BATI MEDENİYETİNİN
ÇÖKÜŞÜ NASIL GERÇEKLEŞEBİLİR?
Rachel Nuwer (Serbest gazeteci)
BBC, 18.4.2017
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Ekonomi-politik
uzmanı Benjamin Friedman, bir keresinde modern Batı toplumunu, tekerlekleri
iktisadi büyümeyle dönen istikrarlı bir bisiklete benzetmişti. Buna göre, eğer
ki bu ileri doğru götüren hareket yavaşlar veya durursa toplumlarımızı
tanımlayan –demokrasi, bireysel özgürlükler, toplumsal hoşgörü gibi– sütunlar
sallanmaya başlar. Dünyamız, sınırlı kaynaklar üzerinde çekişmeyle ve yakın
çevremizin/grubumuzun dışındaki herkesi dışlamayla giderek çirkin bir yere
döner. Tekerlekleri yeniden harekete geçirmenin bir yolunu bulamazsak külli bir
toplumsal çöküşle karşı karşıya kalırız.
Bu tür çöküşler
insanlık tarihinde defalarca meydan geldi. Ne kadar muazzam olursa olsun hiçbir
medeniyet, bir toplumun sonunu getiren kırılganlıklardan muaf değildir.
Hâlihazırda işler ne kadar iyi işlerle işlesin durum her zaman için
değişebilirdir. Soyları kurutan asteroit çarpması, nükleer kış veya ölümcül
salgın hastalıkları bir kenara bırakın, tarih, bize çöküşe katkıda bulunan
faktörler yığınını dolu dolu anlatıyor. Bu faktörler nelerdir ve hangileri su
yüzüne çıkmaya başladı? İnsanlığın sürdürülemez ve belirsiz bir yola girmiş
olması bugün için bir sürpriz olmasa gerek. Ama asıl önemlisi, acaba geri
dönüşü olmayan yola varmamıza ne kadar yakınız?
Geleceği kesinlik
içinde öngörebilmemiz mümkün olmasa da matematik, bilim ve tarih, Batı
toplumlarının uzun dönemli devamlılık şansına dair bize ipuçları sunuyor.
Maryland Üniversitesi’nden
sistem bilimci Safa Motesharrei, yerel veya küresel sürdürülebilirlik veya
çöküşe yol açabilecek mekanizmaları daha iyi kavramak amacıyla bilgisayar
modelleri kullanıyor. Motesharrei ve ekibinin 2014’te yayınladıkları
bulgularına göre, önem arz eden iki faktör var: ekolojik zorlama ve iktisadi
tabakalaşma. Ekoloji; bilhassa yeraltı suları, toprak, su ürünleri/balıkçılık
ve ormanlar gibi –her biri iklim değişikliğiyle daha da kötüleşebilecek– tabii
kaynakların tükenmesi bağlamında, potansiyel bir kıyamete doğru gidişin çok
daha yaygın şekilde idrak ve kabul edildiği bir kategoridir.
Öte yandan
Motesharrei ve ekibini asıl şaşırtan ise iktisadi tabakalaşmanın da başlı
başına bir çöküşe sürükleyebilecek olması. Bu senaryoya göre elitler, devasa
miktarda serveti ve kaynağı biriktirip sayıca kendilerini fersah fersah aşmakla
birlikte birer işçi olarak kullandıkları sıradan insanlara servetten çok az
bırakarak veya hiç bırakmayarak toplumu istikrarsızlığa ve nihayetinde çöküşe
sürükleyebilir. Servetten kendisine ayrılan payın yeterli olmadığı çalışan
nüfus sonunda iflas bayrağını çekerken bunu, istihdam eksikliği yüzünden
elitlerin çöküşü izler. Gerek ülkelerin kendi içinde gerekse ülkeler arasında
bugün şahit olduğumuz eşitsizlikler, zaten bu tür bir dengesizliğe işaret
ediyor. Mesela dünyanın en üst %10’luk dilimde yer alan gelir sahipleri, geri
kalan aşağıdaki %90’lık kesimin toplamından çok daha fazla sera gazı
emisyonundan sorumlu. Benzer şekilde, dünya nüfusunun yarısı günde 3 doların
altında bir gelirle yaşıyor.
Her iki senaryo
için de modellerin tanımladığı bir taşıma kapasitesi var; yani belli bir
ekolojik kaynağın uzun vadede ayakta tutabileceği toplam nüfus kapasitesi
sözkonusu. Eğer ki taşıma kapasitesi çok fazla aşılırsa çöküş kaçınılmaz olur.
Ancak bu kader kaçınılmaz değildir. Motesharrei, “Eşitsizlik, nüfus patlaması,
tabii kaynakları tüketme oranımız ve kirlilik oranı gibi faktörleri azaltmak
üzere rasyonel tercihlerde bulunursak –ki hepsi de yapılabilir şeyler– çöküş
engellenebilir ve sürdürülebilir bir gidişat üzerinden istikrar sağlanabilir”
diyor ve ekliyor: “Ama bu kararları almak için sonsuza kadar bekleyemeyiz.”
Maalesef ki bazı
uzmanlar, bu tür zorlu kararları almanın bizim siyasi ve psikolojik
kapasitemizi aştığına inanıyor. BI Norveç İşletme Fakültesi’nde iklim
stratejileri konusunda fahri profesör olan ve 2052: Gelecek 40 Yılın Küresel
Tahmini (2052: A
Global Forecast for the Next Forty Years) kitabının yazarı
Jorgen Randers diyor ki “Dünya, bu yüzyıl içinde iklim sorununu çözme işine
girişmeyecek. Zira bu problemi kısa vadede çözmek, alışageldiğimiz gibi
davranmaya devam etmekten çok daha pahalıya patlar. Paris Anlaşması ve diğer
metinlerde vaat ettiklerimizi yerine getiremeyeceğimiz için iklim problemi
gittikçe daha fazla ağırlaşacak.”
Hepimiz aynı
geminin içinde olsak da çöküşün etkisini ilk hissedenler dünyanın en fakirleri
olacak. Gerçekten de bazı ülkeler, sonunda daha zenginleri de parçalayabilecek
meselelerde felaketin habercisi konumundalar. Mesela Suriye, bir dönem hızlı
nüfus artışını tetikleyen son derece yüksek doğum oranlarına sahipti. Ülkede
2000’lerin sonunda –muhtemelen insan kaynaklı iklim değişikliğiyle daha da kötüleşen–
feci bir kıtlığa, bir de tarımsal üretimi felce uğratan yeraltı suları kıtlığı
eklendi. Bu kriz çok sayıda Suriyeliyi, özellikle de gençleri işsiz,
memnuniyetsiz ve çaresiz bıraktı. Birçoğu kırsaldan şehir merkezlerine aktı; bu
durum şehirlerdeki sınırlı kaynakları ve hizmetleri yetersiz hale getirdi.
Önceden zaten var olan etnik gerginlikler, –şiddet ve çatışma için verimli bir
ortam yaratarak– giderek arttı. En başta da –kıtlığın ortasında su
sübvansiyonunu kaldıran neoliberal politikalar da dâhil– kötü yönetişim,
2011’de ülkeyi çöküşün eşiğine getiren bir iç savaşa sürükledi
Kanada/Waterloo’daki
Balsillie Uluslararası İlişkiler Fakültesi’nde küresel sistemler bölüm
başkanlığını yürüten, The Upside of
Down kitabının yazarı Thomas Homer-Dixon’a göre, tarihte
yaşanmış nice toplumsal çöküş gibi, Suriye vakasında da mevcut duruma yol açan
faktör tek bir tane değil, bir yığın. Bu faktörleri, sessiz sedasız birikip
daha sonra aniden patlaması nedeniyle “tektonik baskılar” olarak adlandırıyor.
Suriye vakasını bir
kenara bırakırsak, bir tehlike bölgesine girmekte olduğumuzun diğer bir
işareti, Homer-Dixon’a göre, uzmanların sapmalar veya ani, beklenmedik değişiklikler
dediği şeylerin dünya düzeninde gittikçe daha fazla vuku bulması; tıpkı 2008
küresel ekonomik krizi, IŞİD’in yükselişi, Brexit veya Donald Trump’ın Amerikan
başkanı seçilmesi gibi.
Bu noktada geçmiş,
geleceğin nasıl şekilleneceğine dair ipuçları sağlayabilir. Mesela Roma
İmparatorluğu’nun yükseliş ve düşüşünü ele alalım. MÖ 100’lerin sonuna
gelindiğinde Romalılar, denizden kolayca erişilebilecek şekilde Akdeniz’in
çevresindeki topraklara yayılmışlardı. Mevcutla yetinip orada kalmalılardı; ama
işler iyi gittiğinden kendilerini karada daha iç bölgelere doğru sınırlarını
genişletebilecek güçte gördüler. Denizden ulaşım ekonomikken karada ulaşım daha
yavaş ve pahalıydı. Bu süreçte fazlaca genişlediler ve maliyetler yükseldi.
İmparatorluk müteakip yüzyıllarda istikrarı sürdürebildi. Ama yayılmanın iyice
zayıflamasının yansımaları, iç savaş ve işgaller şeklinde 3. yüzyılda
kendilerini yakalayıverdi. İmparatorluk merkezî topraklarını korumaya çalıştı,
her ne kadar ordu devlet bütçesini yiyip bitirse de ve hükümet artan
harcamalarını karşılamak maksadıyla gümüş parasının değerini düşürmeye
çalıştıkça enflasyon daha önce hiç olmadığı kadar tırmansa da. Bazı
akademisyenler çöküşün başlangıcını işgalci Vizigotların başkenti yağmaladığı
410 yılı olarak belirtse de bu dramatik olay, bir yüzyılı aşkın süredir devam
eden sürekli düşüş haliyle mümkün olabildi.
Utah Devlet
Üniversitesi çevre ve toplum bilimleri profesörü ve Karmaşık Toplumların
Çöküşü (The Collapse
of Complex Societies) kitabının yazarı Joseph Tainter’a göre,
Roma’nın çöküşünden alınması gereken en önemli derslerden biri, karmaşıklığın
bir maliyetinin olduğudur. Termodinamik yasalarında belirtildiği üzere,
karmaşık, düzenli bir durumda herhangi bir sistemi sürdürmek için enerji
gerekir – ve insan toplumu da bu konuda bir istisna değildir. 3. yüzyıla
gelindiğinde Roma, statükoyu sürdürmek ve geriye doğru gidişi önlemek için
kendisine yeni yeni şeyler katıyordu: iki kat büyümüş bir ordu, bir süvari
sınıfı, her biri kendi bürokrasisine, mahkemelerine ve savunmasına sahip alt
idari birimler. Sonunda bu abartılı karmaşıklığı sürdüremez hale geldi.
İmparatorluğu çöküşe götüren şey, savaş değil, mali zayıflamaydı.
Şimdiye kadar
modern Batı toplumları, fosil yakıtlar ve endüstriyel teknolojiler sayesinde
çöküşün benzer tetikleyicilerini büyük ölçüde geciktirebildi. Mesela petrol
fiyatlarındaki uçuşu dengelemek üzere tam vaktinde gelen, 2008 yılında
geliştirilen hidrolik kırılmayı bir düşünün. Ancak Tainter işlerin her zaman
benzer şekilde gelişeceğinden şüpheli. (…)
Yine Roma’ya benzer
şekilde, Homer-Dixon’ın tahmini, Batı toplumlarının çöküşü insanların ve tabii
kaynakların merkezî anavatanlarına geri dönüşünden önce gerçekleşecek. Daha
fakir ülkeler çatışmaların ve tabii afetlerin ortasında paramparça olmaya devam
ettikçe bu bölgelerden daha istikrarlı ülkelere devasa göçmen dalgaları akacak.
Batı toplumları ise buna, göçe sınırlamalar ve hatta yasaklar getirerek,
milyarlarca dolarlık duvarlar inşa edip sınırları boyunca insansız hava
uçakları ve askeri birlikleri devriye gezdirerek, içeriye kimin ve neyin
gireceği konusunda güvenliği artırarak ve daha otoriter ve popülist yönetim
tarzıyla karşılık verecekler. Homer-Dixon diyor ki bütün bunlar, “çevreyi
ayakta tutup baskıyı geri püskürtmek amacıyla ülkelerin adeta bir bağışıklık
kazanma çabası.”
Bu arada zaten
hassas durumdaki Batı ülkelerinde zengin ile fakir arasında artan uçurum,
toplumları kendi içlereride daha fazla istikrarsızlığa sürükleyecek. Randers’a
göre, “2050 yılına kadar ABD ve İngiltere, küçük bir elit grubun müreffeh bir
hayat sürdüğü, ama çoğunluğun refahının giderek azaldığı birer iki sınıflı
topluma dönüşecek. Bu durumda çökecek şey, hakkaniyet olacak.”
Homer-Dixon’a göre,
ister ABD ve İngiltere’de isterse bir başka yerde olsun, insanların
memnuniyetsizliği ve korkusu arttıkça –dini, ırki veya milli– kendi grup içi
kimliklerine daha fazla sarılma temayülünde olacaklar. İnkârcılık, beliren
toplumsal çöküş beklentisinin bizzat kendisinin inkârı da dâhil, giderek
yaygınlaşacak; tıpkı delile dayalı olguları reddetmek gibi. Eğer ki insanlar
problemlerin varlığını kabul ederlerse bu defa da kendi grupları dışındaki
herkesi bu problemlerden sorumlu tutup suçlamaya başlayacaklar ve bu da nefreti
körükleyecek. Homer-Dixon diyor ki “kitlesel şiddetin psikolojik ve toplumsal
önşartlarını yerleştiriyorsunuz.” Sonunda yerel şiddet patlak verdiğinde veya
başka bir ülke veya grup işgal etmeye karar verdiğinde çöküşü önlemek çok zor
olacaktır.
Afrika kıtasına
yakınlığı, Ortadoğu’yla karadan bağı ve Doğu’nun siyaseten daha istikrarsız
ülkeleriyle olan komşuluk statüsüyle Avrupa, bu baskıları üzerinde ilk
hissedecek olan Batılı taraftır. Okyanuslarla çevrili ABD’nin daha uzun süre
bundan uzak kalması muhtemeldir.
Öte yandan Batı
toplumları şiddetli, dramatik bir sonla karşılaşmayabilir. Bazı durumlarda
medeniyetler, –hayal kırıklığı içinde tarihin bir nesnesine dönüşüp– öylece
zayıflayıp ortadan kaybolurlar. Randers’a göre, Britanya İmparatorluğu 1918’den
beri bu yolda olup diğer Batı devletleri de onunla aynı güzergâhta
gidebilirler. Zamanla giderek önemsizleşirler ve aynı zamanda, yavaş yavaş
ortadan kaybolmalarına yol açan problemler karşısında, bugün o çok düşkün oldukları
değerlerden gün gelir tamamen koparlar. Randers’ın iddiasına göre “Batı
devletleri çökmeyecek; ama haksızlık ve adaletsizlik patlayacağından, Batı
toplumlarının sorunsuz işleyişi ve sıcakkanlı tabiatı ortadan kalkacak.
Demokratik, liberal toplum başarısız olurken Çin gibi güçlü yönetimler galip
çıkacak.”
Bu tahminlerin ve
erken uyarı işaretlerinin bazıları kulağa aşina gelebilir. Homer-Dixon da,
dünyada son dönemde beklenmedik olayların gelişmesine hiç şaşırmamakla birlikte
–ki bir kısmını öngörerek 2006’da yayınladığı kitabında zaten yazmıştı–
bunların 2020’lerin ortasından evvel vuku bulmasını beklemiyordu.
Yine de Batı
medeniyeti kaybedilmiş bir dava/boş bir hayal değil. Homer-Dixon, “Kararlara
yol göstermede akıl ve bilimi, sıradışı liderlik ve istisnai bir hüsnüniyet
eşliğinde, kullanarak insan toplumu refah ve kalkınmada çok ama çok üst
seviyelere ulaşabilir” diyor. İklim değişikliği, nüfus artışı ve enerji
gelirlerinin düşüşünün baskılarını savuştururken dahi toplumlarımızı
sürdürebilir ve iyileştirebiliriz. Ancak bu, bu tür yoğun baskılarla mücadele
ederken daha az işbirlikçi, daha az cömert ve daha az muhakemeye açık olmaya
sevk eden o gayet doğal itici güce karşı direnmeyi gerektirir. Homer-Dixon
diyor ki “Temel soru şu: Bu değişikliklerle işe başlarken daha insani bir
dünyayı korumayı nasıl başarabiliriz?”