22 Ağustos 2019 Perşembe

Z.T.KOR: TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ SIĞINMACILAR NE YAPAR, NE YAŞAR, NE HİSSEDER? – II. Bölüm




TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ SIĞINMACILAR NE YAPAR, NE YAŞAR, NE HİSSEDER? – II. Bölüm
Zahide Tuba Kor

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
NOT: Bu dizinin ilk bölümü olan, 21-28 Temmuz tarihleri arasında attığım tweetleri okumak için TIKLAYINIZ.  
NOT: Lütfen kaynak göstermeden bu paylaşımın bir kısmını veya tamamını kullanmayınız.

4 yıldır farklı vesilelerle, farklı zamanlar ve farklı mekânlarda çok fazla sayıda Suriyeliyle görüştüm; 20-30 dakika ile 3 saat arasında her biriyle yüz yüze röportajlar yaptım. Ayrıca yardım vermek üzere epeyce Suriyeliyi evlerinde ziyaret edip durumlarını bizzat müşahede ettim. Yıllardır yaptığım konuşmalarda bu bilgileri anlatsam da farklı bir şekilde değerlendirip genele açmam gerektiği düşüncesi zihnimde hep vardı. Ancak röportajlar esnasında özel hayatlarını ve duygu-düşüncelerini anlatmaya ikna ederken bunları başkalarıyla paylaşmama sözü verdiğimden nasıl değerlendirmem gerektiği konusunda bir türlü karar verememekteydim. İstanbul seçimleri esnasında Suriyeli sığınmacılar konusunun siyaset malzemesi olarak istismarı ve ardından Göç İdaresi tarafından Suriyelilerle ilgili alınan ve kolluk kuvvetlerince bir anda acımasızca uygulanmaya başlanan karar benim için son damla oldu. Yıllardır biriktirdiğim bütün bilgileri -konuşanların kimliğini vermeden- Twitter hesabım üzerinden paylaşmaya başladım. Ardından blogumda bütün bu paylaşımları tek bir başlık altında toplayıp istifadenize sunma kararı aldım.
Arapça bilmediğinden Suriyelilerle konuşmayan ve onları doğru düzgün tanımayan; ne yaşarlar, ne düşünürler, ne hissederler konusunda bilgi sahibi olmayan; Ortadoğu’da ve Suriye İç Savaşı’nda sahada neler yaşandığına dair klişe sözler dışında ciddi bir fikri bulunmayan; ama basında ve halk arasında gezen şehir efsanelerine inanıp dilden dile yayan ülkemizde geniş bir kitle var. Ümit ederim ki yaşanmışlıkları aktardığım bu çalışma, Suriye’ye ve Suriyeli sığınmacılara daha doğru ve daha insani bir şekilde bakabilmemize vesile olur.

7 Ağustos 2019 Çarşamba
10 gün aradan sonra ülkemizdeki Suriyelilerle ilgili paylaşımlarıma yeniden başlıyorum. Öncelikle, İstanbul’daki sığınmacıları kayıtlı oldukları şehirlere, kayıtsızları Suriye’ye yollama politikamız hakkında bizzat bu politikadan etkilenen Suriyelilerin ne düşündüğünü aktaracağım.
Bunu zaruri görüyorum. Zira TV’lerimiz -tıpkı 8 yıldır olduğu gibi- hala daha mikrofonu Suriyelilere uzatmaya tenezzül etmiyor, siz ne düşünür ve ne yaşarsınız diye. Adeta “ne olsa konuşurum abi” formatında aynı güvenlikçi, hukukçu, anketçi, gazeteci ve akademisyen ekip her akşam ekranlarda konuşmayı sürdürüyor...

Ardından Suriye’deki tarihi siyasi, askeri, toplumsal, iktisadi, hukuki ve dini hayatı anlatarak “Suriyeli gençler neden kaçıp da vatanları için savaşmıyor?”, “Neden çok fazla çocuk dünyaya getiriyorlar?”, “Neden kurallara uymuyorlar?” gibi zihinlerimizde yaygın sorulara ve Suriyelilerin “bedevi, pis, fakir, eğitimsiz, Vehhabi” vs. olduğuna dair dilimize yerleşik klişelere cevap vermeye çalışacağım. Daha sonra mülteciliğin ne demek olduğunu, sığınmacı kamplarındaki durumu, Suriyelilerin sağlık ve eğitim meselelerini, Türkçe öğrenme problemini, gençlerde dini gerileme ve ahlaki çöküş sorununu anlatacağım. Suriyelilerin hayatını anlatarak başladığım tweetlerimi ölüm tecrübeleriyle bitireceğim.

İstanbul’daki sığınmacıları kayıtlı oldukları şehirlere, kayıtsızları Suriye’ye yollama politikamız hakkında Suriyelilerin endişeleri
5 Ağustos Pazartesi günü gittiğim Suriyelilere sağlık hizmeti veren kuruluşta hastalarla görüştüğümü fark eden bir hanım yanıma koştu geldi, “Röportaj konun farklı ama çok dertlerim var, beni de dinle” diyerek. Dışarı çıktık, durumunu ağlayarak anlattı.
Altı sene evvel Halep’ten eşi ve iki çocuğuyla gelmiş. Dört sene Adana’da sefalet içinde yaşamışlar. “Evimiz ahır gibiydi, ne güneş giriyordu içeriye, ne hava; evin düzgün bir tabanı bile yoktu” diyor. Eşinin günlük 30 TL yevmiyeyle bir lokantada geceleri temizlikçilik yapması sayesinde geçinmişler. “O dönemde hiçbir yardım alamadık; çoğunlukla günde tek bir öğün yemek yiyebiliyorduk. Üçüncü çocuğum doğduğunda onu beslemek için süt bile alamıyorduk” diyor.
İstanbul’daki kız kardeşi, burada hem iş imkânı hem de daha fazla yardım var diye çağırmış. Son iki yıldır İstanbul’dalarmış. Eşi burada bir yemek fabrikasında şoför olarak iş bulmuş, İstanbul’a gelme arifesinde Kızılay kart da çıkmış. “Tam insan gibi yaşamaya başlayıp huzura kavuşmuştuk ki bir anda yeni kararla yıkıldık” diyor. Adana’ya kayıtlı olduklarından Ramazan ayında Kızılay kart desteği kesilmiş.
Şu an eşi Adana’da ev ve iş arıyormuş; bulduğunda ailesini de götürecekmiş. Ama Adanalı bütün ev sahipleri kirayı yıllık istiyormuş; “Bizde o kadar para ne arar?” diyor. “Adana’ya dönmektense ölmeyi tercih ederim. Çünkü orada hayat bizim için ölümle eşdeğerdi” diyor ağlayarak. “Hatta savaşa, bombalara rağmen Suriye bile daha iyidir Adana’dan” diye devam ediyor.
Halep’teki evlerini ve akrabalarını soruyorum. “Gece uyurken evimize varil bombası atıldı; sağ kurtulduk, ama bina kullanılmaz halde, bir çocuğum da kolundan yaralandı” cevabını veriyor. Akrabaları rejimin kontrolünden hiç çıkmayan, görece güvenli olan Batı Halep’te yaşıyormuş. Ama “Biz oraya gidemeyiz, çünkü eşim rejimin arananlar listesinde. Döndüğümüz anda hapse atılacak; ben çocuklarımla tek başıma ne yapacağım” diyor çaresizlik içinde.
Eşi Adana’da henüz ev de iş de bulamamış. “20 Ağustos tarihi dolduğunda biz ne yapacağız, nerede kalacağız, ne yiyip ne içeceğiz. Şu an yolda polis gördüğümde yakalayıp doğruca Adana’ya yollayıverecek diye ödüm patlıyor” diyor. Kız kardeşi ve komşularından kopacağına çok üzülüyor.
Bu arada yeni bir şey keşfettim: Bugüne kadar konuştuğum, İstanbul’un Anadolu yakasında yaşayan Suriyelilerin ekseriyeti komşularıyla iyi iletişime sahip; çoğunluğun yaşadığı Avrupa yakasında ise ya iletişim yok ya da Fatih gibi ilçelerde yaşayanlar komşularından ciddi sıkıntılar çekiyor. Bu da İstanbul’un Anadolu yakası sakinlerinin hala daha Türk ve İslam geleneklerinden kopmadığını gösteriyor. Hatta Anadolu yakasındaki Suriyeliler, komşularının kapıyı çalıp bir ihtiyacın var mı diye sorduğunu, kullanmadıkları eşyalarını verdiğini vs. anlattı.
Tabii benzer bir samimiyet ve yardımlaşma duygusu başlangıçta Avrupa yakasında da vardı; ancak hem bazı Suriyelilerin can sıkıcı ve iyi niyeti suiistimal eden davranışları yüzünden tepkiler oluştu, hem de sayılarının gittikçe artması nedeniyle bir tehdit olarak görülmeye başlandı. Bu noktada “Suriyeliler ne gibi hatalar yaptı?” soruma bir Suriyeli işadamının verdiği şu cevap aktarılmaya değer: “Savaş şiddetlendiğinde Halepliler yanlarına tek bir elbise dahi alamadan yürüye yürüye Türkiye’ye kaçtılar. Başta bizi çok iyi karşıladınız. Ensar gibi davranarak evlerini bedava veren, yemeğini ve eşyasını paylaşan, kendi ismiyle Suriyeliler için ev kiralayan Türkler oldu. Çoğumuz bunun değerini bildi, ama kıymet bilemeyenler de oldu maalesef. Mesela kirayı ve aidatları ödemeden çekip gittiler; bu da size bir zulüm oldu ve haklı olarak öfke doğurdu. Onlar bu tip sahtekârlıkları Suriye’de de yapıyorlardı. Ama inanın çoğumuz böyle değiliz.”
Hikâyesini anlattığım Suriyeli hanıma geri dönelim. Dedi ki “Adana’ya gitmek zorunda olduğum için komşularım çok üzüldü, hatta cumhurbaşkanınıza kızıp söylenenler oldu. Onlara şöyle dedim: “Hayır, Erdoğan bunu bize asla yapmaz; bu, hükümetin kararı. Biz şu an yaşıyorsak bu Erdoğan sayesinde. Allah ona uzun ömürler versin. Biz Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanınızı çok seviyoruz.”
Türkiye’deki tek akrabası olan kız kardeşinden kopacak olmaktan çok üzgün. Halep’e dönmek isterdim ama bu imkânsız diyor. Annesini özleyip ağladığında 11 yaşındaki kızı, ona “Anne üzülme, ağlama, ben senin annen olurum” diyormuş.

53 yaşında iki çocuklu bir hanım da röportaj esnasında konuyu değiştirip bu meseleye giriyor. Kendisi İstanbul’a kayıtlı. Ama dört yıldır burada yaşayan kardeşi kayıtlı olduğu Bursa’ya dönmek zorunda. “İşi vardı, arkadaş edinmişti, çocukları okula alışmıştı. Şimdi hayatları altüst” diyor. Çocukları önümüzdeki dönem için İstanbul’da okula kaydedilmemiş, gitmeleri için. “Bursa’da şu an kiralar dört kat arttı. 300 lira kira veren tanıdığıma şimdi ev sahibi çık git diyor; diğer evlerin kirası yükseldiğinden o da yeni bir kiracıya yüksek fiyata vermek istiyor. Zaten Suriyelilere ev vermeye razı olan az; verdiklerinde de değerinden yükseğe veriyorlar. Kardeşim bu şartlarda Bursa’da nerede kalacak?” diyor endişe içinde. Bu endişe o kadar yaygın ki. Birçok şehirde kiraların bir anda fırladığı söyleniyor.

Yıllardır İstanbul’da yaşayan ama başka şehirlere kayıtlı yüz binlerce Suriyeli var. İstanbul’un cazibe merkezi olmasının nedeni, hem iş bulma imkânının hem maddi-manevi yardım sağlayan STK’ların daha fazla olması hem de kozmopolitliği nedeniyle yabancıların daha rahat hissetmesi.
Suriyeliler gittikleri şehirlerde büyük ihtimal iş bulamayacak; kendi kendine ayakta duramayıp yardıma daha fazla muhtaç hale gelecekler. Peki onlara kim yardım edecek? Daha evvel mesela Kızılay kartın finansmanının önemli bir kısmı AB’den sağlanırken bu yıl sonunda o da kesilecek. Zira Doğu Akdeniz’deki gerginlikler nedeniyle AB yaptırımları yürürlüğe girecek. Türkiye’nin ekonomik durumu ortada. Sığınmacılarla ilgili yeni politikaya geçişi zaruri kılan şartlar elbette ki vardır; ama uygulama şeklinin yeni yeni sorunlar doğuracağına hiç şüphe yok.
Birkaç örnek vereyim. Birçok ailenin bireyleri farklı şehirlere kayıtlı. Mesela bir eş Bursa’ya, diğeri İstanbul’a kayıtlı. Bunun bir nedeni tüm aile bireylerinin aynı anda Türkiye’ye gelmemesi, diğeri ise İstanbul’da kayıtsız yaşarken buraya kayıtlı biriyle evlilik yapması. Bu durumdakiler şaşkın, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Başka şehre kayıt nakli çok zor olduğundan ve İstanbul, Bursa gibi şehirlerin kotası çoktan dolduğundan çaresizlik içindeler. “Ailelerimiz dağılacak mı, dağılırsa çocuklarımız ne olacak?” diye soruyorlar.
Kimi ailelerde ebeveyn ve çocukların çoğu başka şehre kayıtlı; ama İstanbul’da yaşarken doğanlar İstanbul kimlikli. Bunların hali ne olacak? Kayıtlı oldukları şehre döndüklerinde İstanbul kimlikli çocukları okula gidecek mi?
Diğer sorun nasıl gidecekleri. “Gitmek için para lazım” diyorlar. Şehirler arası taşınma masrafı çok yüksek; gittikleri yerlerde ev tutarken komisyon-depozito gibi bir yığın ek masraf çıkacak. “Bunun altından nasıl kalkarız?” diye soruyorlar. Kiraların fırladığını zaten yazdım. “Nakliyat masrafı olmasın diye İstanbul’daki mevcut eşyalarımızı satsak, ikinci veya üçüncü el olduğundan düşük fiyata gidecek; 1000 liraya elden çıkarsak gideceğimiz şehirde aynısını belki 3000 liraya alamayacağız; madem gitmek zorundayız, bari nakliyat masrafı karşılansa” diyorlar. Kısaca kayıtlı olduğu yere gitmek isteyenler de çok büyük bir maddi külfetle karşı karşıya. “Suriye’ye dönsek güvenlik ve iş yok” diyorlar; kiminin evi zaten yerle bir olmuş durumda. Suriye ekonomisinin tamamen çökmüş olduğunu daha evvel zaten yazmıştım.
Diğer bir problem çocukların okulları. İstanbul’da dışlamacılıkla karşılaşsalar da çoğu okullarına alışmıştı. Şimdi farklı bir şehirde yeni bir hayata uyum sağlamakta zorlanacaklar. Okullara kayıtlarda sıkıntı yaşamaktan endişeliler. Nihayetinde her okulun da öğrenci kotası var.
Kimlik naklinin imkansıza yakın olduğunu öğrendim. Sadece kanser gibi ciddi bir hastalığı olup bulunduğu şehirde tedavisi veya ilacı olmadığını ispat eden kritik durumdakilerin İstanbul’a nakil izni varmış. Ama ailesiyle değil, tek başına. (Bu bilginin doğruluğu konusunda resmi kaynaklardan teyit almış değilim.) Suriyeliler “Bu da ayrı bir büyük sorunumuz” diyor. “Yanında ailesi veya refakatçisi olmadan ağır hasta nasıl gelebilir, gelse tedavisi sırasında ona kim yardım eder, eşi refakatçi olarak gelse bile diğer şehirde kalan çocukları bir başlarına ne yapar?” diye soruyorlar.
Kısaca İstanbul kimliği olmayanlar şu an evlerinden dışarı çıkamıyor, çıkanların da yakalanacağız diye ödü kopuyor. Bu yüzden bir yığın Suriyeli işini kaybetti; bunların ailelerine kim bakacak? Bu şartlar altında İstanbul’da kaçak yaşasalar da kayıtlı oldukları şehre gitseler de işsizlik ve açlık çekecekler.
Bazılarının maddi durumu iyi. İstanbul’da iş kurmuş, para kazanmışlar. Ama şimdi işlerini kapatıp gitmek zorundalar. Kayıtlı oldukları şehre gittiklerinde yeniden iş kurabilecekler mi, kursalar İstanbul’daki gibi işleri tutacak mı? Çoğunun iş için İstanbul’a geldiğini hatırlatayım.
Şu sıralar İstanbul’da Suriyelilerin kaçak iş yerlerine veya kaçak işçi çalıştıran Türklere ait iş yerlerine denetimler arttı. Usulsüzlüklere göz yumulmuyor, büyük cezalar veriliyor. Aslında bu son derece doğru bir uygulama. Ancak bundan zararlı çıkanlar yine Suriyeliler oldu. İstanbul’da oturma izni olan, ama Türk patronun -kazancı az olduğundan veya keyfi nedenlerle- çalışma izni çıkartmadığı Suriyeliler işten atılıyor. Bazı patronlarsa çalışma izni alıyor, ama SGK’yı Suriyelinin kendisinin ödemesi şartıyla. “Maaşımız zaten az, nasıl ödeyelim” diyorlar.
Kısaca şu an devletimiz usulsüz ve kaçak durumları düzeltmek istiyor olabilir ve bunda haklıdır. Ancak hızlı bir şekilde uygulanan her yöntem yeni yeni mağduriyetler doğuruyor. Suriyeliler diyor ki “İşini kaybeden ve yerinden edilen her aile toplumun sırtında bir yük olacak.” Ve yine diyorlar ki “Bugüne kadar kendi kendine yetenimiz epeyce çoktu; ancak bundan böyle işsiz ve muhtaç sayımız artacak. Ekonomik kriz varken biz size yük olmak istemiyoruz.” Son olarak, İstanbul gibi 15-16 milyonluk devasa bir şehir, 1 milyon Suriyeliyi kaldırabilir.

9 Ağustos 2019 Cuma: Halepli Hişam Mustafa. Eşi ve 3 çocuğuyla İstanbul’da yaşıyormuş. İstanbul’a kayıtlı kimliği var; yani kaçak değil. Ama İstanbul polis tarafından İdlib’e sınırdışı edilmiş. Ailesine geri dönebilmek için defalarca sınırı geçmeye çalışmış, başaramamış. Son girişiminde jandarmamızın ateşiyle hayatını kaybetmiş.

10 Ağustos 2019 Cumartesi: İstanbul’a sığınmış Suriyeli büyük âlimlerden Sariye el-Rifai’nin Türk hükümetine seslendiği açık mektubu. Türkçe altyazılı. 3 haftadır bu mecradan yaptığım Suriyelilerin çektiği sıkıntılarla ilgili paylaşımlarımın bir özeti. İzlemenizi tavsiye ederim. TIKLAYINIZ

NOT: Temmuz ayında sert ve kısmen amacını aşan bir şekilde uygulamaya geçen ve Suriyelileri okuduğunuz üzere muazzam bir endişeye sevk eden bu politika, daha sonra birçok bakımdan esnetildi. Önce son tarih olarak 20 Ağustos ilan edildi, ardından 20 Ekim’e çekildi; İstanbul’daki okullara çocukları kayıtlı olanlara vs. kalma imkanı sunuldu. Bunlar mağduriyetleri azaltıcı önemli değişikliklerdi.


8 Ağustos 2019 Perşembe
Bugün ve yarın vaktim el verdiği ölçüde Suriye’deki tarihi siyasi, askeri, toplumsal, iktisadi, hukuki ve dini hayatı anlatarak zihinlerimizdeki mevcut sorulara cevap vermeye çalışacağım. Zira KÖTÜ BİR ÖZELLİĞİMİZ, KENDİMİZİ BÜTÜN DÜNYANIN ÖRNEK ALMASI GEREKEN BİR NORM SAYMAMIZ; HER OLAYA/ÜLKEYE TÜRKİYE’Yİ MERKEZ ALARAK, KENDİ İÇ TARTIŞMALARIMIZ VE TECRÜBELERİMİZ IŞIĞINDA BAKMAMIZ. Oysaki her toplumun kendi tarihi-coğrafi-kültürel-siyasi-iktisadi koşullarından kaynaklı farklı davranış ve düşünce tarzı vardır; bu gayet doğaldır, küçümsemek veya kriminalize etmek hem anlamsız hem de çok çirkindir.

Suriyeli gençler neden vatanlarını savunmuyor? Suriye ordusuyla ilgili bilmediğimiz gerçekler
Öncelikle Suriyeli gençlerin neden savaşmadığını anlatacağım. 15 gün evvelki tweet zincirinde SURİYE’DEKİ SAVAŞın VATAN SAVUNMASI DEĞİL, KARDEŞİN KARDEŞİ ÖLDÜRDÜĞÜ BİR İÇ SAVAŞ olduğunu, ayrıca Suriye’nin daha 2012’de Suriyelilerin elinden çıkıp bölgesel ve küresel bir savaşa dönüştüğünü, hatta Üçüncü Dünya Savaşı’nın Suriye topraklarında yaşandığını belirtmiştim.
Biz Suriye’deki savaşı kendi tecrübemiz ışığında okuduğumuzdan, iç savaşa dair herhangi bir fikrimiz olmayıp Birinci Dünya ve İstiklal Savaşları zihnimizde uyandığından ve ordumuzu “Peygamber ocağı” olarak algıladığımızdan eline silah almayan Suriyeli gençleri vatan haini gibi görüyoruz. Oysa Suriye’nin tarihi-siyasi tecrübesi bizden bambaşka. Askere, devlete, vatana bakış da farklı. Bu yazdıklarımı zihninizin bir yanında tutarak bundan sonraki tweetlerimi okumanızı tavsiye ederim.
2015’te Suriye’nin farklı şehir ve kökenlerinden Suriyelilerle derinlemesine mülakatlar yaparken ordu algılarını da gençlere sormuştum. İlk cevap, “SURİYE ORDUSU GENÇLERİN ONURUNU, HAYSİYETİNİ YERLE BİR ETMEK İÇİNDİR. Devletin ‘Ben her şeyim, siz bir hiçsiniz’ diye varlığını benliğimize kazıdığı yerdir. Askerlik adeta zillet halidir, sürekli aşağılanırsınız” şeklindeydi. İkincisi “ORDU, KOMUTANLARIN CEBİNİ DOLDURMA, ÇALIP ÇIRPMA YERİDİR; çünkü her şey para kazanma vesilesidir. Düzgün yemek yemek ve uyumak istiyorsanız rüşvet vermek zorundasınız. Hatta sabah talime kalkmak istemiyor, ilk 6 aydan sonra kışlada kalmak istemiyorsanız komutana dolgun rüşvet verirsiniz. EĞER PARANIZ YOKSA KURTLU VE İĞRENÇ YİYECEKLER YEMEYE, YAĞLI VE KİRLİ ÇAYDANLIKLARDAN ÇAY İÇMEYE MAHKUMSUNUZ” cevabı oldu. Üçüncüsü, “ASKERDE İBADET YASAKTIR; NAMAZI VE ORUCU UNUTMAK ZORUNDASINIZ. Gizli namaz kılıp oruç tutabilirsiniz; ama fark edildiğiniz anda ceza alır, bolca dayak yer, hatta hapse atılırsınız. Oruç tutmamamız için Ramazan’ın ilk günü en ağır askeri talimleri yaptırırlar. İbadet ettiği fark edilen subaylar ve polisler de genellikle emekli edilir.”
Dolayısıyla bizim bilmediğimiz bir konu var. Aslında onlarca yıldır Suriyeli iyi eğitimli veyahut dindar gençler, bu muameleler yüzünden askere gitmemenin bir yolunu arıyor, beş yıl yurtdışında çalışıp hem para kazanmayı hem de bedelli askerlik yapmayı tercih ediyordu.
50’li yaşlarında bir Suriyeli beyefendi askerlik yıllarını anlatırken dedi ki “SUBAYLAR İÇİP İÇİP BİZE HAKARET EDER, KUTSALLARIMIZA DİL UZATIRDI.” 30’lu yaşlarında öğretmen olan Şamlı bir hanım da dedi ki “Siz asker uğurlarken kutlamalar yapıyorsunuz. Şaşıyoruz. BİZ ORDUYA KARDEŞİMİZİ, OĞLUMUZU YOLLARKEN HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLARDIK”
SURİYE REJİMİ VE ORDUSUNDA %10’LUK AZINLIK NUSAYRİLERİN HAKİM olduğunu ve Sünnilere kasten ters davrandıklarını hatırlatmak isterim. Tabii ki orduda çok sayıda Sünni subay da var; ancak terfi almak isteyen Sünni subayların askerlere bazen Nusayrilerden beter davrandığı söyleniyor.
Suriye ordusunu kuran Fransızların, uyguladıkları böl-yönet politikasının bir gereği olarak azınlıklara öncelik verdiklerini, 1950’ler ve 1960’larda peşi sıra yaşanan darbeler yüzünden profesyonellikten uzak, MEZHEBİ-İDEOLOJİK BİR ORDUnun ortaya çıktığını bilmemiz lazım. Suriye ordusu, siyaseti ve toplumunu anlamak için Nikolaos Van Dam’ın İletişim Yayınlarından çıkan Suriye’de İktidar Mücadelesi: Esad ve Baas Partisi Yönetiminde Siyaset ve Toplum kitabını mutlaka okumalısınız. Baskısı maalesef yok, isteyenlere e-posta adreslerini yollarlarsa PDF’sini yollayabilirim.
50’li yaşlarda Suriyeli bir hanımla konuştum; babası subaymış, ama yerine getiremeyeceği bir emir verilince 1979’da istifa etmiş. Dedi ki “GEÇMİŞTEN BERİ ASKERDE YA ZALİMSİNDİR YA DA MAZLUM, ORTASI YOK. SÜNNİ ASKERLER HEP EN TEHLİKELİ YERLERE, ÖLDÜRÜLECEKLERİ CEPHELERE YOLLANAGELDİ.” Ve yine dedi ki “Sizin ordunuzda askerler masaya oturup sağlıklı yemekler yiyor. Bizimkiler ise yerde oturup ekmeğin yanında pis yiyeceklere mahkum. Şu an orduda uyuz salgını var, hijyenin olmaması yüzünden. Ruslar ve İranlılar korkuyor, uyuz salgını bize de bulaşacak diye.” DEVLETİN ORDUYA AYIRDIĞI DEVASA BÜTÇEYİ KOMUTANLARIN CEBE İNDİRMESİ konusunda da şunu anlattı: “Hava kuvvetlerinde komutan bir ahbabımız paraları olduğu gibi ordu kasasına aktarırdı; diğer komutanlar böyle olmaz, aramızda paylaşmamız lazım deyince istifadan başka bir şansı kalmadı.”
Mısır ordusu, ülke ekonomisinin yarısını elinde tutarak köşeyi dönüyor; beyaz eşya ve ekmek üretiminden marina ve yol inşasına kadar her işin içinde. Komutanlar iktisadi alanı kontrol ediyor. Suriye’de ise iktisadi alan Beşşar Esed’in dayı oğlu Rami Mahluf’un elinde olup Suriye ordusu rüşvet, yolsuzluk, (geçmişte Lübnan gibi) kaçakçılık ağlarını kontrol üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla SURİYE ORDUSU, HALKIN NAZARINDA NE BİR MİLLİ ORDU NE DE PEYGAMBER OCAĞIDIR.
Daha evvelki tweet zincirlerinde gençlerin neden savaşa gitmediğini kendi dillerinden aktarmıştım; şimdi de İstanbul’da yaşayan 25 yaşındaki bir gencin “Neden askere gitmedin?” soruma cevabını paylaşacağım: “Gitseydim ailemi, akraba ve arkadaşlarımı öldürüp katil olacaktım. Düşman işgali olsaydı tereddütsüz vatanımı korumak için askere koşardım. Ama bu savaş sandığınız gibi değil.” 6 yıldır İstanbul’da yaşayan ve ailesinin geçimini sağlayan bu genç,  yukarıda yazdığım ordudan neden hazzedilmediğine dair üç gerekçenin üçünü de sıraladı ve önemli bir noktaya parmak bastı: “Gençler tam da bunlara karşı ayaklandı. Bunlar sadece ordunun değil rejimin de özellikleri.” Yine dedi ki “Sizde askerlik 6 aya indi; bizde ise 2011 öncesi 20 aydı, daha önce 2,5 yıldı. İsyandan sonra rejim terhisleri durdurdu, savaştıracak adam bulamadığından askerlik süresi daha da uzadı. NUSAYRİ GENÇLER BİLE ARTIK ASKERE GİTMEMEK İÇİN YURTDIŞINA KAÇIYOR.” Buna başka Suriyeliler de değinmişti.
Bir Türkmen hanım ise şunları anlattı: “Oğlum askerdeyken isyan başladı. Ön cephede savaşıp da halkını öldürmesin diye komutanlara bolca rüşvet verdik. Geri hizmette bir yıl geçirdi; görev süresi dolduğu halde terhis edilmeyince oğlum izne çıktığında babasına dedi ki ‘Kır kolumu’. Çok fena olduk, ama başka şansımız yoktu, diğer oğlum da askerlik yaşına ulaşmıştı. Eşim oğlumun kolunu kırdı; oğlum 2,5 ay rapor aldı. Bekledik, yine terhis yok. Son hafta oğlumu kadın kılığına sokarak Türkiye’ye kaçırdık. Sınırda gördüğüm manzara hayatımın en berbat anlarıydı. O gün rejimin bombardımanı olmuştu; sınırda hayatımda hiç görmediğim kadar yaralıyla karşılaştım. Mesela vücudundaki şarapnel parçası yüzünde sürekli kan kaybeden biri o halde dört saat ambulans bekledi. Kamyonetin arkasında iki metrelik dev gibi bir yaralı vardı; hemşire baktı ve ‘ölmüş’ dedi.”
Niçin savaşmadığını sorduğum başka bir Suriyeli de dedi ki “Kiminle savaşacaktık, birbirimizle mi? ORDUMUZ KENDİ HALKINI ÖLDÜRMEKTE; EVLERİMİZİN ÜSTÜNE VARİL BOMBALARI YAĞDIRMAKTA; TAŞ ÜSTÜNDE TAŞ BIRAKMAMAKTA; ŞEHİRLERİ KUŞATIP HALKI AÇLIKTAN KIRIP GEÇİRMEKTE. Neden bahsediyorsunuz?”
Suriye’deki savaşın nasıl başladığını, hangi aşamalardan geçip bugüne geldiğini unutuyoruz. Sadece kendi güvenlik meselelerimize odaklandığımızdan kuzey ve doğu cepheler dışında neler oluyor bilmiyoruz. Sadece ABD işgaline ve PYD’ye odaklanıyoruz, Rusya ve İran’ın işgalini ve rejimin katliamlarını görmüyoruz.
Babası asker emeklisi olan hanım dedi ki “Suriye’de savaş daha bitmedi, yenisi başlıyor. Rusya tüm sahillerimizi, limanlarımızı, havaalanlarımızı işgal etti. Şu an SURİYE’Yİ ESED REJİMİ YÖNETMİYOR, O SADECE BİR KUKLA; RUSYA-İRAN SÖMÜRGESİNE DÖNÜŞMÜŞ VAZİYETTEYİZ. Ortada vatan diye bir şey kalmadı.”
Ülkedeki petrol, doğalgaz ve diğer yeraltı kaynaklarının çoğu ABD veya Rusya kontrolü altında. Daha evvel de zaten yeraltı kaynaklarının Suriye halkının değil, Esed ve Mahluf ailesinin malı olarak görüldüğü, petrol gelirlerinin ülke bütçesine girmediği söyleniyor. Rejimin halka zulmüne daha fazla seyirci kalamayıp Türkiye’ye sığınan Şamlı bir öğretmenin anlattığına göre, Suriye’de herhangi bir yatırım yapmak, fabrika kurmak isteyen mutlaka Mahluf ailesini ortak yapmak zorundaydı. “Ya Mahluf ya muhalif” denirdi; yani ortak yapacaksın, yoksa muhalifsin demektir ve başına her şey gelebilir.
Bu arada yurtdışındaki genç erkekler sadece rejimin askeri olmaktan kaçmadı. Muhaliflerin kontrolündeki alanları tutan milis güçlerinden, ÖSO’dan, IŞİD’den, PYD’den de kaçtılar. Bu iç savaşı meşru görmeyen, rejimden de muhaliflerden de artık usanan ve hiçbirini desteklemeyen, sadece akan kan dursun isteyen çok geniş bir kitle var. Bu arada PYD’nin çıkardığı “zorunlu askerlik yasası” yüzünden ülkemize on binlerce Kürt genç sığındı. Barzani ekolüne yakın bir Suriyeli Kürt gencin bana anlattığına göre, PYD kendi adamlarına şehir içinde güvenli yerlerde görev verirken kendisine muhalif Kürt gençlere 15 gün eğitim verip tehlikeli cephelere sürüyor.
Bunların dışında bir de Suriye’de kalan ailesinin geçimini sağlamak için yurtdışında çalışmak ve ailesine para yollamak zorunda olan binlerce genç erkek var. Zira enflasyonun astronomik olduğu ülkede hiçbir aile -gayrimeşru işlere bulaşmadıysa- mevcut maaşla geçinemiyor, insani yardıma muhtaç vaziyetteler.
Peki genç erkek sayısının iyice azaldığı ülkede savaşı kim sürdürüyor? Çoğunlukla yabancı savaşçılar. Yabancılar sadece IŞİD ve YPG saflarında değiller; rejimin de sahadaki kara gücü İranlı ve Şii milisler. Dahası Latin Amerika’dan Kuzey Kore’ye, Avrupa’dan Arap dünyasına ve Türk Cumhuriyetlerine kadar her yerden savaşçı bulunuyor… 2015 yazında Esed rejiminin savaştıracak doğru düzgün yerli askeri kalmamış ve bunu açıkça ilan da etmişti; birkaç ay sonra Rusya müdahale ederek rejimi düşmekten kurtardı.
Suriye sahasındaki yerli bütün güçler, silah ve para bakımından dış güçlere bağımlı olduklarından küresel ve/ya bölgesel çıkarların birer aracına dönüştüler. Suriye’yi ve Suriyelileri düşünen yok. Daha önce yazdığım gibi, SURİYE SURİYELİLERİN ELİNDEN DAHA 2012’DE ÇIKTI.

Suriye sisteminin temeli: Rüşvet, yolsuzluk ve torpil
Gelelim askerlikten bahsederken değindiğim, ama aslında Suriye sisteminin her alanını sarıp çürüten temel probleme: rüşvet, yolsuzluk ve torpil. RÜŞVET O DENLİ YAYGIN Kİ ADETA BİR HAYAT TARZI. Rüşvetsiz veya torpilsiz hiçbir devlet kurumunda en küçük bir iş dahi yapamazsınız.
Suriyeliler diyor ki “Devlet dairelerinde memurlar sabah 8’de işe gelir, kahvaltı vs. derken 10’a doğru iş başı yapar, öğlen saat 2 gibi çekip giderler. Bu süre zarfında basit bir belge almak için dahi ya rüşvet vermeniz ya da araya birini sokmanız lazım. Devlet dairelerinde memurların kötü muamelesi rutindir; istediklerine her şeyi yapabilirler. Memur Nusayri ise işiniz çok daha zordur. Eğer rüşvet almaya yanaşmıyorsanız, dürüstseniz, iş dönüşü taksi şoförlüğü gibi ikinci veya üçüncü işler yapmak zorunda kalırsınız.”
Şu an İstanbul’daki Suriye Konsolosluğundan pasaport almak, çocuğunun doğum kaydını yaptırmak vs. isteyen Suriyeliler 100 dolar rüşvet vermeden randevu dahi alamıyormuş; işlemlerin parası ise ayrı bir külfetmiş. Bunu anlatan Suriyeli hanım dedi ki “Yaşadığımız ihanet ve aşağılanmanın haddi hesabı yok.” Dolayısıyla RÜŞVET VE YOLSUZLUK SADECE SURİYE ORDUSUNUN DEĞİL, TÜM SİSTEMİN TEMELİ. Bunu bilmeden isyanın ardındaki motivasyonlar anlaşılamaz.
Bu konuyu Suriye üzerinden değil ama Arap rejimleri ve halkları temelinde ele alan, Tunuslu araştırmacı ve akademisyen Muhammed Hüneyd’in “Arap Dünyasının Yolsuzluk Sorunu” başlıklı yazısını (El-Cezire Arapça, 30.9.2016) okumanızı tavsiye ederim.

Hukuk devleti nosyonunun yokluğu
Suriyelilerle 2015’te yaptığım mülakatlar sırasında benim açımdan şaşırtıcı olan bir şey öğrendim: Suriyelilerde hukuk devleti nosyonunun olmaması. Dediler ki “Biz ilk kez keyfiliğin olmadığı, kurallara dayalı bir ortam gördük; Türkiye’deki bu ortama ayak uydurmaya çalışıyoruz. Suriye, her alanda keyfiliğin kök saldığı, paranın/rüşvetin her kapıyı açtığı, kuralların olmadığı bir ortamdı. Biz hayatımızda ilk defa Türkiye’de hukuk devleti diye bir şey gördük, kanunlarınıza uygun yaşamaya çalışıyoruz; ama inanın zorlanıyoruz. Belirli kurallar çerçevesinde yaşamak bizim için yepyeni bir tecrübe.”
Türk vatandaşları kendi hukuk sisteminin bozukluğundan haklı olarak şikayet ederken Suriyelilerin bu tespiti dikkat çekiciydi doğrusu. Yine İstanbul’da üniversite okuyan Kürt kökenli bir Suriyeli gençle konuşurken aynı konuda şunları söyledi: “SURİYE’DE HUKUK SİSTEMİ DİYE BİR ŞEY YOKTUR. PARANIN HER KAPIYI AÇTIĞI VE HAKLI DEĞİL, GÜÇLÜ OLANIN KAZANDIĞI BİR SİSTEM VARDIR. HUKUK, DEVLET VE BÜROKRASİ SIFIRDIR. Devlet memurlarına ancak rüşvet verirseniz işinizi yaptırabilirsiniz. Mesela telefon faturası ödeyeceksiniz; upuzun kuyruk var, işi halletmek için hemen rüşvet verirsiniz.”

