18 Temmuz 2024 Perşembe

Z.T.KOR: SİYONİSTLERİN FİLİSTİN’İ NÜFUSSUZLAŞTIRMA POLİTİKASI 1948'TEN BU YANA DEVAM EDİYOR


SİYONİSTLERİN FİLİSTİN’İ NÜFUSSUZLAŞTIRMA POLİTİKASI 1948'TEN BU YANA DEVAM EDİYOR

Zahide Tuba Kor

Anadolu Ajansı, 18.7.2024

https://www.aa.com.tr/tr/analiz/siyonistlerin-filistin-i-nufussuzlastirma-politikasi-1948ten-bu-yana-devam-ediyor/3278444

 

NOT: Blogda yer alan 900’e yakın içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

 

Spot: Filistinliler, 1948 Savaşı sonunda düştükleri hale Nekbe, yani Büyük Felaket derler. Nekbe; evi, vatanı, onuru, her şeyi yitirmenin ve paramparça olup dağılmanın adıdır. 1948’de yaşanıp bitmiş bir hadise değildir, 76 yıldır devam etmektedir.

 

 Teröre başvurulmasaydı, Yahudi bağımsızlığının o tarihte elde edilmesi pek mümkün olmazdı. 

(Kudüs İbrani Üniversitesi Truman Araştırma Merkezinden Mordechai Nisan)

 

7 Ekim Aksa Tufanı akabinde İsrail, Gazze’de intikam ve yeniden işgal amacıyla insanlık tarihinin en yoğun ve yıkıcı bombardımanına girişti. Şehit düşen Gazzelilerin sayısını hiçbir zaman bilemeyeceğiz; keza yaşanan soykırımın ve yıkımın yol açtığı maddi-manevi hasarı ve bedeli de… Ama bunların hiçbiri yeni değil. Belki tek yenilik, tarihin artık kameralar önünde ve çok daha ölümcül silah sistemlerinin kullanımıyla tekerrür etmesi diyebiliriz. İngiliz manda döneminde özellikle 1936-1939 Büyük Arap İsyanı sürecinde başlayan, 1948’de etnik temizlikle devam eden ve işgal altında bugünlere gelen süreçte Filistinliler defalarca silahlı şiddete maruz kaldı, sevdiklerini yitirdi, yersiz yurtsuzlaştı, mülksüzleşti, fakirleşti ve acılarıyla kendi kaderlerine terk edildi. Son 9 ayda 76 yıllık hikâyenin hızlandırılmış bir özetini izliyoruz sadece.

BM siyonist diplomasinin önünü nasıl açtı?

Siyonist önderlerin 1900 yıl sonra Filistin’e geri dönerek demokratik bir Yahudi devleti kurma hedefi, işgali ve etnik temizliği beraberinde getirir. Nitekim 1880’lerde başlayan Doğu Avrupa’dan göçler sonucunda –İngilizlerin 1917 Balfour Deklarasyonu’yla “milli yurt” kurulmasına verdiği desteğe rağmen– 1947’ye gelindiğinde Filistin’de Yahudi nüfus yüzde 8’den ancak yüzde 30’a çıkar; elde edebildikleri toprak parçası da Filistin’in sadece yüzde 6’sı kadardır.

Siyonistler, İngiliz manda döneminde bir yandan müstakbel Yahudi devletinin kurumsal temellerini atarken diğer yandan işgal ve etnik temizlik planlarını hazırlarlar. Kullandıkları uluslararası siyasi ve diplomatik araçlara ilaveten 1939’da silahlı siyonizm de devreye sokulur. Bugünkü terminolojiyle tipik birer terör örgütü olan siyonist çeteler (Hagana, Irgun ve Stern), silahı 1940’larda sadece Filistinlilere değil, müstakbel Yahudi devleti önünde en büyük engel olarak görmeye başladıkları İngilizlere karşı da kullanırlar. İngiltere, 1944-1947 arası Yahudilerin silahlı isyanı karşısında meseleyi Birleşmiş Milletler’e havale eder.

29 Kasım 1947’de Amerika Birleşik Devletleri (ABD) baskısıyla kabul edilen ve iki devletli çözümü öngören BM Taksim Planı, siyonist diplomasi için tam bir zaferdir. Zira 70 yılda ancak yüzde 6’lık toprağa ve yüzde 30’luk nüfusa sahip olabilen Yahudilere, müstakbel devlet için Filistin’in yüzde 56’lık kısmı ayrılır. Ancak burada yaşayan yüz binlerce Filistinlinin varlığı, demokratik bir Yahudi devleti kurma önünde engeldir. İşte bu noktada siyonist çeteler üç aşamalı etnik temizlik politikasına girişir.

Siyonist çetelerin üç aşamalı etnik temizlik politikası

Önce birbirinden kopuk Yahudi kolonileri arasında yer alan Arap topraklarını işgal etmek için C Planı’nı devreye sokarlar; ama Mart 1948’e gelindiğinde Filistin nüfusunun yüzde 5’ten azı sürülerek 30 köyü insansızlaştırılır. Ancak siyonist hedefler için bu yeterli değildir. BM planında kendilerine tahsis edilen yüzde 56’lık alanın ötesine geçip Kudüs de dahil mümkün olduğunca fazla toprak elde edebilmek ve demografiyi tamamen değiştirebilmek amacıyla bir D Planı hazırlarlar. İktisadi yıkım ve psikolojik harp eşliğinde fiili saldırıyı içeren bu D Planı, Filistinlilerin kitlesel göçünü ve mülteci meselesinin doğuşunu tetikler. Özellikle Deir Yasin, Tantura, Duveyme, Ebu Şuşa, Safsaf, Beled eş-Şeyh gibi köylerden yayılan kan dondurucu katliam haberleri, kitleleri terörize edip panik içinde kaçmalarını sağlamada etkili olur. Öyle ki sadece 1 Nisan-15 Mayıs arasında 182 köy boşaltılır, Filistin şehirleri ele geçirilir. Akabinde başlayan ilk Arap-İsrail savaşında ve ateşkes sonrasında da etnik temizlik politikası sürer. Böylelikle siyonistler, 1950’lere gelindiğinde 1300 Filistin yerleşiminin yarısını tamamen yerle bir eder, ardından buraları ya ormanlık alana, park-bahçeye ya da yeni Yahudi yerleşimlerine dönüştürürler. 1947’den 1949’a gelindiğinde kontrollerindeki Filistin toprağını terör taktikleri ve savaşla yüzde 6’dan yüzde 78’e çıkartmış olurlar. Kalan kısımları Ürdün ve Mısır kontrolüne alır.

Peki bu süreçte çeteler neler yapar? Köyleri kuşatırlar, direnen köylerde çocuk-kadın demeden katliama girişirler, genç erkekleri olabildiğince çok infaz ederler, mahalleleri bombalarlar, evleri –içinde yaşayanlarla birlikte– havaya uçururlar, tarlaları ateşe verirler, evlerde kalan değerli eşyaları çalarlar, molozlara mayınlar yerleştirerek kaçanların geri dönmesini engellerler, Hayfa gibi yoğun nüfuslu şehirlerin dar sokaklarına benzin ve dinamit dolu varil bombaları atar, havan toplarıyla bombalarlar; hoparlörlerden Filistinli kadınların başka yerlerde kaydedilmiş çığlıklarını yayınlarken bir yandan da “Hayatını seven kaçsın, Yahudiler zehirli gaz ve nükleer silah kullanıyor” anonsu yaparlar. Kadınlara tecavüz haberleri de kitlesel kaçışlarda önemlidir. Daha evvel siyonistlerin her saldırısında direnen köylerin ahalisi bile panik içinde ayrılır.

1948 Savaşı’nda 15 bin Filistinli hayatını kaybederken 1,4 milyon Filistinliden 800 bini (yüzde 60’ı) mülteci konumuna düşer, aileler paramparça olur. Ancak göç yollarında ve sığındıkları yerlerde susuzluktan, hastalıktan, sıcaktan, denizde boğularak, siyonist çetelerin kurşunuyla ölenlerin sayısı bilinmez.

İsrail kurulduktan sonra da etnik temizlik sürer. İsrail içinde kalan 156 bin Filistinliden 30 bini (yüzde 15’i) 1950’lerin ortalarına gelindiğinde ülkeden kovulur. Dünya Yahudileri ise 1948’den itibaren yeni devlete akar. Filistinlilerin çiftlikleri, hayvanları, bağ-bahçeleri, fabrikaları, bankalardaki paraları, yıkılmamış güzel evleri, eşyaları, sanat eserleri, kıyafetleri, ata yadigarı her şey adeta savaş ganimeti gibi Yahudilerin eline geçer.

Savaştan sonra yitirdiği evini görmek, değerli eşyalarını veya geçim kaynaklarını almak, kaybettiği aile bireylerini ve akrabalarını bulmak için sınırdan sızmaya çalışan mülteciler çok şiddetli cezalandırılırlar. Öyle ki sızmaların olduğu Batı Şeria ve Gazze’deki noktalar vurulur, Mısır ve Ürdün hedefleri bombalanır, 1949-1956 arası çoğu silahsız binlerce Filistinli sınırı geçmeye çalışırken öldürülür veya yaralanır.

Bu arada fiziki katliamlara bir de hafıza katliamı eklenir. Daha savaş esnasında Filistin yerleşimlerinin ve coğrafi yüzey şekillerinin isimleri, Tevrat ve diğer dini-tarihi metinlere göre arkeologlarca İbraniceleştirilir ve 1300 yıllık Arap geçmişiyle bağ kopartılmaya çalışılır.

Mülteciler çadırlarda sersefil hayat mücadelesi verirken topraklarından hiç ayrılmayan Filistinliler İsrail vatandaşlığı alır ama hayatları daha iyi olmaz. Zira siyonizmin sömürgeci-yerleşimci projesinin ilk elden ve en uzun şahidi onlardır. Kendi topraklarında “istenmeyen misafir”diler; “stratejik ve demografik tehdit” sayılarak 1966’ya kadar OHAL düzenlemeleriyle sıkı bir askeri yönetim altında tutulurlar 1967’den sonra Gazze ve Batı Şerialılar da benzer bir askerî işgal yönetimi altına alınacaktır. Askerî valilere Filistinlilerin hayatının her alanını kontrol için; nüfusu sürgüne yollama, keyfi gözaltı, idari (yargılanmadan) tutukluluk, güvenlik veya kamu yararı adına topraklara ve mülklere el koyma, süresiz sokağa çıkma yasağı, köylerin giriş-çıkışlarını daimi kontrol, seyahati engelleme, vakıflara el koyma gibi alanlarda sınırsız yetki verilir. Şehirlerde kalanlar ya civar köylere sürülür ya da şehirlerin en fakir mahallelerinde oluşturulan küçük gettolara gönderilir. İlk yıllar tel örgüler ve çitlerle çevrili küçük alanlarda ikamet etmeye zorlanırlar. Daimi aşağılanma, mülksüzleşme ve marjinalleşmeye maruz kalırlar. Toprak sahipliği, su kaynaklarına erişim ve arazi satın alma hakları kanunla ellerinden alınır.

Devam eden Nekbe

Filistinliler 1948 Savaşı sonunda düştükleri hale Nekbe, yani “Büyük Felaket” derler. Nekbe; evi, vatanı, onuru, her şeyi yitirmenin ve paramparça olup dağılmanın adıdır. 1948’de yaşanıp bitmiş bir hadise değildir, 76 yıldır devam etmektedir. Vatansız kalan Filistinliler ve onların nesilleri sığındıkları ülkelerde binbir türlü sıkıntılarla boğuşurlar. İsrail’in her yaptığı katliamın yanında kâr kalması, yargılanmaması, dokunulmaması Nekbe’nin devamlılığını sağlayan temel faktördür. Kurucu elitler, 1948’de toprakların tamamını ele geçirmemiş olmanın pişmanlığı içinde sınırları genişlemek için sürekli fırsat kollar. Hatta 1956’da Gazze ve Sina’yı işgal ederler ama ABD’nin ve SSCB’nin tehditleri karşısında geri çekilmek zorunda kalırlar. Gazze’nin sadece dört aylık bu işgalinde 1000 Filistinliyi öldürürler.

1967’de altı günde topraklarını üç kat genişleterek hayallerine fazlasıyla ulaşırlar ama bu sefer kontrollerine giren büyük Arap nüfus karşısında Yahudi devleti olma vasfını yitirme endişesine kapılırlar. Tam da bu yüzden 1967 Savaşı akabinde işgalcinin tehditleri veya oyunlarıyla 300 bine yakın Filistinli, yani Batı Şeria’daki nüfusun yüzde 20’si ve Gazze’dekilerin yüzde 10’u Ürdün’e göçüp ikinci kez mülteci olur. Ayrıca işgal sırasında (7 Haziran 1967 itibarıyla) yurtdışında olan hiç kimsenin geri dönüşüne izin verilmez; yani yurtdışında okuyanlar, çalışanlar veya turistik seyahatte olanlar vatansız kalırlar. İzinsiz geri dönmeye çalışanlar yakalandığında vurulurlar. Topraklarını hiç terk etmeyenler ise İsrail işgali ve asker yöneticilerin OHAL altında, kademeli etnik temizlik ve mülksüzleştirme odaklı, hukuk kılıflı keyfi uygulamalarıyla türlü felaketlere düçar olurlar. Siyonistler için “Büyük İsrail”i inşa edebilmenin tek yolu, daimi bir kurumsal şiddete başvurmaktır; tam da bu yüzden Filistinlilerin en ufak bir silahlı veya barışçıl direniş girişimi tanklar ve ağır silahlarla bastırılır.

Bu arada 76 yıldır siyonist politikaların mağduru sadece Filistinliler de değildir; komşu ülkelerdeki milyonlarca Mısır, Ürdün, Lübnan ve Suriye vatandaşı da –tıpkı buralardaki kamplarda yaşayan Filistinli mülteciler gibi– İsrail’in “misilleme” kisvesi altındaki saldırıları ve bilfiil işgali yüzünden ya kalıcı olarak ya da belli bir süreliğine yerinden yurdundan olur, çok canlar yitirirler.

İmajına çok önem veren ve varlığını “ahlaki” temellere dayandıran İsrail, “etnik temizlik” argümanına karşı “nüfus transferi” tabirini kullanır. Tıpkı Batı Şeria’nın çevresini kuşatan 8 metre yüksekliğinde son teknoloji ürünü türlü güvenlik aygıtlarıyla teçhiz edilmiş ırkçı-ayrımcı duvar için “güvenlik çiti” demeleri, ordunun resmi adının “İsrail Savunma Ordusu” olması ve “dünyanın en ahlaklı ordusuna sahibiz” diye övünmeleri gibi… Yıllardır İsrail’in hem siyasi ve dini lideri hem de işgalci yerleşimciler, geriye tek bir Filistinli dahi kalmayacak şekilde yeni bir “nüfus transferi” çağrısını giderek daha fazla dillendiriyorlardı. 7 Ekim 2023’ü, bu hayali sadece Gazze’de değil, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te de gerçekleştirmek için bir fırsat bildiler.

Peki Siyonistlerin Filistinlilere yönelik vahşi politikalarının temelinde ne var? İnsanoğlu muhatabını insan-dışılaştırmadan veya tekfir etmeden kolay kolay katliama başlamaz. 7 Ekim’den sonra Savunma Bakanı Yoav Galant, Filistinliler için “insansı hayvanlar” demişti. Bu bakış yeni değildir. Temel dertleri, Avrupa’daki Yahudi sorununa çözüm üretmek ve devletlerini inşa etmek olan siyonist önderler, daha ilk göçlerden itibaren yerli Arap nüfusun varlığını reddeder ve onları ya bedevi ya da yabancı hatta istilacı sayar, dolayısıyla gelecek planlarına dahil etmezler. Theodor Herzl günlüklerinde Filistinlilerin nasıl sinsi yöntemlerle kaçırtılması gerektiğini anlatır. Siyonist tarih yazımında ise etnik temizliği ve mülteci meselesini yok sayma ve sorumluluktan kurtulma amacıyla Filistinlilerin hiçbir zaman var olmadığı ispatlanmaya çalışılır. Ülkenin Golda Meir gibi başbakanları da Filistinli diye bir halk olmadığını savunur. Filistinli mülteciler meselesinin ortaya çıkışında hiçbir sorumluluk kabul edilmez; Arap devletlerinin yönlendirmesiyle kendi kendilerine toprakları terk ettikleri iddiasındadırlar.

İsrail, silah gücüyle ve terör taktikleriyle kurulur, silah gücüyle ve devlet terörüyle ayakta kalır. Çünkü silahlı çetelerin liderleri ve milisleri, yani etnik temizliğin mimarları ve uygulayıcıları, bağımsızlık sonrası başbakanlık dahil en kritik makamları doldururlar. David Ben-Gurion, Menahem Begin, İzak Şamir, Ariel Şaron, Moşe Dayan gibi isimler koltuklarını geçmişte işledikleri katliamlarla “hak eden”lerdir. Misilleme doktrininin mimarı Genelkurmay Başkanı Moşe Dayan’a göre İsrail ilanihaye eli kılıçla yaşamak zorundadır. “Biz yerleşimci nesliyiz; çelik miğfer ve silah namlusu olmadan ne bir ağaç dikebilir ne de bir ev kurabilirdik. (…) Bu, neslimizin kaderi, hayat tarzımızdır. Tek seçeneğimiz, hazırlıklı olmak, silahlanmak, güçlü ve kararlı durmaktır” der. Yönetici elitin, askeri işgalin insan gücünü, refah düzeyini, itibarı, özgüveni ve siyonist ideolojiyi güçlendireceği beklentisi, işgalin ve etnik temizliğin tekrarlanmasının temel nedenidir.

 

Kaynaklar:

Felaketi Gördüm: Filistinliler 1948’de Yaşadıklarını Anlatıyor, (haz.) Alâ Ebu Dahîr, İz Yayıncılık, 2011.

David Hirst, Silah ve Zeytin Dalı: Ortadoğu’da Şiddetin Kökenleri, İyidüşün Yayınları, 2015.

Ilan Pappe, Yeryüzünün En Büyük Hapishanesi: İşgal Altındaki Toprakların Tarihi, Küre Yayınları, 2023.

Ilan Pappe, Unutulmuş Filistinliler, Küre Yayınları, 2020.

Avi Shlaim, Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası, Küre Yayınları.

Radvâ Âşûr, Tanturalı Kadın, Ketebe, 2019.

Jean-Pierre Filiu, Gazze Tarihi, Bilge Kültür Sanat, 2016.

“The Nakba did not start or end in 1948”, el-Cezire, 23.5.2017, https://www.aljazeera.com/features/2017/5/23/the-nakba-did-not-start-or-end-in-1948

“Massacres and the Nakba”, Al-Majdal Magazine, sayı 7, Güz 2000,  https://www.badil.org/publications/al-majdal/issues/items/489.html.

 

 


28 Haziran 2024 Cuma

Z.T.KOR İLE FİLİSTİN MESELESİ NEDİR, NE DEĞİLDİR?

 

ZAHİDE TUBA KOR İLE FİLİSTİN MESELESİ NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Röportajı yapan: Esma Kaleli

Yakîn dergisi, sayı 1

NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Filistin halkının direnişi, geçmişi, tarihi ve doğru bilinen yanlışları araştırmacı yazar Zahide Tuba Kor’a sorduk.

7 Ekim Aksa Tufanı nedir ve neden yapıldı?

Filistin direniş tarihinin en başarılı operasyonu ve İsrail’e yönelik en yıkıcı saldırısıdır. Gazze nüfusunun üçte ikisi mültecidir; yani 1948’de İsrail’in fiili ve psikolojik savaşla ele geçirdiği bölgelerden sığınanlar ve onların sonraki nesilleridir. Dolayısıyla 7 Ekim’de yaşanan, Gazzelilerin 75 yıl evvel dedelerine ait olan topraklara geri dönme çabasıdır.

Neden yapıldı sorunuza gelince, adı üstünde, Mescid-i Aksa’yı savunmak için. Çünkü aşırı sağcı İsrail hükümetinin hem Mescid-i Aksa hem de Batı Şeria’nın Yahudileştirilmesi hedefini gerçekleştirmesine ramak kalmıştı. 2020’de BAE ve Bahreyn’le “İbrahim Anlaşması” adı altında İsrail ile Arap dünyasını barıştırma, daha doğrusu geçmişte gayriresmi ve gizli yürüyen ilişkileri resmiyete dökme sürecinde sona yaklaşılmıştı. Eğer 7 Ekim yaşanmasaydı biz Ekim ayında Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesini, bu sayede kurulacak yeni ticaret yollarını ve boru hatlarını vs. konuşuyor olacaktır. Bu gerçekleşseydi Filistin meselesi adeta “tarihin çöplüğü”ne atılacaktı. Çünkü İbrahim Anlaşması’nın mantığı, -ABD’nin Asya-Pasifiğe odaklanmak için Ortadoğu’dan çekilmekte olduğu bir dönemde, Trump’ın damadının mimarı olduğu “Yüzyılın Anlaşması”na boyun eğmeyen ve taraf olmayan- Filistinlilerin yok sayılmasıyla, Amerikan müttefiklerinin uzlaştığı yeni bir bölgesel düzen kurulmasıydı. İşte 7 Ekim’de Filistin direnişi, bizi yok sayamazsınız, yüzyıldır Ortadoğu’nun en önemli meselesi biziz, Filistin-İsrail meselesi çözülmeden yeni bir bölgesel düzen kuramazsınız dedi. Revizyonist Siyonist Netanyahu hükümeti, bölge ülkelerini kendi safına çektiği bir ortamda Filistin üzerindeki emellerini, yani MS 70’te Romalılarca yıkılan tapınaklarını Mescid-i Aksa’nın bulunduğu yerde yeniden inşa ve Batı Şeria’yı ilhak sürecini başlatmayı planlıyordu. Bunun önünde tek engel İsrail’i vuran füzeleriyle Gazze’deki direniş olacağından Netanyahu hükümeti 2023 sonunda zaten Gazze’ye kapsamlı bir saldırı düşünüyordu. İzzettin Kassam Tugayları, İsrail halkının Yahudi bayramlar sezonunu kutladığı bir ortamda, beklenmedik bir saldırıyla orduyu ve bütün güvenlik birimlerini dumura uğrattı. Gazze’den sorumlu bütün birlikleri ve komuta kademesini ya öldürerek ya esir alarak saf dışı bıraktı. ABD’nin ve İsrail’in bölge planlarını altüst ettiği gibi İsrail’in bütün acziyetini ve vahşetini de dünyanın gözü önüne serdi. Gazze mahvoldu, ama İsrail de kolay kolay iflah olamayacağı şekilde büyük bir darbe aldı.

İsrail-Filistin arasındaki çatışma ortamının Aksa Tufanı üzerine başladığını öne sürüp Hamas’ı terör örgütü olarak tanımlayanlar var.  Peki gerçekte işin aslı nedir?

Filistin-İsrail çatışması, Siyonist çetelerin Filistin topraklarının yüzde 78’ini ele geçirmesiyle fiilen 76 yıl evvel başladı; aslında İngiliz mandası altında çatışma daha da eskiye dayanır. 1967’de bütün Filistin topraklarını işgali altına aldığından beri adım adım Yahudileştirme politikası devam ediyor. Sadece 2023 yılı içinde Batı Şeria’da yirmiye yakın köy, Yahudi yerleşimcilerin İsrail askerleriyle işbirliği içinde Filistinli köylülere sürekli saldırılarıyla boşaltıldı. Dolayısıyla çatışmanın durup dururken 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısıyla başladığını zannetmek, ya bölge tarihine dair cahilliğin ya da ideolojik önkabullerin bir ürünüdür.

Hamas’ın terör örgütü olarak görülmesi yeni bir şey değil. 1988’de resmen kurulduğundan beri İsrail ve Batı tarafından böyle görülüyor. Son yıllarda bazı Arap ülkeleri de bu kervana katıldı. Sadece Hamas değil, geçmişte İsrail’e karşı mücadele yürütmüş bütün ideolojik akımlar ve silahlı hareketler terör örgütü sayılıyordu. Hatta bugün Filistinlilerin meşru temsilcisi olarak görülen, Mahmud Abbas’ın başında olduğu FKÖ ve geçmişteki lideri Yaser Arafat, 1990’lardaki Oslo Barış Süreci’ne kadar Batı’da ve İsrail’de terörist kabul ediliyordu.

Dünyada müesses nizama isyan eden ve direnen hareketlerin birçoğu, silahlı olsun veya olmasın, -farklı kesimlerce- terör örgütü muamelesi görmüştür. Birinin özgürlük savaşçısı dediğini, diğeri terörist sınıfına koymuştur. Kim terörist-kim değil tartışması, çerçevesi belli, üzerinde ittifak edilmiş bir mesele değildir; siyasi çıkarlar ve tehdit algılarıyla bağlantılıdır.

Hamas, aslen Müslüman Kardeşler hareketinin Filistin kolu. Dini-toplumsal bir hareket olarak 1978’de ortaya çıktı, Birinci İntifada’nın başında resmen bir direniş örgütüne dönüştü, silahlı kanadı İzzeddin Kassam Tugayları 1992’de kuruldu. Geçmişte Filistin direnişinin ana aktörü el-Fetih ve FKÖ’nün Lübnan’dan Tunus’a sürülerek zayıflatıldığı ve 1990’larda İsrail’le barışa razı edildiği bir ortamda Hamas direnişin bayraktarlığını ele aldı. 2005’te siyasete girmeyi kabul etti. Ocak 2006 seçimlerinde Filistin halkının %60’ının oyunu aldı. Kısaca bugün Hamas siyasi, dini, toplumsal ve silahlı bir harekettir.

İsrail tüm dünyanın gözü önünde yüzlerce savaş suçu işlerken hala batı dünyası tarafından desteklenmesinin olası sebepleri nelerdir?

İsrail zaten Batı tarafından, özellikle Protestan (İngiliz ve Amerikan) aklı, parası ve gücüyle kurulup ayakta tutulmuştur. Batı’nın şımarık çocuğudur. İsrail ilk kez savaş suçu işlemiyor; tarihi savaş suçlarıyla doludur. Ancak ABD’nin tam diplomatik himayesi altında olduğundan herhangi bir yaptırımla karşılaşmıyor.

Ayrıca bugün Gazze’de İsrail’in işlediği katliamlara şaşırmamız bana çok garip geliyor. Benzerleri daha yakın dönemde Irak ve Afganistan’da ABD, Suriye ve Ukrayna’da Rusya tarafından gözlerimizin önünde işlendi. Ama tabii bunları görmek istemedik, görenlerin de sesleri ve tepkileri çok cılız kaldı. Daha da geçmişe gidersek, ABD’nin kuruluşu ile İsrail’inki birbirine benzerdir; hatta ABD’ninki daha da kanlı ve vahşidir. Maceracı, fırsatçı, hapishane kaçkınları da dahil Amerika kıtalarına giden sömürgeci-yerleşimci Avrupalılar, “medenileştirme misyonu” kisvesi altında yerli halkların soylarını kırıp oraları kendilerine “vatan” kıldılar. Siyonist proje de sömürgeci ve yerleşimci bir proje olması, yerli halkın çoğunu sürüp atması bakımından benzerdir. Kendisi hem uzak hem de yakın geçmişte sayısız savaş suçları işlemiş Batı’nın, kendi eliyle kurduğu ve ayakta tuttuğu İsrail’in işlediği savaş suçlarına karşı çıkması beklenemez.

Bu arada bütün genellemeler haksızlıklar barındırır. Batı kategorisi de böyledir. Batı’da İsrail’e karşı çıkan ve yıllardır mücadele yürüten birçok grup var. Boykot-Tecrit-Yaptırım (BDS) hareketi 2005’te yine Batı’da kuruldu. Devletler ile halklar arasında ayrım olduğu gibi, devletler arasında da farklı tutumlar mevcut; mesela İspanya sonuna kadar Filistin yanlısı.

Filistin meselesi üzerinde Müslüman ülkeler ve Ortadoğu neden birlik olamıyor ve de birleştirecek olası unsurlar nelerdir?

Çünkü her ülkenin kendi menfaatleri ve tehdit algıları var. Ve bazı ülkelerin menfaatleri ve tehdit algıları, 2011’den sonra başlayan halk ayaklanmaları ve bölgedeki siyasi değişim ihtimali karşısında İsrail’inkiyle örtüştü. Tam da bu nedenle ilk meyvesi 2013 Sisi darbesi olan Körfez-İsrail yakınlaşması, 2020’de İbrahim Anlaşmalarıyla taçlandı. Bölge, koltuğunu İsrail’in desteğine borçlu liderlerle dolu; Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi bunun baş örnekleri. Ayrıca Ortadoğu’da artık genç liderler kuşağı var ve bu gençler Arap-İsrail savaşları döneminde büyümediler. Onlar, bu konuya babaları gibi bakmıyor, hatta Filistin’i bir ayak bağı olarak görüyorlar. Bölge rejimlerinin birçoğu, “Arap Baharı”nın da etkisiyle Müslüman Kardeşler’i (ki Hamas da bu ekoldendir) kendilerine yönelik baş tehdit olarak görüyorlar. Aralarında yıllardır İsrail’e Hamas’ı yok etmesi için saldırmasını telkin edenler bile var. Eğer Arap ve İslam ülkeleri İsrail’e karşı birlik olabilseydi İsrail soykırıma girişemezdi.

2012 Kasım’ında İsrail Gazze’ye bir haftalık savaş açtı. O dönem Mısır’da Muhammed Mursi cumhurbaşkanıydı. İsrail’in vururum tehdidine rağmen Arap ülkelerinin ve Türkiye’nin dışişleri bakanları Refah sınırında geçerek Gazzelilere destek çıktı. İsrail onları vuramadığı gibi, Filistinlilerin en avantajına olan ateşkese razı oldu. Ama ondan bir ay sonra Mısır’da darbeye giden sürecin taşları döşenmeye başladı. Şunu demek istiyorum: İsrail ne zaman bölgede bir birlik ihtimali doğsa onu sabote etmiştir, çünkü bunu kendisine yönelik bir tehdit saymıştır.

Kurulumuna Kral Faysal’ın öncülük ettiği ve kuruluş amaçlarından birinin Müslümanlara karşı olası tehditlerde petrol ambargosu uygulamak olan OAPEC’i elindeki gücü kullanmaktan alıkoyan nedir?

Kral Faysal’ın akıbeti. Bu kararı aldırdıktan 5 ay sonra suikastla öldürüldü… Aslında az evvel anlattıklarım bu sorunun da cevabı niteliğinde. BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn gibi Körfez ülkelerinin çıkarı İsrail’le ortaklığı gerektiriyor. Filistin onlar için artık bir anlam ifade etmiyor. Körfez’in parası ile İsrail’in know-how’ı birleşerek yepyeni bir döneme geçilecekti. 7 Ekim Aksa Tufanı, hayallerini bir süreliğine de olsa suya düşürdü.

Yaygın olarak ortaya sunulan “Arapların Osmanlı’yı arkasından vurduğu” tezinin aslı nedir? Araplar bizi sattı mı?

Şerif Hüseyin isyanına katılan Araplar sadece birkaç bin kişiydi, başarısız oldukları için İngilizler esir aldıkları birkaç bin Arap Osmanlı askerlerini daha bunlara kattı; buna mukabil Osmanlı safında savaşan Arapların sayısı on binlerce, hatta belki yüz binlerceydi. (İngiliz arşiv belgelerinde bu isyancıların ne denli beceriksiz ve işe yaramaz olduğu yazar. David Fromkin’in Barışa Son Veren Barış kitabında bu isyan çok iyi anlatılır, okumanızı tavsiye ederim.) Şerif Hüseyin isyan ettiğinde Arap halklarının çok geniş bir kesimi buna karşı çıktı ve katılmadı, hatta onu hain olarak gördü. Ama isyan, hem Sykes-Picot Anlaşması’na rağmen Doğu Akdeniz’i Fransızlara kaptırmak istemeyen İngilizlerin çıkarları gereği kamuoyu önünde abartıldı, hem de Osmanlı sonrası Batılılarca kurulan yeni devletlerin önderlerinin ve daha sonra Arap milliyetçisi kesimlerin bir kahramanlık hikayesine duydukları ihtiyaç nedeniyle köpürtüldü.

Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere, Fransa, İtalya, Çarlık Rusya’sı yani Batı’nın başat aktörleri Osmanlı ordusuna arkadan değil, doğrudan saldırıp yüz binlerce askerimizi şehit ettiği halde bunu dile dolamadık; savaştan sonra Batı’yla düşmanlığı bırakıp hem hayat tarzı hem hukuk sistemi olarak onu kendimize bir rol model olarak aldık. Ama İngiliz altınlarıyla satın alınan birkaç bin Arap’ın isyanını -sanki geniş bir kitle katılmış gibi- dilimize pelesenk ettik. Bütün bunlar, yeni Cumhuriyet’in ideolojik yönelimini meşrulaştırmak, Osmanlı-İslam geçmişinden kurtulmak ve bölgeyle aramıza kalın bir çizgi çizmek için abarttığı bir söylemdir.

İsrail’in Filistin işgalini haklı göstermek isteyenlerin başvurduğu savunmalardan en çok konuşulanı “Arapların topraklarını satması” meselesi, Filistinliler gerçekten topraklarını sattılar mı?

Evet, satan tabii ki var. Ama toprakların en fazla %2’si satılmıştır. Filistin’e toplu Yahudi göçleri 1880’lerde başlıyor; Siyonistlerin toprak satın alımı ile ilgili kurumları 1900’lü yılların başında kuruluyor. 1917 sonunda İngiliz işgaline kadar Filistin’de Yahudi nüfus sadece %8 ve ellerindeki topraklar %2. Osmanlı yıkıldıktan sonra burada İngiliz mandası kuruluyor. Osmanlı devlet toprakları İngilizlere geçiyor. İngilizler Siyonistlerin toprak alımını kolaylaştırdığı halde 30 yıla yakın süren İngiliz manda döneminin sonuna doğru (1947 Kasım’ında) Yahudi nüfus %30’a, ellerindeki topraklar %6,5’a çıkıyor. 29 Kasım 1947’de BM’den Filistin’i taksim kararı çıkıyor. Kararda toprakların %56’sının Yahudi devletine, kalanının Arap devletine verilmesi, Kudüs ve çevresinde uluslararası bir yönetim kurulması öngörülüyor. Oysa buralarda hala Filistinliler yaşıyor. İşte bu karardan sonra altı ay sürecek iç çatışmalar ve ardından başlayan ilk Arap-İsrail Savaşı sonucunda İsrail kanla Filistin topraklarının %78’ini ele geçiriyor. 1967’de Altı Gün Savaşı’nda topraklarını üç kat genişletirken Filistinlilerin yaşadığı diğer %22’lik kısmı da işgal ediyor. Kısaca İsrail Filistin topraklarının kahir ekseriyetini kan dökerek ele geçirmiştir.

Filistin meselesinde bireysel olarak bize düşen görevler nelerdir, biz neler yapabiliriz?

Önce bilmek, öğrenmek gerekir. Bilmeden bilinç sahibi olunmaz, büyük davalar üstlenilmez, üstlenilse de başarıya ulaşılmaz. 7 Ekim, Filistin’i ne kadar bilmediğimize, sahanın gerçeklerinden ne kadar habersiz olduğumuza ayna tuttu. O yüzden hep sizleri İslam’ın ilk emrine davet ediyorum: “Oku!” İkincisi, ikna edici ve doğru söylem üretebilme becerisine kavuşmamız lazım. Sosyal medyada hem ülke içine hem de dış dünyaya hitap edebilecek her kesime ayrı propaganda faaliyetine girişmeliyiz. İsrail’in ve Siyonist lobinin gerçek dışı söylemlerinin altını hakikatlerle oymalıyız. Üçüncüsü, görsellik üzerine kurulu bir devirdeyiz. Etkili belgeseller üretmeyi önemsiyorum. Dördüncüsü, Yahudiler ancak parayla yola getirilebilir. Bu bağlamda kapsamlı bir boykot çok önemli. Batı’da 2005’te kurulan BDS hareketi başarılı bir modeldir; bunu örnek alabiliriz. Ayrıca Siyonistlerin ve destekçilerinin ürettiklerinden daha iyisini üretmeliyiz ki onlara mecbur ve mahkûm kalmayalım. Beşincisi, Müslüman’ın en önemli silahı duadır, bunu hiç bırakmayalım. Altıncısı, eylemlere gidin, ama sadece bağırmak, slogan atmak işe yaramaz; eylemlerde elinize bir Filistin kitabı alıp okuyun veya kulağınıza kulaklık takıp Filistin’le ilgili bir konuşma dinleyin. Tek başına sloganla, gazla veya Siyonistlere bedduayla Filistin kurtulacak olsa, şimdiye kadar bin defa kurtulurdu. Bu noktadan hareketle yedinciye gelelim. Tunus’un 2011-2014 yılları arasındaki Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki, otobiyografisinde şöyle der: “Peki ama mağlup olduğumuz gerçek savaşı –medeniyet, yani ilim ve amel savaşını– kazanamazsak siyasî mücadeleden nasıl galip çıkacağız?” Merzuki, babasının şu sözleriyle gençliğinde siyasetten vazgeçip doktor olduğunu anlatır: “Milletimizin siyasetçilerden çok daha fazla büyük doktorlara, bilim adamlarına, mühendislere, filozoflara ve mütefekkirlere ihtiyacı var. Eğer ki Arapçılığa ve Tunus’a bağlılığını ispatlamak istiyorsan bunu ilmî başarılarınla göstermelisin. Yahudilere bak. Onların gücü, her ferdinin ulaştığı ilmî ve meslekî seviyesinden geliyor.” (Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri, sf. 12-13) Babasının bu sözleri son derece doğru. Dolayısıyla var mısınız ilmî cihada? Son olarak İzzettin Kassam Tugayları, düşmanı İsrail’in hem başarısının sırlarını hem de zafiyet noktalarını çok iyi çalışmış. 7 Ekim’den itibaren düşmanını düşmanının silahıyla vurdu, hem de her alanda.

 

 


Z.T.KOR: “KÜLTÜRÜ BOZULMAYA MAHKÛM OLANLARLA SURİYELİLERDİR, BİZ DEĞİL”

 

“KÜLTÜRÜ BOZULMAYA MAHKÛM OLANLARLA SURİYELİLERDİR, BİZ DEĞİL”

Z. T. Kor ile röportajın 1. Bölümü: Minber-i Aksa dergisi, sayı 48, 2023, sf. 24-28.

Röportajı yapan: Elif Atabaş

NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Suriyelilerle 2011’den bu yana birlikte yaşama tecrübemizi genel olarak nasıl değerlendirirsiniz? Mesela Tandem dil mantığı veya bir dil kardeşliği projesi ile bizim Arapça onların Türkçe öğrenmesi gibi bir fayda sağlayamaz mıydık?

Aslında birçok şey yapılabilirdi. Arap dünyasının Türk kültürüne en yakın halkı Suriyelilerdir. Ülkemize gelenlerin çoğu coğrafi olarak Suriye’nin kuzeyinden. Yüzyıl evvel aramıza sınırlar çekilene kadar Suriye’nin kuzeyi ile Türkiye’nin güneyi aynı idari, iktisadi ve kültürel havzaydı. Halep, Osmanlı’nın Kahire’den sonraki ikinci büyük vilayetiydi ve bizim Güneydoğumuzun büyükçe bir kısmı idari olarak Halep’e bağlıydı. Yani sınırın kuzeyi ile güneyi etnik, dini ve aşiret bağları açısından süreklilik arz eder. Hatta röportaj yaptığım bir Suriyeli genç, Halep lehçesindeki kelimelerin %30’unun zaten Türkçe olduğundan bahsetmişti. Suriyelilerin zihinleri Türkiye’ye daha açıktı; ama bizimki kapalıydı, 1998’e kadar siyasi ilişkilere hâkim olan husumetin ve Arap fobisinin de etkisiyle. 2000’li yıllarda iki ülke ilişkilerindeki yakınlaşmaya rağmen biz Suriye’yi ve Suriyelileri hiç tanımıyorduk, hala da öyle. Zihnimizi dolduran olumsuz algılar ve yanlış bilgiler yüzünden birçoğumuz, ortak projeleri ve kültürel alışverişi düşünemediğimiz gibi, kültürümüzü bozacaklar zannediyoruz. Suriyelileri tanımaya çalışsaydık, aramızdaki kültürel benzerlikleri fark edebilirdik. Öte yandan son 20-25 yıldır küresel popüler kültüre ve tüketim kültürüne dalarak kendi tercihimizle Türk kültüründen uzaklaştığımızın da farkında değiliz.

İktisaden birbirimizi tamamlayıcı özelliklere sahibiz. Suriyeliler, bilhassa Halepliler girişimcidir, üretkendir, icatçıdır. Zanaatkârlık, el becerileri ve sabır isteyen işler, tamircilik gibi alanlarda iyidirler. Bunlar kendi gençlerimizin uzak durduğu alanlar. Suriyelilerin girişimciliği ve zanaatkarlığından daha fazla istifade edilebilirdi. Yine kendi insanımızın uzak durduğu mesela hasta veya çocuk bakımı gibi alanlarda onlara eğitim verilip istihdam edilebilirdi. Aynı şekilde Arapça öğrenmekte veya geliştirmekte Suriyelilerden daha fazla istifade edebilirdik. Suriye fasih Arapçanın en iyi öğretildiği ülkelerdendi.

1990 İstanbul doğumlu bir Suriyelinin benimle paylaştığı bir hikâyesi, Suriye’yi ne denli tanımadığımıza çarpıcı bir örnekti. Dedi ki “Her yeni okula kaydolduğumda bir tanışma faslı yaşanır ve ‘Nerelisin?’ diye sorarlardı, ‘Suriyeliyim’ derdim. ‘Suriye neresi?’ diye sorarlardı, ‘Türkiye’nin güneyinde’ derdim. ‘Sen Kürt müsün?’ diye sorarlardı, ‘Yok ben Arap’ım’ derdim. ‘Yani Suudi Arabistan’dan mı geldin?’ diye sorular devam ederdi. ‘Ya kardeşim Suriye’den geldim, Türkiye’nin güney komşusu’ cevabını verirdim. İnanın halkın bu konudaki genel kültürü çok zayıftı, ilgi ve alakası çok düşüktü.”



Suriyeliler hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar nelerdir dersek, ilk akla gelenleri söyleyebilir misiniz?

Aslında Suriyeliler hakkında bildiğimiz hemen her şey yanlış. Mesela, zannedilenin aksine, 12 yıldır devlet tek bir Suriyelinin kirasını ve faturasını ödemedi, herhangi bir nakdi yardım yapmadı. Başta Kızılay Kart olmak üzere Suriyelilere yardımlar, Avrupa Birliği veya Birleşmiş Milletler’e bağlı teşkilatların fonlarından tahsis ediliyor; ama bu fonlar -egemen bir devlet olduğumuz için- kendi devlet kurumlarımız üzerinden dağıtılıyor. Halkımız da bunların kendi vergileriyle devlet bütçesinden karşılandığını zannediyor. Mesela Kızılay Kart, AB finansmanlı bir karttır. Keza UNICEF ve UNESCO’nun Türk okullarında okuyan Suriyeli öğrencilere kırtasiye vs. desteği MEB üzerinden dağıtılıyor. Öte yandan devletimiz, kayıtlı mültecilere ücretsiz eğitim ve sağlık hakkı veriyor.

Kimimiz Suriyeliler işimizi elimizden alıyor diyor, kimimiz devletin akıttığı parayla ekmek elden su gölden yaşıyor sanıyor; onlara tembel veya dilenci diyen de var. Halbuki, Türkiye’deki bütün Suriyelilerin %30’dan fazlası iş piyasasında, buna ilkokul-ortaokul çağındaki çocuklar da dahil; alın terleriyle çalışıp kendi ayakları üzerinde duruyorlar. Suriyeliler, üniversite mezunlarımızın değil, fabrika veya inşaat işçisi en alt sınıfımızın işini alıyor veya kendi insanımızın tenezzül etmediği alanlarda çalışıyor. Kendi işini kuran da çok.

Ya da neden biz Türkler Suriyelere yardım ediyoruz da Suriyeliler kendi kendilerine yardım etmiyor deniyor. Oysa hem Türkiye’deki hem Suriye’deki Suriyelilere yardım için kurulmuş yüzlerce Suriyeli STK var. Ayrıca Suriye ekonomisi 2021’den bu yana çökmüş durumda; ortalama devlet memuru maaşı bu sene [2023] başında 20-25 dolara tekabül ediyordu, Temmuz’da 10-15 dolara düştü. Ülkede çok yüksek bir enflasyon var. Bugün Suriye içindeki nüfusun %90’dan fazlası fakirlik, yarıdan fazlası da açlık sınırı altında yaşıyor. Mülteci Suriyelilerin yolladığı paralar sayesinde ayaktalar.

Üniversitelere imtihansız girip Türk öğrencilerin hakkını yiyorlar deniyor. Halbuki onlar Türk değil, yabancı öğrenci kontenjanından, YÖS sınavına ve her üniversitenin kendi açtığı sınavlara girerek ve yüksek harçlar ödeyerek okuyorlar. Bu arada Türk üniversitelerinde lisanstan doktoraya kadar her düzeyde okuyan Suriyeli öğrenci sayısı 53 bin. Türkiye üniversitelerinde 2021-2022’de ön lisans, lisans ve lisansüstü yerli-yabancı bütün öğrencilerin 8,3 milyon olduğunu dikkate alırsak Suriyeli öğrenci sayısı sadece binde 6’ya tekabül ediyor.

Kopan diğer bir yaygara da devletimizi ele geçirecekler, kültürümüzü bozup bizi öz vatanımızda yabancı kılacaklar şeklinde. Halbuki kültürü bozulmaya mahkûm olanlar Suriyelilerdir, biz değil. 84 milyonluk bir ülkede 3,5 milyonluk bir nüfusun kültürümüzü bozacağını zannetmek, Suriyelilerin savaş ve göçle yaşadığı hızlı sosyolojik dönüşümden habersizliğimizin bir ürün. Göç hareketlerinde sosyolojik olarak ikinci nesil gittiği ülkenin dilini ve kültürünü; üçüncü, en geç dördüncü nesil de dinini benimser.

Yine bayramlarda gidebiliyorlarsa demek ki Suriye güvenli diyorlar. Halbuki 2017’den bu yana bayramlarda sınırı geçen Suriyelilerin sayısı 30-50 bin arasında. Yani ülkemizdeki Suriyelilerin en fazla %1-1,5’u bayramlarda Suriye tarafına geçiyor. Bunlar rejim bölgesine gitmiyor, Türkiye’nin kontrolündeki alanlarda yaşayan akrabalarını ziyarete ediyor. [Rejim bölgesinde gidişler zaten Türkiye değil, Lübnan üzerinden oluyor.] Bir aile tanıyorum. Dört erkek çocuğunu dedesi Kilis’e getirmiş; kalan çocuklar, anne ve babasıyla hemen güneyindeki Azez ilçesinde yaşıyor. Evleri arasında mesafe belki kuş uçuşu 10-15 kilometredir. Ama bu çocuklar anne-babaları ve kardeşlerini göremeden büyüdüler, sadece bazı bayramlarda gidebildiler. Kısaca bayramlarda kitlesel bir gidiş-geliş söz konusu değil.



Türk milleti olarak geçmişimizde bunca farklı milletten insanı aynı devlet çatısında barındırmış bir mirasa sahip olmamıza rağmen mültecilere karşı sizce neden ülkemizde bu kadar acımasız hadiseler oluyor? Benzer örnekler aslında tarihimizde de var mı?

Aslında vardı. Bunun en iyi örneği, savaşlarda alınan yenilgilerle Osmanlı geri çekilirken Balkanların ve Kafkasların Müslüman ahalisi kitleler halinde Anadolu’ya ve İstanbul’a sığındı. Buradaki varlıklarının kalıcılaşması yerli ahaliyi çok rahatsız etmiş; “Ne zaman gidecek bu bitli muhacirler” tarzında söylemler olmuş. Burada doğmuş ikinci nesilleri bile dışlanmaya devam etmiş. Dışlamacılık sadece dışarıdan gelen ‘yabancı’ya karşı da değil. Size çarpıcı bir örnek vereyim. İstiklal Savaşı sırasında Aydınlıların Yunanların saldırılarından kitlesel kaçışında babaannem, yetim kalan iki küçük çocuğuyla birlikte, Büyük Menderes Nehri’nin bir tarafından öbürüne geçmiş. Nehrin öbür tarafındaki varlıkları beklenenden uzun sürünce buradaki ahali “On günler yetmedi, bitli muhacirler gitmedi” diye söylenmeye başlamış. Halbuki nehrin iki tarafındakiler de Aydınlı. Keza şu an depremzedelerimizi sığındıkları yerlerde bağrına basanlar olduğu gibi kötü muameleyle kaçırtanlar da oldu. Mesela Mardin’de KYK yurdunda kalan Malatyalı bir hanım, bana sığındıkları kendi akraba evinden artık yeter diye birkaç hafta sonra nasıl kovulduğunu ağlayarak anlatmıştı. Uzayan her misafirlik, yakın akraba bile olsa, ev sahibini rahatsız eder. Zihinlerimize yerleşik Arap husumeti ve korkusu da Suriyelilere yönelik olumsuz algıyı ve muameleyi artıran bir etken. Öte yandan 2015’te Lübnan’dan İstanbul’a sığınmış Suriyeli bir hanım bana “adeta cehennemden cennete geldik” demişti. Lübnan başta olmak üzere başka ülkelere sığınan Suriyeliler, bizdekinden çok daha acımasız muamelelerle karşılaşıyorlar. 

Özelikle Güney illerimizde ikamet eden Suriyelilerin bize sığınmadan önceki sosyo-ekonomik durumu nasıldı? Ayrıca Suriyeliler bize yük algısı yayılmaya çalışılıyor. Suriyelilerin Türkiye ekonomisine katkısı yok mu?

Resmi verilere göre gelenlerin %60’ı Halep kökenli. Halep tarihte İpekyolu’nun üzerinde olup tüccarlık adeta Haleplilerin genlerine işlemiştir. Savaştan evvel Suriye’nin en kalabalık vilayeti ve iktisadi merkeziydi. Halepliler ya girişimci, sanayici ve tüccardı ya zanaatkardı ya da fabrika işçisiydi. Orta sınıftan ziyade, nüfusu üst veya alt tabakadandı. Girişimci ruha sahip Halepliler Gaziantep başta olmak üzere güney illerimize çok fazla yatırım yaptı. Zaten Halep’in fabrikalarının çoğu savaş yüzünden Antep’e taşındı. Tekstilden halıcılığa, gıdadan inşaat malzemesine kadar çok çeşitli alanlarda fabrika ve üretim tesisi kurdular, ihracat yapıyorlar. Türkiye’ye göç genelde kuzeyden olduğu için Halep kırsalı, Haseke ve İdlib’den ziraat ve hayvancılıkla uğraşanlar da geldi. Yatırımcılar, zanaatkarlar, fabrika işçileri ve çiftçiler bizim de iktisaden ihtiyaç duyduğumuz kesim.

Öte yandan işadamlarımız maalesef ki Suriyelileri sigortasız ucuz işçi olarak çalıştırıyor ve bu şekilde üretim maliyetlerini düşürüyorlar. Hiç farkında değiliz ama ülkemizdeki Suriyeliler ve diğer bütün göçmenler ülkelerine yollansa birçok alanda ya üretim duracak ve fabrikalarımız kapanacak ya da ürünlerin fiyatları fırlayacak. Ayağımıza giydiğimiz ayakkabıdan üzerimizdeki kıyafete ve midemiz giren gıdaya kadar hemen her alanda Suriyelilerin ve diğer göçmenlerin ucuz emeğini tüketiyoruz.

Güney illerimizdeki vatandaşlarla akrabalık bağları olan Suriyelilerin oranı biliniyor mu?

Bunu bilmek mümkün değil. Sınır mesela Nusaybin ile Kamışlı gibi bazı ilçelerin, kasabaların ortasından çekildiği için aileler bölünmüş. Öte yandan Cumhuriyet’in ilk dönemi güney illerimizden başta Kürt nüfusumuz olmak üzere Suriye’ye epeyce çok göç olmuş. Son on yılda onların torunları Türkiye’ye geri döndü. Şapka kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması, dinî eğitime konan engeller, Şeyh Sait İsyanı vs. nedeniyle çok sayıda alim, mutasavvıf ve müderris sınırın diğer tarafına -kendi deyimleriyle- hicret etmiş, Anadolu’da kapatılan medrese ve tekkeleri Suriye’de açmış. Dinî ilim almak isteyen gençler de Suriye’ye gidip orada kalmış. Başkent Şam’da Hayyu’l-Etrak ve Hayyu’l-Ekrad diye anılan Türk ve Kürt mahalleleri olduğunu biliyor musunuz?

Neden mülteci değil de sığınmacı diyoruz? Geçici korumanın kapsamı nedir?

Anadolu tarihten beri göç yolları üzerindedir. Bu yüzden Türkiye, mültecilerle ilgili uluslararası sözleşmelere coğrafi çekinceyle imza koymuştur. Buna göre sadece Avrupa Konseyi ülkelerinden gelenleri mülteci olarak kabul ediyoruz. Suriye’den gelenlere ise geçici koruma statüsü verildi. Buna göre Türkiye, gelen Suriyelilerin yiyecek, barınma ve güvenliğini sağlama sorumluluğunu üstleniyor; ama hukuki veya idari herhangi bir sorumluluk almıyor. Statü adı üstünde geçici olduğu için teorik olarak Türkiye istediği anda korumayı kaldırabilir; ama pratikte bunu yapamaz. Çünkü biz Suriyelileri mülteci olarak kabul etmesek de, uluslararası hukuka göre savaş yüzünden canı tehlikede olduğu için yurtdışına çıkmış Suriyeliler mülteci konumundadır; ülkelerine zorla geri gönderilemezler, bu bir suçtur. Ama tabii gönüllü geri dönüş belgesine zorla imza attırılarak ülkesine yollanan çok fazla Suriyeli var.

Türkiye maddi, manevi, hukuki ve akademik olarak bu göç sürecine ne kadar hazırdı? Son 10 yılda bu alanlarda ne gibi gelişmeler yaşandı? 

Türkiye bu sürece hiç hazır değildi. 2003’te üniversite son sınıfta İnsan Hakları Hukuku dersi almıştım. Bu ders için ödev olarak bir arkadaşımla birlikte mülteci hukuku konusunu seçmiştik. Kaynak ararken şok olduk; çünkü Türkiye’de mülteci hukuku alanından akademide yazılmış Kemal Kirişçi’nin iki makalesi dışında kaynak yoktu. BMMYK’yla iletişime geçip onlardan kaynak istedik; koca bir kutu dolusu İngilizce kitabı evimize kargoyla yolladılar.

Cumhuriyet tarihi boyunca defalarca kitlesel göç aldığımız halde mültecilerle ilgili 1934 tarihli İskân Kanunu’ndan sonra ilk yönetmelik, düşünün, 1994’te çıktı. Ve bu İltica Yönetmeliği ciddi problemler içerdiğinden zannedersem 2006’da düzeltmeler yapıldı. Hukuki alanda hepsi bu kadar. 2013’e kadar ülkemize sığınan Suriyeli sayısı henüz az olduğundan idare edildi. Ama 2014’te sığınmacı sayısı bir anda artınca İçişleri Bakanlığına bağlı Göç İdaresi Başkanlığı kuruldu. Öte yandan her türlü hazırlıksızlığımıza rağmen süreci diğer ülkelere kıyasla aslında çok daha iyi idare ettik. Bu arada AB’nin göç ve mültecilerle ilgili hukuki düzenlemeleri olduğu halde 2015’te bir milyon Suriyelinin göçüyle Avrupa ülkeleri dumura uğradı ve siyasetleri altüst oldu. Hükümetleri, liderleri devirdi bu konu.

Kayıtlı Suriyeli sayısı ülkemizde ne kadar? Erkek, kadın ve çocuk oranları nasıl? Bunların ne kadarı vatandaşlık almış̧ durumda?

Yıl yıl ülkemizdeki Suriyeli sayısını vermek daha anlamlı olabilir: 2012’de 14 bin (2012’nin ortalarında Halep’te savaş başlıyor), 2013’te 226 bin, (IŞİD’in kuzeyde yayılmasıyla birlikte) 2014’te 1,5 milyon, (Rusya’nın rejim lehine savaşa müdahalesi ve Halep’i vurmasıyla) 2015’te 2,5 milyon, 2016’da 2,8 milyon, 2017’de 3,4 milyon; 2018-2022 arası 3,6-3,7 milyon; 2023’te 3,5 milyon. (Ülkemizde 100 bin kadar da ikamet izniyle yaşayan Suriyeli var.)

2017’den sonra göçmen akını önemli ölçüde durdu. Çünkü Türkiye 2016 Ağustos’unda Fırat Kalkanı Operasyonu’nu başlatıp 2017’de kontrol altına aldı. Bundan sonra yerinden olanları sınırın güneyinde kurduğu kamplarda tutarak Türkiye’ye gelişlerini çok büyük ölçüde durdurdu. Ayrıca 2017’de Türkiye’deki bütün mülteciler adrese kayıtlı hale getirildi.

Resmi verilere göre Türkiye’de toplam yabancı nüfus 5,5 milyon olup bunun 3,4 milyonu geçici koruma statüsündeki Suriyeli. Bunlardan 1,8 milyonu erkek (%53), 1,6 milyonu kadın (%47); yani erkeklerle kadınlar arasındaki fark sadece 174 bin. 10 yaş altı nüfus 989 bin (%29), 15-24 yaş arası 655 bin (%18). Suriyelilerin %98’i şehirlerde yaşıyor. Mülteciler Derneği’nin internet sitesinde “Türkiye’deki Suriyeli Sayısı Temmuz 2023” başlığı altında ayrıntılı verilere ulaşabilirsiniz.

11 yılda 3,5 milyon Suriyeliden sadece 223 binine (%6) vatandaşlık verildi (19 Aralık 2022 verisi); bunların 127 bini reşit, 97 bini çocuk. Bunların birçoğu da Suriye’nin Türkmenleri. Şunu bilmek lazım; geçici koruma statüsündekilerin T.C. vatandaşı olma hakkı yok. 2013 Geçici Koruma Yönetmeliği’ne göre “Türkiye’de yaşamak, vatandaşlık başvurusu yapma hakkını doğurmaz.” Hatta Türkiye’de doğan Suriyeli çocuklar da geçici koruma statüsünde. Normalde yabancılar şu üç kriterden birini karşıladığında vatandaşlık elde edebiliyor: (i) Türklerle evlilik yapma, (ii) Türkiye’de ikamet izniyle kesintisiz en az 5 yıl yaşama, (iii) belli miktarda yatırım yapma. Geçici koruma statüsündeki Suriyeliler ise her üç kriteri aynı anda sağlasa bile vatandaş olamıyor. Onlara ‘istisnai vatandaşlık’ imkânı sunuluyor. Buna da Suriyeliler başvuramıyor; devlet, kendi uygun gördüğü kişilere teklif ediyor. Kimlere? Türkiye’ye sanayi tesisi getirenlere; bilimsel, teknolojik, ekonomik, sosyal, sportif, kültürel, sanatsal alanda olağanüstü hizmet yapan veya yapacağı düşünülenlere. Vatandaşlık için temel kıstas ülkemize fayda sağlama.

Suriyeliler geldikten sonra suç oranları arttı mı? Türkiye-Suriye sınırında duvarlar hangi yıl ve neden örüldü? 

Sınıra beton duvar örülmesi, ilk kez Ocak 2016’da Hatay’ın Yayladağ ilçesinden başladı; 2021 itibarıyla 837 km’lik duvar tamamlandı. Ayrıca sınırda 24 saat kontrol sağlayan birçok elektronik aksam var. Şu an Türkiye’ye kaçak giriş çok zor. Sınırdan girmeye çalışırken hayatını kaybedenler bile var. Eğer bu iş kolay olsaydı sınırın hemen öte tarafında kurulu çadırlarda yıllardır sefil bir hayata mahkûm kalan yüz binlerce Suriyeli çoktan ülkemize girmiş olurdu.

Suç oranlarına gelirsek, mülteciler konusunda uzman Türkiye’deki en önemli akademisyenlerden Prof. Dr. Murat Erdoğan’ın Habertürk’te Afşin Yurdakul’un programındaki sözlerini aktarayım: “Türklerin Suriyelilerden 4 temel korkusu vardı: işimi alacaklar, suç artacak, kimliğimiz bozulacak, kamu hizmetleri kötüleşecek. İlk ikisi yani işimi alacaklar ve suç artacak korkusu, Suriyeliler bu konuda çok dikkatli davrandığı için gerçekleşmedi. Aşırı yoğun oldukları yerler dışında Suriyeliler kendi ayakları üzerinde durmayı başardılar. Çatışmasız ve sorun yaratmadan yaşama gayreti ile toplum huzurunu bozacak eylemlere girişmediler.” Resmî veriler de bunu doğruluyor.

Misafir olduğunuz, hukuki güvencenizin olmadığı ve her an sınır dışı edilebileceğiniz bir ülkede suç işler misiniz? Suç işleyenler cezasını çektikten sonra sınır dışı ediliyor. Türk halkının suç oranı Suriyelilere kıyasla katbekat fazla. Suç kapsamındaki şeylerin bir kısmı buranın hukukunu bilmedikleri için. Türkiye’de suç işlediği için sınır dışı edilen Suriyeli sayısı son 6 yılda 19.000 kadar. Bu suçların hepsi adi suçlar da değil. Trafik kazası yapan, 18 yaş altı evlilik, karı-koca kavgası, komşuların şikâyeti, Suriyelilerin kendi aralarındaki problemlerden de kaynaklanıyor. Ebeveynler yanlışta ısrar eden çocuklarına geri adım attırmak için ceza vermekten bile ya hapse atılırsak diye korkuyorlar. Fakat zaman zaman Esed’in ajanları kasıtlı olarak ortalığı karıştıracak provokasyonlar yapabiliyor.

 


“KÜLTÜRÜ BOZULMAYA MAHKÛM OLANLARLA SURİYELİLERDİR, BİZ DEĞİL”

Z. T. Kor ile röportajın 2. Bölümü: Minber-i Aksa dergisi, sayı 49, 2024, sf.42-49.

Röportajı yapan: Elif Atabaş

 


Suriye’de savaş̧ neden bitmiyor? Ya da şöyle soralım: Suriye’deki savaş ne zaman Suriyelilerin savaşı olmaktan çıktı?

Suriye Suriyelilerin elinden, küresel ve bölgesel güçlerin yerel güçler arasında patlak veren çatışmalara müdahalesiyle birlikte daha 2012’de çıktı. 2019-2020’de -kuzeybatı cephesi hariç- fiili savaş bitti ama sosyo-ekonomik hayatta kalma savaşı başladı. Suriye iktisaden çökmüş durumda; savaş yüzünden tarım ve sanayi alanında ne altyapı ne de üretim kaldı. Bu arada 2020’den bu yana çatışmalar dindi; çünkü hem Astana sürecinde İran, Rusya ve Türkiye hem de Rusya ile ABD arasında varılan anlaşmalar sonucu de facto (fiili) bölgeler oluştu. Buna göre, rejimin bölgesi İran ve Rusya’nın, SDG’nin bölgesi Amerika’nın, muhaliflerin bölgesi de Türkiye’nin kontrolünde. Dolayısıyla dış güçler içerideki yerel aktörlerin savaşmasını engelliyor. Ama bu demek değil ki Suriye meselesi çözüldü. Ortada siyasi çözüm namına kaydedilmiş tek bir ilerleme yok. Bu arada Suriye’nin iktisadi kaynakları SDG bölgesinde; rejim SDG ile bir tür anlaşma yapıp Fırat’ın doğusunu doğrudan veya dolaylı kontrol altına almadan iktisaden ayakta kalamaz.

Suriye iktisadi açıdan savaş dönemindekinden çok daha beter durumda. Suriye halkının bugün yüzde 90’dan fazlası fakirlik sınırı altında yaşıyor. En kötü hayat şartları rejimin kontrolündeki bölgede. 2023 başında devlet memurlarının aylık maaşı 20-25 dolar bandındayken bu yaz 10-15 dolara indi; üstelik geçmişte rejimle ilişkileri kesen ülkeler ve örgütlerin birçoğu, ilişkileri yeniden kurduğu halde. 10 dolarla bir aile geçindirilebilir mi? Yine savaşın hiç girmediği şehir merkezleri hariç rejimin bölgelerinde doğru düzgün elektrik, su, yakıt, ilaç yok; sağlık ve eğitim sorunları çok. İnsanlar ya yurtdışındaki mülteci akrabalarının yolladığı paralarla yahut insani yardımlarla veya dilenerek ayakta durmaya çalışıyor. Türkiye’nin kontrolündeki alanda ise durum, iktisaden sadece bir tık daha iyi, o kadar.

Uzun süren savaş ve yersiz-yurtsuz olma halinin toplumları sürüklediği ahlaki çöküntüden bahsedebilir misiniz?

Savaşlar ahlak üretmez. Adam öldürmek, yaralamak, adam kaçırmak ve alıkoymak, işkence yapmak, mülkü yağmalamak ve ele geçirmek, insanları zorla tehcir etmek gibi normalde suç sayılan fiiller savaşlarda mubah, hatta ‘meşru (!)’ hale gelir ve yaygınlaşır. Dolayısıyla savaşın kendisi insanoğlunun ahlakını tüketir ve bu fiiller uzun süre devam ettiğinde davranışlara yerleşir. Şu an savaş dindi ama savaş sırasında kazanılan kötü alışkanlıkların tamamı devam ediyor. Milisler birer çeteye dönüştü. Ekonomik kriz altında hem milislerin hem de resmî güvenlik görevlilerinin maaşı çok düşük olduğundan fidye için adam kaçırma ve öldürme, mülklere el koyma, işkence, hırsızlık, gasp, yağma, kaçakçılık vs. devam ediyor. Dolayısıyla siviller için emniyetsizlik hali sürüyor. Yine her savaş bölgesinde fakirlik arttıkça fuhuş da artar. Bu arada rejimin muhaliflerle savaşta kullandığı yöntemlerden biri sistematik tecavüzdü. Çocukları buna maruz kalmasın diye Türkiye ve başka ülkelere sığınan birçok Suriyeli aile oldu. Ekonominin çöktüğü bir ortamda rejimin ana gelir kaynağı uyuşturucu üretimi ve kaçakçılığı. Suriye şu an dünyanın en büyük uyuşturucu üreticilerinden biri olup hem bütün bölgeye ihraç ediyor hem de içeride kendi halkını bağımlı hale getiriyor. Hem rejimin hem de muhaliflerin bölgesinde bir sürü uyuşturucu bağımlısı genç var.

Savaşın ilk yıllarında doğudaki vatandaşlarımız oldukça özverili şekilde mültecilere kucak açmıştı. Fakat sonra bu sürecin çok uzaması, kontrolsüzlük ve plansızlıkla işin yönetilemez bir boyuta ulaşması, sahada bulunan görevliden bölge halkına kadar herkeste bir bıkkınlık oluşturdu diyebilir miyiz?

Evet, diyebiliriz. Bu arada uzun süren misafirliği kimse sevmez. Savaş yüzünden yaşanan göçlerde ev sahibi toplumlar önce merhamet duygusuyla kucak açarlar, geleni kabullenip bağırlarına basarlar. Varlıklarının geçici olduğunu, geri döneceklerini düşünürler (göçenler de başta böyle zannederler). Ama bu süreç uzadığında, kalıcı olacakları fark edildiğinde iş değişir. Yine maddi etkiler de bir rahatsızlık kaynağına dönüşür. Mesela arz-talep dengesinin bozularak kira fiyatlarının yükselmesi, hastanelerden randevu almak isteyen hasta sayısının artışıyla bekleme süresinin artması, alt sınıfların çalışma alanlarına Suriyelilerin ucuz işgücü olarak girmesi gibi. Yine mesela okullardaki öğrenci sayısının artışı, gelen mülteci öğrencilerin Türkçe bilmemesi ya da az bilmesi ve dersleri anlayamaması yüzünden eğitim kalitesinin düşmesi gibi nedenler de huzursuzluğa yol açan faktörlerden. Özellikle Güneydoğu’da çok daha yaygın olan Suriyelilerin ikinci-üçüncü eş olma vakaları ve aile içi huzurun bozulması da kadınların mültecilerden nefret duymasını tetikledi. Belediyelere bütçeler her ilin ve ilçenin Türk nüfusuna göre ayrılıyor, ilave mülteci nüfus hesaba katılmadığından belediyelerin hizmet kalitesi düşüyor ve bu da özellikle sınırda fazlaca mülteci nüfusa ev sahipliği yapan illerin sakinlerini rahatsız ediyor. Yani meselenin birçok boyutu var.

Öte yandan burada öfkenin -en azından bazı durumlarda- yanlış yere yöneltildiği kanaatindeyim. Suriyeler kötü evlerde yüksek kiralara oturmayı kendileri mi seçti, yoksa ev sahiplerimiz mi durumu istismar etti? Ya da üç kuruşa, sigortasız çalışmayı Suriyeliler mi istedi, yoksa iş adamlarımız mı onların mağduriyetini sömürdü? Sorunların ağırlaşmasında kendi yaptıklarımızın veya yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın da etkisi olduğunu unutmamak gerek. Bu arada daha baştan göç politikasını planlı programlı yürütebilseydik bazı problemler ortaya çıkmaz veya çıksa bile etkisi az olurdu.

Yönetmen Andaç̧ Haznedaroğlu Misafir filminden sonra “bir film çektim hayatım değişti” dedi. Bu kadar yıllık şahitliklerinizden sonra, sizi en çok etkilen bir olayı anlatır mısınız?

15 yıla mahkûm olan Şam Kırsalı’ndan dul bir hanım vardı. 2014-2015’te iki sene hapis yatmış. Sonra 3 milyon Suriye lirası gibi çok yüksek bir kefaletle hapisten çıkmış ve bir ay sonra yeniden tutuklanacağı haberini alınca mecburen üç çocuğuyla Türkiye’ye sığınmış. Türkiye’ye doğru kaçarken güvenlik güçleri baba evine gelip kadının teslim olmasını istemiş. Babası “Kızım nerede bilmiyorum” deyince güvenlik güçleri anne-babasını zorla arabaya bindirip Lübnan sınırına bırakmış. “Allah’tan Lübnan’da kardeşim vardı, anne-babam onun evine yerleşti” dedi. Dokuz kardeş olan bu hanımın kardeşleri savaşın ilk yıllarında farklı ülkelere dağılmış. Annesinin ve ağabeyinin kahırdan öldüğünü söyledi. Vatan hasreti yaşayan babası “Beni vatanıma götürün” diye sürekli ağlıyormuş. “Geri dönmemiz imkânsız; evimiz bombalanmış, hiçbir şeyimiz kalmadı” dedi. Dinlediğim en sarsıcı savaş ve göç hikâyelerinden biriydi. Hapishanede yaşadığı işkenceleri anlatırken kötü oldu, yarım bıraktı.

Kilis’te yaralı bakımevine gittiğimde beş yıldır kanser tedavisi gören bir Suriyeli hanımla tanıştım. Suriye’nin kuzeyinde çadır kampta yaşayan 9-18 yaş arasında 7 çocuğu varmış ve onlara bakan eşi 3 sene evvel vefat etmiş. “Çocuklarına şimdi kim bakıyor?” diye sordum; “Hiç kimsem yok ki. Allah’a emanetler” dedi. Düşünün, kadın Türkiye’ye tedaviye geldiğinde çocukları 4-13 yaş arasında! Geri dönse bir daha Türkiye’ye girme hakkı olmadığı için mecburen burada kalmış. Geçen sene Kilis’te vefat etti. Çocukları ne halde kim bilir…

Yine Kilis’te felçli bir hanımla tanıştım. Müdürlüğünü yaptığı ortaokulda öğrencileri hafızlık icazet töreni için toplandığında Rus uçakları okulu bombalamış. 70 öğrencisi paramparça hayatını kaybetmiş. Yeni evlendiği eşi ölmüş. Kendisi görme yetisini kaybetmiş ve felç kalmış. Bana şöyle dedi: “Tepemize düşen bombayla sıhhat ve afiyetim, işim, yuvam, eşim, emniyetim, yürüme ve görme yetim, huzurum, her şey gitti.” Bir bombayla hayatı geri dönemeyecek şekilde değişen milyonlardan sadece biriydi.

Bunlar gibi bir yığın hikâye dinledim. Beni en çok etkileyen ise başlarına gelen onca acı olayı anlattıktan sonra “Her halimize hamdolsun” demeleriydi.

Savaştan evvel bir Suriyeli memleketinde bir gününü nasıl geçirirdi? Çalışma saatleri, sosyal aktiviteleri nasıldı? Kadınlar çalışma hayatında ne kadar vardı? Neden bize çok rahat insanlar gibi geliyorlar ve bunca yaşadıklarına rağmen gülebilmelerini biz neden garipsiyoruz?

Çok rahat insanlar; çünkü Akdeniz halklarının geneli rahattır, sadece Suriyeliler değil. Bir de diktatörlüklerde en ufak bir eleştiri bile tutuklanmaya yol açtığı için toplumda mizah ve ince espri çok gelişmiştir. Mizah insanların kendini ifade biçimidir… Suriye halkı evinde oturabilen bir halk değildi; misafirliğe gitmeyi, misafir ağırlamayı ve sokakta gezip tozmayı çok severdi, hayatın tadını çıkarmasını bilirlerdi. Suriye’de mesai saatleri kısaydı; dolayısıyla ailesinin geçimini sağlamaktan sorumlu erkekler işten erken çıkarlar, ama memur maaşı kalabalık bir ailenin geçimine çoğu zaman yetmediği için genelde taksi şoförlüğü, esnaflık, zanaatkârlık gibi ilave işler yaparlardı. Ardından gece geç saatlere kadar ailecek gezerlerdi. Tabii böyle bir hayat tarzına biz Türkler alışkın değiliz, garipsiyoruz. Bir de savaş bölgesinden gelenlerin sürekli acıyı yaşamasını, yas tutmasını istiyoruz ama ömrünü böyle geçirenler delirirler ve fiziki sağlıklarını da yitirirler. Gülebilmek, uzun savaşlar ve yıkıcı felaketler yaşayanlar için bir emniyet supabıdır.

Kadınların çalışmasına gelince, başkent Şam dışındaki şehirlerde kadınlar çalışmazdı, hatta kadının çalışması çok ayıptı. Şam’da da kadınlar sadece öğretmen, doktor veya devlet memuru olarak çalışırdı. Fabrikada çalışmak, evlerde temizlikçilik yapmak vs. mümkün değildi. Kadının temel görevi iyi bir eş, anne ve ev hanımı olmaktı. Tabii bu anlayış, Türkiye’de ve Batı’ya gidenlerde mecburen değişiyor. Zorlu hayat şartları ve ülkemizde orta yaş ve üstü erkeklerin kolay kolay iş bulamaması nedeniyle özellikle büyük şehirlerde kadınlar da çalışmaya başladılar. Gündelik temizlik yapanların utançlarından işlerini gizlediklerine şahit oldum.

Asker ocağı bizde kutsaldır. Suriyelilerde de bu geçerli mi?

Geçerli değil; çünkü Suriye’de mezhepçi bir ordu var. Askerlik herkese zorunludur; ama subay kadroları, özellikle üst komutanlıklar Nusayri azınlığın kontrolündedir. Suriyelilere ordu dendiğinde zihinlerinde ne uyandığını sorduğumda şunları söylediler:

Birincisi, “Suriye ordusu gençlerin haysiyetini yerle bir etmek içindir. Devletin ‘Ben her şeyim, siz bir hiçsiniz’ diye varlığını benliğimize kazıdığı yerdir. Askerlik adeta zillet halidir; sürekli aşağılanır, kötü muamele görürsünüz.”

İkincisi, “Ordu, komutanların cebini doldurma, subayların çalıp çırpma yeridir; çünkü her şey para kazanma vesilesidir. İnsan gibi muamele görmek, düzgün yemek ve uyumak istiyorsanız rüşvet vermek zorundasınız. Eğer paranız yoksa kurtlu ve iğrenç yiyecekler yemeye, yağlı ve kirli çaydanlıklardan çay içmeye mahkûm olursunuz.”

Üçüncüsü, “Askerde ibadet yasaktır; namazı ve orucu unutmak zorundasınız. Gizli namaz kılıp oruç tutarken fark edilirseniz ceza alır, hapse bile atılırsınız ve hapiste her türlü işkenceyi görürsünüz. Ramazan’ın ilk günü en ağır talimleri yaptırırlar. İbadet ettiği fark edilen subaylar da genellikle emekli edilir.” Ellili yaşlarında bir Suriyeli beyefendi de askerlik yıllarını anlatırken “Subaylar içip içip bize hakaret eder, kutsallarımıza dil uzatırdı” dedi.

Dördüncüsü, Suriye ordusunun mezhepçi-ideolojik karakteri. Suriye rejimi ve ordusunun kilit kademelerinde yüzde 10’luk Nusayri azınlık hâkim. Tabii ki orduda kat kat fazla sayıda Sünni subay var; ancak terfi almak isteyen Sünni subayların rejime sadakatlerini ispat için askerlere bazen Nusayri mevkidaşlarından daha beter davrandığı da söylendi. Ordu, resmî Baas ideolojisinin aşılandığı ve Nusayri azınlığın devletteki varlığının teminat altına alındığı yerdir.

2016’da otuzlu yaşlarında Şamlı bir hanımefendi de şunu söylemişti: “Siz askere uğurlarken kutlamalar yapıyorsunuz. Şaşırıp kalıyoruz. Biz orduya kardeşimizi, oğlumuzu yollarken hüngür hüngür ağlardık.”

Aile içi değişen rolleri nasıl değerlendirirsiniz? Suriyeli eşlerin birbiriyle ve ebeveynlerin çocukları ile ilişkileri Türkiye’ye geldikten sonra gözlemlerinize göre nasıl etkilendi?

Evinin geçimini sağlamayı temel görevi addeden ve hanımlarını çalıştırmayı ayıp sayan orta yaş ve üstü erkeklerin birçoğu, ne kadar nitelikli olurlarsa olsunlar, işlevi olmayan âtıl kimselere dönüştüler; çünkü ülkemizde daha ziyade genç erkekler ve kadınlar iş bulabiliyorlar. Kendileri işsizken hanımlarını veya çocuklarını çalıştırmak zorunda kalmaları çok ağırlarına gitti. Veya aile reisinin çalıştığı halde kazancının yetmemesi de bir problem. Aile içi kavgaların ve boşanmaların çoğunun maddi imkânsızlıklardan kaynaklandığını bana söylediler.

Büyük şehirlerde kadının rolü değişti. Bazıları sosyal ve ekonomik hayatta çok daha etkin olmak, ailesini geçindirmek zorunda kaldı. Kendi ayakları üzerinde durabilir hale gelen kadınlar zamanla özgüven kazandı, daha özgürce hareket etmeye başladı. Bu da eşlerinin sindirmekte zorlandığı bir husustu. En büyük zorluğu, eşleri savaşta ölen veya hapiste yatan kadınlar yaşıyor; çocuklarına hem annelik hem babalık yapmak zorundalar; ama iki görevi de doğru düzgün yapamamanın psikolojik ezikliğini yaşıyorlar.

Ebeveyn-çocuk ilişkisi de hepsinde değil ama bazı ailelerde değişmeye başladı. Lise çağına gelen bazı çocukların ebeveynine saygısının azalması ve -özellikle maddi ihtiyaçları karşılayamayan- babanın otoritesini yitirmesi, Türkiye’ye ve Batı’ya göç eden ailelerde daha fazla. Ülkemizde maddi durumu kötü çok fazla Suriyeli aile var. Dört yıl evvel yaptığım röportajda bir anne, “İlkokula giden oğlum günde sadece 1 TL istiyor, onu bile verecek durumumuz yok; arkadaşlarının kantinden alıp yediklerinden canı çekiyor, ama alamıyor” demişti ağlayarak. Bazı çocuklar, cep telefonu yok diye sınıf arkadaşları dalga geçtiği için maddi zorluk içindeki ebeveynine “Cep telefonu almazsanız okula gitmeyiz” diyorlar.

Röportaj yaptığım bazı ebeveynler şöyle demişti: “Eskiden ebeveyne itaat vardı, çocuklarımız istediğimizi yaparlardı; şimdi sürekli itiraz ediyorlar, asabileşiyorlar, yanlışta ısrar ediyorlar, isyankârlar. Okuldaki Türk arkadaşlarına özeniyorlar… Ne maddi bakımdan taleplerini karşılayabilir durumdayız ne de İslami-ahlaki bakımdan bunları hoş karşılayabiliriz. Ama çocuklarımız bizi polise şikâyet eder de başımız belaya girer mi korkusuyla susmak zorunda kalıyoruz.”

Biz hep Suriyeliler mahallelerde ve okullarda düzeni bozdu, çocuklarımızın ahlakını etkiledi diyoruz. Onların da tam tersi yönde serzeniş ve hikâyeleri var mı?

 Aslında göçlerde göç edenin hayatı değişir, ev sahibi ülkenin vatandaşlarının değil veya bazı değişimler olsa bile bunlar göçmenlerinkiyle kıyas bile edilemez... Suriyeli ebeveynlerin az evvel bahsettiğim serzenişini biraz daha açayım. Mesela Suriyeli öğrenciler okullarda mevcut halleri, davranış şekilleri ya da kıyafetleriyle Türk arkadaşları tarafından küçümseniyor, dalga geçiliyor. Kimisi kulak tıkayıp içe çekiliyor; ama kimisi dalga geçilmemesi için Türk gençler gibi yaşamak, giyinmek, gezmek istiyor. Bu taleplerin bazıları ahlaken onların kabullenebileceği şeyler değil… Bu arada değişen sadece çocuklar da değil. Mesela Türkiye’de yabancılara sokaklarda laf atmalar ve saldırılar yüzünden mülteci olduğu anlaşılmasın diye tesettür şeklini değiştiren veya başını açan Suriyeli kadınlar var. Batı’da da öyle.

Yine Suriyeli anneler, çocuklarının okuldaki akranlarından “Sana ne?”, “Off ya”, “İstediğimi yaparım” gibi sözleri öğrenip kendilerine söylemelerinin şokunu ve üzüntüsünü yaşıyorlar. Çünkü Suriye’de anne hakikaten kutsaldır, en ufak bir ters söz söylenmez; ebeveyn sözü dinlenir, özellikle annenin rızasını almak ve gönlünü hoş tutmak son derece önemlidir. Yani burada Suriyelilerin de ahlakı ve değerler sistemi değişiyor.

Bu arada ben Suriyelilerle yaptığım röportajlarda toplum olarak kendi kültürümüzden ne kadar uzaklaşmış olduğumuzu yakinen gördüm. Hem Türk hem de İslam kültüründe anne-babaya itaat, büyüklere saygı, akraba ilişkileri, misafir ağırlamak, ikram etmek, komşu hakkı gibi -en azından büyük şehirlerde- yitirdiğimiz veya yitirmekte olduğumuz değerlerimiz ve kültürümüz Suriyelilerde hala canlı. Suriye, geçmişten beri Türk kültürüne en çok benzeyen Arap ülkesidir; zaten sınırın üstü ve altı aynı aileler, aşiretler ve kültürlerdir.

Savaş ve zorunlu göç çocukların eğitim hayatını nasıl etkiledi? Bu süreçte okullarımızdaki çocukların daha duyarlı olmaları adına neler yapılabilirdi? Mesela savaşı ve neden göç etmek zorunda kaldıklarını anlatmak gibi.

Eğitim almak, savaş ve göç yaşayanlar için varoluşsal bir mesele. Suriye’yi ayağa yurtdışında okuyan çocuklar ve gençler kaldıracak. Çünkü savaş yıllarında içeride doğru düzgün eğitim imkânı kalmamıştı, birçok okul ya bombalanmış ya da yerinden olan aileler okullara sığınmıştı. Savaş yüzünden yıllarca hiç okul yüzü görmeyenler ve eğitime ara verdiği için daha evvel öğrendiklerini de unutanlar var. Aile geçimine katkıda bulunmak zorunda olduğu için eğitimi yarıda kalanlar var. Hem okula gidip hem de çalışanlara gelince, birçoğu sürekli yorgunluk, odaklanamama ve ders çalışamaya vakit ayıramama yüzünden başarılı değil. Bunun yanında -geçmişte- ciddi savaş travmalarıyla boğuşan (mesela ailesinde ölüsü veya yaralısı/sakatı olan, babası Suriye’de kayıp veya hapiste olup hiçbir haber alamayan, aile bireylerinin tecavüzüne şahit olan, bombardıman altında kalan, evi yıkılan vs.) öğrencilerin derslere odaklanamaması da söz konusuydu; ama çok şükür bu travmalar atlatıldı. Kısaca 12 yıllık kötü tecrübe hem Suriye içinde hem de göç edilen ülkelerde birkaç milyon çocuğun ve gencin eğitimsiz kalmasıyla kayıp nesiller doğurdu. Ve bu, el atılması gereken en temel problem.

Son yıllarda ülkemizdeki mülteci çocuklar ve gençler, gerek iktisadi sıkıntılar yüzünden gerekse akran zorbalığına, ırkçılığa veya öğretmenlerinin kötü muamelesine maruz kaldıkları için okullarını bırakmaya başladılar. Bu, acı bir durum. Veya Türkçeyi çok iyi öğrenip aksansız konuşabilenler kimliklerini, yani Suriyeli olduklarını saklamaya çalışıyorlar ki dışlanmasınlar… Suriye’deki savaşın mahiyeti, Suriyelilerin savaşta neler yaşadığı ve neden göç etmek zorunda kaldığı anlatılmadan ve anlaşılmadan ülkemizdeki mevcut problemler çözülemez. Bir de onların da bir insan ve bir çocuk olduğunun algılanması lazım. Eğer bu konular medyada ve okullarda doğru işlenseydi uyum daha kolay sağlanabilirdi. Bu arada biz uyumu tek taraflı bir mesele zannediyoruz; yani mültecilerin ev sahibi ülkeye uyum sağlamasından ibaret görüyoruz. Oysaki uyum çift taraflıdır; ev sahibi ülke de kendi içine gelen yeni kitleye fikren açık olmalı, birlikte yaşama iradesini gösterebilmelidir.

Ben Suriyelilerin hikâyelerini sosyal medyada paylaştığımda hiç tanımadığım Avrupa’daki göçmen Türkler bana şunu yazıyor: “Suriyelilerin neler yaşadığını biz çok iyi anlıyoruz. Çünkü aynısını biz burada yıllarca yaşadık. Türkiye’de Suriyeler hakkında söylenen olumsuz ifadelerin aynısını Avrupalılar Türkler için söylüyorlardı.” Aslında her toplumda yerlilerin veya geçmişte dedeleri o toprağa göçüp de yerlileşenlerin göçmenlere söylediği laflar benzerdir. Bizim sözlerimiz ve davranışlarımız sıra dışı değil yani. Geçmişte Türk işçilerin çocuklarının Alman okullarında gördüğü muamelenin benzerlerini bizim okullarımızda mülteci çocuklar yaşıyorlar.

Göçler, mübadeleler dünya tarihinde hep yaşanmış; muhacirleri isteyenler de, istemeyenler de olmuştur. Savaşta her şeyini kaybeden, evleri bombalanıp yerle bir olan Suriyelilere evinize dönün denirken bir gece ansızın yaşanan depremlerle yüz binlerce insanımız evsiz kaldı. Tarihe geçecek şeyler yaşadık, yaşıyoruz. Arap Baharı, Suriye İç Savaşı, 15 Temmuz, pandemi, Ukrayna-Rusya Savaşı ve en son deprem. Bütün bunları duyarlı insanlar olarak nasıl okumalıyız?

Bu konulara nasıl bakmamız gerektiğini bize öğreten Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet var. Mesela:

Bakara suresi, 214: “Ey müminler! Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluk ve sıkıntı öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki nihâyet peygamber ve beraberindeki müminler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ demişlerdi. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.”

Ankebut, 2-3: “İnsan yalnız ‘iman ettik’ demekle, hiç imtihan edilmeden bırakacaklarını mı sandılar? And olsun ki biz, onlardan öncekileri imtihan ettik. Elbette Allah (imtihan ederek), doğru söyleyenleri de bilir, yalancıları da bilir.”

Rum Suresi, 41: “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.”

Bakara, 155: “And olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”

Dünyadaki varlık nedenimiz imtihandır ve Allah kullarını bollukla da, darlıkla da imtihan eder. Kullar nelerle sınanır? Savaş, kıtlık, salgın hastalıklar, deprem, sel ve türlü türlü tabiat olayları... Dünyada imtihan neden var? Bunu okula benzetebiliriz. Okulda öğretmenler notlarımızı sadece sınıftaki performansımıza göre vermez; asıl belirleyici olan, doldurduğumuz imtihan kâğıtlarımızdır. Allah da kullarına öyle yapıyor. İmtihandaki duruşumuz, bizim gerçekten Allah’a inanıp inandığımızı, ihlasımızın ölçüsünü gösteriyor. Bu arada en ağır imtihanları yaşayanlar da peygamberlerdir, Allah’ın en sevdiği kullarıdır.

Kısaca kibirlenmeye gerek yok. Suriyeliler ‘geri’ olduğu veya hak ettiği için bu halde değiller. Velev ki öyle olsun ne fark eder? Onlar savaşla, kıtlıkla, muhacirlikle imtihandalar; biz ise ensarlıkla... Hep diyordum ki yarın bizim de benzer duruma düşmeyeceğimizin hiçbir garantisi yok; bir de baktık ki Suriyelilerin on yılda yaşadığı yıkımın benzerini biz iki dakikada alıvermişiz. Sadece şehirlerin aldığı yıkım değil, insanların yaşadıkları da o kadar çok benzeşiyor ki... Geçmişte Suriyelilerden dinlediklerimin çok benzerlerini depremzedelerimiz röportajlarda dillendirdi; bazı cümlelerin aynı olması karşısında hakikaten şok oldum.

Başkasının yaşadığı imtihanlara ibret nazarıyla bakmayı, ders çıkarmayı öğrenmemiz gerekir. Yoksa aynılarını yaşamaya mahkûm kalırız. Bir de gerçekte neler olup bittiğini bilmeden büyük büyük konuşmaktan vazgeçmemiz lazım. Duayı bile doğru edebilmek için gerçekleri bilmek gerek; yoksa kendi dilimizle musibetlere davetiye çıkarırız. Şunu hiç unutmayın: Yaşamadığımız imtihanların kazananı değiliz.