep aynı günahın birer kanıtı: Terk etmek.
Obama yönetiminin ikinci döneminde Ankara, Kudüs, Kahire ve Riyad’la ilişkilerin ne denli gerginleştiği abartı değil. Türkiye; hükümetini devirmeye kalkışan bir askerî darbeye ABD’nin dâhil olduğu iddiasında, Suriye’de ABD’nin Kürt birliklerle ortaklığa girmesi nedeniyle kendisini ihanete uğramış hissediyor ve şimdilerde kendi sınır-ötesi harekâtlarını Rusya’yla koordine ediyor. İsrail, İran’la nükleer anlaşmaya açıkça karşı çıkarak Amerikan Kongresi’nden geçmesini engellemek için daha evvel görülmemiş bir lobi faaliyetine girişti. Suudi Arabistan, ABD’nin arzusu hilafına Yemen’de askerî bir harekât başlattı (...). Mısır, Obama yönetimini 2013 “düzeltici /onarıcı darbesi”nin meşruiyetini tanımazken Müslüman Kardeşler’le sıkı fıkı olmakla suçladı. (...) Washington’ın Ortadoğu başkentleriyle ilişkisi son derece düşük seviyede mi değil mi tartışması bir yana, nesnel olarak ilişkilerin zayıfladığı ortada.
Mevcut yönetim, ittifakları idare etme stratejisi belirlerken dikkatli olmak zorunda. Bu ortaklar sıklıkla Amerikan menfaatleri aleyhine çalıştıkları için onlara kayıtsız şartsız destek sözkonusu olamaz. (...) Bu yüzden geçinip gitmek için [ortakların yaptıklarını] kabullenmek bir seçenek değil. Ayrıca ABD’nin kilit güvenlik ortakları olan ve Amerikan ordusunun güvenlik işbirliğinin alıcısı durumundaki Ürdün, Tunus ve BAE gibi ülkelerle güçlü güvenlik bağlarını korumak hayati önemde.
(...)
Amerikan nüfuzunun sınırları
(...)
2017 yılı, bölgenin arz ettiği tehdit ve fırsat çeşitleri bakımından 1990’dan çok farklı. İç savaşlara, mezhepsel şiddete, devletler arası rekabete ve yönetilemeyen alanlarda şiddete başvuran aşırıcılığa saplanmış çok-kutuplu bölgesel ortamda ABD’nin saldırgan hasımların ve iddialı müttefiklerin hareketlerini değiştirme, düzenleme ve etkileme becerisi sınırlı. Bu ortamda ordunun ve diğer Amerikan askerî birliklerinin (...) varlığı, kısmen de olsa istikrara kavuşturucu bir etki yapacağı gibi, tam aksini de doğurabilir. (...)

Ordu ve Sınırlı Askerî Müdahale
IŞİD’in yükselişi, (...) genelde Amerikan savunma politikası ve özelde ordu planlamacıları açısından yeni ve fakat aşina olunduk bir meydan okumaydı. (...)
(...) ABD radikal silahlı grupların süreğen ve değişken tehdidine karşı maliyeti makul bir savaşı nasıl verebilir? (...) En makul “kazanımlar” dahi büyük bir maliyetle gelir ve başarısı garanti değildir. Ortadoğu’da ortaya çıkan her çatışmaya askerî müdahale bir çözüm olmadığı gibi bölgede ordunun temel rolü de bu değildir. (...)
Askerî müdahale için seçenekler
(...)
(...) Dış askerî müdahalelerin başarı sicili azdır. 1946’dan beri 40’ı aşkın müdahale incelendiğinde –ister büyük isterse küçük çaplı olsun, ister ABD isterse başka güçler yapsın– dış müdahalelerin bütünüyle askerî bir zafer ihtimalini artırdıklarına dair ortada herhangi bir kanıt yoktur. Ancak askerî müdahaleler bir yenilgiyi engelleyebilir. (...) Bu türden bir kısmî başarının bile maliyetleri vardır: Dış askerî müdahaleyle biten savaşların çoğunlukla birkaç yıl içinde yeniden patlak vermesi, dış müdahalesiz savaşlara kıyasla, çok daha fazladır. 2009’da sona ermiş gibi görünen Irak Savaşı’nın IŞİD’in yükselişiyle kaldığı yerden devam etmesi bir sapma değil normdur. İstikrar operasyonları, çatışma sonrası siyasi düzeni desteklemeye yarayabilir; ama bunlar da uzun vadeli taahhütlerdir.
