25 Temmuz 2019 Perşembe

Z.T.KOR: TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİLER NE YAPAR, NE YAŞAR, NE HİSSEDER? - I Bölüm




TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ SIĞINMACILAR NE YAPAR, NE YAŞAR, NE HİSSEDER? - I. Bölüm
Zahide Tuba Kor

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
NOT: Bu dizinin ikinci bölümü olan, 7-20 Ağustos tarihleri arasında attığım tweetleri okumak için TIKLAYINIZ.  
NOT: Lütfen kaynak göstermeden bu paylaşımın bir kısmını veya tamamını kullanmayınız.
4 yıldır farklı vesilelerle, farklı zamanlar ve farklı mekânlarda çok fazla sayıda Suriyeliyle görüştüm; 20-30 dakika ile 3 saat arasında her biriyle yüz yüze röportajlar yaptım. Ayrıca yardım vermek üzere epeyce Suriyeliyi evlerinde ziyaret edip durumlarını bizzat müşahede ettim. Yıllardır yaptığım konuşmalarda bu bilgileri anlatsam da farklı bir şekilde değerlendirip genele açmam gerektiği düşüncesi zihnimde hep vardı. Ancak röportajlar esnasında özel hayatlarını ve duygu-düşüncelerini anlatmaya ikna ederken bunları başkalarıyla paylaşmama sözü verdiğimden nasıl değerlendirmem gerektiği konusunda bir türlü karar verememekteydim. İstanbul seçimleri esnasında Suriyeli sığınmacılar konusunun siyaset malzemesi olarak istismarı ve ardından Göç İdaresi tarafından Suriyelilerle ilgili alınan ve kolluk kuvvetlerince bir anda acımasızca uygulanmaya başlanan karar benim için son damla oldu. Yıllardır biriktirdiğim bütün bilgileri -konuşanların kimliğini vermeden- Twitter hesabım üzerinden paylaşmaya başladım. Ardından blogumda bütün bu paylaşımları tek bir başlık altında toplayıp istifadenize sunma kararı aldım.
Arapça bilmediğinden Suriyelilerle konuşmayan ve onları doğru düzgün tanımayan; ne yaşarlar, ne düşünürler, ne hissederler konusunda bilgi sahibi olmayan; Ortadoğu’da ve Suriye İç Savaşı’nda sahada neler yaşandığına dair klişe sözler dışında ciddi bir fikri bulunmayan; ama basında ve halk arasında gezen şehir efsanelerine inanıp dilden dile yayan ülkemizde geniş bir kitle var. Ümit ederim ki yaşanmışlıkları aktardığım bu çalışma, Suriye’ye ve Suriyeli sığınmacılara daha doğru ve daha insani bir şekilde bakabilmemize vesile olur.

21 Temmuz 2019 Pazar 
Dün yıllardır yardım götürdüğüm Suriyelilerin derneğindeydim. Her gidişimde yardım için gelenlerle tıklım tıklım dolu olduğundan içeri zor girerdim. Bu sefer boştu. “Nerede yardım almak için gelen kalabalıklar?” diye sordum. “Suriyeliler korkudan evden çıkamıyor” dedi yetkili.
Suriyelilerle ilgili yeni alınan kararların ne denli acımasızca uygulandığını anladım. Ekmek almaya çıkan baba yanına kimlik kartını almadığı için –”Evimde hemen alıp geleyim” dediği halde– hiç dinlenmeyip doğruca İdlib’e götürülmüş. Eşi ve çocukları şu an İstanbul’da perişan.
İstanbul sokaklarında çevrilip savaşın devam ettiği ve açlığın kol gezdiği İdlib’e yollanıyor bazı Suriyeliler. Diğer aile fertleri ise burada. Korkudan birçok Suriyeli evinden çıkamadığından işlerini de kaybediyorlar. Zaten kıt kanaat geçinen bu insanlar ne yiyip ne içecek?
Tabii herkes İdlib’e yollanmıyor. Çoğunluk Türkiye’de kayıtlı oldukları şehirlere geri gönderiliyor. Küçük şehirlerde çalışma imkânı bulamadığından birçok Suriyeli İstanbul’a gelmişti. Şimdi geri yollandıkları şehirlerde kalacakları yerleri de çalışacak işleri de yok.
Tam da bu hafta içinde Kilis’teki Suriyeli dul ve yetimlere yardım edip meslek kazandıran bir derneğin kurucusu Türk hanım mesaj yazdı bana. “İnsanlar aç vaziyette, yetişemiyorum, durum çok kötü, ne olur yardım et” diye. Küçük şehirlerde hal böyleyken neden insanları yolluyoruz?
Suriyelileri alırken bir intizam içinde almadık. Şimdi yollarken de aileleri paramparça ve sefil edip dramlara yol açıyoruz. Neden her aldığımız kararı, neticesini hiç düşünmeden alelacele uyguluyoruz? İnsanlara neden bir mühlet tanımadan sokakta çevirip şehir dışına atıyoruz?
Independent Türkçe’den Cihat Arpacık da bu önemli konuyu bugün haber yapmış: “Artan denetimlerin ardından ilk kafilede 400 sığınmacı İdlib’e geri gönderildi, denetimler daha da sıklaşacak” 
Yine Independent Türkçe’den Cihat Arpacık cuma günü de bu konuyu işlemiş: “İstanbul’da yaşayan on binlerce ‘kayıtsız’ göçmen sınır dışı ediliyor” 
Ülkemize sığınan mazlumlara bu insanlık dışı muameleyi şiddetle kınıyorum. Bugüne kadar birçok Suriyeliyle bizzat görüşmüş, hükümete gece gündüz dualarına şahit olmuş biri olarak bu hatadan bir an evvel vazgeçilmesini diliyorum. İlgilileri aklıselime ve vicdana davet ediyorum.

22 Temmuz 2019 Pazartesi
Ülkemde Suriyeli sığınmacılar konusundaki yaygın bilgi kirliliğine karşı, yıllardır onlarla farklı vesilelerle yaptığım mülakatların ayrıntılarını ve ev ziyaretlerinden gözlemlerimi bu mecradan paylaşacağım. Yalnız kişi isimlerini ve fotoğraflarını etik açıdan paylaşmayacağım.
Öncelikle Kahire Üniversitesinden mezun olup diplomasıyla Batı Şeria’daki evine dönmek üzereyken patlak veren 1967 Savaşı yüzünden yersiz yurtsuzlaşan Filistinli şair Mourid Barghouti’nin Şairin Filistini (Klasik Yayınları) kitabından bir alıntıyla başlayacağım (s.3-4):
“İnsanın vatanından olması, yerinden edilmesi ölüm gibidir… Kendisini içinde buluverdiği ülkelerin halklarını kaygılandıran detaylar ya da dâhili politikalar umurunda değildir. Ne var ki değişikliklerin sonuçlarını hissedecek ilk kişi de odur... Onların sevindiği şeylerle sevinmeyebilir, ama daima onlar korkunca o da korkar. ‘İçeri sızmış ajan’dır gösterilerde, o gün hiç evini terk etmemiş olsa bile. Odur mekânlarla ilişkisi çarpıtılan. Odur hikâyesini süregiden bir anlatımla anlatamayan ve her dakikada saatler yaşayan... Telefonun çalışını sever, fakat korkar da. Yabancı o kimsedir ki ona kibar insanlar: ‘Burada ikinci evindesin, en yakınlarının arasındasın’ der. Yabancı olduğu için küçümsenir ve yine yabancı olduğu için yakınlık gösterilir. İkincisine tahammül ilkinden daha zordur.”

Kilis’te dul ve yetim Suriyelileri ziyaretimden izlenimler
Bir sene önce Kilis’teydim; dul ve yetim Suriyelilerle ilgilenen derneğin başkanı Fatma Hanım’la evleri gece yarısına kadar gezdim. 5 çocuk sahibi yatalak bir babanın evine gittik. Savaşırken boynundan kurşun yediğinden vücudu felç. Fizik tedavi sayesinde eli ve parmakları biraz oynuyor.
Bir eve girdik, hanım “Allah’a şükür” diye koştu. Bir haftadır aç olduklarından “Allah’ım bize Fatma’yı yolla.” diye dua ediyormuş. Baba, Esed hapishanesinde yatmış; evleri bombalanınca anne-oğul molozlar altından çıkarılmış. Oğlun bacağı kesik, anne boynu ve belinden 7 ameliyat geçirmiş.
Bir evde 9 yetim Suriyeli çocuk vardı. Başlarında da bir anneanne. 3 oğlu Suriye’de savaşırken şehit düşmüş; anneanne torunları ve gelinleri alıp Kilis’e sığınmış. Bir evde 13 kişi hayat mücadelesi veriyorlar.
Bir evde 22 yetim var. 2 oğlu ve 2 damadı savaşırken şehit düşen Suriyeli nine, torunları ve gelinleri alıp Kilis’e sığınmış. Tek bir evde yaşıyorlar. Başka evde annesi hastalanıp ölen 6 yetim çocuk; baba, yine eşi ölen bir Suriyeli hanımla evlendirilmiş, anne acısını çekmesinler diye.
Bir evde kas hastası 6 yatalak evlat… Baba çoktan ölmüş, annenin evlatlarını kaldırıp indirirken beli sakatlanmış, duvarlara tutuna tutuna zor yürüyor. Aynı evdeki anneanne ve teyze yatalak evlatlarla ilgileniyor. Evli olan dayı ve dayıoğlu ara sıra gelip banyolarını yaptırıyor.
Savaşta bir nine ve dede, 4 torununu kurtarıp Kilis’e getirmiş. Anne ve baba Suriye’de kalmış, kaçıp gelememiş. Şu an nine ileri derecede göğüs kanseri; tedavi görüyor. Bu arada Suriyelilerde göğüs ve deri hastalıkları ve kanser vakalarının arttığı söyleniyor, kullanılan bombaların etkisi…
6-7 yıldır iki oğlu Suriye hapishanelerinde yatan bir anne. Bir oğlu daha yeni hapisten çıkmış, ama diğer oğlu işkencelerin yaygın olduğu hapishanede hayatını kaybetmiş. Şimdi anne yetkililerden izin almış, bugünlerde sınıra gidip oğlunu görüp hasret giderecek...
Dağ gibi 2 çocuklu bir aile reisi. Rusların fosfor bombardımanı sırasında yanmış. Gözleri kör olmuş, bir kolu ve diğer elinin parmakları yok. Ayaklar yanık. O esnada yanında olan 3 yaşındaki oğlunun son sözleri “baba baba” diye çığlıkları olmuş; 3 yıldır çocuk hiç konuşmuyor.
Bu ailenin 2 odalı evini gezdim. Salondaki 2 çekyat, halı ve buzdolabını Fatma Hanım bağışlarla almış. Kalan eşyalar diğer odadaki ince yer yatakları. Ev boş. Ben gezdiğim her evde YOKSULLUĞU DEĞİL, YOKLUĞU GÖRDÜM. “Biz de fakiriz, bize verin” diyen Türk insanına şaşıyorum doğrusu.
KENDİMİZİ SURİYELİ SIĞINMACILARLA KIYASLAMAYALIM Kİ ALLAH BİZİ KIYASLANACAK DURUMA DÜŞÜRMESİN. İçinde yüzdüğü nimetleri görmekten aciz kula Allah ne verse şükretmez, “daha da” der. Allah’tan paramıza ve malımıza bereket ve tok gözlülük dileyelim. Tüketim kültürüne de son verelim.
İşyerinde çalışırken havadan atılan bombalarla yanan bir Suriyeli çocuk... Bugüne kadar tam 21 ameliyat geçirmiş. Bacağından deri alınarak yüzüne nakledilmiş. Gözü ve ağzını hiç kapatamıyor. 6 kardeşler ve babası şeker hastası. Kilis’te hayat mücadelesi veriyorlar.
6 kızı ve 1 oğlu olan 40 yaşında bir baba... Tek oğlu cephede savaşırken şehit düşmüş. Baba da yine cephede savaşırken akciğer kanserine yakalanmış. Şimdi Kilis’teler. Tedavi görüyor.
Kilis’te özel yaralı bakım evlerini dolaştım. Hastanelerde yatmak masraflı olduğundan orada temel tedaviyi görenler bakım evlerine geliyor. Yatan envai çeşit hasta ve sakat vardı. Beni en çok etkileyen, Suriye’den annesiyle birlikte Kilis’e ameliyat olmak için gelen kanser hastası çocuktu.
Annesi ölen 6 yetim çocuktan bahsetmiştim. Evlerini ziyaret ettiğimizde öyle sevindiler, sanki anneleriymişiz gibi sımsıkı sarıldılar ki şaşırıp kaldık. İstanbul’da görüştüğüm bir Suriyeli anne de yolda çocuğunun yüzüne herhangi biri gülümsediğinde sevinçle gelip nasıl anlattığını söyledi.
Biz çocukların yüzüne küçücük bir gülümsemeyi bile esirgiyoruz. Daha vahimi, EVDE SURİYELİLER ALEYHİNE KONUŞTUĞUMUZDAN ÇOCUKLARIMIZ OKULDA SURİYELİ ARKADAŞLARINA KÖTÜ DAVRANIYORLAR. Birçok Suriyeli öğrenci bunalıma giriyor. En azından çocukları bir gülücükten mahrum etmeyelim.
Yukarıda anlattığım bütün bu ailelerle ilgilenen bir kahraman var. 5 çocuk annesi Fatma Yılmaz. Kilis’te Hayırda Yarış Derneği’ni kurmuş. Motoruna biniyor ev ev dolaşıp yardım ediyor. Temel derdi kadınlara balık tutmayı, yani kendi ayakları üzerinde durmayı öğretmek. Bu çerçevede kiraladığı binada dikiş nakış, Antep işi, tel kırma, tahta boyama, çocuk oyuncağı yapma gibi dersler veriliyor. Kur’an-ı Kerim eğitimi de var. Salçadan nar ekşisine her türlü yöresel ürün üretiliyor. Bu ürünler Türkiye geneline satılıyor ve mülteciler para kazanıyor alınlarının teriyle.
Fatma Hanım sokakta bulduğu sığınmacılara ev kiralıyor. Benim kirasını ödediğim bir aile var mesela. Elbeyli Mülteci Kampı Afrin Operasyonu öncesi üs olarak kullanılmak üzere boşaltıldığında sokakta kalmışlar. Ailenin reisi Esed’in zindanlarında 5 yıl evvel hayatını yitirmiş. Sistemik lupus hastası olan büyük oğlu 17 yaşında vefat etmiş. 1 oğlu daha bu hastalığın pençesinde; tedavi için Antep-Kilis arasında mekik dokuyorlar. Yol parasını yollamışlığım da var. Kızının kulağı duymuyor, diğer oğlunun bir gözüne makas battığından kör. Sağlam çocuğu bir tek.
Demem o ki DEVLETİN SURİYELİLERİN EV KİRASINI ÖDEDİĞİ KOSKOCA BİR ŞEHİR EFSANESİ. Öyle olsa bu denli mağdur bir ailenin kirasını ödemek bana düşmezdi. Ev sahiplerimiz evlerini Suriyelilere Türklerden çok daha yüksek fiyata kiraya veriyor. Hatta ancak ahır olacak evler için bile…
Birçok Suriyeli İstanbul’da bodrum katında içeri doğru düzgün güneşin girmediği rutubetli evlerde kalıyor. Ödedikleri para da fahiş. O kadar çok Suriyeliden dinledim ki “Kazandığımız bütün para ev kirası ve faturalara gidiyor, yiyecek-içecek için parayı zor buluyoruz” diye.
Dahası öyle ahlaksız ev sahiplerimiz var ki aynı binada yaşayıp kendi dairesinin elektrik hattını Suriyelilerin yaşadığı daireye bağlatıp faturayı onlara ödeten... Zavallı nice Suriyeli bu üçkâğıdın hiç farkında bile değil.
Sığınmacılara küfrediyoruz kiraları artırdılar diye. Gören de bayılarak fahiş fiyata ev kiralıyorlar sanır. İstanbul’dan kovulanları bekleyen Kilisli ev sahipleri 1500-2000 TL’ye çıkarmış kiraları. Devlet, kirayı elden alıp vergi vermeyen ev sahiplerini de denetleyecek mi?
Dönelim Kilis’teki Suriyelilere. Anneleri bombalamada ölen 5 kız, 1 erkek çocuklu bir başka ailenin öksüzlerine bakan yaşlı nine de iki yıl önce ölmüş. Baba, akciğer hastası olduğu halde boya badana işine hala devam ediyor. Çocuklar tam anneye muhtaç oldukları bir dönemde tek başlarına… Devlet Suriyelilere yığınla para veriyor sanıyoruz ya; öyle olsa evin reisi hastalığını daha da artıracak badana işini yapmaz.
IŞİD’in attığı roketin camiye isabet etmesiyle sabah namazı akabinde 1 Türk ve 1 Suriyeli hayatını kaybetmişti. Komşu olan Türk ve Suriyeli iki beyefendi her gün namaza birlikte gidermiş. Allah’ın rahmetine de birlikte kavuştular. Geride yaşlı bir anne, dul bir eş, yetim çocuklar bırakarak…
Umarım bu tweetlerimden anlaşılmıştır ÜLKEMİZDEKİ NİCE SURİYELİ AİLENİN ŞEHİT VERDİĞİ VEYA YARALI VE SAKATLARI OLDUĞU. VATANINI TERK EDENLERİN EMNİYET VE UMUT ARADIĞI. Sadece iki günlük Kilis ziyaretinde savaşta sakatlanmış onlarca genç erkek gördüm.
Keza ben Kilis’te eşi ardında bir dolu çocuk bırakarak Türk askeriyle birlikte savaşmak üzere cepheye giden hanımlarla tanıştım. Hem Fırat Kalkanı’nda hem Zeytin Dalı’nda Türk askeri geri cephede, Suriyeliler ise ön cephede savaştı; ÖSO, Mehmetçiğimizden çok daha fazla şehit verdi, biliyor muyuz?
NİCE GENÇ ERKEK, SURİYE’DEKİ KAPI KOMŞUSUNA VE AKRABASINA KURŞUN SIKMAMAK İÇİN VATANINDAN KAÇTI. Bizim idrak edemediğimiz bir boyut var: Suriye’deki bir İÇ SAVAŞ, Irak’taki gibi dış işgalciye (ABD’ye) karşı direniş değil. Üstelik DAHA 2012’DE SAVAŞ SURİYELİLERİN ELİNDEN ÇIKTI.
Suriye topraklarında küresel ve bölgesel güçlerin bir savaşı yaşanıyor; daha doğrusu ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI SURİYE TOPRAKLARI ÜZERİNDEN VERİLİYOR. Ve bu savaş 2012’den beri Suriyelilerin savaşı değil. Biz bunun farkında değiliz. Üstelik bizim savaş algımız ve bilgimiz oldukça sığ. İleride bu konuya da gireceğim.

Kilis’teki dul ve yetim sığınmacılara maddi yardım veya kurban göndermek isteyenler için banka hesap numarası:
Hayırda Yarış Derneği
Vakıfbank Kilis Şubesi
TR27 0001 5001 5800 7305 0083 46


23 Temmuz 2019 Salı - İstanbul’daki mültecilerin hayatlarından kesitler
İstanbul’da bugün röportaj yaptığım 6 Suriyelinin anlattıklarından çarpıcı kısımları sıcağı sıcağına aktaracağım. Hepsinin ortak özelliği ciddi maddi sıkıntı çekmesi. Bir kısmı ise yeni mevzuat uyarınca çocuklarının Suriye’ye geri yollanmasının korkusu içinde.

2014’te Halep’ten gelen 7 çocuk annesi 42 yaşında bir hanım... Babası halı fabrikası sahibi. Tekstil sektöründe çalışan eşinin büyük bir işyeri ve yaşadıkları koskoca bir evi varmış. Bombardımanlar yüzünden ne evleri ne fabrikaları kalmış. Şimdi küçücük harap bir evde 9 kişi yaşıyor. Kışın evin içine çatıdan hep su akıyormuş. Ama “güvenlik içindeyiz ya çok şükür” diyor. Burada hiçbir akraba ve dostu yok. Komşularından çok korkuyor. “Alt kata ses gitmesin diye evde parmaklarımızın üzerinde yürüyoruz” diyor; zira en ufak bir seste hemen kapılarında bitiyorlarmış.
Halep’te 5 yaşındayken, banyoya saçını taramaya çıkarken evine isabet eden şarapnel parçasıyla alnından yaralanan oğluna okulunu sordum. Çok başarılıymış derslerinde, her dönem ya takdir ya teşekkür alıyormuş; ama okuldan dönüşünde her gün ağlıyormuş. Çünkü Suriyeli diye okul arkadaşları onu küçümsüyor, dövüyor, iftira atarak ceza almasını sağlıyormuş. Ne kadar tatlı bir çocuktu anlatamam; Türkçe konuşurken telaffuzu da ayrı bir sevimliydi.
Ailenin bütün akrabaları Halep’teymiş. “Neden Türkiye’ye geldiniz?” dedim anneye. “6 kızım var; rejimin adamlarının onları kaçırıp namusumuza leke sürmesinden korktuk.” dedi. Bu bizim pek bilmediğimiz bir mesele. Suriye’de tecavüz rejimin muhaliflere karşı temel silahlarından biri.
Birçok Suriyeli, Türk kanunlarından habersiz ve bu başlarına çokça bela açıyor. Bunların da başı 2 büyük dertte: 17 yaşındaki kızının, yine Suriyeli olan eşi mahkemece 16 yıl hapis cezasına çarptırılmış, kızın yaşı küçükken evlendi diye. Şaşkınlık içinde “Bizde bu o kadar normal ki.” diyor anne. Gerçekten de özellikle Halep’te 14-15 yaşında kızları evlendirmek yaygındır.
Yine Suriyeli olan diğer damadı Türkiye’de ortacı olarak çalışırken iş kazası sonucu DISK hastalığına tutulmuş. 2016’da Lübnan’daki kardeşi “Sana iş buldum” diye çağırmış; ancak iş olmadığı gibi yüksek tedavi masrafları karşısında bir yıl sonra Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalmış. Türk mevzuatına göre yurtdışına çıkan sığınmacının kimliği iptal edildiğinden, şu an kızı ve damadı kimliksiz, yani kaçaklar. Yeni uygulama uyarınca muhtemeldir ki yakında İdlib’e yollanacaklar. Aile muazzam bir korku, üzüntü ve çaresizlik içinde. Zira kızının 3. bebeği doğmak üzere.

İkincisi, yıllarca kendisine ve çocuklarına olanca işkenceyi çektiren eşinden boşanıp 3 çocuğuyla tek başına 2 sene evvel Türkiye’ye sığınan bir hanım. İç savaşın kalbi olan Şam kırsalındaki Ğuta’dan. Yani abluka, açlık ve bombardımanın en acımasızca yaşandığı bölgeden. Esed ordusunca çepeçevre kuşatılan bölgeye 2,5 sene boyunca hiç yiyecek sokulmadı. İnsanlar açlıktan kırıldı. “Hayvan yemi olan arpadan ekmek pişirirdik; karton ve arpayı yarı yarıya karıştırıp yerdik.” dedi. Halkı kuşatmayla aç bırakarak muhalifleri teslim olmaya zorlamak rejimin en temel ve en ucuz silahıydı. Muhaliflerin bir zamanlar başkenti denilen Humus şehri de yıllar evvel bu metotla düşürülmüştü.
Şu an biri çalışan, ikisi okuyan çocuklarının savaşta psikolojilerinin çok fena bozulduğunu anlattı: “Sürekli bombardıman altında kaldık, okulları yıkıldı, arkadaşları gözlerinin önünde öldü, hep kan ve korku gördüler.” Gece uyurlarken evleri vurulmuş; babası, kardeşi, komşuları ölmüş. Bütün bu süreçte bir de eşiyle kavgalarının ve dayakların çocuklarının üzerinde bıraktığı tahribat…
İstanbul’da hiç akraba ve arkadaşı yok. Evlerde temizlik yaparak geçimini sağlamaya çalışıyor. Temizlik malzemelerinin kokusu yüzünden defalarca hastaneye kaldırılıp oksijen takılmış. “Kendim psikolojik olarak tamamen yıkılıp gitmiş vaziyetteyim; ama çocuklarıma belli etmemeye, onların psikolojisini ayakta tutmaya çalışıyorum.” diyor.
Savaşın travmalarından daha kurtulamamış olan çocuklarını şimdi gittikleri okulda Türk akranları dövüyor, hakaret ediyor; çocuklar eve hep ağlayarak geliyormuş. Kazancının yetmemesinden ve 15 yaşındaki kızını çalıştırmak zorunda kalmaktan üzgün. “Ama burada şükür ki emniyetteyiz.” diyor. Hedefi Avrupa’ya gitmek.

Üçüncü hanım, 5 sene evvel Halep’ten gelen 4 çocuklu bir anne. Önce onlar gelip yerleşmiş, ardından tam eşi gelmek üzereymiş ki evlerine bombanın isabet etmesi sonucu eşi hayatını kaybetmiş. Evleri yerle bir olmuş. Burada 10 kişi aynı evde kalıyor ve hiçbir akrabası yok. Bütün ailesi İstanbul’a, ama kızının -yine Suriyeli olan- eşi Konya’ya kayıtlıymış. Yeni mevzuat uyarınca şimdi ne olacak, aile parçalanacak mı diye kara kara düşünüyorlar.

Dördüncü hanım, 7 sene önce Şam’ın kırsalındaki Cobar’dan İstanbul’a sığınmış. “Evimiz, arabamız, tarlamız, her şeyimiz vardı; ama savaş yüzünden geriye hiçbir şey kalmadı.” diyor. Eşi Suriye’de marangozmuş ama yaşı ileri olduğundan burada ona işi yok. Önce savaşın korkusundan, ardından İstanbul’da köpek ısırması sonucu kekeme hale gelen oğlu eve bakıyor, tabii iş bulabildiği ve patronun da maaşı düzgün ödediği dönemlerde...
Oğlunun kekemeliği psikolojisini fena etkilemiş; insanlar dalga geçiyor diyor kolay kolay konuşmuyormuş. Bana “Kekemeliğine çare bulacak bir doktor biliyor musun?” diye sordu. Hanım ise yaşadığı psikolojik şokların sonucunda şu an birçok hastalıkla malul.
“Suriyeliyiz diye hiçbir komşu bizimle konuşmuyor, sokakta yürürken insanların nefretini yüzlerinden hissediyoruz.” diyor. Oğlu, maaşı eksik verildiğinden patronuyla konuşmaya gittiğinde “Bir daha gelirsen polis çağırım” diyerek kovulmuş. Onun da çocuklarını okulda akranları dövüyor.
“Neden Türkiye’ye geldiniz?” soruma “Rejimin adamlarının kızlarımı alıp gitmesinden ve bombalardan çok korktuk, bilhassa oğlum fena etkilendi.” diyor. Yaşadıkları yer, muhaliflerin eline ilk geçen ve rejimin yıllarca karadan etrafını kuşatıp havadan da bombalar yağdırdığı bir bölge.

52 yaşında yine Şam kırsalından gelen 8 çocuklu bir hanım 5 yıl evvel İstanbul’a sığınmış. Çorlu’da yaşayan ve kazandığı parayla evinin kirasını ödeyen oğlunun kimliği, tedavi için gittiği Çorlu Devlet Hastanesinde kaybolmuş. Yeni mevzuat yüzünden şimdi İdlib’e yollanır diye çok korkuyor. Hanım iş bulmak için uğraşmış, ama o yaştakine iş yok. Çorlu’da çalışan oğlu evin kirasını yolluyor, ama yeme-içme için para yok. 4. sınıfa geçen 10 yaşındaki oğlunun okula giderken istediği günde sadece 1 lirayı bile veremiyormuş. Sınıfındakilerin yediklerini canı çekiyor çocuğun.
Evli olan kızları haftada iki kere geliyormuş ziyaretine. Ama -Suriye’de gelenek olduğu üzere- onlara sofra kuramamaya kahroluyor hanım. Kendi karnını zar zor doyuruyor, hatta pazarlardan geriye kalan atılmış sebze ve meyveyi topluyorlarmış yemek için.
Türkiye’ye sığınmadan evvel eşi koskoca bir ev yaptırıyormuş evlenen tüm çocuklarıyla aynı binada yaşamak için. İç savaş başlayınca yaşadıkları Şam kırsalındaki Hacer-i Esved bölgesine İran destekli Şiiler yerleşmeye başlamış. Şimdi evlerinde Şii yabancılar oturuyormuş.
“Neden geldiniz?” soruma, “Askerlik emri gelen iki çocuğum, kardeşin kardeşi öldürdüğü bu savaşta elini kana bulamamak için Türkiye’ye kaçtı; rejim çocuklarınız nerede diye kapımıza dayandı; gittiklerini söyleyince eşimi alıp götürdüler. Biz de korkarak ailecek Türkiye’ye sığındık.” dedi.

Son görüştüğüm, Halep’ten 9 çocuklu bir hanımdı. “Evler, arabalar, tarlalar, zeytinlikler... o kadar çok şeyimiz vardı ki bombardımanlarda her şey gitti. Geriye hiçbir şeyimiz kalmadı. Tek bir arabamızla kendimizi Türkiye’ye attık.” dedi. Şimdi ise tam bir sefalet içindeler.
“Eskiden çok mutlu ve kenetlenmiş bir aileydik; şimdi her çocuğum kendi derdine düştü, bencilleşti.” dedi. Oğullarından biri işsizmiş, birine maaşı doğru düzgün verilmiyormuş, biri hastaymış, diğeri kimliksizlik yüzünden işe gidemiyormuş. Kimliksiz olan şimdi sınır dışı edilebilir.
Halep’teki kayınvalidesi kalp hastalığına yakalanınca oğlu Türkiye’de tedavisine devam edebilmesi için kaçak yollardan Suriye’ye gidip getirmiş. Babaanne burada ölmüş. Oğlunun kimliği de kaç yıl evvelki bu kaçak giriş-çıkış yüzünden geçen sene iptal edilmiş. Görüşme sırasında hıçkıra hıçkıra ağladı biz ne yapacağız diye. “Kendimi yoldan geçen arabaların önüne atıp intihar mı edeyim?” dedi. Gözyaşlarını zor dindirip röportaja devam edebildim. Kadıncağızın, kimliği iptal edilen ve İdlib’e yollanma ihtimali olan oğlunun 5 çocuğu var.


24 Temmuz 2019 Çarşambaİstanbul’daki mültecilerin hayatlarından kesitler
Dün ayaküstü konuşabildiğim, ama röportajla hayatının ayrıntılarını öğreneme fırsatı bulamadığım Şam’ın merkezinden gelen bir hanımdan bahsedeceğim. İki aylık hamileyken eşi öldürüldüğünden iki çocuğunu alıp iki ay evvel İstanbul’daki dayısının yanına sığınmış. Dört gün sonra doğumu var, endişe içinde.
Hani bizim insanımız Suriye’de savaş bitti, sığınmacılar geri dönsün diyor ya... Hangi savaş bitti? SURİYE’DE SAVAŞ BİTMEDİ, SADECE ŞEKİL DEĞİŞTİRİYOR. KÜRESEL VE BÖLGESEL DENGELER OTURMADAN, YENİ BİR DÜZEN ŞEKİLLENMEDEN BU SAVAŞ BİTMEYECEK, önce bunu bilelim.
İkincisi bu hanım iç savaşın yaşanmadığı Şam merkezden. KANLI ÇATIŞMALARIN OLMAMASI EMNİYET HALİ OLDUĞU ANLAMINA HİÇ GELMİYOR. Biz bunu anlamıyoruz. Şam’da adam öldürme, gasp ve yağma, fidye için insan kaçırma gibi nice suçlar rejimin adamları eliyle işleniyor. Mesela okullar hep eğitime devam etti. Ama birçok aile kızını okula yollayamadı fidye için kaçırılır ve namusuna leke sürülür korkusuyla. Keza nice tüccar, rejimin mallarına el koyması nedeniyle yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. En önemlisi Suriye’de şu an ekonomi bitmiş durumda. Savaş devam ederken rejime akan Rusya, İran vs. yardımları kanlı çatışmaların azalmasına paralel olarak artık iyice azaldı. Suriye’ye zaten yıllardır ekonomik yaptırımlar uygulanıyor. Enflasyon muazzam yüksek, maaşlar da oldukça düşük. İçeride kaçakçılığa vs. bulaşmamış aileler normal maaşla yaşayamıyorlar, yardımlarla ayaktalar. Hemen her ailenin yurtdışında çalışan bir akrabası var; onların yolladığı paralar can suyu. Şu an Suriye’nin her yerinde temel tüketim malları kıtlığı var, özellikle tüp ve gaz yokluğu her aileyi vuruyor.
Üçüncüsü, dünkü paylaşımlarımdan da anlayacağınız üzere SURİYE’DE BİRÇOK ŞEHİR ENKAZA DÖNDÜ. İNSANLAR VATANINA DÖNDÜĞÜNDE NEREDE YAŞAYACAK?  Temizlenmeyi bekleyen belki on binlerce, belki yüz binlerce bina enkazı var. Ve yerlerine yenisinin inşa edilmesi lazım. Bunu kim, ne zaman, hangi parayla yapacak?
Enkaza dönmemiş binalar da var tabii ki. Ama içlerinde şu an başkaları ikamet ediyor veya çetelerin vs. karargâhına dönmüş durumda. Savaş ganimeti görülerek nice mal-mülk el değiştirdi. Eski sahipleri malını mülkünü istediğinde yeni gaspçılar geri mi verecek sanıyorsunuz?
Dahası nice yerleşimin toplumsal dokusu değişti, kâh yabancı savaşçıların kâh ülke içinde yer değiştirenlerin etkisiyle. Özellikle Şam çevresinde Şiileştirilen, dışarıdan getirilen Şii savaşçıların yerleştirildiği mahalleler var. Sahipleri döndüğünde evlerinde yaşayabilecek mi? Keza PYD’nin ABD öncülüğündeki koalisyon sayesinde ele geçirdiği yerleri Kürtleştirme siyaseti de var. Dahası Suriye’de kimin eli kimin cebinde belli değil. Her yerde yabancı istihbaratçılar ve onların yerli işbirlikçileri cirit atıyor.
En önemlisi ise intikam siyaseti. Suriye’de savaşın bütün taraflarınca o kadar çok suç işlendi, o kadar çok hak ihlalleri yaşandı ve yaşanmakta ki savaş dursa bile iç hesaplaşma bitmeyecek. Emniyet hali sağlanmadan sivillerin geri dönebilmesi, geri döndüğünde yaşayabilmesi zor.

İstanbul’da çalışan Suriyeli kadınların durumu
Geçtiğimiz Kasım ayında İstanbul’da çalışan Suriyeli kadınlarla uzun röportajlar yapmıştım, iş hayatlarını öğrenmek ve bunun aile hayatlarına nasıl yansıdığını keşfetmek için. Bu bölümde onların hikâyesini paylaşacağım.
İlk hanım, Şam’dan gelen, 4 erkek, 1 kız annesi; 45 yaşında bir hanım. “Neden geldiniz?” soruma, “Sokaktan veya evlerden gençleri toplayıp gidiyorlar, bir daha haber alamıyorduk, korktuk. Önce bu tür uygulamaların olmadığı rejime bağlı bir mahalleye taşındık ve iki sene orada kaldık. Ancak bu süre içinde çocuklarımı hiç kapı dışarı çıkarmadık. Evin tüm günlük ihtiyaçlarını dışarı çıkıp ben karşılıyordum. Memur eşim işe gidiyordu, ama her gün acaba geri dönebilecek, tutuklanır mı, öldürülür mü diye muazzam bir korku içinde kalıyorduk. İki sene sonra en büyük oğlum askerlik çağına geldi. Çocuklarımızı askere alıp kendi ailelerini ve arkadaşlarını öldürtüyorlardı. Buna alet olamazdık. 2013’te Türkiye’ye geldik.” dedi. Bu sözler, Şam sokaklarında genç erkeklerin dolaşmadığı, evlerde saklandıkları, kadınların evin ihtiyaçlarını karşıladığına dair daha evvel okuduğum saha gözlemleriyle örtüşüyordu.
Bu hanım, sırasıyla temizlikçilik, aşçılık ve terzilik vs. yaparak aile geçimini sağlamaya çalışmış. İç savaş yüzünden eğitimini yarıda bırakan oğulları çok düşük maaşla fabrika işçisi olarak çalışıyor. Orta yaş üstü her erkek gibi eşine iş yok; kendisi evde otururken hanımını çalıştırmaktan oldukça rahatsız. Bu acıyı her aile reisi hissediyor aslında. Evinin geçimini sağlamayı temel görevi addeden ve hanımlarını çalıştırmayı ayıp sayan orta yaş üstü erkekler, artık hiçbir işlevi olmayan atıl kimselere dönüştüler. Bu onlar için tam bir psikolojik bir travma. Savaş yaşayan her toplum büyük ve kapsamlı dönüşümlerden geçer. Aile rollerindeki değişim de bunun bir parçası.
Yine çocuklarını okutmak yerine çalıştırmak da zoruna gidiyor, ancak hayatta kalmak için başka şansları yok. “Eskiden Suriye’de bir maaşla düzgün yaşardık, şimdi 3-4 kişinin maaşı yetmiyor.” diyor. Zira işverenlerimiz Suriyeli sığınmacıları kaçak şekilde çok düşük bir maaşa çalıştırıyorlar. Birçok aile kira ve faturalardan kalan parayla karnını zor doyuruyor. Üstelik 10-12 saat süren mesai yüzünden rahatsızlanan sayısı da az değil.
Suriye’de mesai saatleri azdır. Memurlar saat 2-3-4 gibi evlerine dönerler, isteyen o saatten sonra taksi şoförlüğü gibi ikinci işler yapar. Akşamları ise Suriyeliler dışarıda park-bahçelerde gezerler ve ahbaplarına ev ziyaretlerine giderler. Geç saatlere kadar dışarıda gezerek, sohbet ederek vs. geçirirler. Dolayısıyla günün tamamını çalışarak geçirmeye hiç alışık değiller.
Bu noktada bir başka hatıramı paylaşacağım. 2015’te Suriyeli öğrenciler için YTB’nin yüksek lisans burs mülakatına girmiştim. Her Suriyeliye “Boş vaktini neyle geçiriyorsun?” diye soruyordum gerçekten okuma niyetleri var mı yok mu anlamak için. Eskişehir’den gelen bir Suriyeli genç şaşkınlıkla yüzüme baktı “Boş vakit mi?” diyerek. Zira bir ekmek fırınında günde 16 saat çalıştırılıyormuş. Sorduğum soru nedeniyle utancımdan yerin dibine girmiş, vicdansız işverene içimden sayıp sövmüştüm.
Tam da ucuz iş gücü olarak günde 10-12 saat çalıştırılan, ama maaşlarıyla ay sonunu getirmesi imkânsız gençler, ümidini kesip Avrupa’ya gitmek ve daha insani koşullarda yaşamak istiyor. Kalanlar da “çocuğum Hıristiyan memleketlerde heba olmasın, ezan sesi duysun” diye sabrediyor.
Biz Suriyelileri eğitimsiz, asalak insanlar sanıyoruz muhatap olmadığımız için. Oysa son derece eğitimli olup da çok kötü işlerde çalışmak zorunda kalanlar var. Mesele Suriye’de üniversitede profesör olup bugün Türkiye’de umumi WC temizlemek zorunda kalanlar mevcut. Küçümsediğimiz, hakaret ettiğimiz nice insanın bazen bizden çok daha insan olduğunu, çok daha eğitimli, görgülü ve görenekli olduğunu bilmeliyiz. Dahası Allah indinde hangi kulun daha hayırlı sayıldığını kim bilebilir? Düşene karşı davranışımız insanlığımızın ölçüsüdür.
Bir arkadaşım anlattı: İngilizce bildiğini zanneden bir Türk kasiyer, bu dilde derdini anlatmaya çalışan bir Suriyeli için “İşte bunların hepsi böyle cahil.” demiş. Arkadaş devreye girip ne dediğini sormuş. “O kadar düzgün İngilizce konuşuyordu ki asıl cahil bizim kasiyerdi, farkında değil.” dedi.
Yine başa döneyim, Şamlı hanımla röportajıma. “Geri dönecek misiniz?” diye sordum. “Vatanım gözümde tütüyor, ama döndüğümüz anda oğullarımı tutuklarlar ve savaşa sokarlar. Çok güzel bir evimiz vardı, ama füzenin isabet etmesiyle yerle bir oldu, şükür ki evde değildik.” dedi. Yani dönse gidecek bir evi olmadığı gibi oğullarının başına geleceklerden de endişeli.
Suriyeli herkes evini özlüyor. Zira orada yüksek tavanlı, geniş evlerde yaşarlarken özellikle maddi durumu iyi olmayanlar şimdi buralarda küçücük evlerde, bodrumlarda, çatı aralarında, ahır olarak kullanılması gereken yerlerde hayat mücadelesi veriyor.
Kadınların hayatındaki değişimi sorduğumda, en büyük zorluğu, eşleri savaşta ölenlerin ve hapiste kalanların yaşadığını anlattı. Ülkemizde en yardıma muhtaç olanlar; erkeksiz, tek başlarına çocuklarını yetiştirmeye çalışanlar, özellikle de küçük çocuklu olup akrabası bulunmayanlar. Bunlardan üçüyle röportaj yapmıştım. Çocuklarına hem anne hem baba olmaya çalıştıklarından ama iki rolü de başaramadıklarından yakınıyorlar. Uzun saatler dışarıda çalıştıktan sonra evin mesuliyetlerini üstlenemiyorlar. Çocuklarını bırakacak yer bulamıyorlar. Şimdi bunlara geçelim:
Kadınlardan biri, 4 yıldır bir klinikte temizlik görevlisi. İşinden memnun, ama günde 10 saat çalışıyor. “Eşim varken o çalışıyordu ve hayatımızda her şey yolundaydı.” diyor. Şimdi ise her şey değişmiş. Bir pazar günü tatil; onda da yemek ve ev işini ancak yetiştirebiliyor. “Çocuklarıma ne dosdoğru annelik ne de babalık yapabiliyorum, onlarla hiç ilgilenemiyorum.” diyor. Röportajda fazla ayrıntıya girmedi, özel hayatını anlatmaktan çekindi. Görüştüğüm diğer iki hanımın çok daha fazla sıkıntısı vardı.
Önce 4 ay cüzdan fabrikasında çalışan, ama hem patronun baskısından hem de kokudan rahatsızlanıp çıkan, şu an bir kıyafet dükkânında tezgâhtarlık yapan bir hanım... Günde 12 saat çalışıyor. Ama işinden memnun, “En azından müşteriler kadın.” diyor. 2 çocuğu var, anne-babasıyla yaşıyor. İşe giderken çocuklarını emanet ettiği yakınları olması bakımından şanslı; ama ailesi ve erkek kardeşinin müdahalesi nedeniyle çocuklarını istediği gibi yetiştirememekten şikâyetçi. 4. sınıftaki oğlu öğlen saat 2’de okuldan dönünce evlerinin altındaki dükkânda saat 7’ye kadar çalışıyor. Akşam eve gelince bir saat oturup ardından uyuyor. Dolayısıyla okul derslerine hiç çalışamıyor ve başarısız. Anne çok üzgün; ama “Ailenin geçimi ve okul masrafları için ben de küçük oğlum da çalışmak zorundayız.” diyor. Hem bedensel hem de psikolojik olarak çok yorgun olduğunu vurguluyor.
Gelelim asıl dertli olana... Eşi Esed’in zindanlarına atılmış, başta ziyaretine gidip gelmiş. Ama bir gün “artık gelmeyeceksin” denmiş. Bunun ne demek olduğunu anlamış; 2 sene evvel 7 yaşındaki tek çocuğunu yanına alıp ablasının verdiği borç altınlarla İdlib üzerinden Türkiye’ye sığınmış. Suriye’deki kaçakçı, kadının halini görünce para almamış; ama Hatay’daki Türk mafyası bütün parasını ve altınları alıp “İstanbul’a götürüyorum” diye Kilis’e bırakmış. Borç harç içinde İstanbul’a ulaşmış. Bir tekstil fabrikasına işçi olarak girmiş; günde 12 ila 14 saat çalışıyormuş.
“Patronumun ahlakı son derece bozuktu, bize rezil davrandı.” diyor. Verdiği örnek çarpıcı: Çocuğuna bakacak kimsesi yok; okuldan dönen oğlu akşama kadar sokakta kalıyor. 7 yaşındayken araba çarpmış, hastaneye kaldırılmış. Çocuğu WC’ye gitmek için bile kalkamıyormuş, fotoğrafını çekip patronuna yollamış. “İşe gelmek zorundasın.” cevabını almış. “Daha ikinci günde işe gittim.” diyor. Her gün 15 dakikalık çay ve 45 dakikalık yemek molasında evine koşup oğluna bakmış. “Allah’tan ev ile iş yakındı.” diyor. Oğlu iyileşene kadar yemek yemeden günler geçirmiş... Tamirci gelecek olsa veya oğlunun okuluna gitmesi gerekse bile patronu hiçbir zaman izin vermemiş. “Sizin işverenleriniz çok ama çok acımasız.” diyor. Benzer sıkıntıyı yaşayan sığınmacı çok. Patronların bazıları kaçak Suriyeli işçilere tek bir gün dahi izin istese vermiyor, işten atmakla tehdit ediyor.
Hatta 5 senedir İstanbul’da olup da kimlik kartı alamayan aileler var. Nedeni, patronun izin vermemesi nedeniyle hafta içi gidip de başvuru yapamamak. Şimdi o kimliksiz ve kayıtsız Suriyeli aileler sınır dışı edilecek. Patronların zerre kadar vicdanı sızlayacak mı? Hiç zannetmem.
Öğrencilerime bu yaşanmış hikâyeleri anlatırken diyorum ki “ESED DENEN ZALİM SADECE ŞAM’DA DEĞİL. HER BİRİMİZİN İÇİNDE, RUHUNDA BİRER ESEDCİK VAR. Suriyeliler sadece vatanındaki rejimden çekmedi, farklı kılıklarda ve rollerde bu Esedcikler göç ettikleri her yerde karşılarına çıkıyor.”
Takdir edersiniz ki İstanbul’da tek başına kalan ve tüm gün çalışan bu hanımın çocuğuyla ilgilenmeye vakti yok. Temel kaygısı şimdi 9 yaşına gelen oğlu; tek isteği ona kalabileceği düzgün bir yatılı okul bulmak. “Böyle giderse çocuğumun geleceği hiç olmayacak, bir çöp olarak atılıp gidecek… Okula gidiyor ama eğitimi sıfır.” diyor. Çocuk ne fasih Arapça biliyor ne Türkçe; daha doğrusu konuşsa da yazmayı bilmiyor. Bu arada bir not düşeyim: Artık Suriyelilerin çocukları Türk okullarında okudukları için fasih Arapçayı ve Kur’an-ı Kerim okumayı bilmiyor, ailelerin temel kaygılarından biri de çocuklarına anadillerini öğretebilmek.
Sokakta kalan oğlunun ahlakından da endişeli. Bu gidişle suç çetelerinin eline düşecek diye korkuyor. Geleceğe ve kendine dair hiçbir ümidi yok. Tek düşündüğü her ay kirayı ve faturaları nasıl ödeyeceği. Türkiye’de mesai saatleri çok uzun olduğundan oğlunun geleceği için tek çıkar yol olarak Avrupa’ya gitmek istiyor.
Hanımın kendisi psikoloji bölümü 2. sınıf terk; evlenince okulu bırakmış. Dolayısıyla Suriyelilerin yegâne geleceğinin okumakta olduğunun farkında. Ama elinden bir şey gelmiyor. Sadece çalışıyor ve uyuyor. Yemek pişirmeye vakti bile yok, “Hazır ne varsa, peynir-ekmek onu yiyoruz.” diyor. “Türkiye’ye geldiğimden beri, 2 yıldır, bir gün bile oğlumu parka götürüp de oynatamadım.” diyor acı içinde. Bunun bir çocuk için ne denli ihtiyaç olduğunu ancak onlar bilir herhalde... Bizim bazı Türkler de Suriyeli çocukları parklarda oynarken görmekten küplere biner vaziyette.
O da ne anne ne baba rolünü doğru düzgün oynayamamaktan rahatsız; üstelik işyerinde patrondan gördüğü muamele nedeniyle psikolojik olarak da yorgun. “Eve gelince stres ve sıkıntıdan oğlumu en ufak bir hatasında dövüyordum.” diyor, ama kısa süre evvel işini değiştirince rahatlamış.
400 lira kirayla tuttuğu zemin kattaki evi minicik, rutubetli, çok kötü kokuluymuş. “Kazancım kiraya ve faturalara gidiyor.” diye yakınıyor. Günde sadece iki saat elektrik kullandığı halde faturanın her ay 150 lira gelmesine şaşkın. “Ev sahibiyle aynı binada mısın?” diye sordum, “Evet.” dedi. Ev sahibinin elektrik hattını onun dairesine bağlayıp faturayı ödettiğini söyledim. Zavallı ne bilecek içimizdeki bu sahtekârları...
Röportaj yaptığım dönemde işini değiştirmiş, rahatlamıştı. Mesaisi 11 saate inmişti, ama henüz ne maaş alacağını bilmiyordu. Patronu onu birkaç ay deneyecekti. İnşallah zannettiği gibi daha düzgün bir iştir de hayal kırıklığına bir kez daha uğramamıştır... Röportaj boyunca sürekli “Türkiye’de hayat çok zor.” diye tekrarlayıp durdu. “Türkçe öğrenmeyi çok isterdim, ama buna imkânım yok, oğluma da derslerinde yardımcı olamıyorum.” dedi.
Bu son yaşanmış hikâye bile içimizde gezen fırsatçı, bencil, ahlakı bozuk ve vicdansız insanlarımızı yeterince ele veriyor. Şapkayı önümüze alıp derin derin düşünmemiz, kendimizi sorgulamamız lazım. Aynı muamele kendimizi ve çocuklarımıza yapılsa ne hissederdik?
Bazı mesajlar geldi. “E doğurup duruyor bunlar da.” diye. Bunlara cevabı ileride vereceğim. Ama şu son hikâyesini anlattığım aile sadece iki kişilik. Aynı sıkıntıları tıpkı kalabalık aileler gibi onlar da yaşıyor. Bu da meselenin başka olduğunu ortaya döküyor.

26 Temmuz 2019 Perşembe - İstanbul’daki mültecilerin hayatlarından kesitler
Bugün, geçtiğimiz cumartesi (20 Temmuz) röportaj yaptığım 6 Suriyeli hanımın anlattıklarını paylaşacağım. Ama öncesinde bir şaşkınlığımı yazmadan geçemeyeceğim. Özellikle dinine ve itikadına önem veren insanımızın Suriyelilere karşı hasmane tavrına bir anlam veremiyorum. BİZİM PEYGAMBERİMİZ DE BİR MÜLTECİ, BİR SIĞINMACIYDI. Mekke düzeninin baskı ve zulmü karşısında Müslümanlar, Medine şehir devletine göç etmek zorunda kalmıştı. Bunu bilmiyor muyuz, yoksa çıkarımıza dokunuyor da görmezden mi geliyoruz? Hicretin ilk yıllarında Kur’an-ı Kerim’de bir ayetle muhacir ensara mirasçı bile kılınmıştı; sonra bir başka ayetle mirasçı olma emri kaldırıldı. Öyle görünüyor ki Peygamberimizin hayatını bir kez daha bu gözle okumalıyız.

41 yaşındaki ilk hanım, dört çocuğuyla Şam’dan ülkemize sığınmış. Rejimin adamları, eşini ve henüz üç yaşındaki oğlunu arabayla giderken yolda öldürmüş. Eşinin vefatının ardından Şam’da yardımlarla ayakta kalmış. Ama “Bu şekilde yaşamayı zül addettik; Türkiye’ye onurumuzla yaşamak, alnımın teriyle çalışıp kalan dört çocuğumu büyütmek için geldim.” diyor. Burada hiç akrabası yok, günde on iki saat terzi olarak çalışıyor.
Şu an 19 yaşında olan kızını üç yıl evvel 24 yaşındaki bir Suriyeli gençle evlendirmiş, aynı evde birlikte yaşıyorlar. “Neden kızını erken evlendirdin?” dedim. “Başımıza bir erkek lazımdı, tek başıma evimi, ailemi himaye edemezdim.” cevabını verdi. Göçle birlikte hayatlarında nelerin değiştiğini sordum. “Çocuklarım içine kapandı, kimseyle konuşmak ve topluma karışmak istemiyorlar; bundan endişeliyim.” dedi. Nedeni yine aynı: Suriyeli çocuklara karşı okullardaki nefret ve yabancı düşmanlığı. “Türkçeyi tam bilmiyor, dersleri anlamıyorlar diye Türk arkadaşları çocuklarımla dalga geçiyor.” dedi. Kendisi, akşamları Türkçesi el verdiği ölçüde çocuklarına derslerini öğretmeye çalışsa da yetersiz kalıyor. Suriye’deyken dersleri çok iyi olan çocukları şimdi eski günlerini özlüyor, geri dönmek istiyormuş. “Yaşadığımız sıkıntılardan dolayı çocuklarımla birbirimize sıkıca kenetlendik.” diyor anne.
Öte yandan korktuğu için çocuklarını okul haricinde dışarı salmıyormuş. “Daha evvel burada hayatımdan memnundum ama artık büyük korku içindeyim.” diyor. Korkusunun nedeni İstanbul seçimleriyle birlikte Türklerin Suriyelilere bakışlarının bile değişmesi. “Artık dışarıda kendimi güvende hissetmiyorum.” diyerek çarpıcı bir örnek verdi. “Geçenlerde çocuklarımla birlikte dışarıda geziyordum. Bir Türk adam gelip cep telefonuyla fotoğrafımızı çekti, bakın Suriyeliler nasıl da ortalıklarda gezip eğleniyor demek için. Çok üzüldüm. Neden bize böyle davranıyorsunuz?” diyerek serzenişte bulundu.
Hafta içi bütün gün çalışan, çocuklarını okul haricinde dışarı salmayan bir annenin kırk yılda bir nefes almak için İstanbul sokaklarında ailesiyle gezmesini dahi çok görüyoruz. Bu nasıl bir akıl, bu nasıl bir vicdan!

Halep’ten gelen, dört çocuklu 38 yaşındaki ikinci hanım, yedi yıl evvel son çocuğuna hamileyken, sokakta yürüyen eşini bir keskin nişancı şehit etmiş. “Halep’te sıfırı tükettik, ne eşim ne akrabam kaldı; yapayalnızım.” diyor. Burada eşinin akrabaları olsa da 2,5 yıldır hiç görüşmüyorlarmış. “Allah’tan başka hiç kimsemiz yokmuş, bunu gördüm; Allah insanı amcasının, kardeşinin bile eline düşürmesin.” diyor. Yedi senedir büyük zorluklar çekse de artık buna alışmış. “Halep’te kadınlara iş yoktu, çocuklarımı büyütmek için Türkiye’ye gelip çalışmak zorundaydım.” diyor. 3,5 sene evvel Türkiye’ye gelmiş. Dokuz aydır bir plastik çatal-tabak fabrikasında çalışıyormuş. Daha evvel farklı iş yerlerinde temizlikçilik yapmış, hasta bakmış, bijuteride çalışmış. “Çalışma hayatı çok zor, ama çocuklarım için çalışmam lazım, maaşı zar zor yetiriyorum.” diyor.
Çocukları ne zaman bir uçak sesi duysa korkuyor, irkiliyormuş. Çünkü Halep’teki evleri bombardıman sonucu üzerlerine yıkılmış. Türklerden sıkıntı çekiyor musunuz diye sorunca, “Pek fazla sayılmaz.” diyor anne. Ama yanında bulunan 12 yaşındaki oğlu yaşadığı çarpıcı bir olayı anlatıyor: Annesi para biriktirerek bayramda ona bir saat hediye almış. Çocuk çok sevinmiş. Hafızlık yaptığı Kur’an kursundaki Türk çocuklar saati görünce, “Senin Suriyeli olarak bir saatin var ha” diyerek saati kolundan çekip yere atmış, kırmışlar.
Suriyelilerle ilgilenen bir derneğin yetkilisi “Türkler, Suriyelilerin elindeki her şeyi çok görüyor; çok malları var veya devlet para yağdırıyor da onunla her şeyi alıyor sanıyorlar.” demişti. İleriki günlerde başka bir Suriyelinin dilinden konuyla ilgili paylaşım yaparak konuyu açacağım.

3 yıl evvel Humus kırsalından Türkiye’ye gelen 29 yaşında dört çocuklu bir başka hanım... Evin reisinin bir gözü tamamen görmez olmuş, diğeri ise kısmen görüyor; dolayısıyla 2 yıldır çalışamıyor. Bir de yanlarında engelli olan 54 yaşındaki görümcesi var. “Göçle hayatınızda neler değişti?” diye soruyorum: “Burası savaş altında yaşamaktan iyi, emniyetteyiz ama maddi bakımdan çok zor durumdayız. Aldığımız yardımlarla kira ve faturaları bile ödeyemiyoruz; oysa Suriye’de evimiz vardı. Okulda okuyan çocuklarımızın taleplerini karşılayamadığımızdan psikolojileri değişti, asabileştiler. Türkçe çok zor bir dil olduğundan öğrenmekte zorlandılar. Ayrıca her uçak sesinde korkuyorlar. Komşularımız çocuklarımızı kabullenemedi, onlarla oynamıyorlar; bizi sevmiyorlar. Bu durum çaresizlik hissimizi artırdı. Çocuklarımızın Kur’an dili Arapçayı bilmemesi bizi üzüyor.” Cevabını veriyor.

Halep kırsalından 6 yıl evvel gelen 43 yaşındaki bir başka hanım da eşi hasta olduğundan çalışamıyor. Çocuklarının üzerinde kontrolü yitirmekten dert yanıyor: “Suriye’de ebeveyne itaat vardı, çocuklarımız istediğimizi yaparlardı. Şimdi sürekli itiraz ediyorlar, yanlışta ısrar ediyorlar, isyankârlar. Okuldaki Türk arkadaşlarına özenip onlar gibi giyinmek, yiyip içmek, yaşamak istiyorlar. Biz bu taleplerin maddi bakımdan nasıl altından kalkalım? Bütün arkadaşlarının elinde telefon olduğundan kendilerini ezik hissediyor, cep telefonu almazsanız okula gitmeyiz diyorlar. Derdimiz çok.”
İlkokul çağında çocuğu olan anneler rahat; ama çocuklar ortaokul ve lise çağına geldiğinde iş değişiyor. Birçok Suriyeli anne-baba benzer dertten muzdarip. Ülkemizdeki sığınmacılarla yakından ilgilenen Suriyeli birisi tam da aynı konuda şunları anlatmıştı: “Çocuğumuza, mesela, sigara içme harama yakın mekruhtur dediğimizde ‘Okuldaki Türk çocukların çoğu içiyor’ cevabını veriyorlar. Bize de onlar yanlış yapıyor diyemiyoruz, nihayetinde burada misafiriz, sıkıntı çıkabilir. Ama büyüdükçe çocuklarımızın üzerindeki kontrolü kaybediyoruz. Dahası, Avrupa’daki gibi, çocuklarımızın bizi gidip de devlete, kolluk kuvvetlerine şikâyet etmelerinden korkuyoruz... Halepli bir karı-koca arasında kavga çıkmıştı; komşunun ihbarıyla gelen polis adamı hapse attı; adam altı aydır hapiste, hala dava açılmadı. Hanımı dilekçeyle başvurmuş; şikâyetçi değilim, eşimi hapisten çıkarın demiş. Yine de kamu davası açılacakmış ve ilk duruşma Nisan 2020’de olacakmış. Bu kadının üç çocuğu var, onca zaman ne yiyip ne içecek düşünsenize. Suriye’de devlet aile içi ilişkilere karışmazdı, burada korkuyoruz.”

Diğer hanım, 41 yaşında, dört çocuklu bir Türkmen. 4 yıl önce Şam’dan gelmişler. “Eşim işe gitmek için evden çıktığında geri dönebilecek mi diye her gün korku yaşardık. İkinci kızım gece bomba ve silah sesi duyduğunda korkar, rengi değişir, yazın sıcağında bile buz kesilirdi. Elhamdülillah şimdi emniyetteyiz.” diyor.
Çocukları başlangıçta okulda sıkıntı yaşamış ama Türkmen oldukları anlaşılınca dışlayıcı tavırlar değişmiş. Şu an okulda rahatlar, hatta Türk vatandaşlığı alsak da kalsak diye düşünüyorlarmış. Türkiye’de insana kıymet verilmesinden, okullarda dayak olmamasından etkilenmişler. Parkta çocukların salıncak sırasına girmesi hoşlarına gitmiş; “Suriye’de kim kuvvetliyse o binerdi salıncaklara.” diyor. Ama parka gittiklerinde hemen “Suriyeliler!” diye laf atılmasından şikâyetçi. “Türkler bir kötü örnek görüp tüm Suriyelileri kötü sanıyorlar. Bu çok yanlış.” diyor.
Bir alışveriş merkezinde işçi olan eşi sonunda sigortalı olmuş; ama sevinememişler. Patronu sigortayı bazen 5, bazen 15 günlük yatırıyormuş. “Sigortalı olunca Kızılay kartını kestiler. Şimdi ne sigortadan faydalanıyoruz ne de Kızılay’dan. Mağdur olduk. Burada geçinmek zor.” diyor.

Son olarak, sığınmacılarla yakından ilgilenen bir Suriyelinin dilinden, göçle birlikte ailelerde yaşanan değişime dair genel izlenimleri aktarmak istiyorum:

“Suriye’deyken ailelerde sevgi ve muhabbet vardı, gezilir tozulurdu, sohbet ve şakalaşma çok yaygındı. Şimdi neyle gezeceğiz, güleceğiz? Maddi durumu iyi olanlar var; ama çoğunluk temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor. Çocukların dışarıda akranlarından görerek istediği şeyler çoğunlukla karşılanamıyor. Nice aile reisinin aklını meşgul eden tek şey, ay sonu nasıl gelecek, ekmeği-suyu nasıl temin edecek? Artık birçok ailede sürekli bir gerginlik hali var. Hem eşler hem de ebeveyn ile çocuk arasında kavgalar var, boşanmalar artıyor. Eski sevgi ve muhabbet yok. Parçalanmış nice aile var; dünyanın birçok yerine dağılmış durumdalar. Sadece benim ailem 10 ayrı ülkede. Ayrıca ailesinden, akrabalarından, yakınlarından şehit veya yaralı veren, tutuklu olan çok. Suriye’de kalan yakınlarının, akrabalarının hayatından sürekli endişe içindeler. Zihinlerde dolanan bir yığın mesele var. Hal böyleyken neye gülüp eğlenilecek? Okullarda Suriyeli çocuklara karşı husumet var; öğrenci çeteleri çocuklara bıçak çekiyor, dövüyor; polis veya okul müdür görse de bir şey yapmayıp uzaktan seyrediyor. Bu temel problemlerden. Kira ve başka bin bir türlü yardım aldığımız sanılıyor; kira yardımı yok, Kızılay yardımından yararlanan sayısı da sınırlı. Siz de iktisadi kriz içindesiniz, biliyoruz. Hükümetinize çok duacıyız, bize yıllardır yardımcı olmaya çalıştı, ama yapamadı. Nüfusumuz çok olduğundan bu kadar büyük bir nüfusla baş etmek imkânsız. Keşke baştan Avrupa’daki gibi bir rehabilitasyon ve uyum süreci olabilseydi.”

28 Temmuz 2019 Pazar – Tweetlerime gelen tepkilere cevaplar


Mültecilere bakışımızın 100 yıldır hiç değişmediğini gösteren bir alıntı. Tweetlerimin altına “Biz Balkanlardan, Kafkaslardan gelen muhacirlere böyle davrandık mı? Demek ki Suriyelilerde bir sorun var.” diyenler dikkatle okusun. Bizim içimizde böyle bir damar aslında hep vardı.
Yunanistan’ın 1800’lerde bağımsızlığını kazanması nedeniyle o topraklardan kalmış Türkler, 1920’lerde nüfus mübadelesiyle ülkemize geldiğinde gelenek ve hayat tarzlarını garipseyerek “Bunlar gâvur, Yunan; Türk değil.” diyerek dışlamıştık. Benzer şekilde Anadolu’dan Yunanistan’a göçen Rumlar da “Bunlar bizden değil, Türk” diye dışlanmıştı.


1770’ten 1923’e göç haritası… 5 milyon Müslüman Anadolu’ya sığınırken 1,9 milyon Hristiyan da Anadolu’nun dışına çıkıyor. Dikkatle incelenmesi gerekir. Halkımızın çoğunun dedeleri göçmendir… Dahası Cumhuriyet döneminde de Türkler, Balkanlardan dalga dalga yurdumuza sığınmıştır. Keza 1980’lerin çalkantıları ve savaşlar döneminde yüz binler Afganistan, İran, Irak, Suriye ve çeşitli yerlerden gelmiştir. Dolayısıyla Suriyelilerin halinden en çok dedesi, babası, hatta kendisi göçmen olanların anlaması gerekirdi; ama aksine en büyük nefreti –hayretle– onlarda görüyorum.
(Attığım tweetin altına yorum yazan Arzu isimli takipçimin retweetlediğim mesajını paylaşmak istiyorum: “Biz Balkan göçmeniyiz, zamanında bizimkileri öldürmeye bile kalkışmışlar. 50 senelik komşularımızın ufacık çocukları bile ‘Sen Macirsin kapımızdan geçme, burada durma’ diye konuşabiliyor. İçlerinde bu düşmanlığı hala besliyorlar; sadece artık ellerinden bir şey gelmiyor.)
Meselenin diğer boyutu da şu: Biz Suriyelilere sadece işimizi aldığı için öfkelenmiyoruz. Dürüst olalım. Ülkemize gelen turistler arasında alışverişleriyle en büyük parayı bırakanlar Araplar olduğu halde, bir-iki haftalığına ülkemize gelen Arap turistlere de ters davranıyoruz. Şaşırıp kalıyorlar, “Biz Türkiye’yi bu kadar sevdiğimiz ve ekonomisine katkıda bulunmaya çalıştığımız halde onlar neden bize bu kadar kötü davranıyorlar” diye. Hatta havalimanlarımızda Araplara adeta potansiyel terörist gibi davranıldığına dair nice şikâyet var. Hadi tamam Suriyeli sığınmacıları kalıcı diye düşünüp beka tehdidi sayıyoruz; peki tatilini burada geçirip geri gidecek Araplara ne diye ters davranıyoruz? Dürüst olalım, ASIL MESELE İKTİSADİ KAYGI DA BEKA KAYGISI DA DEĞİL. ZİHİNLERİMİZİN ÇOK DAHA DERİNLERİNE İŞLEMİŞ BİR IRKÇILIK VAR.
Ülkemize gelen Afrikalılara bir sorun bakalım; “bunların burada ne işi var” dercesine nasıl dik dik bakıyormuşuz yüzlerine... Açıkça söyleyeyim, İNSANOĞLU TANIMADIĞINDAN KORKAR. Hem dış dünyaya hem de içimizdeki yabancılara karşı –kibirle birleşen– derin bir cehaletimizin olduğunu kabul edelim. Her çekik gözlüyü Çinli sanırız, koskoca Doğu ve Güneydoğu Asya’nın büyük kısmı çekik gözlü olduğu halde. Çin hükümetinin Doğu Türkistanlılara yaptığı zulme haklı olarak öfkeleniriz; ama bunun acısını zavallı Güney Koreli bir turisti döverek çıkarırız. Cehalet ayrı bir meziyet! Daha da komiği ülkemize gelen her Arap turisti Suriyeli sığınmacı saymamız. “Bunlar geziyor, lüks restoranlarda yiyip içiyor, alışveriş yapıyor” diye öfkeleniyoruz. Birkaç yıl önce Türkiye’ye yerleşip burada yatırım yapan zengin bir Yemenli işadamını Suriyeli sığınmacı sanıp kendisine sadaka verilmeye kalkışıldığını da duymuştum.
Yaygın şöyle bir eleştiri var: “Doğu Türkistanlılar bunca zulüm görürken Suriyelilere neden sahip çıkıyorsunuz!” Göremedikleri şey şu: Bugün Suriyelileri sınır dışı etmeye çalışan ekipler, Doğu Türkistanlıları sınır dışı edenlerin aynısı. İki zulüm aynı anda yürüyor ve biz ikisine de karşıyız. Suriyelilere sahip çıkmamız, Doğu Türkistanlılar pahasına asla değildir, böyle bir şey sözkonusu dahi olamaz. Biz “ya-ya da” ikilemiyle kendimizi sınırlandıran bir zihniyete sahip değiliz, “hem-hem de” diyenleriz.
Tahmin edeceğiniz üzere, bugünün tweet zincirinde geçmiş paylaşımlarıma gelen yorumlara cevap veriyorum. Bu yorumların bir kısmı kötü, bir kısmı iyi niyetliydi. Kötü niyetlilerle muhatap olmaya tenezzül etmiyorum; ama onların yönelttikleri sorular ve yaptıkları yorumlar herkesin zihninde uyanabilir diye bunları yazıyorum.
Bugüne kadar hiç Suriyeli mağdur görmediğini, çalışmayıp keyif yaptıklarını, asıl mağdurun biz Türkler olduğunu yazanlar olmuş. Böyle düşünenlere sorarım: Bugüne kadar kaç Suriyeli ile oturup dertleştiniz? Kaç Suriyelinin evini ziyaret ettiniz? Kötü niyetle yaklaştığınız, anlama çabasında olmadan yargıladığınız ve suçladığınız insanlar, özel hayatlarını açacak değiller size. Sokaklarda insanları gezerken görebilirsiniz, ama göremediğiniz şu: Fabrikalarda ucuz işgücü olarak adeta köle gibi çalıştırılan yığınlar var. Kaldı ki sığınmacı diye insanları gezdikleri için suçlamak ne denli makul ve mantıklı? Suriye’de hem her akşam gezmeye hem de koca evlerde yaşamaya alışmış bu insanların birçoğu şimdi bodrum katlarda, küçücük, rutubetli evlerde hayatını sürdürmeye mahkûm. Bu yüzden sağlığı bozulan da birçok Suriyeli var. Bizim göz zevkimizi bozmamak için hiç evlerinden çıkmasınlar; sadece işe gitsinler; hatta işe de gitmesinler, “bizim işlerimizi(!)” almasınlar... Bu arada “bizim işlerimiz” dediğimiz o işlerde (fabrika işçiliği, temizlikçilik, hasta bakma vs.) acaba kaç gencimiz çalışmaya gönüllü?
Bir diğer eleştiri çok daha ilginç: “Suriyeliler tacizci ve tecavüzcü; Türk kadınını rahatsız ediyorlar.” Esed’in adamlarının bir savaş stratejisi olarak uyguladığı tecavüze uğrama ihtimalinden kaçıp bizim ülkemizde taciz ve tecavüze uğrayan Suriyeli kadın ve çocuk sayısı o kadar çok ki. Ben röportajlarımda acıları tazelememek için hiç bu konuda soru yöneltmedim. Ama ülkemizde Suriyelilerle ilgilenen psikologlara ve psikiyatristlere sorarsanız, “nasılsa dil bilmiyorlar, yabancılar, kimseye şikâyet edemezler” diyerek bu ülke vatandaşı kaç alçağın Suriyelilere neler yaptığını öğrenebilirsiniz. Ayrıntıları yazmaya elim varmıyor. Suriyeli 13 yaşındaki erkek bir çocuğun, verildiği yatılı eğitim kurumunda, 17 yaşındaki bir Türk öğrenci tarafından nasıl tecavüze uğradığının hikâyesini bir psikologdan dinledim. Tüyler ürperticiydi, günlerce kendime gelemedim. Olaydan bir sene sonra çocuk, annesiyle birlikte, bir belediyenin ücretsiz psikolog hizmeti vermesinin ilk haftasında hemen tedaviye koşmuş. Bazı Suriyeli çocuklar, eğitim için, gelecekleri için gittikleri kurumlarda bile buna maruz kalıyorsa varın gerisini siz düşünün.
(Konu ile ilgili Feyza Bilir adlı Twitter takipçimin retweetlediğim bir tweeti paylaşmak istiyorum: “Okudunuz mu bilmiyorum ama Sakarya’nın Kaynarca ilçesinde, 6 Temmuz 2017 tarihinde 9 aylık hamile olan Emani el Rahmun tecavüz edilip 10 aylık bebeği Halaf el Rahmun ile birlikte öldürüldü. Bunu yapan da bir Türk’tü. Ama hiçbir zaman bu olay, Suriyelilerle ilgili yalan ve provokatif haberler kadar konuşulmadı.”)
Suriyelilerde ahlaksız yok mu? Tabii ki bir yığın var. Tıpkı bu ülke insanı arasında bir yığın olduğu gibi. Benim teklifim gerek –Türk gerek Kürt gerek Arap– bu suçu işleyenlerin tamamının denize dökülmesi. Gördüğü her Suriyeliyi tacizci-tecavüzcü sananlar ise psikolojik olarak tedavi olmalılar.
Suriyelileri katil, hırsız, tacizci, kaçakçı diye niteleyen; necip Türk milletini bozduğunu iddia edenler var. Resmî istatistiklerde suç işleme oranlarına bakıldığında SURİYELİLERDE SUÇ ORANININ SON DERECE DÜŞÜK olduğu görülür. Misafir oldukları ve her an sınır dışı edilme endişesiyle yaşadıkları bir ülkede suç işlemek sizce akıl kârı mı?
(Konu ile ilgili Feyza Bilir adlı Twitter takipçimin retweetlediğim bir tweeti paylaşmak istiyorum: “Suriyeliler, 2011’den itibaren yaşanan toplam 6.074.369 adlî olayın sadece 20.048’ine karıştı. Bu süre içinde Suriyelilerin karıştığı olayların oranı yüzde 0,33 (yani on binde 33) olarak gerçekleşti. Bir zahmet araştırın.”)
Yine bir yığın yanlış kıyaslama üzerinden gelecekte çıkabilecek muhtemel güvenlik riskleri sıralanıyor; adeta -ikisi de K harfi ile başlıyor ve 5 harfli diye- kabak ile kavunu kıyaslarcasına. Bir arkadaşım, Lübnan’da Filistinli mültecilerin 1975’te iç savaşı tetiklemesi örneğini vererek bir benzerinin ileride Türkiye’de yaşanması ihtimalini dile getirdiğinde dayanamayıp kahkahayı bastım. “Lübnan siyasi sistemi, nüfus yapısı ve güvenlik sisteminin Türkiye’ninkiyle en küçük bir benzerliği var mı?” diye sordum; şükür ki biraz biliyormuş, “Hayır” cevabını verdi. Ülkelerin iç siyasi, iktisadi, toplumsal, kurumsal ve demografik yapılarına bakmadan bu tür kıyaslamalar cahil işi vesselam.
Birisi “İleride Kürtler gibi bağımsızlık istiyoruz diye ellerine silah alınca görürüm ben sizin hümanistliğinizi.” yazmış. Gülüyorum bu tür boş kıyaslamalara. Ülkemizde misafir statüsünde bulunan 4 milyon yabancı ileride çıkıp bağımsızlık isteyecek ha? Zaten daha evvel Bulgaristan, Yugoslavya, Kafkaslar, İran ve Irak’tan ülkemize sığınanlar hep bağımsızlık istemişti de sırada bu insanlar var! Gereksiz paranoyalarla insanlığımızı ve vicdanımızı esir ediyoruz ya, yazık. Öğrencilerime hep diyorum ki hangi görüşten olursanız olun fakat VİCDANLARINIZI SİYASALLAŞTIRMAYIN.
Bir eleştiri de, kendi halkımız fakir ve muhtaçken neden Suriyelilere yardım edildiği! Bunu yazanların, fakir Türk ailelerine yardım etmesine kim engel ki? İsteyen Türklere, isteyen Suriyelilere, isteyen her ikisine birden yardım eder. Acaba bu argümanı dilinden düşürmeyenler bugüne kadar kaç Türk aileye yardım etmiştir, çok merak ediyorum doğrusu. Bizim gibi muhtaç olana yardımı hayatına şiar edinenler dine, ırka, milliyete bakmadan bunu yaparlar. SURİYELİLERE YARDIMLARIMIZ TÜRKLERE YARDIM ETMEYE ASLA MANİ DEĞİLDİR. Öte yandan 22 Temmuz tarihinde attığım tweet zincirinde de belirttiğim gibi, ben ÖYLE SURİYELİ AİLELER GÖRDÜM Kİ YOKSULLUK DEĞİL YOKLUK İÇİNDELER. Evlerinde hepi topu beş-on parça eşyası olan, başkasının verdiği buzdolabının içi bomboş olan aileler var. Yaralı, hasta, sakat, dul ve yetim yığınlar mevcut.
“Suriyeliler birkaç yerden yardım alıp da keyif yapıyor” diyenler var. Doğrudur, böyleleri yoktur hiç diyemem. Kimi fırsatçılar bütün yardımlara konar, kimilerine ise bir şey kalmaz; bu dünya böyledir. Kendi ülkemizde de maddi durumu iyi olduğu halde utanmadan yeşil kart alanlar yok muydu? Dahası, zengin olup Mercedes ile gezen bazı vatandaşlarımızın çocukları hiç sıkılmadan eğitim bursu almıyorlar mı? Veya kimi öğrencimiz tek bir burs bulamazken bir yığın yerden burs toplayan “açıkgöz” Türk gençlerimiz yok mu? Burslara konup keyifle gezenlerimiz, sokaklarda yiyip içenlerimiz, sinemalarda keyif yapanlarımız yok mu?
Yani her toplumun ahlaklısı-ahlaksızı, mağduru-fırsatçısı, vicdanlısı-vicdansızı vardır. Mesele, biri-iki yanlışı görüp herkesi mahkûm etmemizdir. Bu zaafımızı bilenler de sonuna kadar kullanıyor. Sığınmacılar arasında bir yığın Esed ajanı var. Kimi olayları bu ajan taifenin bilerek kışkırttığını da bilelim.
Ayrıca ülkemizde Suriye’nin her yerinden insan var; görgülü-görgüsüz, eğitimli-eğitimsiz, şehirli-bedevi. Tıpkı bizim ülkemizde de olduğu gibi. Suriyelilerin kendileri de herkesle ahbaplık kurmuyor; hatta “Bu insanlar bizim ülkemizden mi!” diye hayret ettikleri insanlar var. Acı olan şu: Ülkemize gelen nice okumuş ve çok nitelikli Suriyeli iş bulamadı. Orta yaş erkeklere çoğunlukla iş imkânı yok, ne kadar kalifiye olurlarsa olsunlar; genç erkekler ve kadınlar iş bulabiliyorlar. Eczacı, doktor, öğretim üyesi, avukat vs. olup bugün cami, okul, WC temizleyicisi, fabrikalarda işçi vs. olarak çalışanlar var. Maalesef nitelikli sığınmacıların çoğunu biz değerlendiremezken Batı ülkeleri kaptı. Hatta ülkemizde sığınmacılarla ilgilenen yabancı STK’lar bu insanları keşfedip ülkelerine davet ediyor ve vatandaşlık veriyor.
Biz ise niteliklileri değerlendiremediğimiz gibi bir de dolandırdık. 4 yıl evvel Suriyelilerin İstanbul’daki ilkokul ve liselerini gezerek Suriyeli öğretmenlerle mülakatlar yapmıştım. Resim öğretmeni bir hanım Suriye’de ödüllü bir ressammış, eşi de mimarmış. “Sadece ben çalışıyorum, eşim evde oturuyor, Türkiye’de iş yapmaktan çok korkuyor.” demişti. “Neden?” diye üsteleyince anlattı: “Biz zengin bir aileydik; yanımızda yüklü bir parayla geldik. Eşim bir Türk’le ortak olup mimarlık şirketi kurdu, bütün paramızı oraya yatırdı; ama dolandırıldık. Adam sakallıydı, dindar görünüyordu; bizi dolandıracağını nasıl düşünebilirdik ki! Burada bizim bir geleceğimiz yok. Oğlum Almanya’da mühendislik fakültesinde okuyor. İlk fırsatta oraya gidip yerleşeceğiz.” Bu sözleri duyduğumda ülkemin sahtekâr insanlarından dolayı yerin dibine geçmiştim. Suriyelileri eleştiriyoruz da Türklerin onları nasıl sömürdüğünü hiç konuşmuyoruz.
Beni kahreden diğer bir olay da İzmir’den Yunanistan’a kaçmaya çalışan Suriyelilere yapılan muameleydi. Özellikle Basmane bölgesinde kendine kuyumcu süsü veren birçok dükkânın sığınmacıların altınlarını üç kuruşa bozup avro veya dolara çevirdiği CNN Türk’te haber yapılmıştı. Yine CNN Türk’ün haberinde, İzmir’de sığınmacılar için üretilen ucuz can yeleklerinin içine sünger konduğundan bahsedilmişti. Hep düşünürüm, bindikleri botlar/tekneler batarken o süngerli can yeleklerini kullananlardan kim bilir kaçı Ege sularının derinliklerini boyladı. Kısacası; ülkemizde Suriyelileri dolandıran o kadar çok insan oldu ki... Hiç bununla yüzleşiyor muyuz? Ahlaki problemlerimizin üstünü örtmeye gerek yok; görmediğimiz probleme çözüm arayışına giremeyiz. Değinilecek daha nice problem var; ama onlardan ileriki haftalarda atacağım tweetlerde bahsedeceğim.
İki gün evvel bir arkadaşım aradı. “Neden hep Suriyelilerin perspektifini yazıyorsun da biz Türklerin düşüncelerini ve korkularını yok sayıyorsun, objektif değilsin.” dedi. Evet, yok sayıyorum; çünkü biz Türkler sabah-akşam kendi sesimizi, kendi düşüncemizi dinleyip duruyoruz. Hiç karşımızdakini anlamaya çalışmıyoruz. Zaten dillerini, kültürlerini de bilmiyoruz. İklim, coğrafya, tarih, kültür, ekonomi gibi faktörleri hiç dikkate almadan dünyanın en doğru milleti kendimiziz sanıyoruz. Tam da bu yüzden bir kez olsun Suriyeliler ne düşünür, ne yaşar, ne hisseder; bir okuyup anlamaya çalışın istedim. Yedi-sekiz yıldır aramızda yaşayan bu insanlara hiç kulak vermedik. Medyamız, birkaç gazeteci hariç, doğru düzgün konuyu gündemde tutmadı, haber yapmadı, belgesel yayınlamadı. Utanç verici bir durum bu.
Biz sadece mülteciler meselesine değil, Suriye iç savaşına da kapsamlı ve derinlemesine bakmadık. Varsa yoksa Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyi. Yani kendi güvenlik ihtiyaçlarımız bağlamında hep güney komşularımıza ve Ortadoğu’ya baktık. Peki Humus’ta, Dera’da, Şam’da, Hama’da, Deyrezzor’da, Bağdat’da, Basra’da, Felluce’de neler oldu? Kaç “uzmanımız”ın buralar hakkında bilgisi var? Sadece kuzeye bakarak bölgede ne yaşandığı anlaşılamaz. Dahası dünyanın neresinde ne yaşansa hemencecik Türkiye’ye bağlıyoruz. “Maduro düşerse Erdoğan düşer” diyoruz. Venezüella ile Türkiye arasında ne gibi bir alaka ve benzerlik var? Sudan’daki olayları Sevakin adasına bağlıyoruz; zaten bu ülke hakkında bildiğimiz başkaca bir şey de yok ki.
Yıllar evvel okuma grubuma gelen yabancı bir uluslararası ilişkiler doktora öğrencisi dedi ki: “Sizi anlamıyorum; üniversitede Uluslararası Politika doktora dersinde tamamen Türkiye konuşuluyor; bu nasıl bir mantık?” Bu öğrencinin serzenişi durumumuzu çok iyi özetliyordu. Biraz kendimizin dışına, dünyaya bakalım. Bu alışkanlığı kazandığımızda analizlerimizin ne kadar sathi ve komik olduğunu göreceğiz. Yine öğrencilerime söylediğim bir şey var: Biz Kâbe değiliz ve dünya etrafımızda tavaf etmiyor. Kendimizi dünyanın merkezi, en doğrusu saymanın gereği yok.
Sosyal bilimler öğrencisi takipçilerime bir tavsiyem var: Her ne yaparsanız yapın MERKEZİNİZE İNSANI ALIN. Bugünkü temel problemimiz her şeyi ABD-İsrail-petrol-doğalgaz-güvenlik kıskacında okumamız; insanı yok saymamız. Arap psikolojisi ve sosyolojisini es geçerek bölge anlaşılamaz. Sahaya inip araştırma yapmadan, tepeden bakışla yeni, etkili ve doğru bir çalışma ortaya koyamazsınız. Ayrıca dilini bilmediğiniz bölgeyi de anlayamazsınız. Dil bilmek “Hi, how are you?” demek değildir; ilgili dilin kültürünü, anlam dünyasını keşfetmeden dil öğrenilmiş olmaz. Tam da bu eksiklikleri gördüğümden iki hafta sonra vakit bulduğumda Suriyelilerin siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal ve dini hayatı ile Suriye İç Savaşı üzerine paylaşımlarda bulunacağım. Bugün aslında niyetim maddi durumu daha iyi olan Suriyelilerle görüşmelerimden çıkardığım sonuçları paylaşmaktı; ama vakit el vermedi. İnşallah daha sonra bunları da paylaşacağım.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin bekasını düşündüğü için Suriyelilerin kapı dışarı edilmesini savunan sayın halkımız! Derdiniz geleceğimiz ise –attığım tweetlerden de göreceğiniz üzere– önce kaybetmekte olduğumuz ahlakımızı, erdemlerimizi, insanlığımızı ve vicdanımızı kurtarmaya bakın. Zira Suriyeliler, içinde bulunduğumuz durumun müsebbibi değildir; aksine yitirdiğimiz değerleri bir şamar gibi yüzümüze vuran, halimizi yansıtan bir aynadır. Onlar gitse bile biz kendi ahlaksızlığımız ve vicdansızlığımızla baş başa kalacağız.



Bu dizinin ikinci bölümü olan, 7-20 Ağustos tarihleri arasında attığım ve Suriye’deki tarihi siyasi, askeri, toplumsal, iktisadi, hukuki ve dini hayatı anlatarak Suriyelilerle ilgili zihinlerimizdeki yaygın sorulara ve yerleşik klişelere cevap verdiğim tweetleri okumak için TIKLAYINIZ.