Karl P. Mueller,
Becca Wasser, Jeffrey Martini ve Stephen Watts
Rand Corporation,
2017
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
NOT: Lütfen kaynak
göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız,
alıntılamayınız, yayınlamayınız
Bugüne kadar birçok Amerikan yönetimi Ortadoğu’ya müdahilliğini sınırlı
tutmaya çalıştı. Daha önceki müdahalelerin muazzam maliyetleri, politika
üretenlerin bölgedeki çatışmalara girme riskine bakışlarını derinden etkiledi.
“Bu başkasının savaşı değil mi?” sorusu, sözkonusu çekincenin yaygın ve amiyane
ifadesi oldu.
Aynı tartışma, Amerikan ordusuna da yansıdı; ABD’nin Avrupa (EUCOM) ve
Pasifik (PACOM) Komutanlıkları, ordunun kuvvet yapılanmasını planladığı doğal
“adımlama senaryoları”nı hazırlamaya başladı. Stratejistler ve analistler,
spesifik olarak Kuzey Kore’nin çöküşüyle baş etme hazırlıklarının ve [Avrupa’da]
Rus saldırganlığını caydırma veya hezimete uğratmanın artık ordunun
odaklanması gereken konu olduğunu savunuyorlar. (...)
(...) Şu an dünyada savaş için büyük sayıda asker konuşlandırılan sadece üç
yer var ve hepsi de [Ortadoğu ve Asya’nın bir kısmından sorumlu]
Amerikan Merkezi Komutanlığı CENTCOM’un sorumluluk alanında. Bunlardan ikisi
Irak ve Suriye’deki aktif savaş bölgeleri. (...) Önümüzdeki yıllarda da bunun
devam etmesi bekleniyor; ama 2003 sonrası Irak’ta olduğu gibi, birer geniş
çaplı istikrara kavuşturma operasyonuna dönüşmeyecekler. Amerikan askerî
adımlarının, IŞİD’in sözde Hilafetini yıkmanın ötesinde, Ortadoğu’nun temel
meselelerini çözebilmesi pek de beklenmiyor. Ancak gelecekte Amerikan ordusuna
halletmesi için çağrı yapılacak bolca tehdit ve diğer güvenlik endişeleri var
olacak. IŞİD ve el-Kaide’nin sığındıkları güvenli bölgelerden çevirecekleri
entrikalarla veya (İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve BAE gibi) ortakların
sonunda kendi güvenliklerini tehdit edecek askeri harekâtlara kalkışmalarıyla
oluşacak daha geniş bölgesel istikrarsızlık, Amerikan başkanını diğer müdahale
seçeneklerini düşünmeye zorlayabilir. Dolayısıyla bu tür risklerle baş
edebilmek için Amerikan ordusunun yeterince adam yetiştirmesi, eğitmesi,
donatması ve birliklerini konumlandırması ve
(...) komutanların da liderlik rolü oynaması gerekecek.
Ortadoğu’da Amerikan Menfaatlerinin Farkında Olmak ve Korumak
Ortadoğu’da AB’nin geleneksel menfaatleri; doğal kaynakların serbest
akışını güvence altına alma, kilit müttefiklerle ilişkileri savunma ve onları
dış tehditlerden koruma idi. (...) Öte yandan bölgesel güçler arasındaki ilişki
biçimi de değişti. Bir zamanlar araları bozuk olan ve 1980’lerde birbiriyle
savaşmış İran ile Irak şimdilerde çok yakın müttefikler. Yine farklılaşan
tehdit algılamalarıyla şekillenen konjonktürel rekabet 6 Körfez ülkesi
arasındaki ilişkileri giderek kırılganlaştırdı. Bütün bunlar ABD’nin bölgede
istikrar sağlama ve [kaynaklara] erişimi güvence altına alma çabalarını
içinden çıkılmaz bir hale sokabilir.