Eğer ki doğrudan kara müdahalesinin büyük maliyetleri ve belirsiz sonuçları kabul görmezse ABD’nin alternatifleri vardır. Hava saldırıları, (propaganda faaliyetlerini değil ama) saldırı düzenleme kapasitelerini azaltarak militanları akamete uğratıp geriletebilir. Bu da ancak yoğun ve uzun süreli harekâtlar yapılırsa başarılı sonuçlar doğurabilir.
Buna bir alternatif olarak ABD, çatışmadan etkilenen bölgenin çevresindeki ülkelerin güvenlik sektörlerini güçlendirerek de şiddeti kontrol altına almaya çalışabilir. (...) Ama bu da çok yavaş gerçekleşir ve (...) bazen onlarca yıl alır. Kısaca, yayılan şiddetin doğurduğu yakın tehditlere karşı ülkeleri koruyan güvenlik yardımları, kısa vadeli ihtiyaçlar için yetersizdir.
Amerikan müdahalelerinin değerlendirilmesi
ABD ve diğer ülkelerin geçmişteki askerî müdahalelerinin analizlerine dayanarak birçok önemli ders çıkartılabilir. Birinci ve belki de en önemlisi, “başarı”dan kastın ne olduğu konusunda realist beklentilere girilmelidir.(...)
İkincisi, ortakları özenle seçmek önemlidir. Eğer ki ortak ülke görece iyi yönetiliyorsa (...) sınırlı Amerikan yardımı çok daha büyük bir etkiye sahip olabilir. Ancak ABD her zaman için müttefiklerini seçme lüksüne sahip değil; siyasi gelişmeler, (terörizm gibi) güvenlik tehditleri ve insani kaygılar sıklıkla bir zorunluluk olarak ortakları dayatırlar (...). Ortaklardan en meydan okuyucuları olan Afganistan ve Yemen gibi ülkeler sözkonusu olduğunda müdahaleden elde edilecek başarı beklentisi çok daha sınırlı olmalıdır (...).
Daha büyük müdahaleler genellikle başarı şansını artırır, ama getirisi düşüktür. (...) [1989] Taif Anlaşması’nı hayata geçirmek üzere Lübnan’a yapılan Suriye müdahalesi görece başarılıydı ama bu türden sonuçlar ortak/partner hükümetin zayıflığından kaynaklandığından nadirattandır. Dahası, çatışmaların ardından devletler son derece kırılgan olurlar ve yarıdan fazlası tekrar savaşa tutuşurlar. Gerek askerî gerekse sivil alanda büyük yardımlar çatışmanın tekrar patlak vermesini engellemek için gereklidir. Ama maalesef bütün dış müdahaleciler, özellikle de demokrasiler, uzun yıllar süren büyük çaplı müdahalelere girişmeyi çok zor addederler. Küçük çaplı çatışmalar çok daha sürdürülebilirdir (...)

Ordu ve Ortadoğu
Bölgesel istikrarsızlık ve çatışma, Amerikan liderlerinin, kaynakları diğer önceliklere veya ABD’nin çok daha hayati menfaatlerinin bulunduğu dünyanın diğer bölgelerine kaydırmak için Ortadoğu’da askerî müdahale yükünden çark etme arzularına genellikle set çekti. (…) IŞİD’in fizikî Hilafetini bitirme amaçlı harekata destek için sınırlı sayıda asker bulundurmak da dahil kısa vadeli zorunluluklar olacak. Amerikan ordusu, IŞİD’in geriye kalan kaleleri de elinden alındıktan sonra –veya belki de önce– Libya, Yemen veya Arap dünyasında bir başka yere birlik yollaması çağrısıyla karşı karşıya kalabilir; her ne kadar tecrübe, bu türden çatışmalara büyük çaplı müdahalenin hayal kırıklığı yaratan sonuçlar üretmesinin muhtemel olduğunu gösterse de. Önümüzdeki dönemde [IŞİD’le mücadele] Ortak Görev Gücü Koalisyonu askerî liderliğinin görevine devam edeceği bekleniyor. (…)
Amerikan birliklerinin konuşlandığı Kuveyt’teki Arifcan Karargâhı, İran’ın Körfez’deki komşularını herhangi bir şekilde zorlama çabalarına karşı caydırıcı ve önemli bir tuzak teli olarak hizmete devam edecek. Ancak Kuveyt’teki personel ve Suriye ile Irak’a mevzilenmiş birlikler ABD’nin Ortadoğu’daki tek insan kaynağı değil. Askerî personel bölgedeki her Amerikan büyükelçiliğinde hizmet vermekte ve askerî eğitmenler ve danışmanlar ortak/partner ordularda askerî kapasite inşası için çalışmakta. Kendi topraklarını savunma kapasitesine sahip ortaklar edinmek onlarca yıldır ABD’nin bir önceliğiydi ve ordu, –Mısır gibi yerlerde görev alarak ve Suudi Arabistan’daki Amerikan Askerî Eğitim Misyonu üzerinden– bu çabalarda önemli bir rol oynadı. Ordunun bu faaliyetlerini sürdüreceği apaçık. (…)
Ya ana ortaklardan birinin (mesela İsrail, Türkiye veya Suudi Arabistan’ın) ABD’yi peşinden sürükleyeceği bir askerî harekâta girişmesi ya da ABD’nin –karşılığında askerî bir müdahalenin siyaseten kaçınılmaz olacağı büyüklükte– bölge kaynaklı bir terör saldırısına maruz kalma ihtimali her şeyi gölgede bırakıyor. Bu türden harekâtlar, CENTCOM’un sorumluluk alanında rutin olarak konuşlanan çok ötesinde bir askerî kapasite gerektiriyor. (…)
Bu riskler karşısında Amerikan stratejisi birçok temel ilkeye bağlı kalmak zorunda. Birincisi, bölgedeki tek büyük devlet formundaki tehdit olan İran’a karşı iki farklı seviyede yaklaşım sergilenecektir: (i) Tahran’ı, Ortadoğu’da ABD’nin temel menfaatlerine meydan okuyan hareketlerden caydırmak ve eğer ki caydırıcılık başarısız olursa askerî bir mukabeleye hazırlıklı olmak. (…) (ii) İran’ın içeriden değişimle ılımlılaştırılacağı uzun vadeli stratejiyi tanımlanmak. İran’la yapıcı ilişki ve bölgesel istikrarın gelişmesi için en büyük ümit, mollaları boyun eğmeye zorlamak değil, İran’ın zamanla dönüşmesi için toplumsal baskıya imkân vermektir. (…) Ama ABD bu türden bir gelişmeyi desteklemekte dikkatli olmalı, zira kısa ömürlü olabilir.
ABD, İran’da iç değişimi yaratamaz ama daha olumlu bir bölgesel ortamın şartlarını şekillendirmekte yararlı bir rol oynayabilir. Suud ile İran arasında gerginliği azaltmak için diplomatik çaba gösterilebilir. (…) ABD, İran’ın nükleer anlaşmaya uymaya devam etmesini de sağlamalıdır. (…)
Amerikan ordusu, İran’ı caydırmanın yanısıra bölgede terörle mücadele harekâtlarına yardımcı olması için –geçmişte olduğu gibi gelecekte de– davet edilecektir. (…) Yönetim boşluğu olan yerleri IŞİD’in halefi olacak örgütlenmenin istismar edeceği beklenebilir. Amerikan Özel Harekât Birliklerinin yanısıra başka ordu birliklerinin de bu savaşta daha büyük bir rol oynaması muhtemeldir (…). 
Ortakların kapasitesini inşa etme rolü, diğer bir kilit meydan okumayla baş etmede de kritik önemde: Amerikan müttefiklerine, ABD’nin onların güvenliklerini koruma taahhüdüne bağlı kaldığı güvencesini vermek. (…) Yemen’e Suudi harekâtı, Libya’ya BAE’nin müdahilliği ve Suriye’de Türk harekâtından almamız gereken ders şu: Ortakların güvenliğinin teminat altına alınacağı sinyali verilmediğinde yerel aktörler, –zaman zaman tırmandırıcı ve ABD’yi daha büyük çatışmaların içine çekecek şekilde– kendi askerî birliklerini konuşlandıracaktır. (…) Ortadoğu ülkelerinde Amerikan askerî varlığı, Amerikan müttefikleri arasında gerginlik veya çatışma dönemlerinde bir istikrar kaynağı olabilir, tıpkı 2017 Haziran’ında Katar ile Arap komşuları arasında baş gösterdiği gibi.
(…) Her ne kadar bölgede ciddi bir müdahaleden kaçınmak cazip olsa da fiiliyatta pek mümkün görünmüyor; ABD ordusu bu türden ihtimallere hazır olmalı. Gerek geçmiş tecrübelerden alınan dersler gerekse bölgenin stratejik görünümünde devam eden değişimler, ölçeği sınırlı ve hedefi makul düzeyde askerî müdahaleleri destekler görünüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder