21 Nisan 2021 Çarşamba

D.WEINBERG: İSRAİL’İN SİYASİ UÇLARI: BIRAKIN ASLAN KUZUYLA BİRLİKTE YATSIN

 

İSRAİL’İN SİYASİ UÇLARI: BIRAKIN ASLAN KUZUYLA BİRLİKTE YATSIN

David M. Weinberg (Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü başkan yardımcısı)

Jerusalem Post, 25.3.2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor

 

NOT: Bu tercüme Perspektif web sitesinde 4.4.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://www.perspektif.online/israilin-siyasi-uclari-birakin-aslan-kuzuyla-birlikte-yatsin/

Israel’s political extremes: Let the lion lie with the lamb” başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ

 

Özet: Kurtlar, parslar ve aslanlar; kuzular, keçiler ve buzağılarla bir arada yatmayı öğrenmedikçe İsrail daimi bir hükümet işlevsizliğine mahkûm. İşaya Kitabı’nda 11: 6’nın sözlerinden hareketle, belki de “onları küçük bir çocuk güdecek” – yani yepyeni bir zihniyete sahip bir lider…

 

Adeta neresinden kesip alırsanız alın, geçen haftaki İsrail seçimlerinin göze çarpan sonucu, çok daha uzun süreli bir siyasi çıkmazın tarifesi olacak gibi görünüyor. Tabii eğer ki aslan kuzuyla birlikte yatmayı öğrenmezse…

[Weinberg’in Tevrat’ta İşaya 11:6 bölümünde geçen şu satırlardan ilhamla bu yazısını kaleme aldığı anlaşılmaktadır:

Onun döneminde kurtla kuzu bir arada yaşayacak

Parsla oğlak birlikte yatacak

Buzağı, genç aslan ve besili sığır yan yana duracak

Onları küçük bir çocuk güdecek.]

Eğer ki Ra’am Partisi’nin İslamcıları, [haredi (ultra Ortadoks) ve leumi (milliyetçi) kanadın birbirine yakınlaşması ile ortaya çıkan hareketi ifade etmek için yapılan bir kısaltma olan] “Hardal-cılar”ın Dini Siyonizm Partisi ile birlikte yatmazsa Binyamin Netanyahu’nun bir hükümeti olamaz.

Meretz ve İşçi Partisi’nin sol kanatçıları Yamina’nın sağ kanatçılarıyla bir arada yatamazsa, yeter ki Netanyahu olmasın kampı da hükümet kuramaz.

Aşırı ilericiler ve ultra-Ortodokslar din ve devlet meselelerinde uzlaşmayı öğrenemedikçe (ki orduda zorunlu askerlik, ihtida, eşcinsel hakları, Cumartesi günü ticareti gibi konularda büyük bir kargaşa kapıda), hiçbir surette uzun vadeli istikrarlı bir hükümet kurulamayacak. Yüksek Mahkeme bunun icabına bakacaktır.

Netanyahu [kendi partisinden koparak yeni siyasi partiler kuran] Naftali Bennett’e ve Gideon Sa’ar’a müsamaha göstermeyi ve hatta onlara saygı duymayı öğrenmedikçe -ki Nir Barkat ve Avi Dichter’den bahsetmeye gerek bile yok- sağ kanat kuruyup gidecek. Netanyahu’nun mahkemedeki duruşmaları bunun çaresine bakacaktır.

İsrail’in mevcut vasat siyasetçiler güruhu, kendi seçim bölgelerinde devlet hazinesinden finansmanı sağlanan projeleri bir kenara bırakıp (muazzam koronavirüs borçlarını ödemek, ekonominin asıl özüne yatırım yapmak, sağlık sistemini güçlendirmek ve orduyu desteklemek için) tasarrufa dayalı devlet bütçesinde uzlaşmadıkça, kurulacak herhangi bir yeni hükümet hemen düşüverecek ve seçimler otomatikman devreye girecek. Düşünsenize, iki yıl içinde beşinci seçim!

Hakikaten de kurtlar, parslar ve aslanlar kuzular, keçiler ve buzağılarla bir arada yatmayı öğrenmedikçe İsrail daimi bir hükümet işlevsizliğine mahkûm. İşaya Kitabı’nda 11: 6’nın sözlerinden hareketle, belki de “onları küçük bir çocuk güdecek” – yani yepyeni bir zihniyete sahip bir lider…

Kutsal dağımın hiçbir yerinde

Kimse zarar vermeyecek, yok etmeyecek.

Çünkü sular denizi nasıl dolduruyorsa,

Dünya da Rabb’in bilgisiyle dolacak. (İşaya 11:9)

Kısaca diyebiliriz ki, İsrail siyaseti -temel ideolojiler konusunda fikir ayrılığı sürse bile- acil temel yönetişim meselesi karşısında toplumsal, iktisadi, dini ve güvenlik politikasına ilişkin bölünmelerin kaçınılmaz olarak geri plana düşmesi gereken yeni bir evreye giriyor. Asgari milli birlik veya basit bir siyasi aklıselim hissi, aşırı uçlara doğru kayışa ağır basıp set çekmeli.

Aslına bakarsanız bu hafta İsrail gazetelerini dolduran ve muhtemelen önümüzdeki haftalarda da devam edecek olan kim yükseldi, kim düştü tarzı siyasi parti analizleri tamamen yersiz.

Netanyahu, ([Yamina Partisi lideri] Naftali Bennett ve [Yeni Umut Partisi lideri] Gideon Sa’ar’ı ezip geçtiği ve [Dini Siyonizm Partisi lideri] Bezalel Smotrich’e destek çıkarak oylarını yükselttiği için) başarılı mı, yoksa (Likud Partisi’nin sandalye sayısı 36’dan 30’a düştüğü ve Netanyahu kampı Knesset’te yine net bir çoğunluğu elde edemediği için) başarısız mı sayılmalı tartışması aslında hiçbir önem taşımıyor.

Merav Michaeli, (İşçi Partisi’ni tamamen unutulmaya yüz tutmaktan kurtardığı için) başarılı mı, yoksa (İşçi Partisi 40 ve üzerinde sandalye kazandığı tarihi zirvesinden utanç verici bir şekilde uzakta diye) başarısız mı sayılmalı tartışması da gerçekten bir önem arz etmiyor.

Aynısı Nitzan Horowitz’in Meretz, Benny Gantz’ın Mavi ve Beyaz, Avigdor Liberman’ın İsrail Evimiz ve Mansur Abbas’ın Ra’am partileri için de geçerli. Yönettikleri küçük hiziplerin galip mi mağlup mu sayılması gerektiği tartışması hakikaten önemsiz. Ya da koalisyon kurulması noktasında her iki eksene de kaymaya müsait kararsız güç oyuncuları olarak ne kadar iyi konumlandıkları da. Keza ana partiden kopmuş “günün havasına uyan” partilerin bir sonraki seçimde yarışmak için ayakta kalıp kalmayacağı da öyle.

Asıl önemli olan husus, bu partilerin kurulacak bir hükümet masasına sonu gelmez fikir ayrılıkları değil, makul politika ve yönetişimi sağlayacak ne türden gerçekçi fikirler getirecekleri. Keza oraya ulaşmak için diğer aslanlar ve kuzularla olgun bir birlikteliğe istekli olup olmadıkları.

Önemli olan, önümüzdeki fırsatları görüp göremedikleri (mesela İsrail’in Körfez ülkeleriyle diplomatik bağlarını geliştirmek gibi)  ve İsrail’in diplomasisine katkıda bulunup bulunamayacakları.

Yine önemli olan, hazırlıklı olunması gereken savunma tehlikelerini görüp göremedikleri (mesela İran’a karşı koyma, İran konusunda Biden yönetimi ile kapışma, Hamas’ın Batı Şeria Filistin siyasetindeki yükselişiyle başa çıkma ve Türkiye’nin Akdeniz’deki nice saldırganlıklarının yönünü değiştirtme gibi) ve tabii İsrail’in güvenliğine katkı sağlayıp sağlayamayacakları.

Mühim olan, bizi bekleyen ekonomi ve sağlıktaki gizli tehlikeleri görüp göremedikleri ve İsrail’in önündeki acil meydan okumalardan istihdam yaratma ve aşılama meselesine katkıda bulunup bulunamayacakları.

Formun Altı

Ve yine mühim olan, İsrail’in siyasi sistemini reformdan geçirmek için dar parti çıkarlarını aşarak bir araya gelip gelemeyecekleri; mesela Knesset’e girmek için seçim barajını önemli ölçüde yükseltmek gibi! Mevcut %3,5 yerine %10’luk bir baraj, İsrail’in siyasi sistemine istikrar ve sorumluluk getirecektir. Böylelikle siyasetçiler, -kısa ömürlü, gelip geçici, sorumsuz, ‘merkezci’ partiler olmadan- tek bir haredi partisi, tek bir Arap partisi, tek bir dini Siyonist parti, tek bir sol parti ve tek bir sağ partiyle anlaşmaya zorlanacak. Ardından mecburen siyasi yelpazeden kuzular ve aslanlarla koalisyonlara katılmak zorunda kalacak.

Bu, İsrail siyaseti için ve İsrail toplumu için iyi olacak. İsrail “büyük çadır”ında başkalarıyla nasıl geçinmemiz gerektiği konusunda hepimizi makul düşünmeye sevk edecek.

İsrail’in 25 çeşit siyasi didişmesinin ülkedeki tüm fraksiyonlara siyasi söz hakkı sunduğu, çok partili liste usulü seçim sisteminin rakip ideolojiler arasında hiç bitmeyen bir çekişmede tüm kabileleri koruduğu, en minicik kliklerin bile Knesset’te temsil hakkı elde edebilmesi ve “aidiyet” hissetmesi bakımından bu eski sistemin en sağlıklısı olduğu argümanlarına aşinayım.

Ne var ki, İsrail’in içine düştüğü tekrar tekrar çıkmaza sürükleyici seçim rutini, bahsi geçen mantığın miadını doldurduğunu gösteriyor. Son derece büyük ve oldukça bölünmüş Amerika “Birleşik” Devletleri yalnızca iki siyasi partiyle idare edebiliyorsa, bir lokmacık İsrail de yalnızca beş siyasi partiyle pekâlâ idare edilebilmeli.

İsrail’in siyasi komedi programı Eretz Nehederet durumu bakın nasıl ifade etti: Seçilmiş Halk, Seçen Halk (yani Oy Veren Kişiler) haline dönüştü ve bizi birbirimize bağlayan geriye çok az şey kaldı… Durum bu kadar hazin olmasaydı bu espri güldürüp eğlendirebilirdi.

Ortak amaç hissiyatına sahip olmak, her toplumda cemiyet ve ulus inşasının daima temeli olmuştur. Bu bir istikamet sağlamış ve esneklik katmıştır.

[İsrailoğullarının göç ederek Mısır’da kölelikten kurtuluşunun kutlandığı 7-8 günlük bir bayram olan] Fısıh/Hamursuz bayramının ilk akşam yemeğinde okunan ana Haggada metninin doğrudan bu medeniyet gerekliliklerine değinmesi bir tesadüf değil. Bu metin, Yahudi milletine aidiyet bilincini yüce değerlere dayandırır ve Yahudi tarihini İlahi takdire bağlar.

Elbette Yahudiliğin geleneksel pratiği açısından ülkedeki herkes “dindar” değil. Ancak İsraillilerin çoğu, Yahudi hayatının ve halkının modern dönemde yeniden doğuşunun arkasında bir tür Yol Gösterici El olduğunu hisseder.

Bu yüzden neredeyse herkes Fısıh Bayramı kutlamasına ve yemeğine katılır. Bizim parti siyasetimiz de ortak bir misyon ve sorumluluk duygusunu yansıtmalıdır.



15 Nisan 2021 Perşembe

J.COOK: İSRAİL SEÇİMLERİ: AŞIRI SAĞ MUZAFFER, TEK ENGEL NETANYAHU

 

İSRAİL SEÇİMLERİ: AŞIRI SAĞ MUZAFFER, TEK ENGEL NETANYAHU

Jonathan Cook (2001’den beri Nâsıra’da yaşayan ve Filistin-İsrail çatışmasıyla ilgili üç kitabı bulunan İngiliz gazeteci)

Middle East Eye, 29.3.2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor

 

NOT: Bu tercüme Serbestiyet web sitesinde 5.4.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://serbestiyet.com/haberler/israil-secimleri-asiri-sag-muzaffer-tek-engel-netanyahu-55938/

Israel election: The far-right is triumphant. The only obstacle left is Netanyahu” başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

Özet: Gerek İsrail gerekse Batı medyasındaki, hükümet kurabilmek için kendi içinde çoğunluk oluşturamayan sağ ve sol iki eşit kampa ilişkin mevcut tüm yorumlar bir saçmalıktan ibaret. İsrail’de aşırı sağ büyük bir çoğunluğa sahip. Netanyahu’nun şahsiyeti üzerinden bir krize saplanmış olmasalardı kolayca bir hükümet kurabilirlerdi.

 

13 parti kendilerini iktidara taşıyabilecek koalisyon arayışı içinde İsrail’in karmaşık seçim sonrası aritmetiğiyle boğuşurken seçimlerin en önemli sonucu kolayca gözden kaçıyor. Köktendinci ve yerleşimci partiler, yani İsrail’in aşırı sağı, geçen hafta eşi benzeri görülmemiş kesin bir zafer kazandı.

En ihtiyatlı değerlendirmede bile bu partiler 120 üyeli mecliste 72 sandalyenin sahibi oldular. Aşırı sağ on yılı aşkın bir süredir devam eden Binyamin Netanyahu’nun kesintisiz yönetimini sağlama aldı. Bu nedenle gerek İsrail gerekse Batı medyasındaki, birbiriyle hasım ve hükümet kurabilmek için kendi içinde çoğunluk oluşturamayan sağ ve sol iki eşit kampa ilişkin mevcut tüm yorumlar bir saçmalıktan ibaret.

İsrail’de aşırı sağ büyük bir çoğunluğa sahip. Netanyahu’nun şahsiyeti üzerinden bir krize saplanmış olmasalardı kolayca bir hükümet kurabilirlerdi.

Aşırı sağa karşı duran, genel hatlarıyla ‘merkezciler’ diye adlandırılan partiler, işgal altındaki bölgeleri ele geçirmeye aşırı sağ kadar hevesli durumdalar; ama tabii daha el altından, dikkat çekmeden.

Toplamda 25 sandalye kazanan ‘merkez sağ’da iki parti (Gelecek Var ile Mavi ve Beyaz) yer alıyor. Hâlâ bir ‘barış kampı’ oluşturdukları iddiasını sürdürmeye çabalayan İşçi Partisi ve Meretz’in temsil ettiği ‘merkez sol’ ise 13 sandalye aldı. Son 10 sandalye, İsrail’in Filistinli vatandaşlarından oluşan büyük azınlığı temsil eden çeşitli partilere gitti.

Hem aşırı sağ hem de ‘merkezciler’, Siyonizmin yerleşimci-sömürgeci ideolojisinin farklı versiyonlarına mensuplar. Dışarıdan bakanlar için iki kamp arasındaki benzerlikler farklılıklara kıyasla daha kuvvetli gibi görünebilir. Nihayetinde -Meretz Partisi istisna- her iki kanat da Filistinlilerin boyun eğdirilmesini ve uzaklaştırılmasını istiyor.

‘Merkezciler’, Siyonizmin savunmacı/apolojetik kanadı. İsrail’in yurtdışındaki imajından endişe duyuyorlar. Bu da demek oluyor ki, hakları değil, -Oslo Anlaşmalarının önerdiği gibi- Yahudiler ve Filistinliler arasında toprakları bölmeyi vurguluyorlar, tabii en azından görünüşte. Merkezcilerin en büyük korkusu, ırkçı ayrımcı bir devleti yönetiyormuş gibi görünecek olmaları.

Yahudi üstünlüğü

Hâlihazırda meclisin yüzde 60’ını oluşturan aşırı dinci ve yerleşimci partiler ise aksi görüşte. Onlar, -açıkça bir ırkçı ayrımcı sistem kurmak için- hakları bölmeyi yeğliyorlar, tabii eğer toprağı bölmeyi engelleyebilirlerse. Tüm bölgeyi -ve tercihan sadece Yahudiler için- istiyorlar.

Başkalarının ne düşündüğünü pek de önemsemiyorlar. ‘Yahudilik’ dinî mi yoksa etnik-milliyetçi terimlerle mi tanımlanmalı konusunda kendi aralarında anlaşamasalar bile hepsi de Yahudi üstünlüğü ideolojisini onaylıyorlar. 2018’de Netanyahu hükümeti, Yahudi Ulus-Devlet Yasası üzerinden bu dünya görüşünü yasallaştırma sürecini başlatmıştı.

Aşırı sağ, anavatanlarını Avrupa önderliğindeki Siyonist hareketin son 100 yıldır sömürgeleştirdiği yerli bir halk olan Filistinlileri, açıkça kendilerine ait olmayan topraklara izinsiz giren ya da istenmeyen misafirler olarak görüyor.

Merkezcilerin aksine aşırı sağ, işgal altındaki [yani Batı Şeria ve Gazze’deki] Filistinliler ile İsrail’in Filistinli olan ve daha aşağı vatandaş sayılan beşte birlik nüfusu arasında pek bir fark görmüyor. Tüm Filistinliler, nerede yaşarlarsa yaşasınlar ve statüleri ne olursa olsun, boyun eğdirilmesi gereken bir düşman olarak görülüyor.

Merkezcilerle ittifak

Peki, aşırı sağın geçen haftaki tartışmasız zaferi bu kadar barizken neden medya İsrail’in süregelen siyasi çıkmazı ve birkaç ay içinde beşinci seçime gitme ihtimali üzerine analizlerle dolu?

Eğer milletvekillerinin net bir çoğunluğu savunmacı/apolojetik olmayan Yahudi üstünlüğüne inananlardan müteşekkilse, Netanyahu niçin -tıpkı üçüncü seçimden sonra savaşla yoğrulmuş General Benny Gantz’ı koalisyon tuzağına düşürdüğü gibi- iktidarda kalmak için merkezcilere kur yapmaya devam ediyor? Ve neden bu seçimden sonra ilk kez destek vermesi için bir Filistin partisiyle [Mansur Abbas’ın Ra’am Partisi’yle] temas kurduğu söyleniyor?

Cevabın bir kısmı, aşırı sağın köktendinci ile daha seküler bileşenleri arasında ‘Yahudi yönetimi’nin ne anlama geldiği konusundaki derin anlaşmazlığa dayanıyor. Her iki bileşen de Yahudilerin Filistinlilerden üstünlüğüne odaklanıyor ve işgal altındaki topraklar ile İsrail arasında anlamlı bir ayrım yapmayı reddediyor. Ancak Yahudi egemenliğine dair telakkileri bambaşka. Bir hizip Yahudilerin emirlerini Tanrı’dan alması gerektiğini düşünürken diğeri Yahudi devletine dayanıyor.

Dahası, kimin Yahudi sayılacağı konusunda bile hemfikir değiller. Mesela İsrail Evimiz Partisi lideri Avigdor Lieberman’ın, eski SSCB’den göçmüş destekçilerinin birçoğunu hakiki Yahudi saymayan Şas ve Birleşik Tevrat Yahudiliği partilerinin aşırılıkçı hahamlarıyla ekmeğini paylaşması çok zor. Onlara göre ‘Ruslar’, Filistinliler kadar Yahudi toplumuna ait değiller.

Netanyahu’nun baskıcı gölgesi

Ancak daha da büyük bir engel, İsrail’in en uzun süre başbakanlıkta kalan siyasetçisi Netanyahu’nun şahsında.

Aşırı sağ, Netanyahu’nun çeşitli yolsuzluk suçlamalarıyla yargılanması karşısında büyük ölçüde istifini bozmuyor. İsrail’in kısa tarihi, liderlerinin nezaret ettiği büyük suçlarla dopdolu: Saldırı savaşları, zorla nüfus transferi, infazlar ve yağma, arazi hırsızlığı ve yerleşim inşası. Bunlarla kıyaslandığında Netanyahu’ya yöneltilen sahtekârlık ve rüşvet alma suçlamaları ıvır zıvır görünüyor.

Aşırı sağın Netanyahu ile sorunu daha karmaşık.

Netanyahu 1990’ların başından beri bu kampa nispeten rakipsiz bir şekilde önderlik ediyor. İsrail’deki en yetenekli, tecrübeli ve karizmatik siyasetçi haline geldi. Ve bu nedenle, başka hiçbir aşırı sağ lider şimdiye kadar onun baskıcı gölgesinin altından çıkamadı.

Lakabı Kral Bibi olabilir; ama aşırı sağın daha hırslı prensleri giderek huzursuzlanıyorlar. Onun yerini doldurmak için can atıyorlar. Bıçakları çektiler. Likud’daki çırağı Gideon Saar, geçen haftaki seçimlerde tam da eski patronunu devirmek umuduyla Yeni Umut adlı bir parti kurmuştu. Ama Netanyahu o kadar kurnaz ve tecrübeli ki rakiplerini zekice alt etmeyi sürdürüyor. Aşırı sağın zafiyetlerini istismar ederek rakibinin ölümcül hamlelerini savmayı başardı.

Netanyahu iki aşamalı bir strateji uyguladı. Yurtdışındaki algının aksine, aslında o, aşırı dinci ve yerleşimci kampın daha ılımlı şahsiyetlerinden biri. İdeolojik olarak Mavi ve Beyaz Partisi lideri Benny Gantz’a, dinî partilerin politikalarını dayatan hahamlardan ya da yerleşimci aşırıcılardan, hatta ve hatta kendi Likud Partisi’nin çoğunluğundan çok daha yakın.

Netanyahu, esasen dini ve yerleşimci partilerin enerjisini kullanıp kendi siyasi ve şahsi yararına seferber etme konusunda çok mahir olduğundan yurtdışında bir öcü haline geldi. Netanyahu’nun onlarca yıldır aşırı sağın en zararlı pozisyonlarını kuşatan bir söyleme itibar, devlet desteği ve entelektüel ağırlık katması nedeniyle İsrail toplumu giderek daha aşırılara kayıyor.

Bu seçimde İsrail’in en faşist partisi olan Yahudi Gücü’nü [Dini Siyonizm Partisi üst çatısı altında] meclise sokmaya yardımcı olan bir anlaşmaya bile aracılık etti. Gerekirse, kurmayı umduğu hükümete onları kabul edecektir.

Strateji gitgide zayıflıyor

Ancak Netanyahu’nun -İsrail standartlarında- görece ılımlılığı, en azından şimdiye kadar koalisyonlarına merkezcileri katmayı tercih ettiği anlamına geliyor. Bu tercih, Avrupalıları kızdırabilecek ve Washington’ı utandırabilecek, tamamen aşırı sağcı bir hükümetin aşırılıklarını dizginlemeye yardımcı olageldi. Keza merkezcilerle birbirine düşürdüğü aşırı sağcı partileri bölünmüş ve kendine bağımlı halde tutageldi.

Yerleşimcilerin prensleri eğer kendisini çok zorlarsa, onları değiştirmek için her zaman bir Yair Lapid (Gelecek Var) veya bir Benny Gantz (Mavi ve Beyaz) yahut bir Ehud Barak’ın (İşçi Partisi) aklını çelebilir.

Nitekim bugüne kadar kendinden başka kimseye sadık kalmadı. Ancak artık bu strateji gitgide zayıflıyor. Yolsuzluk davası ve bunun sonucunda kendisini hapisten kurtarmak için İsrail’in hukuk ve yargı sistemini zayıflatmaya dönük kampanyası, merkezcilerde ekşi bir tat bıraktı. Artık onunla ittifak yapma konusunda daha temkinliler.

Geçen yılki seçimlerden sonra Gantz, -olağanüstü bir hükümette salgınla acil mücadele ihtiyacı gibi- istisnai gerekçeler öne sürerek Netanyahu hükümetine katılmaya cesaret etti.  Buna rağmen süreç içinde partisini mahvedip eritti. Görünüşe göre şimdilerde sadece ve sadece Mansur Abbas gibi acemi çaylak bir muhafazakâr İslamcı lider Netanyahu’nun hilelerine kanmaya hazır.

Netanyahu’nun zayıflığının ve alternatif ortaklarını kaybettiğinin farkına varan aşırı sağın bazı kesimleri zapt edilmez ve dik kafalı bir hale geldi.

Netanyahu aşırı dinci partileri gemide tuttu, ama aşırı maliyetle. Onlara hepsinin ötesinde talep ettiklerini verdi: Cemaatleri için özerklik. Tam da bu yüzden İsrail polisi, pandemi boyunca ultra Ortodoksların sokağa çıkma kısıtlaması sırasında okullarını kapatmayı reddetmelerini ve hahamların cenazeleri için -genellikle maskesiz- dışarıya akın etmelerini görmezden geldi.

Ancak Netanyahu’nun ultra Ortodokslara sonsuz müsamahası, sadece ve sadece aşırı sağın daha seküler kesimlerini yabancılaştırmasına hizmet etti.

İlhaka ihanet

Daha da kötüsü, Netanyahu enerjisini, dikkatleri yolsuzluk davasından uzaklaştırmanın yollarına odakladığından, aşırı sağın siyasi ve duygusal öncelikleri -özellikle ilhak- noktasında sorumsuzca hareket etti. Arka arkaya gelen seçim kampanyalarında Batı Şeria topraklarını resmen ilhak etmeye dönük giderek ciddileşen sözler verdi.

Ancak sözünü yerine getirmekte defaatle başarısız oldu.

İhanetin en ağırı bir sene evvelki seçimin ertesinde geldi. Netanyahu, dönemin Amerikan Başkanı Donald Trump’ın da onayıyla, Batı Şeria’nın büyük bölümünü ilhaka derhal başlama sözü verdi. Ama sonunda ilhakın ertelenmesi koşuluyla Körfez ülkeleriyle bir ‘barış anlaşması’ imzalamayı tercih ederek sözünden çark etti.

Bu adım, kendi siyasi bekasına yarayacaksa Netanyahu’nun aşırı sağın temel hedeflerini öncelemektense -merkezcilerden kalma bir hareket tarzı olarak- yabancı başkentleri tavizle yatıştırıp gönüllerini alabileceğini açıkça gösterdi. Sonuç olarak, Netanyahu’ya karşı artan bir öfke var. Aşırı sağın bazı kesimleri, kendi siyasi ve şahsi manevralarına değil, onların davasına yatırım yapacak yeni birini istiyorlar.

Netanyahu, Ortadoğu diktatörlerinin yolundan giderek kendine bir halef yetiştirmedi. Kendi ideolojik kampında öğrenilmiş çaresizliği besledi ve yerleşimlerin prensleri, şimdilerde onsuz nasıl başa çıkacaklarından korkuyorlar. Zira Netanyahu çok uzun zamandır onların dadılığını yapıyordu.

Ancak tıpkı asi gençler gibi onlar da özgürlüğün tadına varmak ve Netanyahu’nun şimdiye kadar müsaade ettiğinden daha fazla ortalığı kasıp kavurmak istiyorlar.

Kendisi için tasarladığı siyasi ağırlık merkezinden kurtulmayı umuyorlar. Eğer sonunda bunu başarırlarsa, ileride Netanyahu çağını görece ılımlılık ve sükûnet dönemi diye hatırlayabiliriz.



I.RABINOVIÇ: İSRAİL, İSYAN ÖNCESİ VE SONRASI SURİYE POLİTİKASINI NASIL İYİCE ÖLÇÜP BİÇTİ?

 

İSRAİL, İSYAN ÖNCESİ VE SONRASI SURİYE POLİTİKASINI NASIL İYİCE ÖLÇÜP BİÇTİ?

Itamar Rabinoviç (Tel Aviv Üniversitesi Ortadoğu tarihi emekli profesörü ve eski rektörü; New York Üniversitesi ordinaryüs profesörü; İsrail’in eski ABD Büyükelçisi (1992-1996) ve 1990’larda Suriye-İsrail barış sürecinde baş müzakereci)

Newlines Magazine, 22.3.2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor

 

NOT: “How Israel Weighed Its Syria Policy, Before and After the Uprising” başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

2011 Suriye isyanı, İsrail ve Suriye’nin ABD’nin arabuluculuğunda dolaylı müzakerelere giriştiği bir dönemde patlak verdi. Bu, Amerikan Başkanı George H.W. Bush yönetiminin Körfez Savaşı akabinde Ekim 1991’de Madrid Konferansı’nı toplamasıyla başlayan 20 yıllık dönemde İsrail-Suriye çatışmasını çözmek üzere girişilen son çabaydı. Birçok ciddi müzakere çabası daha evvel aktif düşmanlık dönemleriyle kesintiye uğramıştı. 2010-2011’de Amerikalı iki arabulucu, büyükelçiler Dennis Ross ve Frederic Hof, geleneksel ‘barış için toprak’ formülüne değil, ‘stratejik yeniden uyumlaşma (strategic realignment) için toprak’ formülüne dayalı bir çözüm bulmaya çalıştı.

Bu formülün ana fikri, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’den, İsrail’e İran’la yakın ittifakına son vermeyi teklif etme ve Golan Tepeleri’nden çekilme karşılığında da barış yapma konularında bir taahhüt almaktı. Amerikalı arabulucular bu çabada önemli bir ilerleme kaydedildiğini bildirdiler. Golan’dan çekilme konusunda isteklilik, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun politikasında şaşırtıcı bir unsurdu; ancak bu, kendi adına ciddi bir taahhüt müydü, yoksa Obama yönetiminin Filistin’le anlaşma baskısını hafifletme girişimi miydi, tartışmaya açık. 1993’te İsrail eski Başbakanı İzak Rabin’in Hafız Esed’le müzakerelerdeki tıkanıklığı aşma arayışıyla, ABD Dışişleri Bakanı’na tatmin edici bir barış ve güvenlik paketi karşılığında Golan’dan çekilme konusunda farazi ve şartlı bir hüsnüniyet ‘teminatı’ vererek başlattığı formül üzerinde Netanyahu’nun uzlaşması ilk değildi. Rabin’in Teminatı olarak bilinen teklif, haleflerinden birçoğu –Şimon Peres, Netanyahu, Ehud Barak ve Ehud Olmert– tarafından 1990’lar ve 2000’lerde Suriye’yle yürüttükleri müzakerelerde benimsendi.

Suriye’de isyanın patlak vermesi bu çabayı sona erdirdi. İsyanın ısrarla devam etmesi de İsrail’i bir politika ikilemiyle karşı karşıya bıraktı. İsrail teoride isyanı desteklemeye karar verebilirdi. Ne de olsa Esed, hem bir baş düşman hem İran ile Hizbullah’ın bir müttefiki hem de –İsrail’in 2007’deki hava saldırılarıyla imha ettiği– bir nükleer silah programı geliştirmeye çalışan bir liderdi. 2006’da İkinci Lübnan Savaşı sırasında İsrail’in karşı karşıya kaldığı meydan okumalar İran, Suriye ve Hizbullah’tan müteşekkil radikal eksenin arz ettiği tehdidin derinliğini gözler önüne serdi. Esed’in ideal olarak Sünni Arap devletleri ve ABD’yle bağlantılı yeni bir rejimle yer değiştirmesi, bölgesel dengeyi değiştirecek ve İran ile Hizbullah’ı zayıflatacaktı. Ancak İsrail’in politikası farklı bir düşünce çizgisiyle şekillendi. Esed, tıpkı meşhur deyimde geçtiği gibi, İsrail için bilindik şeytandı. Esed’in muhtemel alternatifi ılımlı, liberal, demokratik bir yönetim değil, İsrail’in kuzey sınırında İslamcı veya cihatçı bir rejim olacaktı. Dahası, İsrail’in Suriye muhalefetine vereceği herhangi bir destek, rejimin gerçek bir isyanla değil, ABD ve İsrail önderliğindeki bir dış komployla karşı karşıyayız iddialarını doğrulayacaktı. İsrail’in ihtiyatlı tavrının altında, 1982’de Lübnan siyasetine yaptığı başarısız müdahaleden alınan dersler yatıyordu.

Netanyahu hükümetinin benimsediği politika, İsrail’i üç önemli istisna dışında Suriye çatışmasının kenarında tuttu: İsrail, (i) ihtiyatlı/göze batmayan bir şekilde insani yardım sunmaya istekliydi, (ii) kendi toprağına ateş edilmesi veya bombalanması durumunda ateşle karşılık verecekti, (iii) Hizbullah’a gelişmiş silahların naklini veya kitle imha silahlarının teröristlerin eline geçmesini ihtiyatlı bir şekilde engelleyecekti. Başlangıçta bu şekilde yürütülen İsrail politikası, Suriye krizindeki büyük gelişmelere paralel olarak çeşitli değişikliklerden geçti. Bu bağlamda İran ve Hizbullah’ın Suriye iç savaşına müdahalesi 2013’te arttıkça İsrail de İran sevkiyatlarına yönelik kamuoyuna duyurulmayan saldırılara girişti. İsrail ayrıca Golan’ın Suriye kısmındaki [yani Kuneytra’daki] nüfusa önemli insani yardımlar sunmaya başladı ve ardından İran ile Hizbullah Suriye’nin bu bölgesine iyice yerleşmeye çalışırken İsrail de bazı yerel muhalif gruplara silah temin etmek suretiyle destek çıktı.

IŞİD olarak da bilinen İslam Devleti grubunun yükselişi ve bölgedeki mevcut düzene karşı meydan okuması, İsrail’in milli güvenlik çevrelerinde bir politika tartışmasını tetikledi. Düşünce ekollerinden biri, İsrail’e yönelik cihatçı tehdidi büyük bir meydan okuma olarak görürken, diğer ekol İran’ın radikal eksenini, Esed rejimini ve Hizbullah’ı ana tehdit olarak görmeye devam etti. IŞİD’in en sonunda gerilemesi ve İran meydan okumasının şiddetlenmesi, bu ikinci düşünce ekolünün argümanını doğruladı.

2015’te Rusya’nın Suriye iç savaşına askeri müdahalesi yeni bir unsuru devreye soktu. İsrail, sınırlarında Rusya’nın askeri varlığıyla ve bilhassa Rus konuşlanmasının Suriye hava sahasındaki hareket serbestisine yansımasıyla [yani İsrail’in istediği gibi Suriye hava sahasını ihlal edip bombardımanlar gerçekleştirmesini kısıtlamasıyla] başa çıkmak zorunda kaldı. İsrail ve Rusya geçici bir anlaşmaya ulaştı ve (Aralık 2018’de Moskova’nın bir Rus uçağının Suriye füzeleri tarafından düşürülmesi vakasında İsrail’i suçladığı) tek bir büyük istisna dışında, şimdiye kadar Suriye’de bir çarpışmayı önlemeyi başardı.

İsrail noktainazarından dönüm noktası, rejimin Aralık 2016’da Halep’te askeri zafer kazanmasıyla birlikte geldi. Bu zafer tam kapsamlı iç savaşın sonunu getirdi. İsrail, Esed’in Suriye’de otoritesini yeniden kurma çabası karşısında bir politika geliştirmek ve daha önemlisi, İran’ın bu ülkede hassas güdümlü füzeler konuşlandırması da dahil askeri altyapı inşa etme kararının üzerine gitmek zorundaydı. Tahran’ın başlangıçtaki politikası, İsrail’i İran’ın nükleer tesislerine veya Hizbullah’a saldırmaktan caydırmak için Lübnan’daki Hizbullah’a çok büyük miktarda roket ve füze sağlamaktı. Esed rejimini kurtarma çabasının başarısından cesaret alan İran, bundan böyle Irak ve Suriye topraklarından Akdeniz’e bir kara köprüsü inşa etme ve Suriye’de –vekâleten değil, doğrudan İran ordusu tarafından yönetilecek şekilde– Lübnan’daki yatırımını tamamlayıcı bir askeri altyapı oluşturma arayışıyla çok daha iddialı bir politika geliştirdi.

İsrail, Esed rejiminin Suriye’nin (veya büyük bir kısmının) kontrolünü yeniden ele geçireceği fikrine teslim oldu; ancak İran ve Hizbullah’ın Suriye’nin Golan’ına sağlam bir şekilde yerleşmemesini garanti altına almak istedi ve bu doğrultuda Akdeniz’den Suriye Golan’ına uzanan tek bir cephe oluşturma planını uygulamaya geçirdi. İran’ın Suriye’nin derinliklerinde askeri altyapı inşasını engellemeye de aynı şekilde kararlıydı. İsrail, 2016’dan itibaren İran tesislerini ve silah sevkiyatlarını imha etmek üzere düzenli bir mücadele yürütüyor. Bu mücadelede Trump yönetiminin zımni desteğini de aldı. Daha da ilginci, Rusya’nın İsrail’in bu mücadelesine ciddi bir şekilde müdahale etmemesiydi. Açıkça görülüyor ki Moskova, İsrail’le askeri ve diplomatik bir çarpışmaya girmekte isteksizdi ve –İran’la ikircikli ortaklığı göz önüne alındığında– İsrail’in İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına verdiği zararı pek de umursamıyordu.

Son dört yıldır İsrail’in Suriye politikası daha ziyade İran tehdidine odaklandı. Suriye krizinin önem arz eden diğer birçok yönü –Türkiye’nin askeri müdahalesi, siyasi-diplomatik bir çözüme ulaşmak için süregelen çabalar, Amerikan askeri varlığı, kuzeydoğu Suriye’deki Kürt meselesi, mültecilerin dönüşü ve yeniden yapılanma– İsrail için daha tali mevzulardı. Hâlihazırda İsrail politikası, Esed rejimine karşı muhalefetin ciddi bir askeri tehdit teşkil etmediği, buna mukabil rejimin Suriye topraklarının tamamı üzerinde kontrolü yeniden sağlama ve Suriye devletini,  Hafız Esed tarafından inşa edileni hatırlatır çapta yeniden tesis etme yeteneğinin hala bir soru işareti olduğu varsayımına dayanıyor.

Bir İsrail-Suriye barış anlaşması ihtimalinin şu an masada olmadığı aşikâr. Suriye’nin kendisi ciddi bir barış müzakeresi yürütebilecek iç bütünlüğü olan bir devlet değil ve İsrail bakış açısından, Golan’ı Esed gibi kendi ülkesini zar zor kontrol eden gayrimeşru bir yöneticiye iade etme fikri kabul edilemez.

İsrail-Suriye müzakerelerinin daha ilk günlerinden itibaren ‘barış için toprak’ anlaşmasına önemli bir muhalefet vardı. (…) Aralık 1981’de Başbakan Menachem Begin, İsrail hukukunu Golan’da uygulayacak şekilde genişletmeyi öngören bir kanun çıkardı. Begin, Doğu Kudüs’te olduğu gibi, Golan’ı ilhak yerine bu terminolojiyi kullanmakta dikkatliydi; ancak ‘İsrail hukukunun genişletilmesi’ ile ‘tam anlamıyla ilhak’ arasındaki ince ayrım, Mart 2019’da İsrail’in Golan üzerindeki egemenliğini tanımaya karar verdiğinde Trump yönetimi tarafından göz ardı edildi. Başkan Joe Biden’in dışişleri bakanı Antony Blinken, yeni yönetimin İsrail’in Golan’ı kontrol etmesinin hukuki yönlerine ilişkin çekincelerine işaret etti; ancak İran ve milisleri Suriye’de olduğu sürece İsrail’in topraklarda kalmak için meşru nedenleri olduğunu da belirtti.

(…)

1990’larda İsrail-Suriye barış arayışı ciddi ciddi devam ederken (…) bu, 1970’lerin sonundaki İsrail-Mısır barış anlaşmasının büyük ölçüde bir tekrarı gibi görülmüştü. (…) İsrail’le yapılacak bir barış anlaşması, yalnızca Golan’ı Suriye’ye geri getirmekle kalmayacak, aynı zamanda Washington’la yeni bir ilişki, iktisadi yardım, Suriye’de belirli bir düzeyde siyasi ve iktisadi liberalleşme ve Lübnan üzerindeki Suriye ve Hizbullah kontrolünün gevşemesi anlamına da gelecekti.

Ancak Mısır-Suriye benzetmesinde bir sorun vardı: Esed rejiminin meşruiyeti, (…) oynadığı Amerika’ya ve İsrail’e karşı Arap milliyetçi direnişi rolüne dayanıyordu. Rejim, direniş sancağı altında Suriye’nin bir azınlık grup tarafından (…) kontrolünü meşrulaştırmaya çalışıyordu. (…)

Barış anlaşmasına karşı İsrail’deki açık muhalefetin aksine, Suriye’de yüzeyin altında bu fikre muhalefet vardı. (…) Rejimin üst kademelerinde İsrail’le barışın rejimin itibarını ve konumunu baltalayacağını düşünenlerin daha üstü kapalı eleştirileri mutlaka olmalıydı.

Hafız Esed, İsrail’le müzakereler konusunda kararsızdı. İzak Rabin’in Suriye müzakerecisi olarak ben de Başbakan’ın Esed’in gerçek bir barış ortağı olup olmadığına ilişkin şüphelerinin farkındaydım. 1995 yazının başlarında Suriye Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hikmet Şihabi, muhtemel bir barış anlaşmasının güvenlik boyutlarını tartışmak üzere Washington’da İsrailli mevkidaşı Orgeneral Amnon Şahak ile bir araya geldi. İyi bir toplantı oldu; ama Şihabi, Şam’a geri dönüp Şahak’la görüşmelerini aktardığında Esed bunun “kötü bir toplantı” olduğuna karar verdi. Rabin daha sonra Esed’in gerçekten bir anlaşma imzalamak istemediği sonucuna vardı ve bana Suriye’yle anlaşmanın ikinci başbakanlık dönemini beklemesi gerektiğini söyledi (ama Kasım 1995’te suikasta uğradı).

Hafız Esed, Aralık 1999’da ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’a İsrail Başbakanı Ehud Barak’la gerçekten müzakere etmek istediğini söylediğinde fikrini değiştirmiş olabilir. Görünüşe göre Esed, İsrail’le müzakereleri tamamlayarak ve Golan’ı geri alarak oğlu Beşşar’a temiz bir sayfa bırakmak istiyordu. Aralık 1999’da Washington’da Barak-Şara toplantısı yapıldı ve ardından Shepherdstown’da başarısız müzakereler yürütüldü. Bu müzakerelerin başarısızlığa uğramasıyla potansiyel fırsat penceresi kapandı. (…)

Beşşar Esed döneminde İsrail’le iki arabuluculuk yapıldı: Türkiye tarafından Başbakan Ehud Olmert’le ve ABD tarafından Başbakan Binyamin Netanyahu’yla. İki Amerikalı arabulucudan biri olan Frederic Hof, Suriye isyanının patlak vermesinin 10. yıldönümü vesilesiyle Londra merkezli eş-Şark el-Avsat gazetesinde sağlam bir makale yayınladı. Bu defa Hof, Esed’le 28 Şubat 2011’de vardıkları geçici anlaşmanın şartları konusunda çok daha fazla ayrıntı verdi. Şöyle yazdı: Esed, “ABD arabulucusuna, İsrail’in 1967 Haziran’ında Suriye’den aldığı tüm toprakları iadeyi kabul etmesi şartıyla İran, Hizbullah ve Hamas’la askeri bağları koparacağını ve İsrail’e yönelik Suriye kaynaklı tüm tehditleri etkisiz hale getireceğini söyledi. Esed’in şartlı taahhüdünden günler sonra haberdar edilen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu arabuluculuğun ciddiyetini kabul etti ve ekibine, geliştirilen Amerikan taslağına dayanarak bir barış anlaşması doğrultusunda yol alın talimatı verdi.”

Boşuna umut veren bu gelişme bağlamında Hof, iki hafta sonra –Suriye’de çok daha büyük bir patlamaya neden olacak– Deraa’daki gösterilere Esed’in şiddet kullanarak karşılık verme kararını açıklamakta zorlanıyor ve şu spekülasyonu yapıyor:

“Bir ihtimal, Esed şartlı barış taahhütlerini iptal etmek ve ABD’nin arabuluculuğundan kaçmak için kasten şiddet kullanmış olabilir. Kimse onu bu taahhütlerde bulunmaya zorlamamıştı; elli dakikalık toplantı sırasında hepsini kendisi teklif etti. Bununla birlikte, tam stratejik yeniden konumlanma vaadini müteakip Beşşar Esed’in İran’ın muhtemel tepkisi ve barışın iç siyasi yansımaları konusunda tereddüde düşüp düşmediği merak konusu. Her halükarda, Suriye’ye iadesini istediği toprağı neredeyse tamamen İsrail’e devretmiş oldu. Hal böyleyken İsrail’in yeni Golan yerleşimine ‘Esed Tepeleri’ ismini koymak ‘Trump Tepeleri’nden daha uygun olacaktır.”

1992 ile 2011 yılları arasında gerçekleştirilen ciddi müzakere turlarından birinde Hafız veya Beşşar Esed tarafından İsrail’le bir barış anlaşmasına varılmış olsaydı, bunun Suriye için ne tür yansımaları olurdu sorusu üzerine bize ancak spekülasyon yapmak kalıyor.

Böyle bir anlaşmayla varılan bir barış, muhtemelen İsrail-Mısır barışından daha soğuk olurdu; ancak bu daha büyük bir yeniden konumlanmanın parçası olsaydı, Suriye içinde birikmiş ve Mart 2011’de patlayan baskının çoğunu gevşetirdi. Ancak babanın ya da oğlun o dönem Suriye siyasetinin liberalleşmesine izin vereceği ya da izin verileceği şüpheli. Hafız’ın sınırlı reformları ve Beşşar’ın 2000’de ‘Şam Baharı’ ile uğraşması ve ardından yaptığı sınırlı iktisadi liberalleşme, güç bir durumla baş etmesi gereken bir azınlık rejimi ikileminin aslında çözülemeyeceğini açıkça göstermişti.