24 Eylül 2020 Perşembe

S.COOK: ORTADOĞU’DA ÜMİDİN SONU

 

ORTADOĞU’DA ÜMİDİN SONU

Steven A. Cook (Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika araştırmaları kıdemli uzmanı)

Foreign Policy, 5.9.2020

 

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor


NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 10.9.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-strateji/ortadoguda-umidin-sonu/

İngilizcesi “The End of Hope in the Middle East” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

Özet: Bölgenin her zaman sorunları oldu ama artık iyileşme treni neredeyse kaçtı. Kıdemli Ortadoğu uzmanı Steven Cook’a göre, ilk kez Ortadoğu için ümitsizlik beslemek tamamen makul ve mantıklı bir hale geldi.

 

Yerel, bölgesel ve küresel düzeyde iç içe çatışmaların yaşandığı Ortadoğu’nun içine girdiği karanlık tünelden daha uzun yıllar çıkamayacağı aşikâr. Çatışmaların süresi uzadıkça ve bilanço ağırlaştıkça toparlanmaya dair ümitler de giderek tükeniyor. Bölgedeki birçok ülke fiilen çökmüş durumda veya çökmenin eşiğinde.

Bu karanlık tabloyu çok iyi özetleyen ve önemli noktalara parmak basan bir yazı 5 Eylül tarihinde Foreign Policy dergisinde yayınlandı. Yazıyı kaleme alan Steven A. Cook, Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika araştırmaları kıdemli uzmanı olup False Dawn: Protest, Democracy, and Violence in the New Middle East (Hayal Kırıklığıyla Sönen Umut: Ortadoğu’da Protesto, Demokrasi ve Şiddet) başlıklı son kitabında Arap Baharı’nın neden başarısızlığa uğradığını analiz ediyor.

Yazları Ortadoğu’nun en acımasız mevsimi sayan yazar, örnek olarak 1967 Savaşı’nı, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgalini, Saddam Hüseyin’in 1990’da Kuveyt’i işgalini ve IŞİD’in 2014’te Irak’a hücumunu gösteriyor. 2020 yazının da çoktan bu listeye eklendiğini belirtiyor, “Kan banyosunun, çaresizliğin, açlığın, hastalığın ve baskının ne denli yaygınlaştığı göz önüne alındığında bölge için yeni -ve çok daha karanlık- bir dönem başlamak üzere” diyor.

On küsur yıl evvel uzmanların Ortadoğu’ya ilişkin otoriter ve istikrarlı bir bölge tahayyülünün de, Arap isyanlarıyla birlikte doğan istikrarsızlığa rağmen yeni bir demokratikleşme ve kalkınma umudunun da çoktan bittiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Ortadoğu uzunca bir süredir meydan okumalarla karşı karşıya: Dış müdahaleler, otoriter liderler, çarpık ve eşitsiz iktisadi gelişme, aşırıcılık, savaşlar ve iç çatışmalar. Ancak 2020 senesi, bunlara bir de küresel pandemi ve zorlu küresel resesyonu da ekleyerek tarihte benzeri görülmemiş ölçekte bir krize yol açtı.”

 

Distopyaya dönüşen bölge

“Bölge net bir çıkış yolu bulunmayan şiddet, yeniden dirilen otoriterlik, iktisadi altüst oluş ve bölgesel çatışmanın damgasını vurduğu bir distopyaya dönüştü” diyen yazar, ilk kez Ortadoğu için ümitsizlik beslemenin tamamen makul ve mantıklı bir hale geldiğini söylüyor.

Ardından bölgedeki ürkütücü ülkeler tablosunu şöyle anlatıyor: “Kontrol edilemeyen (…) bir kolera salgınının ve şimdi de (…) ‘yönetilmesi imkansız’ Covid-19’un ortasında, çok taraflı bir iç savaşla iç içe yürüyen vekalet savaşının hastaneleri, düğün salonlarını ve çocuklarla dolu okul servislerini küle çevirdiği bölgenin en fakir ülkesi Yemen var. Talihini tersine çevirme umudu pek bulunmayan nihai çöküşteki bir ülke olan Irak da Yemen’den farklı sayılmaz. Zira Irak’ın siyasi kurumları yolsuzlukta mahir olup komşu İran’ın manipülasyonuna davetiye çıkarıyor.”

“Bazen devlet başarısızlığı, Mısır’da olduğu gibi, çok daha kronik bir durum arz ediyor. 2013’te halk tarafından desteklenen bir darbeyle iktidara geldiğinden beri Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi, yalnızca halka yönelik yıllardır süren bir saldırıya nezaret etmekle kalmadı, aynı zamanda modern Mısır tarihinin en kanlı ve en baskıcı dönemini de başlattı. Gazze Şeridi’ne hapsolan ya da Batı Şeria’da devletleşmenin tuzaklarıyla ve bakanlıkların, protokolün ve bürokrasinin özenle hazırlanmış aldatıcı görünümüyle yaşayan, tuhaf ve ürpertici bir hayata mahkum görünen Filistinliler var.”

 

Çöküşteki Lübnan, Suriye ve Libya

Cook, her şeye rağmen Yemenlilerin, Iraklıların, Mısırlıların ve Filistinlilerin bölgenin tek mağdurları da, en sembolik vakaları da olmadığını, distopyanın en belirgin görüldüğü ülkelerin çöküşteki Lübnan, Suriye ve Libya olduğunu belirterek bu ülkeleri tek tek ele alıyor.

Yazar, birbiri ardına sarsıcı darbeler yaşayan Lübnan’da, ülkeyi iktisadi çöküşe ve iflasa götüren süreci anlatıyor; ardından “Koronavirüs salgını, mali krizin yol açtığı sefaleti daha da artırdı” diyerek Lübnan ekonomisinin geldiği noktayı şöyle özetliyor: “Lübnan lirası 2019 sonbaharına kıyasla %80 değer kaybetti ve bu da mal ve hizmetleri iyice pahalılaştırdı. Dünya Bankası, fakirliğin 2020’de neredeyse ikiye katlanacağını ve belki de nüfusun %50’sini kapsayacağını öngörüyor. Lübnanlılar, tıpkı içlerindeki Suriyeli ve Filistinli mülteciler gibi, artık gıda güvensizliği yaşıyor. İnsanlar çaresizce hayatta kalabilmek için yeterli erzak elde etmeye çalışırken takas ülke çapında artıyor. İç savaşı yaşamış insanlar, mevcut iktisadi durumun geçmiştekinden çok daha kötü olduğunu söylüyor.”

“Devlet çöktü ve onunla birlikte -Hizbullah da dahil- Lübnan’ın siyasi gruplarının ve hiziplerinin güvenirliği ve otoritesi de…” diyen yazar, bu müşkül durumun kökenini, “ülkeyi yağmalayan Maruni, Sünni ve Şii liderler için adeta bir ganimet sistemine dönüşen” ülkenin mezhepçi siyasi düzenine bağlıyor. Lübnan’da grupların silahlandığını, dış aktörlerin bu ülke üzerinde güçlü çıkarlarının bulunduğunu ve devlet kaynaklarından geriye kalanları kimin kontrol edeceği konusunda yoğun bir rekabet yaşandığını belirtiyor.

Yazar, yeniden bir iç savaşı pek mümkün görmese de Lübnan için herhangi bir olumlu senaryo yok, diyor. Patlamanın ertesinde Lübnan halkı kenetlenip birbirine yardımcı olsa da, zamanla ülkenin çöküşü çok daha büyük zorluklar doğuracağından, sonunda insanların güvenlik ve yardım için -eskiden olduğu gibi- yine kendi cemaatlerine sığınacaklarını belirtiyor. Cook şöyle devam ediyor: “Bu perişanlığa ilaveten bir de Lübnan’ın bölgesel bağlamda çöküşü var. Ülkenin sıkıntılarını, -Hizbullah da dahil- düşmanlarını ve rakiplerini sıkıştırmak için kullanmak isteyebilecek sayısız dış ve iç aktör var. İsrailliler, Suudiler, İranlılar ve diğerleri alışılmadık bir baskı uygulayabilirler (…). Geleceği bilemeyiz; ancak Lübnan’ın genel gidişatının derinden ve acıklı bir şekilde olumsuz olacağı neredeyse kesin.”

 

Suriye’de değişim olur mu?

Yazar Suriye’deki duruma da değiniyor: “En azından Lübnanlılar, Suriyeli komşularının son on yılda yaşadıklarına katlanmak zorunda kalmadılar. Beşşar Esed rejimi bir ölüm ve mülksüzleştirme aygıtına dönüştü. Bir zamanlar daha iyi bir toplum inşa etme fırsatı isteyen barışçıl muhalifler, uzunca bir süre evvel Esed’e ve birbirlerine karşı -fakat hep Suriyeliler pahasına- savaş veren bir dizi milise, aşırıcıya ve dış güce alan açtı. Çatışma boyunca insan hayatının neredeyse tamamen hiçe sayılması, herkesçe malum istatistikleri anlamsızlaştırdı.” diyerek savaşın malum bilançosunu veriyor.

Esed’in Rusya’nın askeri müdahalesi ve diplomatik desteği sayesinde galip geldiği düşünülse de savaşın devam ettiğini ve daha evvel boyun eğdirildiğine inanılan yerlerde yeni protestoların ve rejim şiddetinin yaşandığını hatırlatıyor. “Lübnan’ın çöküşüyle birlikte Suriye ekonomisi bozulmaya devam ederken ve yeniden inşa ihtimali ufukta görünmezken, Esed’in destekçileri, zaferin beklenen iktisadi ödüllerinin gerçekleşememesi karşısında huysuzlaştı. Sezar Suriye Sivil Koruma Yasası ile yeni Amerikan yaptırımlarının yürürlüğe girmesi, Suriye hükümetinin iktisadi sorunlarını ve uluslararası tecridini daha da belirginleştirecek.” diyor.

Ardından Cook çok önemli bir noktaya daha parmak basıyor: “Esed’in görevi bırakması, büyük ihtimalle Suriye’deki mücadelenin sona ermesini değil, çatışmada yeni bir aşamayı beraberinde getirecek. Savaşçıların bu kadar çok kan döküldükten sonra silahlarını bir kenara bırakıp ileriye dönük pazarlığa oturmalarını beklemek, -tıpkı Suriye ayaklanmasının ilk günlerinde sıklıkla ileri sürülen- Esed’in düşmesi an meselesi fikri kadar gerçekçilikten uzak. Esed’in ardından her ne gelirse gelsin, ülkesinden ayrılmayan Suriyeliler, -ufukta şiddetin sonunun görünmediği, zalimliği sınır tanımayan insanlarca savaşın yürütüldüğü paramparça bir toprakta yaşamaya zorlanarak- iki ateş arasında kalmaya devam edecekler.”

 

Coğrafi ve kabilevi çizgide parçalanan Libya

Yazar Libya’yı da ele alıyor: “Libya’nın ölümü Suriye’ninkinden çok daha az ilgi gördü. 2011’de Muammer Kaddafi Trablus’tan kaçtığında bazı Batılı uzmanlar, (…) Libyalıların demokratik ve müreffeh bir gelecek inşa etmek için bölgede en iyi konumda olduğunu düşünüyorlardı. Fakat öyle değildi ve ülke coğrafi ve kabilevi çizgide hızla parçalandı.”

Cook, Halife Hafter’in Trablus’taki rakiplerini devirmek için harekete geçmesiyle Libya’nın nasıl topyekûn bir iç savaşa sürüklendiğini ve Türkiye’nin müdahalesini anlatıyor. Ardından diyor ki “Hafter zayıfladı ama yenilmedi. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imkanlarına haddinden fazla güvenip ileri giderse, kendisi ve Trablus’taki müttefikleri, Libya’nın doğusunda harekete geçen yeni muhalifleriyle karşı karşıya gelebilir.”

 

Türkiye ile Mısır arasında savaş ihtimali var mı?

Cook, yaz başında Washington ve Avrupa başkentlerinde tartışılan temel sorunun Türkiye ile Mısır arasında savaş ihtimali olduğunu belirterek bu konuya giriyor: “İki ülke Suriye, Gazze ve tabii ki Libya da dahil olmak üzere bölgedeki büyük çatışmaların zıt taraflarında yer alıyor. Mısırlılar, askeri güçlerini kendi sınırlarının ötesinde hiçbir zaman başarılı bir şekilde kullanamadı, ancak Libya Mısır’ın arka bahçesi. Türkiye’nin Libyalılarla imzaladığı münhasır ekonomik bölge anlaşması da dahil Doğu Akdeniz’de artan donanma faaliyetleri, Mısırlı güvenlik planlamacılarını hiç şüphesiz alarma geçirdi. Haziran ayının üçüncü haftasında Sisi, Trablus yönetiminin Türkiye’nin yardımıyla Sirte’yi geri alma niyetini ‘kırmızı çizgi’ olarak ilan etti. Bu bir blöf olabilir; ancak Mısır ordusunun -NATO’nun ikinci büyük ordusu olan- Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kıyasla her türlü teknik zayıflığına rağmen (…) bu iki ordunun dahil olduğu herhangi bir çatışma, Libya’yı daha da parçalayarak iç savaşı kalıcılaştıracak ve ülkenin fiili bölünmesini hazırlayacaktır.”

Yazar, bu şartlar altında Kaddafi’nin oğlu Seyfu’l-İslam’ın Şubat 2011’de yaptığı -Tunusluların ve Mısırlıların aksine- Libyalıların önümüzdeki 40 yıl boyunca birbirleriyle savaşacakları uyarısında haklı olduğunu vurguluyor.

Ağustos ayında Trablus hükümetinden gelen ateşkes önerisinin Libyalıları biraz rahatlattığını belirten yazar, yine de “On yıllık bir çatışmadan sonra Libyalıların ne tür bir siyasi sistem istedikleri konusunda kalıcı bir anlaşmaya varmalarını beklemek gerçekçi görünmüyor. Böyle bir anlayışın yokluğunda, Libya üzerindeki parçalayıcı baskılar şiddeti körüklemeye devam edecek. Bu zaten yeterince kötüyken, şimdilerde dış güçlerin çıkarları tamamen Libya’ya odaklanıyor; Ruslar, Türkler, Katarlılar, Mısırlılar, BAE’liler, Fransızlar ve İtalyanlar Basra Körfezi’nden Avrupa’nın Akdeniz kıyılarına kadar uzanan bölgesel güç mücadelelerini Libya üzerinden yürütüyorlar. Bu, Libyalıların barış ve güvenliğine katkıda bulunmayan, sorunların zehirli bir şekilde mayalanması demek.”

Cook’a göre, Ortadoğu’nun içine girdiği sürekli düşüş sarmalının ortak nedenlerini belirlemek zor. Çünkü “Lübnan Libya’dan farklı. Irak, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne hiç benzemiyor. Yemen’i hasta eden şeylerle Mısır’ın sorunlarının hiçbir paralelliği yok. Yine de soyutlama düzeyinde bazı ortak yönler var. Tüm bu yerler, bir kaçışı olmayan (…) tartışmalı egemenlik, çekişmeli kimlikler ve daimi kötü yönetişimle malul.”

 

Ortadoğu’da otoriter istikrarsızlık dönemi mi?

Ortadoğu’da neler olacağını tam olarak bilmek imkansız diyen yazar, yeni ve önemli kırılmaların eli kulağında olduğunu düşünüyor. Ve şu önemli tespitleri yapıyor: “Yine de Ortadoğuluların -liderlerin güç bela işin içinden sıyrılıp gemiyi kurtarmasına imkan vererek- benzer şeyleri yeniden tecrübe etmesi muhtemel görünüyor. Ancak bu pek de rahatlatıcı bir düşünce değil; zira işin içinden güç bela çıkmakla bölgenin ne denli dinamik hale geldiği idrak edilemez. Kimlik, egemenlik, meşruiyet ve bireysel ve toplumsal haklar konusundaki mücadeleler, bölgeyi yeniden şekillendirir biçimde karmakarışık etmiş durumda. Bunun hayal edilebilir sonuçları arasında daha fazla altüst oluş, şiddet ve otoriterlik en muhtemel görünüyor. Ortadoğu’nun alamet-i farikası bir zamanlar otoriter istikrar idiyse, gelecek pekâlâ otoriter istikrarsızlık olabilir.”

 

“Libya, Yemen, Suriye ve Irak ikiye bölünebilir”

Cook, çöküşte olan ve şiddetin devam ettiği ülkelerde savaşçıların silahlarını bırakması için gerekli şartların hâlâ oluşmadığı kanaatinde. Libya, Yemen, Suriye ve Irak’ın ikiye bölünmesini veya daha fazla parçalanmasını muhtemel görüyor ve bunun nedenlerini ülke ülke sıraladıktan sonra şöyle özetliyor: “Uzmanlar daha önce birçok kez Irak’ın bölüneceğini öngörmüştü ve bu gerçekleşmedi. Ancak bu örnek pek fazla bir şey ifade etmiyor. Zira Hüsnü Mübarek’in saltanatı da son güne kadar kalıcı görünüyordu.”

Yazar, meselenin bir başka önemli boyutuna geçiyor: “Bölgenin ulusal güvenlik devletlerinin on yıl evveline kıyasla daha iyi ve daha etkili olduğu varsayılıyor. Hükümetler, mevcut yöneticilerin üstünlüğüne meydan okuyucu bir koalisyonun ortaya çıkabilme ihtimalini zayıflatan, toplum çapında kontrol ve gözetleme araçlarıyla kendilerini donattılar. Bu, muhaliflerin ve aktivistlerin rejimlere meydan okumasını zorlaştırıyor; ancak bu gruplara odaklanmak, siyaseti tümüyle yanlış yerlerde aramaktır. Siyasetin kaynağı, aşağıda/tabanda bastıranlarla çatışmadan ziyade, güç merkezleri içindeki ve arasındaki mücadelelerdir. Tam da bu nedenle (…) Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, kraliyet ailesi mensuplarını ve kraliyet dışı seçkinleri hapsediyor. (…)”

“Efsanevi ‘sokak’, sıklıkla devletin zirvesinde mücadelelere girişen liderlere karşılık verir (veya liderlerce manipüle edilir). Tam da bu yüzden Muhammed bin Selman, Suudi toplumsal geleneklerini ve normlarını kurnazca değiştirmeye çalışıyor. İktidarını sağlamlaştırma noktasında ciddi bir meydan okumayla karşılaşması halinde, filmleri ve konserleri seven aşağıdaki genç Suudiler arasından kendisine bir destek tabanı inşa ediyor. Bu, Suudi Arabistan’ın istikrarlı ya da istikrarsız olduğu anlamına gelmez (…); ancak veliaht prensle (…) olumlu bir değişim ümit eden Suudiler için bu pek muhtemel görünmüyor.”

“Mısır halkının 18 ay içinde iki lideri düşürdüğüne inanmak romantiktir” diyen Cook, gayet doğru bir tespitle, gerçekte bu işi başarıyla kotaranın Mısırlı generaller olduğunu vurguluyor. Mısırlı liderlerin kontrolü sürdürmek için cop, göz yaşartıcı bomba ve hakiki mermi kullanmayı daha kolay saydıklarından vatandaşlarından destek arayışında olmadıklarını belirtiyor. “Halk isyan edebilir veya muhtemel bir kopuşu işaret eden bir darbe (daha) olabilir, ancak bunun ne zaman veya nasıl olacağını ve sonucun ne olabileceğini tahmin etmek zor. Bu arada Sisi, ülke içinde güç merkezleri arasındaki rekabeti dengelemeye çalışırken Mısırlılar üzerindeki kontrolünü sıkılaştırıyor.”

Cook, “Ortadoğu’nun distopik doğasına -neden olmamakla birlikte- büyük ölçüde yardımcı olan unsur, hiç şüphesiz müsamahakâr uluslararası ortamdı.” diyor ve bu bağlamda liberal demokrasilerin insan hakları ve demokratikleşmeyi gündemde tutmaya değmez gördüklerini örnekler üzerinden anlatıyor.

Yazar, bölgede geriye kalan istikrar kalıntılarını kalıcı gibi görmenin yanlış olduğunu savunuyor. Bölgenin sınırlarının aynı kalacağının veya yöneticilerin adaletsizliği ve umutsuzluğu kışkırtıcı yeni yöntemler bulamayacağının da bir garantisi yok, diyor. Yazısının sonunda Amerikan yönetimine de özetle şöyle bir tavsiyede bulunuyor: Bölgede ne istediğinizi bilmiyorsanız, Ortadoğu’nun mücadelelerine dalarak işleri daha da kötüleştirmeyin, bırakın bölgede yaşayanlar kendi sorunlarını kendileri çözsünler…