ABD’nin Ortadoğu petrollerine bağımlılığı azalsa da hala küresel ekonomi
için hayati olan enerji akışını korumaya çalışıyor. Ortaklara yönelik tehditler
listesinde devlet içi çatışmalar ve şiddete başvuran aşırıcılık, devletler
arası çatışma riskini büyük ölçüde gölgede bıraktı. Bölgede ABD’nin endişelenmesi
gereken kapasite sahibi hasım devlet olan İran çoğunlukla asimetrik taktikler
kullanıyor. Bu tehditlerin yol açtığı istikrarsızlık gerek ABD’yi gerekse
Avrupa’daki müttefiklerini zincirleme olarak etkiliyor. (...)
Bu arada geniş Ortadoğu’da geleneksel Amerikan menfaatleri tanımlamasında
beklenmedik yeni tehditler de ortaya çıktı. IŞİD’in yükselişi ve Kürt nüfuzunun
yayılması, Amerikan menfaatlerinin ve bölgede yüz yıl evvel sınırları çizilmiş
devlet yapılarını sürdürme taahhüdünün derinliğini sorgulattı. ABD, yıllar yılı
Arap Körfez devletlerinin “çek defteri diplomasisi”nden kaygılansa da
şimdilerde çok daha endişe verici bir gelişmeyle karşı karşıya: bu devletlerin,
geleneksel güvenlik garantörleriyle [yani ABD’yle] koordinasyona
girişmeden, bağımsızca askeri güçlerini konuşlandırmaları.
IŞİD
ve şiddete başvuran aşırıcılık
(...) Fizikî Hilafet küçülürken ve potansiyel olarak mağlup edilirken ABD,
gerek gerilla örgütüne dönüşecek IŞİD’e gerekse doğan boşluktan filizlenecek
diğer aşırıcı gruplara karşı hazırlıklarını şimdiden yapmalı. Amerikan
ordusunun bu savaştaki rolü, küçük mevzilenmelerden tutun –kurtarıcı ve
istikrara kavuşturucu birlikler olarak etkin iş görecek şekilde– müttefik
orduların eğitilmesine kadar türlü türlü olacak.
(...)
IŞİD’in fizikî Hilafetinin yıkılmasının ardından ABD, şimdilerde dünya için
bir terörle mücadele stratejisi planlamak zorunda. (...) Zira IŞİD yer altına
inmeye zorlansa bile geriye kalanı bir risk oluşturmaya devam edecek. (...)
IŞİD’in son temsilcisi olduğu küresel cihadi hareketin süreceği, şimdiden ne
olacağını bilemediğimiz halefler üreteceği neredeyse kesin. Musul ve Rakka
alındıktan sonra yeni siyasi düzenin belirlenmesi aşamasında Irak ve Suriye’de
çatışmaların tırmanması muhtemel; bu süreçte Amerikan kara birliklerinin
Washington’ın desteklediği gruplara arka çıkma veya koruma taahhüdü altına
girmesi veya hedeflerine ulaşmasına karşı çıktığı grupları yok sayması ihtimali
çok yüksek. Keza Libya, Yemen ve diğer ülkelerde şiddetli bir istikrarsızlık da
Amerikan müdahalesini tetikleyebilir. Şiddete başvuran aşırıcılık, IŞİD’den
daha fazla kök salmış olup önümüzdeki süreçte yönetişim boşluklarını hızlıca
doldurmaya kalkışabilir. Dolayısıyla ordu komutanları bundan sonra ne
gelebileceğini hesap edip bunun ordu planlarına etkisi üzerinde düşünmeliler.
İran
Körfez’de seyrüsefer serbestliği ve kaynakların serbest akışı önündeki
temel potansiyel tehdit İran İslam Cumhuriyeti. Tahran’ın sahip olduğu
kapasiteler arasında, geniş Amerikan gemilerini taciz edebilen hızlı tekneleri
ve Hürmüz Boğazı’nı –kapanmasına yol açamasa bile buradan geçişin risk primini
artırabilecek– mayınlama girişimini sıralayabiliriz. (...)
(...) İran’la nükleer anlaşmanın imzalanmasından bu yana izlenen yöntem,
üst düzey diplomatik temaslarla denizlerdeki olayları yatıştırmaya dönüştü.
(...) Amerikalı birçok politika üreten isim bu uzlaşmacı yaklaşıma karşı
çıkıyor. (...) Amerikalı yetkililerin İran’ın faaliyetlerini daha sert
karşılıklar vererek caydırma arzusu, kara birliklerinin kullanımı da dahil olayları
giderek tırmandırabilir.
Suriye de İran ile ABD arasında –doğrudan olmamakla birlikte vekil güçler
üzerinden– bir sürtüşme alanına dönüşebilir. (...)
Tahran ayrıca Ortadoğu’daki Amerikan askerî personelini ve tesislerini
tehdit edebilir. CENTCOM sorumluluk alanında aktif görevdeki askerî personel
sayısı şu an 15.000’i aşmış durumda. 18.000’i aşkın yedek asker ve sivil
personel de bu birliklere destek oluyor. İran’ın özellikle Irak’taki asimetrik
faaliyetleri Amerikalı personel için bir risk teşkil ediyor. Tahran orta ve
uzun menzilli balistik füze kapasitesini artırma ve uzun menzilli karadan
havaya S-300 füzeleri elde etme çabasında. ABD’nin Kuveyt’teki Arifcan
Karargâhı da dâhil Körfez’deki askerî tesislerinin birçoğu bu silahların
menzili içinde.
İran aynı zamanda Sünni Arap komşuları için de bir tehdit. (...) Körfez’in
her iki tarafında yükselen mezhepçilik bölgesel çatışmaları artırıyor ve
derinleştiriyor.
İran’ı özellikle komşularını tehdit edici hale getiren şey, İslam
Cumhuriyeti’nin bu ideolojik meydan okumayı asimetrik araçlarla birleştirmesi
ki Körfez ülkeleri bundan gerçekten korkuyorlar ve her ne zaman içeride bir
huzursuzluk baş gösterse ekseriyetle İran’ı suçluyorlar. (...)
ABD’nin hâkimiyetinde değil öncülüğünde bir bölgesel
güvenlik düzeni
ABD hala daha Ortadoğu’nun en önemli dış gücü; ama artık –eski ortaklar da
dâhil– yerel aktörlerin çoğunlukla Amerikan menfaatlerinden farklılaşarak kendi
milli ve iktisadi çıkarlarını tanımladıkları bir bölgeyle karşı karşıya. (...)
ABD, Ortadoğu’nun baş güvenlik garantörü olarak kalsa da bugün ortaklarının
birçoğu çok daha muktedir ve iddialı hale gelmiş durumda. (...) Bir zamanların
Katar ve BAE gibi tali güçleri dahi önemli ve giderek bağımsız birer askerî
oyuncuya dönüştüler. Bölgesel düzeni daha da karmaşıklaştıran şey, bu
aktörlerin önceliklerinin o denli zıt hale gelmesi ki IŞİD gibi ortak tehditler
dahi (...) bütüncül tepkiler vermelerine yetmiyor. (...) Bu devletler
güvenliklerini sağlamak için hala daha ABD’ye bağımlı olsalar da Washington’ın
1990-1991 Körfez Savaşı sırasında bölgesel aktörleri etkileme kabiliyeti ile şu
anki hali arasındaki farklılık çarpıcı boyutta.
Suud-BAE öncülüğündeki Yemen’e askerî müdahale, bu türden yerel
inisiyatiflerin ABD için teşkil ettiği temel tehdidin net bir örneğini sunuyor.
(...) Bölgesel aktörler askerî anlamda daha etkin olmaya çalışırken bölgesel
istikrarsızlık da bunun talihsiz bir yan ürününe dönüşüyor. Hal böyleyken
ortaklarının hareketlerinin Amerikan politikasının hedefleriyle hizalanmasını
sağlamak ABD için giderek zorlaşacak.
Aynı eğilim, ABD’nin İsrail ve Türkiye’yle ilişkilerine de yansıyor. Tıpkı
Arap Körfezi’nin başlattığı Yemen harekâtı gibi, Kudüs veya Ankara’nın Amerikan
tavsiyelerini hiçe sayarak öncelikli düşmanları İran veya YPG’ye karşı
operasyon başlatmalarını beklemek hiç de zor değil. Bunun riski, sadece (...)
açığa çıkacak istikrarsızlık değil; eğer ki boylarından büyük işlere
kalkışırlarsa veya hatta kalkışmaları yüzünden suçlanırlarsa ABD,
müttefiklerini kurtarmak için bu çatışmaların içine çekilebilir. Amerikan
ordusunun Irak veya Suriye’de Kürt kuvvetlerini Türkiye’nin muhtemel veya fiilî
saldırısından korumak için göreve çağrılması da, pek muhtemel olmamakla
birlikte, tamamen imkânsız değil. Böyle bir durumda Amerikan birlikleri,
Ortadoğu’da girdiği geçmiş çatışmalarda muhatap olduğu askerî kuvvetlerden çok
daha yaman bir orduyla [Z.T.K. Türk ordusunu kastediyor] karşı
karşıya getirilmiş olacak. Benzer şekilde, eğer ki bölgede Rus askerî
müdahilliği yayılmaya devam ederse, özellikle Suriye’de tırmanma ve yanlış
hesaplama riskleri karşısında ABD, menfaatlerini ve hedeflerini acilen netliğe
kavuşturmak ve Moskova’ya bunu açıkça bildirmek zorunda kalabilir. Özellikle
Suriye’de Rus birliklerini Amerikalı ortaklarına karşı zararlı bir hareketten
caydırmak, bölgede kara birlikleriyle bir çatışmadan üstün çıkmak için gerekli
savaş kapasitesine sahip çok daha ağır silahlı ordu birliklerinin varlığına
bağlı olabilir.
İttifakları idare etmek
Ortadoğu’daki siyasi düzenlemeler, Obama’nın başkanlığa geldiği dönemdekine
kıyasla şu an muazzam derecede farklılaşmış görünüyor. Arap dünyasındaki halk
ayaklanmaları görünümü değiştirdi. (...) Bu kargaşa, Tunus’la daha güçlü bir
ilişki kurmak gibi nadir fırsatlar doğursa da, daha ziyade ABD ile ortaklarının
ilişkilerini gerginleştirdi. Ortadoğulu müttefiklerin ABD’nin güvenlik
taahhütlerine inancının azalması bunda büyük ölçüde etkili oldu. Arap
yöneticilerin nazarında, Mısır’ın cumhurbaşkanı Mübarek’i kurtarmak için
müdahale etmemek, İnci Meydanı’ndaki göstericileri bastırdığı için Bahreyn’i
ağır biçimde eleştirmek, savaş sonrası nasıl istikrara kavuşturulacağına dair
hiçbir plan yapmadan 2011’de Libya İç Savaşı’na müdahale etmek, Suriye’de Esed
rejimine savaş açmayarak kimyasal silah kırmızı çizgisinin aşılmasına izin
vermek ve sonunda İran’la bir nükleer anlaşmaya imza koymak hep aynı günahın
birer kanıtı: Terk etmek.
Obama yönetiminin ikinci döneminde Ankara, Kudüs, Kahire ve Riyad’la
ilişkilerin ne denli gerginleştiği abartı değil. Türkiye; hükümetini devirmeye
kalkışan bir askerî darbeye ABD’nin dâhil olduğu iddiasında, Suriye’de ABD’nin
Kürt birliklerle ortaklığa girmesi nedeniyle kendisini ihanete uğramış
hissediyor ve şimdilerde kendi sınır-ötesi harekâtlarını Rusya’yla koordine
ediyor. İsrail, İran’la nükleer anlaşmaya açıkça karşı çıkarak Amerikan
Kongresi’nden geçmesini engellemek için daha evvel görülmemiş bir lobi
faaliyetine girişti. Suudi Arabistan, ABD’nin arzusu hilafına Yemen’de askerî
bir harekât başlattı (...). Mısır, Obama yönetimini 2013 “düzeltici /onarıcı
darbesi”nin meşruiyetini tanımazken Müslüman Kardeşler’le sıkı fıkı olmakla
suçladı. (...) Washington’ın Ortadoğu başkentleriyle ilişkisi son derece düşük
seviyede mi değil mi tartışması bir yana, nesnel olarak ilişkilerin zayıfladığı
ortada.
Mevcut yönetim, ittifakları idare etme stratejisi belirlerken dikkatli
olmak zorunda. Bu ortaklar sıklıkla Amerikan menfaatleri aleyhine çalıştıkları
için onlara kayıtsız şartsız destek sözkonusu olamaz. (...) Bu yüzden geçinip
gitmek için [ortakların yaptıklarını] kabullenmek bir seçenek değil.
Ayrıca ABD’nin kilit güvenlik ortakları olan ve Amerikan ordusunun güvenlik
işbirliğinin alıcısı durumundaki Ürdün, Tunus ve BAE gibi ülkelerle güçlü
güvenlik bağlarını korumak hayati önemde.
(...)
Amerikan nüfuzunun sınırları
(...)
2017 yılı, bölgenin arz ettiği tehdit ve fırsat çeşitleri bakımından
1990’dan çok farklı. İç savaşlara, mezhepsel şiddete, devletler arası rekabete
ve yönetilemeyen alanlarda şiddete başvuran aşırıcılığa saplanmış çok-kutuplu
bölgesel ortamda ABD’nin saldırgan hasımların ve iddialı müttefiklerin
hareketlerini değiştirme, düzenleme ve etkileme becerisi sınırlı. Bu ortamda
ordunun ve diğer Amerikan askerî birliklerinin (...) varlığı, kısmen de olsa
istikrara kavuşturucu bir etki yapacağı gibi, tam aksini de doğurabilir. (...)
Ordu ve Sınırlı Askerî Müdahale
IŞİD’in yükselişi, (...) genelde Amerikan savunma politikası ve özelde ordu
planlamacıları açısından yeni ve fakat aşina olunduk bir meydan okumaydı. (...)
(...) ABD radikal silahlı grupların süreğen ve değişken tehdidine karşı
maliyeti makul bir savaşı nasıl verebilir? (...) En makul “kazanımlar” dahi
büyük bir maliyetle gelir ve başarısı garanti değildir. Ortadoğu’da ortaya
çıkan her çatışmaya askerî müdahale bir çözüm olmadığı gibi bölgede ordunun
temel rolü de bu değildir. (...)
Askerî müdahale için seçenekler
(...)
(...) Dış askerî müdahalelerin başarı sicili azdır. 1946’dan beri 40’ı
aşkın müdahale incelendiğinde –ister büyük isterse küçük çaplı olsun, ister ABD
isterse başka güçler yapsın– dış müdahalelerin bütünüyle askerî bir zafer
ihtimalini artırdıklarına dair ortada herhangi bir kanıt yoktur. Ancak askerî
müdahaleler bir yenilgiyi engelleyebilir. (...) Bu türden bir kısmî başarının
bile maliyetleri vardır: Dış askerî müdahaleyle biten savaşların çoğunlukla
birkaç yıl içinde yeniden patlak vermesi, dış müdahalesiz savaşlara kıyasla,
çok daha fazladır. 2009’da sona ermiş gibi görünen Irak Savaşı’nın IŞİD’in
yükselişiyle kaldığı yerden devam etmesi bir sapma değil normdur. İstikrar
operasyonları, çatışma sonrası siyasi düzeni desteklemeye yarayabilir; ama
bunlar da uzun vadeli taahhütlerdir.
Eğer ki doğrudan kara müdahalesinin büyük maliyetleri ve belirsiz sonuçları
kabul görmezse ABD’nin alternatifleri vardır. Hava saldırıları, (propaganda
faaliyetlerini değil ama) saldırı düzenleme kapasitelerini azaltarak
militanları akamete uğratıp geriletebilir. Bu da ancak yoğun ve uzun süreli
harekâtlar yapılırsa başarılı sonuçlar doğurabilir.
Buna bir alternatif olarak ABD, çatışmadan etkilenen bölgenin çevresindeki
ülkelerin güvenlik sektörlerini güçlendirerek de şiddeti kontrol altına almaya
çalışabilir. (...) Ama bu da çok yavaş gerçekleşir ve (...) bazen onlarca yıl
alır. Kısaca, yayılan şiddetin doğurduğu yakın tehditlere karşı ülkeleri
koruyan güvenlik yardımları, kısa vadeli ihtiyaçlar için yetersizdir.
Amerikan
müdahalelerinin değerlendirilmesi
ABD ve diğer ülkelerin geçmişteki askerî müdahalelerinin analizlerine
dayanarak birçok önemli ders çıkartılabilir. Birinci ve belki de en önemlisi,
“başarı”dan kastın ne olduğu konusunda realist beklentilere girilmelidir.(...)
İkincisi, ortakları özenle seçmek önemlidir. Eğer ki ortak ülke görece iyi
yönetiliyorsa (...) sınırlı Amerikan yardımı çok daha büyük bir etkiye sahip
olabilir. Ancak ABD her zaman için müttefiklerini seçme lüksüne sahip değil;
siyasi gelişmeler, (terörizm gibi) güvenlik tehditleri ve insani kaygılar
sıklıkla bir zorunluluk olarak ortakları dayatırlar (...). Ortaklardan en
meydan okuyucuları olan Afganistan ve Yemen gibi ülkeler sözkonusu olduğunda
müdahaleden elde edilecek başarı beklentisi çok daha sınırlı olmalıdır (...).
Daha büyük müdahaleler genellikle başarı şansını artırır, ama getirisi
düşüktür. (...) [1989] Taif Anlaşması’nı hayata geçirmek üzere Lübnan’a
yapılan Suriye müdahalesi görece başarılıydı ama bu türden sonuçlar
ortak/partner hükümetin zayıflığından kaynaklandığından nadirattandır. Dahası,
çatışmaların ardından devletler son derece kırılgan olurlar ve yarıdan fazlası
tekrar savaşa tutuşurlar. Gerek askerî gerekse sivil alanda büyük yardımlar
çatışmanın tekrar patlak vermesini engellemek için gereklidir. Ama maalesef
bütün dış müdahaleciler, özellikle de demokrasiler, uzun yıllar süren büyük
çaplı müdahalelere girişmeyi çok zor addederler. Küçük çaplı çatışmalar çok
daha sürdürülebilirdir (...)
Ordu ve Ortadoğu
Bölgesel istikrarsızlık ve çatışma, Amerikan liderlerinin, kaynakları diğer
önceliklere veya ABD’nin çok daha hayati menfaatlerinin bulunduğu dünyanın
diğer bölgelerine kaydırmak için Ortadoğu’da askerî müdahale yükünden çark etme
arzularına genellikle set çekti. (…) IŞİD’in fizikî Hilafetini bitirme amaçlı
harekata destek için sınırlı sayıda asker bulundurmak da dahil kısa vadeli
zorunluluklar olacak. Amerikan ordusu, IŞİD’in geriye kalan kaleleri de elinden
alındıktan sonra –veya belki de önce– Libya, Yemen veya Arap dünyasında bir
başka yere birlik yollaması çağrısıyla karşı karşıya kalabilir; her ne kadar
tecrübe, bu türden çatışmalara büyük çaplı müdahalenin hayal kırıklığı yaratan
sonuçlar üretmesinin muhtemel olduğunu gösterse de. Önümüzdeki dönemde [IŞİD’le
mücadele] Ortak Görev Gücü Koalisyonu askerî liderliğinin görevine devam
edeceği bekleniyor. (…)
Amerikan birliklerinin konuşlandığı Kuveyt’teki Arifcan Karargâhı, İran’ın
Körfez’deki komşularını herhangi bir şekilde zorlama çabalarına karşı caydırıcı
ve önemli bir tuzak teli olarak hizmete devam edecek. Ancak Kuveyt’teki
personel ve Suriye ile Irak’a mevzilenmiş birlikler ABD’nin Ortadoğu’daki tek
insan kaynağı değil. Askerî personel bölgedeki her Amerikan büyükelçiliğinde
hizmet vermekte ve askerî eğitmenler ve danışmanlar ortak/partner ordularda
askerî kapasite inşası için çalışmakta. Kendi topraklarını savunma kapasitesine
sahip ortaklar edinmek onlarca yıldır ABD’nin bir önceliğiydi ve ordu, –Mısır
gibi yerlerde görev alarak ve Suudi Arabistan’daki Amerikan Askerî Eğitim
Misyonu üzerinden– bu çabalarda önemli bir rol oynadı. Ordunun bu
faaliyetlerini sürdüreceği apaçık. (…)
Ya ana ortaklardan birinin (mesela İsrail, Türkiye veya Suudi Arabistan’ın)
ABD’yi peşinden sürükleyeceği bir askerî harekâta girişmesi ya da ABD’nin
–karşılığında askerî bir müdahalenin siyaseten kaçınılmaz olacağı büyüklükte–
bölge kaynaklı bir terör saldırısına maruz kalma ihtimali her şeyi gölgede
bırakıyor. Bu türden harekâtlar, CENTCOM’un sorumluluk alanında rutin olarak
konuşlanan çok ötesinde bir askerî kapasite gerektiriyor. (…)
Bu riskler karşısında Amerikan stratejisi birçok temel ilkeye bağlı kalmak
zorunda. Birincisi, bölgedeki tek büyük devlet formundaki tehdit olan İran’a
karşı iki farklı seviyede yaklaşım sergilenecektir: (i) Tahran’ı, Ortadoğu’da
ABD’nin temel menfaatlerine meydan okuyan hareketlerden caydırmak ve eğer ki
caydırıcılık başarısız olursa askerî bir mukabeleye hazırlıklı olmak. (…) (ii) İran’ın
içeriden değişimle ılımlılaştırılacağı uzun vadeli stratejiyi tanımlanmak.
İran’la yapıcı ilişki ve bölgesel istikrarın gelişmesi için en büyük ümit,
mollaları boyun eğmeye zorlamak değil, İran’ın zamanla dönüşmesi için toplumsal
baskıya imkân vermektir. (…) Ama ABD bu türden bir gelişmeyi desteklemekte
dikkatli olmalı, zira kısa ömürlü olabilir.
ABD, İran’da iç değişimi yaratamaz ama daha olumlu bir bölgesel ortamın
şartlarını şekillendirmekte yararlı bir rol oynayabilir. Suud ile İran arasında
gerginliği azaltmak için diplomatik çaba gösterilebilir. (…) ABD, İran’ın
nükleer anlaşmaya uymaya devam etmesini de sağlamalıdır. (…)
Amerikan ordusu, İran’ı caydırmanın yanısıra bölgede terörle mücadele
harekâtlarına yardımcı olması için –geçmişte olduğu gibi gelecekte de– davet
edilecektir. (…) Yönetim boşluğu olan yerleri IŞİD’in halefi olacak
örgütlenmenin istismar edeceği beklenebilir. Amerikan Özel Harekât
Birliklerinin yanısıra başka ordu birliklerinin de bu savaşta daha büyük bir
rol oynaması muhtemeldir (…).
Ortakların kapasitesini inşa etme rolü, diğer bir kilit meydan okumayla baş
etmede de kritik önemde: Amerikan müttefiklerine, ABD’nin onların
güvenliklerini koruma taahhüdüne bağlı kaldığı güvencesini vermek. (…) Yemen’e
Suudi harekâtı, Libya’ya BAE’nin müdahilliği ve Suriye’de Türk harekâtından
almamız gereken ders şu: Ortakların güvenliğinin teminat altına alınacağı
sinyali verilmediğinde yerel aktörler, –zaman zaman tırmandırıcı ve ABD’yi daha
büyük çatışmaların içine çekecek şekilde– kendi askerî birliklerini
konuşlandıracaktır. (…) Ortadoğu ülkelerinde Amerikan askerî varlığı, Amerikan
müttefikleri arasında gerginlik veya çatışma dönemlerinde bir istikrar kaynağı
olabilir, tıpkı 2017 Haziran’ında Katar ile Arap komşuları arasında baş
gösterdiği gibi.
(…) Her ne kadar bölgede ciddi bir müdahaleden kaçınmak cazip olsa da
fiiliyatta pek mümkün görünmüyor; ABD ordusu bu türden ihtimallere hazır
olmalı. Gerek geçmiş tecrübelerden alınan dersler gerekse bölgenin stratejik
görünümünde devam eden değişimler, ölçeği sınırlı ve hedefi makul düzeyde
askerî müdahaleleri destekler görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder