30 Haziran 2017 Cuma

M.MERZUKİ: KATAR'A İKİNCİ KUŞATMANIN ARKA PLANI




KATAR’A YÖNELİK İKİNCİ KUŞATMANIN ARKA PLANI

Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 29.6.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor


NOT: Munsif Merzukiden tercüme ettiğim diğer makaleleri de okumanızı tavsiye ederim. 

MUHTAÇ OLDUĞUMUZ FİKRÎ DEVRİM (el-Cezire Arapça, 18.9.2016)
MUHTAÇ OLDUĞUMUZ AHLAKÎ DEVRİM (el-Cezire Arapça, 20.11.2016)
İSLAMCI DALGA… SULAR GERİ Mİ ÇEKİLİYOR? (el-Cezire Arapça, 24.5.2016)
BEŞ YIL... BEŞ KURAL... (bu tercüme şahsıma ait değildir)


Katar’a yönelik kuşatmayı kaldırmak için zalim komşularının öne sürdüğü sürrealist tüm talepler arasında tek “mantıklı”sı, el-Cezire kanalının kapatılmasıyla ilgili olandı. Peki ama niçin? Çünkü eğer el-Cezire olmasaydı, hiç kimse –baskıcı Arap rejimlerine yönelik en tehlikeli ve en son tehdidi teşkil eden Arap Baharı’nın patlak vereceğini tasavvur dahi edemezdi.
Bu baharın tek bir sebebi veya tek bir babası yok. Aksine birçok sebebi ve nice babaları var. Bu sebepler arasında el-Cezire kanalının rolü ortada ve babalar arasında da ileride tarihçilerin liste başına koyacağı –bu kanalı 1996’da kurup bugüne kadar sarp dağları dahi yıkacak denli büyük baskılara tahammül göstererek himaye etmiş– bir şahıs, Emir Hamad bin Halife es-Sânî olduğu aşikar.
Arap Baharı’nın babaları arasında, dünyanın en zengin ülkelerinden birinin emirinin yanısıra, akşam evine götürecek yiyecek parası bulamadığından [bedenini ateşe vererek] intihar eden Tunuslu seyyar zerzevat satıcısı Muhammed Buazizi’nin olması ne kadar da sembolik.
Nadiren sorulan soru şu: O dönem Arap dünyasının her köşesine yayılmış, yolsuzluğa batmış baskıcı rejimler varken, hele de tüm nesnel faktörler Katar rejimini de bunlar arasında değerlendirirken, niçin bu şahıs sözkonusu rejimlerin altını oyacak denli tehlikeli bir rol oynadı?   
Bu olgu, bilhassa Marksist tarihçilerin hoşuna gittiği şekilde, klasik tarihsel analizlerle anlaşılamaz. Zira 1990’lı yılların ortasında Katar’ın kültürel, toplumsal ve iktisadi yapısı Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’inkinden hiç de farklı değildi.
O halde Katar’a –o dönemden itibaren çevre ülkelerden farklı bir yol tutturtan ve el-Cezire’yi de bunun bir sembolüne ve en tehlikeli aracına dönüştüren şey neydi?
İşte bu noktada, tarih alanında yapısal teorilerin hak ettiği önemi vermediği birey faktörü devreye giriyor; her ne kadar ateşi, buharı ve atom çekirdeğini ilk keşfeden bir grup veya rastgele bir güç değil, nesnel şartlardan istifade etmeyi bilen ve tarihin akışını tek başına değiştiren bireyler olsa da.
Nesnel faktörlerin dinamiğini etkileyen bu öznel faktör, -bu durumda- sıradışı insanların olağanüstü zekalarıdır.
Emir Hamad da bugün ülkesini kuşatma altına alanların idrak edemediği bir anlayışa sahip. Onun anlayışına göre, eski siyasi sistemin artık sonuna gelindi; halklarının nefret ettiği yozlaşmış elitler tıpkı daha evvel Avrupa’da ve ABD’de olduğu gibi yok olup gidecekler; halkların yanında saf tutmaksızın ve onların elemlerini ve emellerini dikkate almaksızın akıllara ve gönüllere erişmek artık mümkün değil.
Dolayısıyla bu durumu, babasının oğlu Beşşar’ın anladığı ve uyguladığı şekilde, milliyetçilikle yorumlamak abesle iştigal.
Peki, o halde bu tercihin ardındaki saik ne? Temel saik, ne demokrasi ne de devrimcilik (veyahut Arap Baharı düşmanlarının deyimiyle devrim tacirliği); bunu Arap vatanperverliği olarak isimlendirmek mümkün. Yani her nerede olursa olsun Arap menfaatleri için gayret gösterme bilinci ve maddi-manevi destek vererek ümmetin halkları yanında durmak.
Eğer ki halklar devrim isterse Arap vatanperverliği devrime destek çıkar; eğer ki demokrasi isterse halkların demokrasi hakkını savunur. Her durumda hep direniş safında yer alır; ki bugün bu direnişi temsil eden, eski sistemin hüküm sürdüğü devletlerin terörizm hanesine sokma ve Sisi’nin de Mısır’da o muhteşem 25 Ocak Devrimi’nin izlerini silmek üzere iktidara geldiğinde ilk kuşatmayı uygulama kararı aldığı HAMAS’tır.

El-Cezire’nin söylemi olan Arap vatanperverliğini benimsemek suretiyle Katar, aslında tek taşla tam bin kuş vurmayı başardı. 
Körfez’deki ve Körfez dışındaki despotizm, siyasi ve kültürel paralı neferlerin en sefilleri dışında hiç kimseyi cezbedemezken ve tek silahı da “pirinç” iken [Z.T.K. buradaki “pirinç” kelimesi çok büyük bir ihtimalle “Körfez parası” anlamına gelmekte olup yazar, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin basına sızan tapelerinden birinde “Körfez’de para pirinç kadar bol” demesine atıfta bulunarak bir ironi yapıyor]; Katar –sağladığı özgürlükle en iyi beyinleri ve en temiz siyasileri kendi yanına çekebildi ve Doha’yı en önemli Arap kültür ve medya başkenti haline getirdi.
Ayrıca nüfusunu fersah fersah aşan boyutta bir siyasi güç inşa etmeyi ve –ahmakların artık sona erdiğini zannettiği, oysaki şu an hala daha başlarında olduğumuz– Arap Baharı sürecinde başrol oynamayı başardı. 
Bu durumda Katar’ın baskıcı rejimlerin baş düşman olması, hele de onların bakış açısına göre [Z.T.K. 2013 Haziran'ında başa geçen] oğul Temim babası Hamadın “hıyanet”ine yeni yeni “hıyanetler” eklemişken, hiç de şaşırtıcı değil. Emir Temim, babasının yolunu sürdürmekle kalmadı, üstelik bir de yolsuzlukla mücadele için uluslararası bir ödül vermeye başlayarak bir adım daha ileri gitti. Yolsuzluğun bu rejimlerin ne denli özü ve temel taşı olduğu herkesin malumu.
***
Ormanı örten ağaca uzun uzadıya bakmayı bırakıp en geniş bağlamda ikinci ve birinci kuşatmayı koyana kapsamlı bir şekilde bakmak gerekir. Bu da Arap siyasi sistemine bir bütün olarak odaklanmamızı gerekli kılıyor.
Bugün Katar üzerinden yürüyen çatışmanın temel anlamı, Arap dünyasının geneline yayın yapan ilk televizyon kanalına duyulan kronik öfkeden veya Körfez rejimleri arasındaki rekabetten veyahut başarısızların başarılı olanları çekemeyip kin ve kıskançlık beslemesinden çok daha fazla.
Sözü uzatmadan doğrudan meselenin özüne inmek gerekirse, aşağıdaki mülahazalar konuyu en geniş çerçeveye oturtmakta, yani –ünlü Alman filozof Hannah Arendt’in deyimiyle henüz daha ölmemiş eski siyasi sistem ile hala daha doğum aşamasındaki yeni sistem arasında ümmetin çok büyük ve hayati/kaderini belirleyici çatışma çerçevesinde ele almakta:

1. Mevcut Arap siyasi sistemi, –bazılarının zannettiğinin aksine görünüşü ve çıktıları dışında aslında yeni bir şey değildir. İster krallık isterse cumhuriyet, ister modernist isterse İslamcı, ister medeni isterse askeri olsun, özünde bu, altı asır evvel İbn Haldun’un tarif ettiği (ama tasvip etmediği) bir sistemdir.

Bu, iktidarı (yani nüfuz, servet ve itibarı), muzafferler arasında dağıtılan bir savaş ganimeti olarak tasavvur eden bir “asabiyye sistemi”dir; her daim bu sistemin muzafferleri, devrimle veya başkalarını aldatarak gasp ettikleri iktidarı bir topluluk olarak korumak maksadıyla mümkün olan en ileri boyutta dayanışma içinde olan belli bir mezhep, kabile veya askerî müessesedir. 

2. Bu tür bir sistem, toplumu efendi ve reaya (tebaa/sürü) olarak bölmek suretiyle zulüm ve isyandan, her kesimin bir diğerinden kronik korku duymasından başka bir şey üretmez. Bu, istikrarsız tehlikeli bir durumdur; burada yöneticinin hali, tıpkı her an kendisini sırtından yere fırlatabilen serkeş bir atın sürücüsü gibidir -ki yere çalındıkça boyun omurları kırılır.
“İbn Halduncu” yöneticinin bu tehlikeli atı uysallaştırmak için elinde böyle bir düzeni inşa edip ayakta tutmaya başlamasından itibaren sahip olduğu araçlardan başka hiçbir şey bulunmaz. Bu araçlar şunlardır: 
— Vicdanları satın almak ki bu, sistemin devamlılığı için yolsuzluğu ve ifsadı bir mihenk taşı haline getirir.
— Cami minberlerini ve bugün ise medyayı kontrol etmek suretiyle akılları kontrol altında tutmak.
— Her türlü hesap verilebilirlik talebinden caydırmak ve kalplere korku salmak amacıyla –tabii ki terörle mücadele bahanesi altında– tüm şiddet çeşitlerini uygulamak, özellikle de işkence yapmak. Terör konusunda ben, Batı’daki karar alıcıların [terörün] eski Arap siyasi sisteminin kaçınılmaz/zorunlu bir sonucu olduğunu bilmediklerine artık inanmıyorum.
Aşikar ki terör, rejimlerin zulmünün ve yozlaşmışlığının bir neticesi. Hapishanelerinde uygulanan vahşice işkencelerin bir sonucu. 1980’li yıllarda televizyonlarında dini söylemler kullanarak solcularla savaştıklarını iddia etmelerinin bir ürünü. Ve yine bu, gerek Batı’nın gerekse kendi orta sınıflarının desteğini elde etmek amacıyla [Arap rejimlerine bağlı] istihbarat teşkilatlarının terör örgütlerinin içine sızıp onları kullanmasının bir neticesi.
O halde, nasıl ki gölge güneş altında yürüyenin ayrılmaz bir parçasıysa terör de eski Arap sistemine yapışıktır. Dolayısıyla terör, onu doğuran sistem ortadan kalmadığı sürece bitmez. 

Ancak Batı’daki karar alıcılar, teröre, eski Arap sisteminin muhtaç olduğu kadar ihtiyaç duyuyorlar. Zira bu sayede [Ortadoğu’daki] rejimleri ve onlar üzerinden Arap halklarını ve hatta kendi halklarını kontrol altında tutabiliyorlar. Peki sonuç olarak bunun onlar için maliyeti ne? Kurbanların sadece %1’i Batılıyken %99’u Arap ve Müslüman. Bu da demek oluyor ki Katar’ı terörizmle suçlamak aslında hilekarlığın, kötü niyetin ve hakikati tersyüz etmenin zirvesi.       

3. Dünyanın İslamcı dalganın ve demokratik dalganın aşağı yukarı eşzamanlı hızla yükselip kitleleri peşinden sürüklediğine şahit olduğu 1980’lerden itibaren bu ortaçağ sistemi can çekişme aşamasına girdi.
Arap toplumları daha evvel görülmedik bir niteliksel sıçramaya şahit oldular; öyle ki hürriyet talebi giderek arttı, yolsuzluk gittikçe genişleyen kesimler tarafından reddedilmeye başlandı ve rejimlerin uyguladığı baskı, giderek büyüyen ve kökleşen barışçıl veya şiddet yanlısı direniş hareketlerini doğurdu.
Cami minberlerinin İslami isyanın sesi olacak şekilde kendi haline bırakılması ve bazılarının terörist hareketleri doğurması, çoğulcu ve çeşitli medya araçlarının ise demokrasiyi reddeden seslere dönüşmesiyle akıl ve gönül savaşı da tamamen kaybedildi.
Internet, insanların düşüncesini ve muhayyilesini kontrol altında tutma vehminin sonunu getirdi. Ardından eski zihniyetlerle ve modası geçmiş köhne yöntemlerle hiçbir bağı olmayan, benim “e-nesli” dediğim yeni nesiller bir anda akın ettiler. 


4. Arap Devrimleri, işte bu derin toplumsal değişiklikler bağlamında meydana geldi. Hedefi, devletin çarklarının sadece tek bir gruba değil herkese hizmet edecek şekilde dönmesi için mümkün olduğunca eşitlik, onur ve etkinliği sağlayan bir siyasi sistemi, bu yeni gerçeklikle bağdaştırmaktı. 
Ancak eski rejim, budalalığından ve korkusundan, Katar ve Fas dışında diğer tüm ülkelerin yeni şartlara intibakını reddetti; Arap dünyasının doğusundaki (Maşrık) ülkelerin çoğunda, yok edebileceği geçici/arızi bir olgu olduğunu zannederek geri kalan tüm enerjisiyle [Arap Devrimlerine] karşı koymak için seferber oldu. Oysaki bu, karaları ve denizleri taşıyan jeolojik katmanların hareketlenmesi ölçeğinde bir tarihî dönüşüm.

5. Arap Devrimlerinin ilk dalgasından sonra eski siyasi rejimler harekete geçti ve bu dalgayı kırmak için engeller koymak suretiyle Mısır, Tunus ve Libya savaşlarını kazandı. Ardından elindeki tüm parayı ve silahı diğer savaşları kazanmak için ortaya döktü, Gazze’yi tecrit etmek ve özellikle Arap Baharı’na destek veren merkezleri, yani Türkiye ile Katar’ı vurmak suretiyle… Ancak Gazze’de direnişin gösterdiği yiğitlik, Türkiye’de askerî darbe kalkışmasının başarısızlığa uğraması ve bugün de Katar’a uygulanan kuşatmanın başarısızlığıyla güçleri kırılmış oldu. 
Ümmetin her daim Filistin meselesine, dün Recep Tayyip Erdoğan’a ve bugün de Katar’a gösterdiği büyük sempati ve buna ilaveten bütün Arap ülkelerinde yozlaşmış eski siyasi sistemin borazanlarının yalnızlaşması, 1990’ların ortalarında Emir Hamad’ın oynadığı bahisin ne denli sağlıklı olduğunun ve bugün ülkesi Katar’ı kuşatanların tutuştukları iddianın akılsızlığının en net kanıtı.
Aslında onlar şu anda en zor durumda olanlar ve hiç kimse bu krizden çıkışın nasıl olacağını bilmiyor. Son pişmanlık fayda vermez!
Körfez’de aileleri paramparça eden bu trajedide ağlatan komedi, Katar’ı abluka altına alanların bu ülkenin içinde kuşatmayla boğabilecekleri korkunç bir gulyabani olduğunu zannetmeleri. Oysaki bu gulyabani, kendi ülkelerinin içinde “elektronik” nesiller şekilde giderek yayılarak kol geziyor.
Medyanın yalanlarından kurtulan ve gün boyu düşünüp değerlendirme özgürlüğünü tadan bu öfkeli genç nesillerin tamamı, bilgisayarlarının önündeler. Başta yolsuzluklar olmak üzere her türlü bilgiye ulaşıyorlar ve itibarını, meşruiyetini ve inandırıcılığını kaybeden yozlaşmış gruplar tarafından mütemadiyen bir tebaa olarak muamele görmeyi asla kabullenmeyecekler.


6. O halde bugün meselenin özü, halen daha son nefesini verememiş eski Arap siyasi sistemi ile ilk doğum çığlıklarını atan yeni Arap siyasi sistemi arasındaki çatışmanın zirve noktasına ulaşması.
Maalesef ki Katar savaşından sonra ufukta beliren şiddetli bir savaş var ve yeni Arap siyasi sisteminin kurulduğu her ülkenin bir üçüncü ve hatta dördüncü kuşatmaya maruz kalıp kalmayacağını hiç kimse bilmiyor. Eski sistem, sadece –Arap iç savaşını ümmetimizin daha fazla yıkılıp harap olması için altın bir fırsat olarak gören ve parçalanmış coğrafyayı vesayeti altına sokan İsrail’le değil, şeytanla bile ittifak kurmaya hazır.

7. Gelecek konusunda fazla iyimser olmamalıyız; zira Arap dünyasının tamamında gördüğümüz –kurumuş otlaktaki bir yangın gibi büyüyen yıkım aslında sadece bir başlangıç.
İnsanların Avrupa’nın yeniden canlanmak için 1914-1945 arasında ödediği bedelleri (60 milyondan fazla ölü ve yaşlı kıtanın çoğu şehrinin neredeyse tamamen yerle bir olması) veyahut Çin’in 1849-1949 arasındaki yüz yılda ödediği bedelleri (yüzlerce savaş, açlık, yabancıların müdahaleleri ve on milyonlarca insanın açlık ve savaşlar yüzünden hayatını kaybetmesi) hatırlaması lazım.
Yıkılması gereken her şeyi, yani sınırları sun'i olan devletleri, yolsuzluklara batmış rejimleri, aptalca ideolojileri ve modası geçmiş adet ve gelenekleri yerle bir etmek için bu denli büyük bir bedel ödemekten kaçınabileceğimizi hiç zannetmiyorum.


Aynı şekilde karamsarlıkta da fazla ileri gitmemeliyiz. Alternatiflerin yavaş ama emin adımlarla berraklaştığı kesin, hatta baskıcı rejimlerin kendi içlerinde dahi... Onların bazı âkil adamları, -bugün Katar’a ve Arap Baharı ülkelerine karşı uygulanan- bu tür pervasızca politikaların aslında çöküşü hızlandırabileceğini ve bu politikalardan sorumlu olanların da sülalelerinin son temsilcisi olabileceğini, mezarlarını kendi tırnaklarıyla kazdıklarının farkına dahi varamadıklarını biliyorlar.
Ancak en önemlisi, toplumların bilincinin, gücünün ve cesaretinin giderek gelişmesi. Sistemler genellikle fiilen ömürlerini tamamlamadan onlarca sene evvel akıllarda ve gönüllerde ölürler. Sovyet sistemi 1990’larda çökmedi, çöküş bundan çok çok evvel başladı. 1990’lardaki çöküş, çok daha evvel başlamış sessiz sedasız yürüyen bir sürecin sadece en son aşamasıydı.
Dolayısıyla diyebiliriz ki, bazıları tıpkı Tunus’taki gibi yüzeyde görünen, geri kalanı ise buzdağının altında görünmeden duran alternatiflerimiz mevcut: tebaadan değil vatandaşlardan oluşan halklar etrafında dönen hayaller ve projeler; ganimetçi/yağmacı değil, işlevsel/hizmet üretici yönetim; yolsuzlukları sona erdiren şeffaflık; haklar ve hürriyetler.
Keza hukuk devleti ve kurumları, çoğulculuğa saygı, yeni bir vatandaşlığa dayalı barışçıl şekilde bir arada yaşama, demokratik devletler ile hür halkları arasında birlik, 21. yüzyıl meydan okumalarına karşı koymak için bunlar arasında işbirliği…

Biz, meydana gelen yıkımın üzerine yeniden inşa hazırlıkları yapmak için gizli gizli bir araya gelen güçler görmüyoruz ortada, tıpkı akıllardan ve gönüllerden neler geçtiğini göremediğimiz gibi. Ancak ızdırap ve elemler yolunda güven içinde yürümemizi sağlayacak o ümidi hala daha beslememizin doğru olduğunu bize salık veren hikâyeler de dinliyoruz zaman zaman.
Mesela yıkım süreci sona erdiğinde inisiyatifi ele alma hazırlığı yapmaya şimdiden sessiz sedasız başlamış bu güçler hakkında en son işittiğim şey şu oldu: Bir Suriyeli ve Alman mühendis grubu, savaş henüz bitmemiş olsa da, Halep’i imar etme planı hazırlamaktalar.
Halep’i, Taiz’i, Musul’u, Bingazi’yi yeniden inşa edeceğiz. Bilhassa Arap aklını yeniden üreteceğiz. “İbn Halduncu asabiyye” sisteminin enkazı üzerinden –problemin en büyük kaynağı değil, çözümün bir parçası olan– bir Arap siyasi sistemini kuracağız. Her şey zaman meselesi; sakın hayal kırıklıklarına yenik düşmeyin. “Hiç şüphesiz her gecenin bir sabahı vardır!”






29 Haziran 2017 Perşembe

HAZİRAN 2017 - İÇİNDEKİLER



İÇİNDEKİLER

Blogdaki yayınları https://twitter.com/ztkor Twitter hesabından takip edebilirsiniz.  


Haziran 2017    (Sebepleri ve muhtemel bölgesel sonuçlarıyla Katar Krizi, Suudi Arabistan’da veliaht değişimi ve muhtemel bölgesel sonuçları, İran’da yaşanan terör saldırıları, BAE Washington Büyükelçisinin sızan e-posta yazışmalarıyla ilgili dış basından toplamda 30 tercümeyi içermektedir)


Suudi Arabistan’da veliaht değişimiyle ilgili tercümeler
David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)

Jamal Elshayyal (Uluslararası ödüllü el-Cezire İngilizce kıdemli muhabiri)

Zvi Bar’el (Ortadoğu uzmanı Ha’aretz gazetesi yazarı ve yayın kurulu üyesi; Kudüs İbrani Üniversitesi Truman Enstitüsü ve İran Araştırmaları Merkezi araştırmacısı; Sapir Akademisi öğretim üyesi)

BİAT ETMEKTEN ‘DARBE’ NİTELEMESİNE MUHAMMED BİN SELMAN’IN YÜKSELİŞİNE KAMUOYU TEPKİLERİ (Middle East Eye, 21.6.2017)
ARAP BASININDA MUHAMMED BİN SELMAN’IN YÜKSELİŞİ (Middle East Eye, 21.6.2017)
Mohammad Ayesh (Londra’da yaşayan Arap gazeteci)


BAE Washington Büyükelçisinin sızan e-posta yazışmalarıyla ilgili tercümeler
Zaid Jilani ve Ryan Grim

Akbar Shahid Ahmed (Huffington Post dış politika muhabiri)


Katar Krizi’nin sebepleri ve muhtemel bölgesel sonuçlarıyla ilgili tercümeler
KATAR’A YÖNELİK İKİNCİ KUŞATMANIN ARKA PLANI (El-Cezire Arapça, 29.6.2017)
Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)

KATAR GERÇEKTEN DE KÖRFEZ’İ TEHDİT EDİYOR MU? (LobeLog Foreign Policy, 13.6.2017)
Graham E. Fuller (Eski üst düzey CIA şefi, eski Milli İstihbarat Konseyi başkan yardımcısı; İslam dünyasıyla ilgili birçok kitabın yazarı; şu anda Rand Corporation danışmanı)

Beşir Nâfî (El-Cezire Araştırma Merkezi kıdemli araştırmacısı)

Jamal Elshayyal (Uluslararası ödüllü el-Cezire İngilizce kıdemli muhabiri)

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)

Paul Cochrane (Ortadoğu ve Orta Asya konularında yazan Beyrut’ta yaşayan serbest gazeteci)

Haid Haid (Güvenlik politikaları, çatışma çözümü, Kürtler ve İslami hareketler konusunda uzman Suriyeli köşe yazarı ve araştırmacı; Chatham House üyesi)

Mark Perry (Askeriye, istihbarat ve dış politika uzmanı yazar; ekim ayında “Pentagon Savaşları” başlıklı kitabı piyasaya çıkacak)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

Zvi Mazel (Kudüs Halkla İlişkiler Merkezi üyesi ve İsrail’in eski Mısır, Romanya ve İsveç büyükelçisi)

Yuval Abraham (İsrailli serbest gazeteci)

Seth J. Frantzman (Jarusalem Post gazetesi editörü ve yazarı)

ORTADOĞU ŞEKİL DEĞİŞTİRİYOR (Geopolitical Futures, 9.6.2017)
Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü) Kamran Bokhari (Geopolitical Futures kıdemli uzmanı)

KATAR: SUUDİ ACZİYETİNİN BİR GÖSTERGESİ (Geopolitical Futures, 6.6.2017)
Kamran Bokhari (Geopolitical Futures kıdemli uzmanı, Küresel Politikalar Merkezi kıdemli üyesi, George Washington Üniversitesi Aşırıcılık Programında bilim kurulu üyesi; Ottawa Üniversitesi Güvenlik ve Politika Enstitüsü’nde Kanadalı askerlere, istihbaratçılara, emniyetçilere ve diğer hükümet yetkililerine milli güvenlik ve dış politika dersleri veriyor; daha evvel Stratfor (2003-2015) Ortadoğu ve Güney Asya danışmanı ve Dünya Bankası danışmanıydı.)

Simon Henderson (Washington Ortadoğu Politikası Enstitüsü, Körfez ve Enerji Politikaları Programı Direktörü)

TRUMP, SUUD-İSRAİL TUZAĞINA DÜŞÜYOR (Consortium News, 3.6.2017)
Alastair Crooke (İngiliz istihbarat servisi MI6 ve AB diplomasisinde üst düzey görevlerde bulunmuş eski bir casus ve diplomat. Beyrut merkezli Conflicts Forum’un kurucusu ve başkanı. BM Medeniyetler İttifakı Küresel Uzmanlar Komitesi üyesi)

KATAR ÜZERİNE DÜŞENİ YAPMALI (Foreign Policy, 22.5.2017)
John Hannah (Demokrasileri Savunma Vakfı kıdemli danışmanı. George W. Bush’un ilk döneminde Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin Ortadoğu konusunda milli güvenlik müsteşar yardımcısı olarak ABD’nin Irak, İran, Suriye, Lübnan, Filistin-İsrail Barış Süreci ve teröre karşı küresel savaş politikalarını şekillendirdi. Bush’un ikinci döneminde başkan yardımcısının milli güvenlik müsteşarlığına terfi etti. Daha evvel Baba Bush ve Bill Clinton dönemlerinde dışişleri bakanlığında üst düzey görevler aldı)

James Dorsey (S Rajaratnam Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü kıdemli araştırmacısı)

Patrick Cockburn (Ortadoğu uzmanı, ödüllü Independent gazetesi yazarı)



İran’da yaşanan terör saldırılarıyla ilgili tercümeler

Murtaza Hussain (The Intercept’te milli güvenlik, dış politika ve insan hakları konusunda yazan gazeteci ve yorumcu; daha evvel yazıları the New York Times, the Guardian ve el-Cezire İngilizcede yayınlanıyordu)


BU BLOGDA NELER VAR? (Bloğun bütün içeriğine ay ay buradan ulaşabilirsiniz)




P.COCHRANE: DOĞALGAZ VE KÖRFEZ KRİZİ: KATAR NASIL GALİP GELEBİLİR?



DOĞALGAZ VE KÖRFEZ KRİZİ: KATAR NASIL GALİP GELEBİLİR?

Paul Cochrane (Ortadoğu ve Orta Asya konularında yazan Beyrut’ta yaşayan serbest gazeteci)
Middle East Eye, 20.6.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Aşağıdaki yazı Körfez’deki krizin Katar ekonomisini nasıl olumsuz etkilediğini/etkileyebileceğini uzun uzadıya ele alan oldukça iyi bir analiz. Ancak bu kısımlar atlanarak yazının çok daha önemli görülen sadece son kısmı tercüme edilmiştir. Yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ.

Mevcut krizin ortasında hasımlarına karşı Katar’ın eline koz veren unsurlar Asya piyasaları, askeri müttefikler ve hayati Dolphin doğalgaz boru hattı.
(…)
Acaba Suud toprak ele geçirecek mi?
Uzmanlar, mevcut kriz ortamında BAE ve Suud tarafından Katar’a yönelik yaptırımların ağırlaştırılması ihtimalini göz ardı etmiyorlar. Dolphin boru hattı da dahil enerji ihracatını engelleyici herhangi bir adım, Doha tarafından krizin iyice tırmandırılması olarak görülecektir. Zira bu tür bir yaptırım Katar’ın ekonomisini felç edecektir.
Uzmanlara göre siyasi düzeyde hararetle tartışılan bir senaryo, Riyad’ın ve BAE’nin Körfez İşbirliği Konseyi’ni yeniden düzenleme planlarının bir parçası olarak Katar’a herkesi ve her şeyi kapsayan tam bir abluka uygulatması. Bu bağlamda eğer ki Doha’da bir rejim değişikliği yaşanmazsa Katar, Körfez İşbirliği Konseyi’nden çıkartılabilir.
Bu senaryonun daha da ileri bir aşaması, Katar’ın enerji servetini Suudi Arabistan’ın tamamen ele geçirmesi. Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman kraliyet ekonomisini çeşitlendirme maksatlı 2030 Vizyonu’nu bununla finanse edecektir.
Washington merkezli müşavirlik firması Gulf State Analytics’te üst düzey müşavir olarak görev yapan Theodore Karasik diyor ki “[Muhammed bin Selman’ın] Milli dönüşüm programının ve 2030 Vizyonu’nun pek de iyi işlememesi muhtemel görünüyor. Ayrıca Suudi Aramco şirketinden hisse satışıyla elde edilmesi beklenen değer (2 trilyon dolar) elde edilemeyebilir. Bu durumda Suudiler dışarıdan servet takviyesine ihtiyaç duyacaklar ve bunun için de ellerini çabuk tutmak zorunda kalacaklardır. Diğer bir deyişle Riyad soyacağı bir para kaynağı arayışına girebilir.”
Böyle bir adım, Katar kraliyet ailesi için bir kıyamet senaryosu olacaktır. Ya –BAE emlak kralı ve medya uzmanı Halif el-Habtur’un dediği gibi– Katar Emiri tahtını bırakmak zorunda kalacak ya da Riyad, Katar Emirliğini kontrolü altına alacaktır.
Bağımsız bir müşavirlik firması olan Energy & Environment Holding (EEH)’in CEO’su Roudi Baroundi ise krizin yatışacağına ve kısa bir süre sonra çözüleceğine inanıyor. Diğer uzmanlar, Katar’ın kısa süre evvel ABD’yle imzaladığı 12 milyar dolarlık savaş uçağı alımı anlaşmasını Riyad ve BAE’nin istediğini elde edemeyeceğinin bir göstergesi sayıyorlar. Amerikan Merkezi Komutanlığı’nın karargahı olan el-Udeyd Hava Üssü bölgedeki 20 ülkeyi kapsıyor.
Bu hafta içinde Türk birliklerinin eğitim amaçlı Katar’a ulaşması da krizi yatıştırabilir. İki ülke aralarında savunma paktı imzalamıştı. Bölgenin en büyük ordusuna sahip Türkiye’nin (Katar’ın tek kara sınırı olan) Suudi sınırı yakınındaki varlığı da caydırıcı olarak görülüyor.
Ancak diğer uzmanlar, tansiyonun kısa sürede düşeceğinin herhangi bir işaretini görmüyor. Gerek Suud’ın gerekse Katar’ın hâkim ideolojisi olan Vehhabiliğin kurucu babası İbn Abdülvehhab’ın soyundan gelenlerin Emirliğin yönetici ailesiyle aralarına nasıl mesafe koyarak meşruiyetinin altını oyduğuna işaret ediyorlar. Suud ve BAE’de Katar aleyhtarı söylem hiç hız kesmeden sürüyor. Geçen hafta BAE ABD’den Katar’daki el-Udeyd Hava Üssü’nü başka bir ülkeye taşımasını istedi.

Karasik diyor ki “Dünyamızda artık siyah kuğular yok. Bu (toprak ele geçirme) fikrini insanlar artık kendi aralarında ciddi ciddi konuşmaya başladılar.”

D.HEARST: HAMAS NİÇİN KATAR’DAN TALEPLER LİSTESİNDE YOK?



HAMAS NİÇİN SUUD’UN KATAR’DAN TALEPLER LİSTESİNDE YER ALMIYOR?

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 27.6.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Gerek Katar Krizi'ni gerekse Körfez ülkelerinin Ortadoğu siyasetinde oynadığı oyunları daha iyi anlamak için son bir yıldır David Hearst’ten yaptığım 16 tercümeyi toplu olarak okumanızı tavsiye ederim. TIKLAYINIZ.

Suudi Arabistan’da Saray Darbesi (Middle East Eye, 26.4.2017)
Suudi Arabistan Ektiğini Biçiyor (Middle East Eye, 2.11.2016)
Halep Düştükten Sonra Ne Olacak? (Middle East Eye, 7.12.2016)
ABD Acaba Türkiye’yi Kaybediyor Mu? (Middle East Eye, 23.8.2016)
Mısır’ın Sisi’si Yürüyen Bir Mevta (Middle East Eye, 21.9.2016)
Bir iPhone Nasıl Tankları Mağlup Etti (Middle East Eye, 16.7.2016)

Suudi Arabistan’ın Katar’a verdiği 10 gün içinde yerine getirilmesi gereken 13 talep listesinde dikkat çekici bir eksiklik vardı: HAMAS.
HAMAS’a Katar tarafından ev sahipliği yapıldığına hiç şüphe yok. O da Müslüman Kardeşler içinden yetişmiş bir hareket ve İsrail devletinin yok olmasını istiyor. Gerek Suudi Dışişleri Bakanı Adil el-Cübeyr gerekse ABD’nin BM Büyükelçisi Nikki Haley, Güvenlik Konseyi’ne HAMAS’ın terör örgütleri listesine alınması çağrısı yapmıştı.
Ancak Cuma günkü Katar’a sunulan talepler listesinden çıkarılmış görünüyor.
Liste ilan edilmeden sadece birkaç gün evvel başka bir tuhaf gelişme Kahire’de yaşandı. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın baş rakibi olan ve BAE’nin kucak açıp finanse ettiği Muhammed Dahlan, biri seçilmiş yetkili olmak üzere iki HAMAS mensubuyla bir araya geldi.
Gazze’de yayın yapan HAMAS’a ait er-Risale gazetesi, böyle bir toplantının gerçekleştiğini doğruladı, ancak Dahlan’ın bizzat toplantıda hazır bulunduğunu yalanladı.
Aslında bakarsanız benim aldığım duyumlara göre bu toplantıda hazır bulunan, sadece –2007’de Gazze’de HAMAS’a karşı önalıcı bir darbe yapmaya kalkışan el-Fetih’in etkili adamlarından– Muhammed Dahlan değil, bundan çok daha önemlisi HAMAS’ın yeni seçilen Gazze’deki lideri Yahya Sinvar’dı.
Dahlan, Sinvar’a kapsamlı bir plan sundu. Buna göre, “Siz benim Gazze’ye geri dönüşüme izin verin, ben de Mısır sınırından uygulanan ablukayı hafifleteyim.”
Mısır rejimine yakın el-Fecr gazetesi planı daha da ayrıntılandırdı: HAMAS içişleri bakanlığını elinde tutarken ve ona bağlı memurlar Gazze yönetiminin bir parçası olarak kabul edilirken Dahlan da Mısır ve İsrail’le sınır geçişlerini ve para akışını kontrol ederek Gazze’deki hükümeti yönetecek. Bu plan hayata hiç geçmeyebilir, ama en azından ziyaretin sebebi hikmetini ortaya koyuyor. 
Mısır tarafından uygulanan abluka İsrail’in uyguladığından çok daha vahşice olduğundan bu teklif cazip görünüyor. O denli cazip ki Sinvar bu konuda el sıkışmışa benziyor. Nitekim günler içinde akaryakıt tankerleri Refah sınır kapısından Gazze’ye geçti.
Bu yeni uzlaşmayla ilgili tek problem şu ki HAMAS’ın geri kalanı bu konuda hiçbir şey bilmiyor.

BAE, HAMAS’ı bölerek Katar-Türkiye eksenine darbe indirmek istiyor
Sinvar, HAMAS’ın Gazze’deki lideri. HAMAS’ın Gazze, Batı Şeria ve diaspora birimleri arasında en önemlisi, fiilî bir devlet konumunda olan Gazze’deki; ama yine de bu, üç birimden sadece bir tanesi.
Bu üç birimin üzerinde Siyasi Büro başkanını seçen Şura Konseyi var. Şu an Siyasi Büro’nun başında, geçen ay görevi Doha’da yaşayan Halid Meşal’den devralan İsmail Heniyye bulunuyor. Hareketin tarihinde ilk kez Siyasi Büro başkanı Gazze içinde yaşıyor ve dolayısıyla onun önderlik ettiği hareket abluka altında kıstırılmış durumda.
Heniyye, arkadaşlarına Sinvar’ın Dahlan’la buluşması hakkında hiçbir şey bilmediğini söylemiş.
Ancak Sinvar’ın HAMAS’ın Gazze lideri olarak attığı ilk adım, hareket içinde daha evvel görülmemiş bir kriz yarattı. Onlarca yıldır hareketin tüm bileşenleriyle uzun süren istişarelerden sonra dikkatli ve ölçülü kararlar almaktaydı.
Mesela HAMAS’ın beyannamesini değiştirmesi dört sene süren iç tartışmaların ardından gerçekleşti. Sinvar’ın abluka başladığından bu yana tam 11 yıldır var olan bir politikayı değiştirmesi ise anlaşılan o ki sadece bir toplantıya baktı.
Güvenilir bir kaynak bana dedi ki “Bu, hareket içinde daha evvel hiç görülmemiş son derece tehlikeli bir gelişme. Bu, hareketin beyinlerinin Gazze dışına çıktığı ve ancak ve ancak yoğun toplu istişarelerden sonra stratejik kararların alındığı 1992’den bu yana, HAMAS’ı bölmeye dönük açık bir kalkışma… BAE Türkiye ile Katar’ı sıkıştırarak Gazze’den çıkartma arzusunda. Dahlan ve BAE, HAMAS’ı bölerek Katar-Türkiye eksenine bir darbe indirmek istiyor.”

Trump’ın gözüne girme yarışı
Dahlan’ın ablukayı hafifletme teklifi hem zehirli hem cazip.
Tony Blair de Halid Meşal’le yaptığı, ilk kez benim ifşa ettiğim, bir dizi görüşmede benzer bir teklifte bulunmuştu. Blair bir kalıcı ateşkes karşılığında ablukanın kaldırılmasını teklif etmişti. Bu görüşmeler, İsrail de Mısır da arkasında durmadığından başarısızlığa uğramıştı. Ancak Meşal de sınırsız şeker-çikolata ve makarna karşılığında işgale direnme hakkından vazgeçmekten sakınmıştı.
Bu defa ise Gazze’deki şartlar çok daha beter. Trump’tan yönelen tehditler altında Mahmud Abbas, İsrail’e Gazze’ye elektrik arzını günlük altı saatten iki saate indirmesini söyledi (Gazze’nin elektrik parasını ödeyen İsrail değil, Filistin Yönetimi). Gerek bu karar gerekse Gazze’deki Filistin Yönetimi’ne bağlı memurların ve hatta İsrail hapishanelerinde yatan bazı el-Fetih mensubu mahkûmların maaşlarını kesme kararı, Abbas’a yönelik desteğe büyük bir zarar verdi.
Ramazan Bayram’ında bir el-Fetihli, Mescid-i Aksa’da Mahmud Abbas’ın fotoğrafını açtığında kalabalık ona saldırdı ve “hain, hain” nidalarıyla resmi yırttı.
Abbas, başka bir seçeneği kalmadığını hissediyor olabilir. Abbas ve onun el-Fetihli baş rakibi Dahlan, Trump’ın sevgisini kazanmak için ölümüne mücadele ediyor.
Dahlan daha evvel Abbas’la uzlaşarak Filistin’e dönmeye çalışmıştı. Ancak Filistin lideri Abbas bunu reddetmiş ve Dahlan destekçilerini el-Fetih Merkez Komitesi’nden çıkarmıştı. Şimdi ise Dahlan, Filistin topraklarına geri dönebilmek için Gazze ve HAMAS üzerinden yeni bir güzergâh tutturmaya çalışıyor.
Trump’ın 50’yi aşkın Arap ve Müslüman ülke liderinin hazır bulunduğu Riyad’daki konuşmasında HAMAS’ı terör örgütü ilanı, Arap devletlerinin açıkça düşmanlığı ve şimdi de Dahlan’ın HAMAS’tan Filistin topraklarına giriş vizesi alma çabası Sinvar’la buluşmanın zeminini teşkil ediyor.

Gazze bağlantısı
Şu an için hem Abbas hem de Dahlan, HAMAS’a ağzının payını verme ve Gazze’de Katar’ın nüfuzunun azaldığını görme arzusuyla Suud ve BAE menfaatlerine hizmet ediyor. Oysa yeniden inşası için 1,3 milyar dolar vaat ederek Gazze’ye en fazla bağış yapan ülke Katar’dır. İnşaat işçilerinin paralarını doğrudan Katar ödüyor. %40’ı aşan işsizlik oranıyla malul Gazze’de Katar’dan gelen paraların ve yapılan bu işlerin bir dengi daha yok.
Katar’a abluka Gazze’yi kuşatmayla çok yakından bağlantılı.
Kahire’deki toplantıya kadar HAMAS, el-Fetih içindeki bu iki kanadı birbirine karşı hep oynamıştı. Mesela Abbas’ın ricası üzerine HAMAS, el-Fetih Merkez Komitesi’nde Abbas’a yakın adaylara oy kullanabilmesi için Gazze’deki yüzlerce el-Fetih delegesinin Batı Şeria’ya gidişine izin vermişti. Bu, Dahlan ve destekçilerini iktidardan ve Batı Şeria’dan uzak tutmaya yönelik bir operasyondu.
Aynı şekilde HAMAS, kendilerini Dahlan’a yakınlaştıracak şekilde Kahire’de düzenlenen bir dizi toplantıya da heyet yollamıştı. Dahlan ve Mısır bu stratejiyi işe yarar gördü.
HAMAS’ın gerek Körfez’deki güç mücadelesinden gerekse el-Fetih içindeki mücadeleden aldığı dersler son derece acı.
Aslında HAMAS, kuruluş beyannamesini, İsrail’i 1967 sınırları içinde tanıyan bir belgeyle henüz daha yeni [mayıs ayında] değiştirmişti. Bunu yapma nedeni, bütün Filistinli grupların ortak bir pozisyon benimsemesini kolaylaştırmak, ama aynı zamanda Arap Barış İnisiyatifi’ni yeniden canlandırmaya çalışan Arap devletlerine yardımcı olmaktı. Müzakere pozisyonunu yumuşatmaya dönük bu jeste Suud’un verdiği karşılık peki ya ne oldu? HAMAS’ı terör örgütü ilan etmek.
Aslında bu, el-Fetih’in tarihiyle benzeşiyor. El-Fetih’ten taviz üzerine taviz istenmiş, bunu kabullenen örgüt ise karşılığında hiçbir şey elde edememişti. Bu süreçte destek tabanını büyük ölçüde HAMAS’a kaptırmıştı. Eğer ki HAMAS, el-Fetih gibi bir kan kaybına uğramaya başlarsa destek tabanı geldiği yere [yani el-Fetih’e] geri dönmeyecek, İslam Devleti gibi tekfirci grupların saflarına akacaktır.
Sinvar, 20 yılı aşkın bir mahkûmiyetin ardından İsrail hapishanesinden “boyun eğmeyen savaşçı” namıyla çıkmıştı. İsrailli esir asker Gilad Şalit karşılığında yapılan esir değişimiyle salınmıştı.
Sinvar’la müzakere, tıpkı İngilizlerin bir zamanlar IRA lideri ve Bağımsızlık Savaşı’nın devrimci kahramanı Michael Collins’le görüşmeye başlarken hissettikleri kadar cazip görünüyor. Ancak Collins, [Z.T.K. yeni devleti tanımayı reddeden] “Antlaşma Karşıtı IRA”yı kuran kendi eski adamlarına karşı, Dublin’deki Dört Mahkeme Binası’nı topçu ateşiyle vurulması emrini veren kişi oldu. Bu, [1921-1922] İrlanda İç Savaşı’nı başlatan bir gelişmeydi.

Acaba Sinvar, Collin’in ayak izini mi takip etmek istiyor, yoksa Mahmud Abbas’ınkini mi?