31 Aralık 2020 Perşembe

Y.VAROUFAKIS: 2020’NİN YEDİ SIRRI

 

2020’NİN YEDİ SIRRI

Yanis Varoufakis (Yunanistan’ın eski maliye bakanı, MeRA25 partisi lideri ve Atina Üniversitesi iktisat profesörü)

Project Syndicate, 28 Aralık 2020

Tercüme: Zahide Tuba Kor


NOT: Bu tercüme Perspektif web sitesinde 23.12.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://www.perspektif.online/2020nin-yedi-sirri/

İngilizcesi “The Seven Secrets of 2020” başlığıyla yayınlanan yazıyı okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Bu yıl bizi su altında sakladığımız hakikatlerle yüzleşmeye zorlayan bir medcezire benziyordu. 2020’den aldığımız bir ders, hükümetlerin devasa güçlerini kullanmamayı tercih etmesinin sebebinin küreselleşme ile zenginleşenlerin kendi güçlerini kullanabilmesi olduğuydu.

 

İskambilden bir ev. Bilinçsizce kabul ettiğimiz bir dizi yalan. Derin krizler sırasında kesin doğrularımız tam da böyle görünür. Bu tür dönemler, varsayımlarımızın ne kadar da güvenilmez olduğunu fark etmemizi sağlayarak bizi şok eder. Bu nedenle 2020 yılı, bizi örtük hakikatlerle yüzleşmeye zorlayan, hızla geri çekilen bir medcezire benziyordu.

Biz haklı olarak küreselleşmenin ulusal hükümetleri etkisizleştirdiğini düşünürdük. Devlet başkanları, tahvil piyasaları karşısında korkudan sinmiş vaziyetteydi. Başbakanlar, ülkelerinin fakirlerini hep görmezden geldiler, ama Standard & Poor’s gibilerini asla. Maliye bakanları, Goldman Sachs’ın düzenbazları ve Uluslararası Para Fonu’nun despot eyalet valileri gibi davrandılar. Medya patronları, petrolcüler ve sermayedarlar en az küreselleşmiş kapitalizmin sol cenah eleştirmenleri kadar kontrolün artık hükümetlerde olmadığı konusunda hemfikirdiler.

Derken küresel bir salgın baş gösterdi. Birdenbire hükümetler pençelerini uzattı ve keskinleşmiş dişlerini gösterdi. Sınırları kapattılar ve uçakları yere indirdiler, şehirlerimize gaddarca sokağa çıkma yasakları dayattılar, tiyatrolarımızı ve müzelerimizi kapattılar ve ölüm döşeğindeki ebeveynlerimizi teselli edip rahatlatmamızı yasakladılar. Kıyamet kopmadan asla gerçekleşemez sanılan bir şeyi bile yaptılar: spor faaliyetlerini iptal ettiler.

İlk sır böylelikle ifşa oldu: Hükümetler önlenemez gücü ellerinde tutmayı sürdürüyorlar. 2020’de keşfettiğimiz şey, hükümetlerin muazzam güçlerini kullanmamayı tercih etmeleri sayesinde, küreselleşmenin zenginleştirdiklerinin kendi güçlerini kullanabildikleriydi.

İkinci hakikat, pek çok insanın şüphe duyduğu ama yüksek sesle dillendiremeyecek kadar çekingen olduğu bir şey: Para ağacı bir gerçek. Ne zaman şurada burada bir hastane veya bir okul için ödeme yapmaları istense parasızlıktan dem vuran hükümetler, zorunlu izne ayrılanların ücretlerinin ödenmesi, demiryollarının kamulaştırılması, havayollarının devralınması, araba üreticilerinin desteklenmesi ve hatta spor salonları ile kuaförlere destek sağlanması için bir anda bolca nakit para buluverdiler.

Normalde para ağaçta yetişmiyor, hükümetler işi oluruna bırakmalı diye itiraz edenler dut yemiş bülbüle döndüler. Mali piyasalar, devletin harcama çılgınlığı karşısında çileden çıkmak yerine methiyeler düzdüler.

Yunanistan, bu yıl ifşa olan üçüncü hakikatin mükemmel bir vaka çalışması: Borç üstlenme uygulaması, en azından zengin Batı’da siyasi bir karar. 2015’te Yunanistan’ın 320 milyar avroluk (3 trilyon Türk Lirası) kamu borcu, yalnızca 176 milyar avro (1,6 trilyon Türk Lirası) olan milli gelirini çok çok aşmıştı. Ülkenin sorunları dünyanın her yerinden ilk sayfa haberiydi ve Avrupalı liderler parasızlıktan yakınıyordu.

Bugün, kötü bir ekonomiyi daha da beter eden bir küresel salgının ortasında, 2015 yılına kıyasla kamu borcumuz 33 milyar avro daha yüksek ve gelirimiz 13 milyar avro daha düşük olmasına rağmen, Yunanistan artık bir mesele olmaktan çıktı. Avrupalı güçler, Yunanistan’ın iflasıyla on yıldır uğraşmaya artık yeter diye karar vermiş olmalılar ki Atina’nın borçlarını ödenebilir olduğunu ilan etmeyi seçtiler. Yunanlar, uluslararası oligarşiye (kamu veya özel) servetten geriye her ne kaldıysa mütemadiyen aktaran hükümetleri seçip başa geçirdikleri sürece Avrupa Merkez Bankası, ülkenin iflasını dikkatlerden uzaklaştırmak için olabildiğince fazla Yunan devlet tahvili satın almak da dahil ne gerekiyorsa yapacak.

2020’nin açığa çıkardığı dördüncü sır, özel servet dağlarının girişimcilikle çok az ilgisi olduğuydu. Jeff Bezos, Elon Musk veya Warren Buffett’ın para kazanma ve piyasalara hâkim olma konusunda becerikliliklerine şüphem yok. Ancak biriktirdikleri ganimetin yalnızca küçücük bir yüzdesi değer yaratmanın bir sonucu.

Amerika’nın 614 milyarderinin servetinde Mart ayı ortasından bu yana yaşanan muazzam artışı bir düşünün. İstifledikleri ilave 931 milyar dolar, kâr üreten herhangi bir yenilikten veya yaratıcılıktan kaynaklanmış değil. Merkez bankaları mali sistemi -varlık fiyatlarının ve dolayısıyla milyarderlerin servetinin fırlamasına neden olan- taze basılmış paraya boğarken bunlar da tabiri caizse uykularında zenginliklerine zenginlik kattılar.

COVID-19 aşılarının rekor hızda geliştirilmesi, test edilmesi, onaylanması ve piyasaya sürülmesiyle beşinci sır ortaya çıktı: Bilim, devlet yardımına bağlıdır ve efektifliği kamusal konumuyla ilgisizdir. Pek çok yorumcu, piyasaların insanlığın ihtiyaçlarına hızlı bir şekilde yanıt verme kapasitesini ballandıra ballandıra anlatageldi. Ancak şu ironi kimsenin gözünden kaçmamalı: Gelmiş geçmiş en bilim karşıtı Amerikan başkanının -yüzyılın en kötü küresel salgınında bile uzmanları görmezden gelen, yıldıran ve alaya alan bir başkanın- yönetimi, bilim adamlarına ihtiyaç duydukları kaynakları sağlamak üzere 10 milyar dolar tahsis etti.

Ancak daha büyük bir sır var: 2020 kapitalistler için mükemmel bir yılken, kapitalizm artık ömrünü tamamladı. Peki, bu nasıl mümkün olabilir? Kapitalizm başka bir şeye dönüşürken kapitalistler nasıl serpilebilir?

Kolaylıkla. Adam Smith gibi kapitalizmin en büyük havarileri onun istenmeyen sonuçlarını vurgulamışlardı: Tam da kâr amacı güden bireyler kendilerinden başka hiç kimseye saygı duymadıklarından neticede topluma hizmet ederler. Şahsi ahlaksızlığı kamusal erdeme dönüştürmenin anahtarı, kapitalistleri kârlarını azamiye çıkaracak faaliyetler peşinde koşmaya zorlayan rekabettir. Rekabetçi bir piyasada bu, mütemadiyen fiyatları düşürürken mevcut malların ve hizmetlerin çeşitliliğini ve kalitesini artırmak suretiyle kamu yararına hizmet eder.

Kapitalistlerin daha az rekabetle çok daha iyisini yapabileceklerini görmek zor değil. Bu da 2020’nin ifşa ettiği altıncı sır. Rekabetten kurtulan Amazon gibi devasa platform şirketleri, kapitalizmin ölümünde ve yerine tekno-feodalizm benzeri bir şeyin geçmesinde şaşırtıcı derecede başarılı oldular.

Ancak bu yıl ifşa olan yedinci sır, bir umut ışığını temsil ediyor. Radikal bir değişimi gerçekleştirmek hiç kolay olmasa da her şeyin farklı olabileceği artık fazlasıyla net. Bundan böyle her şeyi olduğu gibi kabul etmemiz için hiçbir neden yok. Aksine, 2020’nin en önemli hakikati, Bertolt Brecht’in isabetli ve ince aforizmasında yakalanmış: “Her şey olduğu gibi olduğundan, hiçbir şey olduğu gibi kalmayacak.”

Çoğu kişinin unutmayı tercih edeceği bir yılda gerçekleşen bu ifşaattan daha büyük bir umut kaynağı düşünemiyorum.


28 Aralık 2020 Pazartesi

J.COOK: KÖRFEZ ÜLKELERİ NASIL İSRAİL İŞGALİNİN İŞ ORTAĞI OLDU


KÖRFEZ ÜLKELERİ NASIL İSRAİL İŞGALİNİN İŞ ORTAĞI OLDU

Jonathan Cook (2001’den beri Nasıra’da yaşayan ve Filistin-İsrail çatışmasıyla ilgili üç kitabı bulunan İngiliz gazeteci)

Middle East Eye, 14.12.2020

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

 

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 17.12.2020 tarihinde yayınlanmıştır.  https://fikirturu.com/jeo-strateji/korfez-ulkeleri-nasil-israil-isgalinin-is-ortagi-oldu/

İngilizcesi “How Gulf States Became Business Partners in Israel’s Occupation” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Spot: İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ağustos ayında imzaladığı, ilişkileri normalleşme anlaşması Filistin’in aleyhine nasıl sonuçlar doğurmaya başladı? İsrail’in Filistin topraklarına kurduğu yerleşimler anlaşmadan nasıl faydalanıyor? Barış için kurulduğu iddia edilen fonlar kime gidiyor?

 

Trump yönetiminin dört yıllık çabalarının bir ürünü olan ve ‘Yüzyılın Anlaşması’, ‘İbrahim Mutabakatı’ gibi iddialı isimlerle dünyaya sunulan Arap ülkelerinin İsrail ile ilişkileri normalleştirme süreci tüm hızıyla devam ediyor. 20 Ocak’taki görev değişimine kadar Trump’ın bu politikayı hız kesmeden sürdüreceği aşikar.

Dört ay evvel “İsrail-BAE Anlaşması: Düzmece Barış Endüstrisi Canlanıyor” başlıklı yazısıyla bu konuyu ayrıntılı bir şekilde analiz eden İngiliz gazeteci Jonathan Cook, 14 Aralık’ta yine Middle East Eye sitesinde “Körfez Ülkeleri Nasıl İsrail İşgalinin İş Ortağı Oldu” başlıklı önemli bir yazı kaleme aldı.

20 yıldır bölgede yaşayan Cook, yeni yazısında BAE ve Bahreyn’in İsrail’le Eylül ayında imzaladığı İbrahim Mutabakatı’nın nasıl Yahudi yerleşimlerini meşrulaştırarak Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlilerin hayat alanlarını daraltacağını ele alıyor.

İsrail’in Batı Şeria topraklarını ilhakını engelleyip müstakbel bir Filistin devleti umutlarını kurtarmak olarak Arap kamuoyuna pazarlanan İbrahim Mutabakatı’nın gerçek amacı, Cook’a göre, “Filistinlileri kurtarmaktan ziyade Körfez ülkelerinin İsrail’le mevcut bağlarını resmiyete döküp daha da geliştirme imkânı sağlamak.

Artık bölgesel istihbarat -bilhassa İran konusunda- daha kolay paylaşılabilir ve Körfez, İsrail’in yüksek teknolojisine ve Amerikan askerî teknolojisine ve silah sistemlerine erişebilir durumda. Bunların dışında, Sudan da borçlarının ertelenmesine ve yardımlara kapı açacak Washington’ın ‘terörü destekleyen’ ülkeler listesinden çıkarılma vaadiyle mutabakatı imzalamaya ikna edildi. Ve geçen hafta Fas, Trump yönetiminin Batı Sahra’daki işgalini tanımayı kabul etmesinin ardından İsrail’le resmi ilişkileri başlatan dördüncü Arap devleti oldu. Bütün bunlara karşılık İsrail, Filistin meselesinde anlamlı herhangi bir taviz vermeden önemli bir Arap ülkeleri bloğuyla ‘normalleşme’ye başlayabildi.”

Çabuk çark

Cook, BAE’nin de Bahreyn’in de İbrahim Mutabakatı’nı iç kamuoyuna pazarlamakta kullandıkları Filistinlilerin de bu anlaşmalardan fayda sağlayacakları iddiasından çabuk çark ettikleri görüşünde.

“Dahası artık İsrail’in yasadışı yerleşimlerini destekleyerek ve askerî işgal rejimini sübvanse ederek Filistinlilere zarar verme noktasında aktif ve somut bir şekilde İsrail’le işbirliği yaptıkları gerçeğini gizleme zahmetine bile girmiyorlar” diyor.

Yerleşimlerle ticaret

Yazar, Bahreyn’in İsrail’le ilişkilerin Filistinliler üzerindeki olumsuz etkilerine ne denli kayıtsız kaldığını şöyle anlatıyor:

“Bahreyn Ticaret Bakanı Zayid bin Raşid ez-Zayani, aralık ayı başındaki İsrail ziyaretinde, ülkenin neresinde üretilirse üretilsin İsrail’den ürün ithaline açık olduklarını söyledi. ‘Etiketleme veya menşe ile ilgili hiçbir sorunumuz yok’ dedi.”

Bu sözlerden hareketle Cook diyor ki, Manama, İsrail’in yerleşimlerde üretilen ürünlerini Arap dünyasının geri kalanına ihracatında bir kapı olmaya hazır ve böylelikle yerleşimlerin meşruiyetine ve iktisadi yaşayabilirliğine payanda olacak. Bu haliyle yazar, Bahreyn’in İsrail’le ticari politikasının İsrail’in en önemli ticaret ortağı Avrupa Birliği’ninkinden bile daha gevşek olacağı kanaatinde. Zira AB’nin zayıf kuralları yerleşimlerde üretilen ürünlerin etiketlenmesini tavsiye ederken Bahreyn’inkinde buna bile gerek duyulmuyor.

Her ne kadar Bahreyn resmi haber ajansı, Zayani’nin sözlerinin ‘yanlış yorumlandığı’na ve yerleşimlerde üretilen ürünlerin ithalatının söz konusu olmadığına dair bir açıklama yapsa da Cook, Bakan’ın sözlerinin perde arkasını yansıttığı kanaatinde. Zira yazara göre İsrail yönetimi, İsrail ürünleri ile yerleşimlerde üretilenler arasında bir ayrım yapılmasını reddediyor ve bu, İbrahim Mutabakatı’nın da ticari temelini teşkil ediyor.

Yazar bu noktada, 1967’de İsrail’in Suriye’den ele geçirdiği ve 1981’de yasadışı olarak ilhak ettiği Golan Tepeleri’nde yetiştirilen üzümleri kullanan bir İsrail şarap imalathanesinin, ülkesindeki yabancılar için alkol yasalarını serbestleştiren BAE’ye ihracat yapmaya başlaması örneğini veriyor ve şöyle devam ediyor:

“Bu, İsrail işgali altındaki Batı Şeria’da bulunan 500 bin yerleşimci için kazançlı bir dönüm noktası. BAE üzerinden Arap dünyasında yeni pazarlara açılma umuduyla geçen ay Dubai’ye gelen ilk heyet, iş için müşteri aramakta hiç zaman kaybetmedi. Geçen hafta bir yerleşimci heyetinin yerleşimlerde üretilen alkol, bal, zeytinyağı ve tahin gibi ürünleri ihraç etmek için bir BAE’li şirketle anlaşma imzalamak üzere Dubai’ye gittiği de bildirildi.”

Yeni dibe vuruş

Yazara göre bu, Arap devletlerinin İsrail’in Batı himayesinde bölgeye yerleştirilen bir sömürgeci yapı olduğu ve onunla ‘normalleşme’ ya da normal ilişkiler olamayacağı şeklindeki orijinal konumlarından uzaklaşmalarında yeni bir dibe vuruşa işaret ediyor. (…) Nitekim “Körfez ülkeleri, işgalin fiiliyatta yoğunlaştığı bir dönemde sadece İsrail’le ilişkileri değil, aynı zamanda işgalin kendisini ve onun gayrimeşru çocuğu olan yerleşim yerlerini de normalleştiriyor.”

Cook, Filistin topraklarının dört bir yanına inşa edilen Yahudi yerleşimlerinin nasıl bir şey olduğunu okuyucuya kısaca anlatıyor:

“İsrail, Oslo Anlaşmaları uyarınca C Bölgesi olarak anılan ve Batı Şeria’nın %62’sini teşkil eden işgal altındaki Filistin topraklarında 250’yi aşkın yerleşim yeri inşa etti. Anlaşmaya göre zaman içinde Filistin yönetimine bırakılması öngörülen (…) bu topraklarda İsrail, son çeyrek yüzyılda hayati arazileri ve kaynakları çalarak yerleşimleri hızla genişletti. Bu koloniler, işgal altındaki Batı Şeria’yı çaprazlama kesen ve Filistinlilerin hareket serbestisini iyice sınırlayan yerleşimci yolları ile İsrail’e büyük ölçüde entegre edilmiş durumda.”

“BAE ve Bahreyn ile barış anlaşmaları, -İsrail’in çoktandır devam eden, sahada emrivakilerle Batı Şeria’yı ilhak politikasına yardım ederek- yerleşim yerlerinin daha da sağlamlaşmasına yardımcı olacak ki bu, İbrahim Mutabakatı’yla önleneceğini iddia edilen sonucun aslında ta kendisi.” diyerek önemli bir noktaya parmak basıyor.

Mescid-i Aksa kâr payı

Peki, yerleşimciler Körfez’le normalleşmeden başka nasıl istifade edecekler?

Cook bu konuda diyor ki “Yerleşimciler, İbrahim Mutabakatı’nı işgal altındaki Batı Şeria’da kapladıkları alanları genişletmek için bir engel değil, bir iş fırsatı olarak görüyor. Körfez’den gelen ziyaretçilerin işgal altındaki Doğu Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya akın etmesi beklendiğinden yerleşimciler için muhtemel kazanımlar arasında turizm de var.”

Yazar, Körfez’le normalleşmenin Kudüs’teki kutsal mekânları ve Filistinlileri nasıl etkileyebileceğini bakın nasıl anlatıyor:

“İroni şu ki, İsrail’in Müslümanların kutsal mekânının etrafındaki bölgeleri fiziken ele geçirmesi ve erişim üzerindeki kontrolü nedeniyle Körfez Araplarının Mescid-i Aksa üzerinde -oraya ulaşamayan Filistinlilerin ekseriyetinden çok daha fazla- hakları olacak. Dahası, uzun zamandır Mescid-i Aksa’nın hamisi olan Ürdün, Suudi Arabistan’ın -Mekke ve Medine’nin ardından- Kudüs’ün kutsal mekânının idaresini üstlenmek için İsrail’le müstakbel bir anlaşmayı kullanabileceğinden haklı olarak korkuyor.”

“İşgal altındaki Kudüs’te Filistinliler, zengin Körfez Araplarının gelişiyle sağlanan iş fırsatlarını değerlendirebilecek altyapıyı bir kenara bırakın, kendi konutlarını geliştirme imkanından bile mahrumlar. Bu da herhangi bir yeni turizm girişiminin kâr payını, Filistinlilerden ziyade İsrail’in ve yerleşimci nüfusunun cebine indirecek konumda olduğunu gösteriyor.”

“İroninin zirvesi ise Abu Dabi hanedanının bir üyesinin -taraftarları, alabildiğine şiddetle Arap karşıtı olan ve Doğu Kudüs’ün yerleşimciler tarafından ele geçirilmesini destekleyen- Beitar Kudüs futbol takımının büyük hissesini satın alması oldu.” diyerek durumun vahametini ortaya koyuyor.

Filistin laboratuvarları

Yazar, Bahreynli bakan Zayani’nin İsrail ziyareti sırasında ‘İsrail’deki bilişim teknolojisi ve inovasyon sektörünün hayatın her alanına ne denli yerleştiğini görünce büyülendik’ sözünü aktarıyor. Tam da bu konuda bundan bir sene evvel yine Middle East Eye için “İsrail’in Casus Teknolojisi Nasıl Hayatımızın Derinliklerine Ulaştı? başlıklı son derece önemli ve ayrıntılı bir yazı kaleme alan Cook, Bahreynli bakanın bu sözü üzerine kısaca şunu söylüyor:

“İsrail’in teknoloji sektörünün ‘hayatın her alanına yerleşikliği’, sadece ve sadece işgal altındaki Filistin topraklarına bir laboratuvar olarak muamele etmesi sayesinde. Orada, Filistinlileri en iyi nasıl gözetleyip takip edecekleri, hareketlerini ve özgürlüklerini fiziken nasıl sınırlayacakları ve biyometrik verilerini nasıl toplayacakları konusunda deneyler yapılıyor. Bu deneyleri gerçekleştiren yüksek teknoloji firmalarının merkezi resmiyette İsrail içinde olabilir; ancak işgal altındaki topraklarda çalışıyor ve buradaki faaliyetlerinden kazanç sağlıyorlar. Başlı başına geniş bir yerleşim işletmeleri kompleksi niteliğindeler.”

Yerleşimci müttefiki

Cook, BAE ve Bahreyn’in ne denli coşkuyla işgal işine girmekte olduğuna ve işgalin en kötü özelliklerini sübvanse etmeye hazırlandığına, ABD tarafından Körfez ülkeleri ve İsrail’in yeni diplomatik ilişkilerini desteklemek için Ekim ayında kurulan İbrahim Fonu’nun ışık tuttuğunu vurguluyor.

Yazar, resmiyette bölgesel iktisadi iş birliği ve kalkınma girişimlerini desteklemek için kurulan en az 3 milyar dolarlık fonun bölgede desteğe en çok muhtaç gruplardan Filistinlilere de yardım sağlayacağı hikayesinin gerçekleri örtbas ettiğini savunuyor.

Nitekim Cook’a göre bunun da bir aldatma olduğu, giderayak Trump yönetiminin İbrahim Fonu’nun başına, ateşli bir sağcı haham ve İsrailli yerleşimcilerin müttefiki olan Aryeh Lightstone’u atamasıyla ifşa oldu.

Kontrol noktalarının iyileştirilmesi

Yazara göre, Lightstone’un siyasi öncelikleri, İbrahim Fonu’nun ilk ilan edilen projelerinden birinde açıkça görülüyor: İşgal altındaki Batı Şeria’da bulunan İsrail kontrol noktalarını ‘modernize etmek’. Bu konuda Cook şunları söylüyor:

“Filistinlilerin istifadesi için tasarlandığı gerekçesiyle kontrol noktalarının iyileştirilmesi Amerikalı yetkililer tarafından takdirle karşılanıyor. Çünkü bu proje, işgal altındaki Batı Şeria’da bir yerden diğer bir yere gitmeye çalışırlarken ve izin belgesi olanlar çalışmak için İsrail’e veya yerleşim yerlerine giderlerken saatlerce bekledikleri kontrol noktalarından geçişlerini hızlandıracak.”

Yazar, bu yaklaşımla ilgili pek çok göze batan sorun olduğunu, havaalanı tarzı kontrol noktalarıyla işgali daha da kalıcı kılma çabalarının uluslararası hukuku alenen ihlal ettiğini, bundan böyle Körfez’in bu ihlallerin sübvanse edilmesine dahil olacağını vurguluyor. Dahası Cook’a göre, İbrahim Fonu’nun kontrol noktalarını iyileştirmesinin ‘en çok desteğe ihtiyacı olan’ Filistinlilere yardım edeceği veya ekonomilerini geliştireceği fikri tam bir saçmalık. Fon yalnızca İsrail’e yarıyor.

“İşgalin iktisadi maliyetleri, İsrail’in topraklardan geri çekilmesi ve Filistinlilerin egemenliğine izin vermesi yolunda birkaç somut baskıdan biri olmuştu. Eğer ki petrol zengini Körfez ülkeleri hesabı ödemeye yardım ederse, İsrail’i yerinden kıpırdamamaya ve daha fazla Filistin toprağı ve kaynağını çalmaya teşvik edecekler.”

Bahsi geçen iyileşmeyle Filistinlilerin kontrol noktalarındaki kuyruklarda beklediği saatler diyelim ki azaldı. Yazara göre bunun “Filistin ekonomisine yaraması veya İsrail’in uzun yıllardır sürdürdüğü işgal yoluyla kendi ekonomisine bağımlı kıldığı Filistinli işçilere mali fayda getirmesi ihtimali düşük. Filistinlilerin kendi ekonomilerini geliştirmek için İsrail tarafından çalınan topraklarının ve kaynaklarının kendilerine iade edilmesine ihtiyacı var.”

Cook, bir başka açıdan, İbrahim Fonu’yla planlanan kontrol noktalarının iyileştirilmesini, Körfez’in yerleşimlere sağladığı bir sübvansiyon olarak görüyor. Bu konuda şunları söylüyor:

“İsrail, kontrol noktalarını Filistinlileri işgal altındaki Batı Şeria’nın belirli bölgelerine, özellikle de Filistin Yönetimi’nin kontrolü altındaki üçte birlik kısma sürü gibi toplayıp kalan üçte ikilik kısma girişini engellemenin bir yolu olarak kullanıyor. Buna Batı Şeria’nın en verimli topraklarına ve en iyi su kaynaklarına erişimin engellenmesi de dahil. Bu alanlar tam da İsrail’in yerleşimleri inşa ettiği ve genişlettiği yerler.”

“Filistinliler, işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki toprakları kontrol için yerleşimcilere karşı sıfır toplamlı bir savaş içinde. İsrail’in kontrol noktalarıyla hareketlerini kısıtlama konusunda aldığı her türlü yardım, Filistinliler için bir kayıp ve yerleşimciler için bir zaferdir. (…) Kontrol noktalarının iyileştirilmesinde İsrail’le ortaklık kurmak suretiyle Körfez, Filistin nüfusunu hapsetme ve kontrol teknolojisini daha sofistike hale getirmede İsrail’e yardımcı olarak yerleşimcilere bir kez daha fayda sağlayacak. Körfez’deki İbrahim Mutabakatı’nın gerçek hikayesi işte bu: İsrail’in Filistinlilere yönelik on yıllardır süren zulmüne sadece göz yummakla kalmayıp aynı zamanda bu zulmü gerçekleştirirken bilfiil İsrail ve yerleşimcilerle ortak olmanın hikayesi…”



S.COOK: ARAP ONURU DA BİR GERÇEK, ARAP BAŞARISIZLIĞI DA

 

ARAP ONURU DA BİR GERÇEK, ARAP BAŞARISIZLIĞI DA

Steven Cook (Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika araştırmaları kıdemli uzmanı; son kitabı “False Dawn: Protest, Democracy, and Violence in the New Middle East”)

Foreign Policy, 17 Aralık 2020

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor


NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 24.12.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-strateji/arap-onuru-da-bir-gercek-arap-basarisizligi-da/

İngilizcesi “Arab Dignity Is Real. So Is Arab Failure.” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

Özet: Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan ve Arap dünyasını sarsan olayların üzerinden 10 yıl geçti. Arap Baharı kışa döndü mü? Ayaklanmalar devrim miydi? Hangi ülkede 10 yılda ne oldu?

 

Bundan tam on sene evvel, Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin ekmek ve onur arayışıyla kendisini yakmasıyla Arap dünyasını kökünden sarsan depremler ardı ardına tetiklenmişti. Rejimlerin başları devrilmiş, ancak onların kurdukları sistem -dış güçlerin eski rejimlerin adamlarıyla el ele vermesiyle- ayakta kalmış ve bölgede köklü bir değişime set çekilmişti.

Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika araştırmaları kıdemli uzmanı Steven Cook, ‘Arap Baharı’nın 10. yıldönümü olan 17 Aralık tarihinde Foreign Policy dergisi için “Arap Onuru da Bir Gerçek, Arap Başarısızlığı da” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

False Dawn: Protest, Democracy, and Violence in the New Middle East (Hayal Kırıklığıyla Sönen Umut: Ortadoğu’da Protesto, Demokrasi ve Şiddet) başlıklı yeni kitabından hareketle daha evvel kaleme aldığı “Ortadoğu’da Ümidin Sonu” yazısının tercümesini 10 Eylül’de bu mecrada yayınlamıştık. Bu yeni yazısında ‘bir bakıma şiirsel bir adlandırma’ olarak nitelediği ‘Arap Baharı’nı ve on sene sonra Arap halk ayaklanmalarının ne anlam ifade ettiğini tartışıyor.

Cook yazısının başında Arap halk ayaklanmalarının sürprizliğini şöyle anlatıyor:

“Tunus’un Bin Ali’sinin de düşmesi beklenmiyordu, Mısır’ın Hüsnü Mübarek’inin de. Keza Libya’nın Muammer Kaddafi’sinin başkent Trablus’tan çıkacağı tahmin edilmiyordu. Ali Abdullah Salih’in toplu iğne ucunda dans etme sanatında, yani Yemen siyasetinde ustalaştığı sanılıyordu. Esadların Suriye’yi bağladığı düşünülüyordu. 2010 sonu ve 2011’in olayları -en azından Batılıların çoğu için- o kadar sıradışı ve o kadar beklenmedikti ki gazeteciler, uzmanlar ve yetkililer bunlara topluca Arap Baharı demeye başladı.”

‘Arap Baharı’ kışa döndü mü?

“Arap Baharı’nın nasıl kışa döndüğüne dair pek çok makale yayınlandı, ama belki de bunu söylemek için henüz çok erken. Ne de olsa 1968’deki Prag Baharı acımasızca ezilmiş, ancak yirmi sene sonra Çekler ve Slovaklar komünist yönetimi başlarından atmıştı.” diyen yazar, şöyle devam ediyor:

“Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasından bu yana Ortadoğu’da çok şeyin değiştiği doğru. Ayaklanmalar bölgedeki söylemi değiştirdi, güç merkezlerinin ele geçirilemez olmadığını gösterdi ve daha iyi bir gelecek vaadine ilham kaynağı oldu. (…) Ancak rejimlerin savunucuları da kendi dönüşümlerini yaşadı. Onlar için savaşın şartları değişti. On sene önce baş gösteren olayları bir sapma, doğal düzeninin bozulması olarak görüyorlar ve dolayısıyla kamusal, özel ve sanal alanların bir daha muhalefet alanları haline gelmesine asla izin vermemeye kararlı görünüyorlar.”

Peki rejimlerin muhalefete hayat alanı tanımama kararlılığı her şeyi kontrol altına alabildikleri anlamına mı geliyor? Tabii ki hayır. Cook bu konuda mücadelenin sürdüğünü şu satırlarıyla ortaya konuyor:

“Mısır güvenlik teşkilatlarının son on senede ne kadar çok ders aldığı göz önünde bulundurulduğunda, ‘Hepimiz Halid Saidiz’ Facebook sayfasının kitlesel bir seferberlik mekanizması olması bugün çok daha zor. Yine de Mısır’ın mevcut subay kadrosu ve bölgenin diğer yerlerindeki meslektaşları, on sene evvel ülkelerinin istikrarından sorumlu olanlardan daha fazla her şeye vâkıf durumda değiller. Sonuç, adil ve şeffaf toplumlar tahayyül eden aktivistlerin -kaçınılmaz tutuklanmalarından evvel- Ortadoğu toplumlarında otoriterliğin yeniden kurumsallaşmasından sorumlu olanlara karşı rekabete girdikleri tuhaf bir dinamik.”

Ayaklanmalar devrim miydi?

Yazar, Arap ülkelerinde gelecekte ne yaşanacağına dair öngörülerin bundan on sene önce neler olup bittiğine dair kanaatlerle doğrudan bağlantılı olduğunu ve fakat bu konuda beklenenden daha az mutabakat bulunduğuna belirtiyor.

“Ayaklanmalar birer devrim miydi? Kabaca bakıldığında devrim gibi görünüyor. İnsanlar ayaklandı ve liderler düştü. Ancak devrimler bundan çok daha karmaşıktır. Hem siyasal sistemin hem de karşılıklı olarak birbirini pekiştiren toplumsal düzenin yıkılmasını gerektirir. 1979’da İran’da olan tam da buydu, ancak 2010-2011’de Arap ülkelerindeki bu değildi” diyor.

Hangi ülkede ne oldu, ne değişti?

Yazısının devamında Cook, tek tek ülkelerde neler yaşandığını kısaca anlatıyor. Diğer ülkelere kıyasla çok daha fazla ilerleme kaydetse de Tunus’ta bir devrim yaşanmadığı kanaatinde. Diyor ki, bu ülkede “Tam olarak bir antlaşmayla olmasa da, krizleri önlemek veya aşmak için liderler arasında bir dizi pazarlık ve tekrar tekrar pazarlıklar yoluyla bir geçiş yaşadı. Bunların hepsi Tunus’un vatandaşlık kültürünün bir kanıtı; ancak Bin Ali’nin yönetiminin destekçisi eski toplumsal düzen hâlâ ayakta.”

Mısır’da 25 Ocak ayaklanmasından18 gün sonra Mübarek’in düşüşü romantik bir şekilde devrim diye adlandırılsa da Cook, aslında bunun -tıpkı 2013’te Sisi’nin yaptığı gibi- silahlı kuvvetlerin bir darbesi olduğunu vurguluyor. “Mısır’da bir liderlik değişimi oldu; ancak siyasi düzen ve toplumdaki hâkim güç kalıpları değişmeden aynen kaldı” diyor.

Yazara göre, Libya belki de bir devrime en çok yaklaşan ülkeydi. “Ancak bazı siyasi elitlerin barışçıl ve demokratik bir ilerleme sağlama yönünde ellerinden gelen çabayı sarf etmelerine rağmen, toplumsal düzen dağılmadı ve ülke üzerinde parçalayıcı bir baskı oluşturdu. İnsanlar 15 Şubat ayaklanmasının ardından gelen kaotik dönemde yardım ve destek için kabilelerine ve bölgelerine sarıldı. Kaddafi döneminde kabile ve bölgenin önemi göz önüne alındığında bu pek de şaşırtıcı değildi; ancak dar siyasi menfaatlerin kısa süre sonra galebe çalması ve Libya’yı parçalaması baş döndürücü hızda bir dizi milis kuvveti, iki hükümet, aşırıcı gruplar ve bölgesel vekalet mücadelesine dönüşen bir iç savaşla sonuçlandı.”

Beşşar Esed barışçıl göstericilere kurşun ve işkenceyle karşılık verdiğinden, Cook’a göre, Suriye hiçbir zaman bu kadarcık bile mesafe kaydedemedi. “On sene sonra Suriye, öylesine acımasız ve yıkıcı bir çatışmayla paramparça oldu ki, ölenlerin ve yerinden edilenlerin sayısını tekrarlamak bile neredeyse anlamsız; zira sayılar görünen o ki hiçbir anlam ifade etmiyor.”

Cook, yazısının sonunda “Bunlardan acaba hangisi bir ‘bahar’? Ve bu, gelecek hakkında kime ne söyleyebilir?” diye soruyor. Ardından özetle şöyle diyor:

“‘Arap Baharı’ adlandırmasının özünde, gürleyen ‘ekmek, özgürlük ve sosyal adalet’ çağrılarıyla liderlerin saraylarından çıkarılmasının akabinde iyi şeylerin muhakkak geleceği varsayımı vardı. Ancak son on seneye dönüp baktığımızda, birinin çıkıp da ayaklanmaların kederden çok daha fazlasını ürettiğini savunmaya kalkışmasını idrak etmek zor. Yine de bu, ayaklanmaların bir hata olduğu anlamına gelmez (…). Tunuslular, Mısırlılar, Libyalılar, Suriyeliler, Yemenliler, Bahreynliler ve diğerleri, içinde bulundukları acı şartlara karşı daha iyi bir gelecek talep etmek için ayaklanmışları; ama ekseriyetle bastırıldılar.”


A.BRAHMI: LAİKLİK NEREDE İSLAM’LA TERS DÜŞER?

 

LAİKLİK NEREDE İSLAM’LA TERS DÜŞER?

Amel Brahmi (Geçmişte Fransa’da yaşamış bir gazetecidir ve yakında ABD’deki kadın imamlar üzerine bir kitabı çıkacaktır.)

New Lines Magazine, 8 Kasım 2020

Tercüme: Zahide Tuba Kor

 

NOT: Bu tercüme Perspektif web sitesinde 20.12.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://www.perspektif.online/laiklik-nerede-islamla-ters-duser/

Where Laicite Collides With Islam” başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

Spot: Macron’un mevcut önerisinin laiklik ile etkileyeceği insanlar arasında doğru dengeyi aynı anda bulması gerekecek. Ne yazık ki tartışma, Fransızlığın özü olan laiklik kavramı üzerine konuşmaya odaklanmak yerine şiddet olayları tarafından gasp edildi ve karikatürler ve kutsala küfretme hakkı üzerinden zıvanadan çıkmış bir söylemle birleşti.

 

Geçtiğimiz ay Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, İslami kurumları devletin himayesine katmayı, böylelikle kurumlara dışarıdan etkiyi azaltmayı, “İslamcı ayrılıkçılık” olarak adlandırdığı şeyi sonlandırmayı ve Cumhuriyet’te “aydınlanmış bir İslam” üretmeyi amaçlayan tedbirleri ortaya attı.

Macron, Paris’in yoksul ve ağırlıklı olarak Kuzey Afrika kökenlilerin yaşadığı Les Mureaux banliyösüne yaptığı ziyarette “Sorun, kendi kanunlarının Cumhuriyet’inkilerden daha üstün olması gerektiğini iddia eden bir ideolojidir” dedi. Bu ayrılıkçılık, “genellikle çocukların evde eğitim gördüğü, kendi spor ve kültürel derneklerinin olduğu bir karşı-toplumu teşvik ediyor” diye de ekledi.

Aralık ayında sunulacak kanun tasarısına göre hükümet, dinin pratiği ile dinin teşvikini veya dinî kültürü birbirinden ayıran katı kurallar dayatarak ilk kez Müslüman dinî dernekleri sıkıca denetleyecek. Tüm camiler, kilise-devlet ayrılığını ve Fransa’da gururla laiklik olarak göklere çıkarılan devlet laikliği kavramını kutsallaştıran bir dönüm noktası olan 1905 kanunu kapsamında kayıt yaptırmak zorunda kalacak. Bu kanuna tâbi olmak, yerel yetkililere seyahat, piknik ve futbol gibi kültürel faaliyetler eşliğinde İslam’ın tebliğ edildiği herhangi bir örgütü feshetme yetkisi verecek. Ayrıca devlet, yurtdışından gelenler de dahil olmak üzere Fransa’daki imamları özel olarak eğitmek ve sertifika vermek üzere Müslüman İnancı Fransız Konseyi (CFCM) adlı bir merciyi çoktan görevlendirdi.

Teklif, gerek Fransa’daki Müslüman azınlık arasında gerekse Müslüman Dünya’nın dört bir yanında tartışmaların kıvılcımını ateşleyerek Fransız ürünlerine boykotları ve sosyal medyada gürültü kopmasını tetikledi. Bu teklifin, İslam Peygamberi Muhammed’i hicveden karikatürler üzerine yeniden başlayan tartışmalar ve akabinde “misilleme” iddiasıyla iki saldırı -biri bir öğretmenin başının kesilmesi, diğeri bir kiliseye yapılan saldırı- sonrasında gelmesi, onu sadece ve sadece çok daha ihtilaflı hale getirdi.

Ancak şiddetin ve hararetli retoriğin ötesinde, devam edegelen tartışmaya çok daha az yansıyan şey, Fransa’nın laiklik tarihi ve Macron’un önerisinin Cumhuriyet ve Müslüman azınlık için ne anlama geldiğine dair ikna edici bir konuşmadır.

Macron “Diğer dinler mahiyetleri sayesinde adapte oldular, ancak aynı zamanda 1905 kanunu oylandığında İslam Fransa’da önemli bir din değildi” dedi. “Bu dinin örgütlenmesine yardım etmeliyiz ki Cumhuriyet’in ortak oyuncusu olabilsin.” diye devam etti.

Fransa’ya görece yeni gelen İslami kurumlar, 1901’de çıkarılan daha az katı ve daha müphem bir kanun altında faaliyet gösteregeldi. 1901 kanunu, 19. yüzyıl Fransız diplomatı Alexis de Tocqueville’in Amerika’dan döndükten sonra Fransız düşüncesine tanıttığı demokratik ideallerin temel ilkelerinden biri olan örgütlenme hürriyetini korumakta. Bu kanun, sendikalar ve siyasi örgütler gibi seküler derneklerin oluşumunu korumayı hedeflerken, aynı zamanda dinî örgütleri de kapsayacak şekilde gevşekçe yorumlanabilir durumda ki Fransa’nın İslami kurumları şimdiye kadar bu kanun altında faaliyet gösteregeldi.

Devlet sübvansiyonlarına ve az miktarda özel bağışlara izin veren kanun, dinin “teşvik”ine girişmedikleri müddetçe inanç temelli gruplara uygulanmaktadır; teşvik terimi Fransız hukukunda muğlak değildir, ama İslami bir örgüt her ne zaman gençlik faaliyetleri organize etmek veya Arapça dil sınıfı olarak ilan edilen dersler sırasında İslam’ın ilkelerini tartışmak gibi bir şey yapsa kolaylıkla reddedilebilmektedir. İşte bu farklılaşma, Fransa’nın laikliği ile Fransa’daki muhtelif azınlığın, İslam’a kültürel olarak organik yaklaşımı arasında, bilhassa imamların tedrisatının homojen hale getirilmesi söz konusu olduğunda bir çatışmaya yol açmaktadır.

Paris banliyölerindeki 20 camiyi yöneten Saint-Denis Müslüman Dernekleri Birliği Başkanı Mohamed Henniche bu hassasiyeti yakalamış. Henniche’in görevinin bir kısmı, kendi deyimiyle Fransa doğumlu imam eksikliği nedeniyle, çoğunlukla yabancı olan imamları işe almak. “İslam çok çeşitlilik arz eden bir dindir. Pakistan’daki uygulama Cezayir’dekinden farklılaşır. Peki ya bir imamın gelenekleri Müslüman İnancı Fransız Konseyi’nin istediğinden farklıysa ne olacak?” diyor.

Halihazırda Fransa’da yaklaşık 300 yabancı imam görev yapıyor ve bunlar Türkiye, Fas, Cezayir, Tunus ve Suudi Arabistan da dahil olmak üzere çeşitli ülkelerde din eğitimlerini almışlar.

Bir de yeni kanuna uyma meselesi var. Henniche’in camileri, “daha esnek” olduğu için 1901 kanununa göre kayıtlı. Mevcut kurumları 1905 kanunu uyarınca yeniden kayıt altına alınmaya zorlamanın toplum için zahmetli ve yıkıcı olacağını savunuyor.

“1905 kanunu uyarınca bir dernek kurmak için bir sicil kontrolünden geçmeniz gerekiyor. Cami açmak için polis karakoluna herkes gitmek istemiyor!” diyor. Yeniden sertifika almak da “çok fazla baş ağrısı” yaratacak; zira 1901 kanununun gerektirdiği 2 kişi yerine 25 kişinin kurulda olması gerekecek.

Fransızlar için laiklik, 1870’ten itibaren Üçüncü Cumhuriyet döneminde gerçek bir kavram haline geldi. Okula gitmek bütün çocuklar için zorunlu kılındı ve laik öğretmenler tarafından öğretilen laik bir müfredat getirildi. Bu, “Cumhuriyet anı” olarak bilinir.

Ancak laikliği dinî bir kitleye zorla kabul ettirmek beraberinde geri tepmeyi de getirdi. Bu, Hıristiyan gazetesi La Croix öncülüğünde, haksız yere hainlikle suçlanan genç bir Yahudi subay olan Alfred Dreyfus’a karşı yürütülen meşhur anti-Semitik kampanyayla sonuçlandı.

Fransa’yı din ile ilişkisini yeni baştan kurmaya iten daha önce de krizler vardı. Belki de laiklik, en eski biçimiyle, 24 Ağustos 1572 gecesi binlerce kişinin öldürüldüğü ülkenin Protestanlarına karşı gerçekleştirilen Saint Bartholomew katliamının ardından ortaya çıktı. Bu korkunç olay, Protestan filozof Pierre Bayle’in hoşgörü ilkesine dair fikirlerini geliştirmesine ilham kaynağı oldu; ancak o dönem Kral IV. Henri tarafından temsil edilen devletin Fransa’nın Protestanlarını krallığa kabul eden Nantes Fermanı’nı (1598) yayınlaması için 20 küsur yıl daha gerekti.

İki yüzyıl sonra Voltaire, 72 yaşındayken Fransa’yı “soğukkanlılıkla işlenen barbarca suçların körkütük vahşileri bile korkutacağı bir ülke” olarak topa tuttuğu öfke dolu bir mektup yayınladığında, bu fikrin gelişmesinde tamamlayıcı bir rol oynayacaktı. Bu sert sözler, Kral XV. Louis’nin Katolik bir şövalyeyi dine küfrettiği gerekçesiyle boynunu vurdurmasına bir cevaptı. De la Barre isimli 20 yaşındaki şövalye, bir haça bıçakla zarar vermek ve rahiplerin geçit törenine şapka çıkararak selam durmayı reddetmekle suçlandı. İdamdan sonra kral, ilaveten cesedin Voltaire’in Ansiklopedisi’nin bir kopyasıyla birlikte yakılmasını emretti.

Fransa ve ruhban sınıfının kilise ile devletin ayrılmasını destekleyenler ve desteklemeyenler olarak iki kampta kutuplaştığı Devrim’e hızlıca gelelim. Bu çalkantılı dönemde devlet, henüz filizlenen ibadet özgürlüğü fikri altında rahiplerinin korunmasını sağlamaya karar verdi. Fransa’daki Yahudi ve Hristiyan kurumlarının çalışma statüsünü yöneten, dönüm noktası niteliğindeki 1905 kanununun çıkmasına yol açan şey işte buydu. O zamandan beri teste tabi tutulan kanun, çoğu zaman kavga veya şiddet olaylarının ardından en az 30 defa değiştirildi. Böyle bir olay, 1907’de küçük Saint-Hilaire-la-Croix köyünde belediye başkanının bir papazı, Cumhuriyet’in kilise-devlet ayrımına daha uyumlu görülen bir başkasıyla değiştirmesinden sonra baş gösterdi. Ancak insanlar sinirlendi ve rahipler ile kilise cemaatleri vaazın verilmesi konusunda kavgaya tutuştu. Belediye başkanı kiliseyi kapattı ve olay Fransız Yüksek Mahkemesine kadar gitti; mahkeme, belediyenin hukuken daha uygun görse bile kendi rahibini seçme hakkı olmadığına karar verdi.

Macron’un mevcut önerisinin laiklik ile etkileyeceği insanlar arasında doğru dengeyi aynı anda bulması gerekecek. Ne yazık ki tartışma, Fransızlığın özü olan laiklik kavramı üzerine konuşmaya odaklanmak yerine şiddet olayları tarafından gasp edildi ve karikatürler ve kutsala küfretme hakkı üzerinden zıvanadan çıkmış bir söylemle birleşti.