3 Şubat 2021 Çarşamba

I.KRASTEV: KORKU PANDEMİSİ

 

KORKU PANDEMİSİ

Ivan Krastev (Günümüzün önemli düşünürlerinden biri olup Bulgaristan’ın başkenti Sofya’daki Liberal Stratejiler Merkezi başkanı ve Viyana Beşeri Bilimleri Enstitüsü araştırmacısıdır. “Yarın Hala Gelmedi mi? Pandeminin Paradoksları (Is It Tomorrow Yet? Paradoxes of the Pandemic)” son yayınlanan kitabıdır.)

Project Syndicate, 15 Ocak 2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor


NOT: Bu tercüme Perspektif web sitesinde 3.2.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://www.perspektif.online/korku-pandemisi/

The Pandemic of Fear” başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

Özet: İnsanlar belki de tarihte ilk defa aynı konularda aynı sohbetleri ediyorlar. Hepimiz aynı korkuyu paylaşıyoruz. İnsanlar evde kalarak ve ekranların önünde sayısız saatler geçirerek kendi deneyimleri ile diğer herkesin deneyimleri arasındaki benzerliklere şahit oluyor. Bu, geçici bir tarihsel an olabilir; ancak tek bir dünyada yaşamanın nasıl bir his olduğunu anlamaya başladığımızı inkâr edemeyiz.

 

Albert Camus’nun Veba kitabında “Vebanın kasabamıza getirdiği ilk şey sürgündü” der. Bugünlerde onun ne kastettiğini acı bir şekilde anlıyoruz. Karantina altındaki bir toplum, hayati işlerde çalışanlar hariç herkesin hayatını askıya aldığı, kelimenin tam manasıyla “kapalı bir toplumdur”. İnsanlar evlerinde tecrit olduklarında ve korku, can sıkıntısı ve paranoya musallat olduğunda hiç bitmeyen birkaç faaliyetten biri, virüs ve geleceğin dünyasını nasıl dönüştürebileceği hakkında yürütülen tartışmalardır.

Bu yeni dünyada pek çok hükümet (iyi niyetli veya değil), bizi gerek kendimizin gerekse hemşehrilerimizin tedbirsizliğinden koruma kararlılığıyla nereye gittiğimizi ve kiminle buluştuğumuzu yakından takip ediyor. Diğer insanlarla temas, kişinin varoluşu için bir tehdit haline geldi. Pek çok ülkede parkta izinsiz yürüyüşler para ve hatta hapis cezasına yol açabiliyor ve istenmeyen fiziki temas bir tür toplumsal ihanetle eşdeğer hale gelmiş durumda.

Camus’nun da gözlemlediği üzere, veba salgını “her insanın hayatının nev-i şahsına münhasırlığı”nı ortadan kaldırır; zira her bir bireyin ne denli savunmasız ve geleceği planlamada kudretsiz olduğu hususunda farkındalığını artırır. Öyle ki ölüm adeta kapı komşusu olmuştur. Bir salgından sonra yaşayan herkes “sağ kurtulan” unvanını alabilir.
Peki ama kendi vebamızın hatırası ne kadar sürecek? Acaba bugünleri sadece birkaç yıl sonra, Şair Joseph Brodsky’nin bir zamanlar bir mahkûmun varlığını tasvir ettiği dizeleri gibi “zaman bolluğuyla telafi edilen mekân darlığı”nın yol açtığı bir tür kitlesel halüsinasyon olarak mı hatırlayacağız?

Bilim yazarı Laura Spinney, Solgun Süvari: 1918 İspanyol Gribi Dünyayı Nasıl Değiştirdi? (Pale Rider: The Spanish Flu of 1918 and How it Changed the World) başlıklı muhteşem kitabında, 1918-20 İspanyol gribi pandemisinin -en azından tek bir sebepten kaynaklanan can kaybı bakımından- 20. yüzyılın en trajik olayı olduğunu ortaya koyuyor. Ölü sayısı hem Birinci hem de İkinci Dünya Savaşı’nı aşmış olup belki de iki savaşın toplamı kadar insanın hayatına mâl olmuştur. Yine de Spinney’nin belirttiği gibi, “20. yüzyılın en büyük felaketi neydi diye sorulduğunda neredeyse hiç kimse İspanyol gribi cevabını vermiyor.”

Daha şaşırtıcı olanı, tarihçilerin bile bu trajediyi unutmuş görünmesi. 2017’de dünyanın en büyük kütüphane kataloğu olan WorldCat, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili (40’tan fazla dilde) yaklaşık 80.000 kitabı listelerken İspanyol gribini konu alan kitapların sayısı (beş dilde) zar zor 400’e ulaşıyordu. Birinci Dünya Savaşı’na kıyasla en az beş kat daha fazla insanı öldüren bir salgın, nasıl oluyor da 200 kat daha az kitap yayınıyla sonuçlanıyor? Neden savaşları ve devrimleri hatırlıyoruz da ekonomilerimizi, siyasetlerimizi ve toplumlarımızı temelden etkileyen salgınları unutuyoruz? 

Spinney’nin cevabı şöyle: Küresel bir salgını, iyi ile kötü arasında zorlu ve etkili bir hikâyeye dönüştürmek zordur. Bir olay örgüsünden veya kuşatıcı bir ahlaki değerden yoksun olan salgınlar, bir sezonun sonunun gelecek sezon başlamadan verilen bir ara işlev gördüğü Netflix dizileri gibidir. Pandemi, her şeyin değiştiği ama hiçbir şeyin olmadığı bir tecrübedir. Bizden insan medeniyetini evde kalarak ve ellerimizi yıkayarak korumamız isteniyor. Modernist bir romanda olduğu gibi, tüm aksiyon anlatıcının zihninde gerçekleşiyor. COVID-19 dönemiyle ilgili kendi hikayeme göre tek hatırlanmaya değer fiziksel nesne, hiç kullanılmamış uçak biletleri ve tekrar tekrar kullanılan yüz maskeleri olacak. 

Yine de kişi sokağa çıkar çıkmaz ne çok şeyin değiştiğini fark ediyor. Viyana ve Sofya’daki en sevdiğim kahve dükkanlarının çoğu gibi, Washington DC’deki en beğendiğim kitapçı da kapandı. COVID-19, tıpkı bir nötron bombası gibi, maddi dünyamıza fiilen zarar vermeden hayat tarzımızı imha ediyor. 2020’nin çoğunda havalimanları boş, sessiz ve terminalleri hayalet gibi dolaşan sadece bir avuç yolcusuyla dünyanın en bahtsız ve mahzun yerlerinden biriydi. Son otuz yılda artan hareket özgürlüğü ve bu sayede farklı sosyal sınıflardan insanların kaynaşması, küreselleşmenin güçlü bir sembolü haline gelmişti. Şimdi ise bu özgürlük tarihin tozlu raflarında yerini alıyor ya da en azından süresiz olarak beklemeye alındı.

Bu arada insanları evde kalmaya teşvik eden tüm kamuoyuna açık mesajlar metafizik derin düşünceyi harekete geçirdi. Ev, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığında insanın olmak istediği yerdir. Ailem ve ben, uzadıkça uzayan bir sosyal mesafe süreciyle karşı karşıya olduğumuzu fark ettiğimizde Bulgaristan’a dönme kararı vererek kendimizi bile şaşırttık. 

Bu tam anlamıyla mantıklı bir karar da değildi. On yıldır Viyana’da yaşıyor ve çalışıyoruz, şehri seviyoruz ve Avusturya sağlık sistemi Bulgaristan’dakinden çok daha güvenilir. Bizi Bulgaristan’a geri getiren şey “evde kalmalıyız” anlayışıydı. Bizim için ev Bulgaristan demekti. Kriz döneminde tüm hayatımız boyunca bildiğimiz insanlara ve mekanlara daha yakın olmak istedik. Yalnız değildik: Yurtdışında yaşayan 200.000 Bulgar da aynısını yaptı.

Formun Altı

Pek çok insan, tıpkı kendi ülkesine sığınmaya çalıştığı gibi, aynı zamanda kendi anadilinde teselli buldu. Büyük tehlike anlarında neredeyse bilinçsizce anadilimizle konuşuruz. Bulgaristan’da geçen çocukluk yıllarımda İkinci Dünya Savaşı konulu Sovyet filmlerini izlerken değerli bir ders öğrenmiştim. Hitler’in Almanya’sında Sovyet kadın casusları için en tehlikeli anlardan biri doğum yapmaktı; zira gayriihtiyari kendi anadilleri Rusçayla sızlanacaklardı. Evde kalmak, aslında anadilinizde kalmak ve güvende kalmak demektir. 

Yalnızca sürekli hareket halinde jet sosyete insanların gerçek anlamda kozmopolit olduğu ve yine yalnızca farklı mekanlarda kendini evindeymiş gibi hissedenlerin evrenselci bir bakış açısını sürdürebileceği kanaati, 21. yüzyıl küreselleşmesinin en büyük göz yanılsamalarından biridir. Nihayetinde genel kabul görmüş kozmopolit Immanuel Kant, farklı zamanlarda farklı imparatorluklara ait olan memleketi Königsberg’den hiçbir zaman ayrılmadı. Kant, ulus-devletleri küreselleşme aleyhine çevirdiği halde dünyayı daha küresel hale getiren COVID-19 ile aynı paradoksun somutlaşmış halidir. 

Mesela “kendi kendini tecrit” ve “sosyal mesafe” Avrupa’nın ufkunu açtı. AB üyesi devletler arasındaki sınırları kapatmak ve insanları apartmanlarına kilitlemek bizi her zamankinden daha kozmopolit yaptı. İletişim teknolojisine erişimi olanlar için pandemi, küreselleşmeden çark edişin (deglobalization) değil, yerellikten çark edişin (delocalization) habercisi. Coğrafi bakımdan komşularımız, yurtdışındaki arkadaş ve meslektaşlarımızdan fiilen bize daha yakın değiller; kendimizi televizyon sunucularına sokaktaki insanlardan daha yakın hissediyoruz.

İnsanlar belki de tarihte ilk defa aynı konularda aynı sohbetleri ediyorlar. Hepimiz aynı korkuyu paylaşıyoruz. İnsanlar evde kalarak ve ekranların önünde sayısız saatler geçirerek kendi deneyimleri ile diğer herkesin deneyimleri arasındaki benzerliklere şahit oluyor. Bu, geçici bir tarihsel an olabilir; ancak tek bir dünyada yaşamanın nasıl bir his olduğunu anlamaya başladığımızı inkâr edemeyiz.

ABD başkanı seçilen Joe Biden “normalliğe dönüş” sözü vermiş olabilir; ancak hakikat şu ki artık geri dönüş yok. Dünya temelden değişiyor ve önümüzdeki birkaç yıl içinde dünyanın atacağı adımlar sürdürülebilir, güvenli ve müreffeh bir geleceğin zeminini hazırlamakta kritik olacak.

 

 

J.GILL: KORONAVİRÜS NEOLİBERALİZME SON DARBEYİ İNDİREBİLİR

 

KORONAVİRÜS NEOLİBERALİZME SON DARBEYİ İNDİREBİLİR

Joe Gill (Londra, Umman, Venezuela ve ABD’de gazeteci olarak yaşadı ve Financial Times, Morning Star ve Middle East Eye gibi mecralarda çalıştı. Yüksek Lisansını London School of Economics’te Dünya Ekonomisinin Siyaseti alanında yaptı.)

Middle East Eye, 27.1.2021

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor


NOT: Bu tercüme Fikir Turu web sitesinde 4.2.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/ekonomi/pandemi-neoliberalizmin-sonu-olabilir-mi/

İngilizcesi “After Trump, coronavirus could deliver the final blow to neoliberalism” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

NOT: Aşağıdaki metin Fikir Turu’nda yayınlananın birebir aynısı değildir. Kısaltılmış veya değiştirilmiş kısımlar eklenmiştir. Farklılık olan kısımlar bordo renklidir.


Özet: İktisadi eşitsizlik tarih boyunca nasıl dengelendi? Günümüzde bu eşitsizlikleri artıran neoliberal düzen, pandemiden sonra ayakta kalabilir mi? Neoliberalizmin yeni krizi ne?

 

ABD’de patlak veren 2008 finans krizinin tetiklediği küresel ekonomik kriz, aslında Soğuk Savaş sonrası 1990’larda dünyaya tek kurtuluş reçetesi olarak sunulan neoliberalizmin bir kriziydi. Müteakip yıllarda dünya ekonomileri yavaş yavaş toparlandığında bile neoliberalizmin kriz hali çözülemeyip yeni yeni krizleri beraberinde getirdi.

Financial Times, Morning Star ve Middle East Eye gibi mecralarda çalışmış gazeteci Joe Gill, 27 Ocak’ta Middle East Eye sitesinde yayınlanan “Trump’tan Sonra Koronavirüs Neoliberalizme Son Darbeyi İndirebilir” başlıklı yazısında, Biden’ın Amerikan başkanı seçilmesiyle liberal çevrelerde büyük umutlar yeşerse de koronavirüs pandemisinin neoliberalizme öldürücü darbeyi vurabileceği görüşünde.

Biden neoliberal düzen için umut olabilir mi?

“Beyaz Saray’a bir Demokrat başkanın gelişiyle birlikte, ABD ve dünyanın karşı karşıya kaldığı bazı yakıcı sorunların üstesinden gelmek için yapacakları konusunda büyük bir umut dalgası doğdu.” diye başladığı yazısında Gill, bu yakıcı sorunları şöyle sıralıyor:

“İçeride her gün binlerce kişiyi öldüren her tarafa yayılmış bir salgın, aşırı eşitsizlik ve fakirlik, çürüyen altyapı, ırkçılık ve aşırıcılık; dışarıda ise olağanüstü iklim şartları, küresel mülteci krizi ve artan otoriterlik…”

“Başkan Joe Biden (…) sözde normalliğe dönüşün liberal umudunu temsil ediyor. Mesaj açık: Dört yıllık kabus artık bitti; ılımlı bir yönetim, küresel salgının yol açtığı sorunlar ve iş kayıplarıyla tek başına mücadele etmeye terk edilmiş milyonlara biraz olsun düzen ve rahatlama getirecek, virüsle mücadele için daha uyumlu bir çaba da kapıda.”

Ancak gösterişli bir göreve başlama törenine rağmen yazara göre önemli bir soru ortada duruyor: Amerikan toplumunun en acil hastalıklarıyla mevcut siyasi şartlar altında nasıl baş edilecek?

‘Dengelemenin Dört Atlısı’

Yazar, on yıl önce Kahire’nin Tahrir Meydanı’ndan New York’un Wall Street’i İşgal Et eylemlerine kadar uzanan 2011 ayaklanmaları sırasında anarşist düşünür David Graeber’in zengin %1’in yağmasına karşı protestocuların taleplerine ışık tutan ‘Biz %99’uz’ sloganını ürettiğini hatırlatıyor. Nitekim zenginler çok üst seviyeye tırmanırken orta sınıfın gelirlerinin yerinde saymasıyla 21. yüzyılda bir sınıf uçurumu oluştuğuna vurgu yapıyor.

“Ancak 2021’e gelindiğinde, teknoloji devlerinin zenginlikte yeni zirvelere yükselmesiyle ve 2011’in dünya çapında daha fazla demokrasi ve sosyal adalet ümitlerinin suya düşmesiyle eşitsizlik daha da arttı,” diye ekliyor.

Yazar, Stanford Üniversitesi’nden tarihçi Walter Scheidel’e sık sık atıflar yapıyor. “2017’de yayınlanan Büyük Dengeleyici (The Great Leveler) adlı eserinde Scheidel, tarih boyunca iktisadi eşitsizliğin yalnızca ‘Dengelemenin Dört Atlısı’ndan biri tarafından tersine çevrildiğini savundu: savaş, devrim, devlet çöküşü veya salgın hastalık.

The Ekonomist dergisinin 2018’de yaptığı röportajda Scheidel bunu şöyle açıklıyor: ‘Sisteme yönelik şok ne kadar büyükse, tepedeki ayrıcalığı azaltmak o kadar kolaylaşır’.”

Gill diyor ki “Batılı refah devletlerinin ve kamu hizmetlerinin 20. yüzyılın ortalarında böylesine kararlı bir şekilde genişletilmesinin nedeni, iki dünya savaşı ve komünizmin yükselişiydi; bu tür önlemler, baştaki kodamanları esaslı iyileştirici adımlar atmaya zorlayan ‘muazzam şiddetli şokların ve tehditlerin benzersiz bağlamında alındı.’ Tam da bu nedenle mevcut dünya düzenimizdeki eşitsizliği azaltmak hiç de kolay değil.”

Savaş ve devrim

“Beklenmedik büyük değişimlere yol açan ani ve şiddetli olaylar ile eşitlik mücadelesi arasındaki bağlantı, son yüzyıllardaki çatışmalar ve devrimlerde gayet bariz.” diyen Gill buna bazı örnekler veriyor.

Mesela “modern çağın ilk küresel emperyalistler arası çatışması” dediği 1756-1763 yılları arasında yaşanan Yedi Yıl Savaşları’nın, yol açtığı ağır can kayıpları ve iktisadi yıkımla 18. yüzyılın sonlarındaki devrimlerin -Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız Devrimi’nin- altyapısını hazırladığını anlatıyor.

Keza 1815’te Napolyon yenilgiye uğradığında, devrimci savaşların İspanyol ve Fransız imparatorluklarını ölümcül bir şekilde sarstığını, bunun da köleliğe karşı Haiti devrimine (1791-1804) ve 1800’lerin başında Meksika ve Latin Amerika’nın bağımsızlık devrimlerine yol açtığını belirtiyor.

Bir yüzyıl sonra Birinci Dünya Savaşı sonucunda da benzer bir sürecin ortaya çıktığını hatırlatıyor: “Rus Devrimi, Çar II. Nikolay’ın askerî harekâtının yol açtığı felaketin ve Rus devletinin çöküşünün kıvılcımıyla ateşlenirken Alman, Osmanlı ve Avusturya imparatorlukları da savaştan sonra dağıldı. Bu, Avrasya’nın feodal düzeninden kurtuluş ateşiydi. (Çin’in Qing hanedanı, yıkıcı Afyon Savaşları’ndan başlayarak neredeyse bir yüzyıllık batılı emperyalist yağma ve tahribatın akabinde 1911’de çöktü.)”

“Savaş -özellikle de topyekûn savaş- devrimin ebesidir” diyen Gill, devrimin olmadığı hallerde bile savaşın, -tıpkı 1940’ların İngiltere ve ABD’sinde görüldüğü gibi- barış zamanında düşünülemeyecek devlet eliyle kolektif eylemi beraberinde getirdiği görüşünde.

“Aynı zamanda savaş, İkinci Dünya Savaşı’nda çarpışmış Siyah Amerikalılar gibi ezilen azınlıklar için daha evvel duyulmamış fırsatlar ve her iki dünya savaşında seferberliğe destek için fabrikalarda ve hastanelerde çalışan kadınlara -oy hakkını kazanma gibi- imkânlar doğuran askeri seferberlik süreciyle güverteyi temizler.”

“Herkes için en büyük eşitlik sağlayıcı gelişme, en şiddetli küresel çatışma olan İkinci Dünya Savaşı’nın küllerinden doğdu. Faşist militarizmin ve Nazizmin 1942-43 kışında Stalingrad Savaşı’nda Rus bozkırının kenarında nihai yenilgisi, 20. yüzyılda komünizm, sosyalizm ve ulusal kurtuluşun Pekin’den Delhi’ye, Cezayir’in başkentinden Havana’ya toplumları şekillendiren egemen siyasi ve ideolojik güç haline gelmesinin kritik bir anı oldu” diyerek önemli bir noktaya parmak basıyor.

Artan eşitsizlik

Gill, eşitsizliklerin dengelenmesinin ancak en kuvvetli şokların sonucunda ortaya çıktığını da şu satırlarla anlatıyor:

“İktisat tarihçisi Thomas Piketty’nin zenginlik ve gelir eşitsizliğine ilişkin ayrıntılı veri analizinde gösterdiği gibi, eşitsizliğin daralması, 20. yüzyılın büyük çatışmalarına doğrudan aksetmiştir, ta ki eşitsizliğin yeniden artmaya başladığı 1970’lere kadar.

Scheidel’in kitabında yazdığı gibi, ‘Kayıt altına alınmış tarih boyunca topyekûn seferberlik savaşının, dönüştürücü devrimin, devletin başarısızlığının ve küresel salgının yol açtığı dönemsel eşitsizlik daralmaları, barışçıl yollarla yapılabilecek tüm eşitleme yöntemlerini her zaman gölgede bırakmıştır.’ Gerek reformun bir ebesi olarak gerekse zenginlik ile fırsatın yayılmasında savaşın rolü kaçınılmazdır.”

Yazar, 1946-1964 yılları arasında doğan kuşağın -şimdi kendi çocuklarından ve torunlarından esirgedikleri- ucuz konut, tam istihdam ve sosyal hareketlilik gibi imkânların aslında 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan dünya savaşları ve devrimlerde kendi ebeveynlerinin ve dedelerinin kanlarının dökülmesi ve fedakârlıklarının bir sonucu olduğunu hatırlatıyor.

Dördüncü atlı

“Bu da bizi, Scheidel’in toplumsal dengelemenin habercilerinden biri olarak tanımladığı mahşerin dördüncü atlısına getiriyor: Salgın hastalık” diyen Gill, COVID-19 küresel salgınının siyaseti ve ekonomiyi sarstığını ve etkisinin daha yeni yeni kendini göstermeye başladığını şöyle anlatıyor:

“Birincisi ve en barizi, salgının Trump’ın yeniden seçilme şansını mahvetmesi oldu. Hatırlayın, 2020 başında Amerikan ekonomisi hızlı bir çıkış yapıyordu, istihdam oranı yüksekti, borsa zirvedeydi ve yeniden seçilmesine giden yol açıktı.

Küresel salgın karşısındaki kibri ülkeyi krize düşürdü. Siyahların Hayatı da Değerlidir ayaklanmaları yaz boyunca ABD’yi kasıp kavurdu ve virüsün ikinci bir acımasız dalgası, tam da seçim kampanyasının son haftalarında rahatsız edici bir şekilde başladı. Trump, ardında bıraktığı COVID-19’dan 400.000 ölü mirasıyla ve sıradan Amerikalılar için ortalama hayat beklentisinde son bir yüzyıl içindeki en büyük düşüşle görevinden ayrıldı.

Ancak küresel salgın, Trump’ın yenilgisinin de ötesinde, -kırk yıl evvel eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ve eski ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan sosyal demokrasi düzenini silip süpüren bir süpürge olarak müjdelendiğinden bu yana- hiç olmadığı kadar batılı neoliberal modelin zayıflıklarını ve adaletsizliklerini ifşa etti.”

Piyasa inanışlarını yerle bir etmek

Gill, koronavirüsün piyasa yanlısı iktidar partilerinin inanışlarını nasıl tamamen altüst ettiğini şöyle anlatıyor:

“İngiliz muhafazakâr bir başbakanı milyonlarca işçinin ücretini devlet kasasından öder hale getirdi, binlerce evsiz sokaklardan alınıp otellere yerleştirildi ve serbest pazar yanlılarını, fakirliği -yıllar yılı fakirlerin suçu saydıktan sonra- şimdilerde kendilerinin yeni baş düşmanı ilan etmek zorunda bıraktı.”

“Şu an zirvesinde ve bitmekten de çok uzak olan küresel salgının, geçen yüzyıldaki savaşlar ve devrimler gibi değişimin katalizörü olup olmayacağını söylemek için henüz çok erken. 2008’de bankaları kurtarmak için kullanılan devlet varlık alımlarının artık milyonların geçim kaynaklarını ve irili ufaklı işletmeleri kurtarmak için daha önce görülmemiş bir ölçekte dağıtılmasıyla birlikte, virüsün modern post-endüstriyel toplumda kaynakların kıtlığı efsanesini nihayet paramparça ettiğini söyleyebiliriz. [İngiltere Başbakanı Theresa May’in sekiz yıldır zam alamayan hemşireye cevaben kullandığı bir tabir olan] ‘Sihirli para ağacı’ kalacak ve [yapay zeka çağına girerken robotlaşma yüzünden gelecekte artacak işsizliğe bir çözüm olarak Silikon Vadisi’ndeki girişimcilerin sunduğu, devletin vatandaşına temel ihtiyaçlarını giderebileceği asgari bir ücret ödemesi anlamındaki] evrensel gelir de emin olun geliyor.”

Gill ayrıca küresel salgının, özel kazanca dayalı sağlık sisteminin temel zafiyet noktalarını ifşa ettiğini de vurguluyor ve Asya ile Afrika’da halk sağlığına daha kolektivist bir yaklaşımın virüsü kontrol altına almaya daha uygun olduğunu Felipe Araujo’nun Foreign Policy dergisindeki şu satırlarını alıntılayarak anlatıyor:

“Yalnızca tabii afet veya bir tür siyasi huzursuzluk olduğunda kulak verme eğiliminde olduğumuz Mozambik, Senegal, Ruanda, Malezya, Vietnam gibi yerler, küresel bir salgın sırasında nasıl davranılması gerektiği konusunda diğer ülkelere bir ustalık dersi veriyor. Alınacak ders şu: Cemaatçi toplumlar, -en fakirler arasında bile- sokağa çıkma yasaklarının, kendi kendini tecridin, karantinanın ve sosyal mesafenin işe yaraması için gerekli toplumsal sermayeye ve karşılıklı desteğe sahipler.”

Gill yazısının sonunda diyor ki, “COVID-19 aşıları hâlihazırda uygulanırken, 2019 veya 2016’nın işlevsiz normaline geri dönmek için anlaşılabilir bir arzu var; ancak bu ham bir hayal. Siyah kuğular, iklim kaosu, ayaklanmalar ve devrimler bir süre daha yeni normal olabilir. Biden balayı sona erdikten sonra, özel zenginlik yerine eşitlik ve halk sağlığına değer veren bir sosyal düzen için mücadele, muhtemeldir ki Schiedel’in atlılarının sırtında yürüyecek.”