İstihbarat devleti ve korku imparatorluğu
Dillendirdikleri diğer bir konu da güvenlik güçleri algısıyla ilgiliydi: “Siz oldukça hür bir ortamda yaşıyorsunuz, biz hayatımızda hiç böyle bir şey görmedik. Türkiye’de polis veya karakol görmek emniyet hissi uyandırıyor; biz ise Suriye’de uzaktan bile bunları görsek hemen korkudan yolumuzu değiştiriverirdik.”
Bunları yazma nedenim şu: Arap halklarının neden isyan ettiğini, bu otoriter rejimlerin nasıl ülkesi ve halkını çürüttüğünü anlamıyoruz; sonra da tutup Esed ve Sisi gibileri birer kurtarıcı gibi algılıyoruz. Haklı olarak soracaksınız, bölgenin içine düştüğü kaos ve iç savaş daha mı iyi diye. Tabii ki hayır. Ama bu kaosun müsebbibi, o çürümüş otoriter rejimlerin ta kendisi. Hastalığın sebebini çözüm olarak sunmak bir garabet doğrusu. Diğer bir garabet ise “Türkiye otoriter bir rejime sürükleniyor, hukuk devleti isteriz” diye bağıranların Esed, Sisi ve Mübarek hayranlığı.
Suriye ve Irak bir istihbarat devletiyken Mısır ve Tunus bir polis devleti. Peki istihbarat devleti ne demek? “Her bir Suriye vatandaşı için 1,5 muhbir vardır” diye bir espri yapılır. Ajan ve muhbirler her an, her yerde olabilir. Kimse birbirine güvenemez, düşündüğünü söyleyemez, insanlara hep susmak öğretilir. Bu yüzden insanlar arasında ikiyüzlülük ve yalan yaygındır. Korkudan aile içinde bile hiç kimse siyasi tek bir kelam dahi edemez. Zira “Duvarların kulağı vardır.” Baskılara dayanamayıp Türkiye’ye gelen Şamlı bir öğretmen bu konuda dedi ki “Bırakın ailemiz ve en yakınımızla konuşmayı, kendi kendimize konuşmaktan (yani düşünmekten) bile ödümüz kopardı. Öyle bir korku imparatorluğu vardı. Devrimle birlikte ilk kez serbestçe konuşmaya başladık.”
Türkiye’de yüksek lisans yapan Hamalı bir öğrenciyle 1982 Hama Katliamı akabinde yaşadıkları sıkı rejim denetiminin etkisini konuşurken şunu söyledi: “Çocukken anne-babam hep ‘Dinden ve siyasetten asla bahsetmeyin’ derdi; zira bu bir suçtu. Dinden bahsetmek ve dindar görünmekten insanlar korkarlardı.” Bir de hatırasını paylaştı: “Tek tip olan defterlerimizin kapağında ve kitaplarımızın ilk sayfasında hep Hafız Esed’in resmi vardı. Bir gün defterim yere düşmüştü; ninem gelip bir tokat attı, ‘Sen bizi hepse mi attıracaksın’ diye. Zira askerler her an evlere baskın yapabiliyordu ve Esed’in fotoğrafı olan defterin yerde olması suç sayılabilirdi.” Yine dedi ki “Hafız Esed’in adı asla söylenmezdi; olur da söylenirse içten gelen ani bir refleksle peşinden bir şeyler deme ihtiyacı hissederdik, adeta sallallahu aleyhi vesellem gibi.” İstihbarat devletinin ve korku imparatorluğunun nasıl bir şey olduğuna dair ilginç bir anekdottu doğrusu.
Konuyla ilgili görüştüğüm Suriyeliler özetle şunları anlattı: “Beş kişi bir araya gelip herhangi bir şey yapamazdık, içimizde hemen istihbarat biterdi. Camiye giderken mesela aile fertleriyle bile bir arada yürüyemezdik, yolda en fazla ikişerli yürünebilirdi. Her caminin yakınında mutlaka bir istihbarat vardı. Devletten izinsiz sakal bırakılamazdı. Beş vakit namazını camide kılanlar fişlenirdi. Erkeklerin bir araya özgürce gelebildiği tek ortam futbol maçlarıydı, o kadar.”
KISACA SURİYELİLERİN DEVLETE BAĞLILIĞI AZDI, KORKUDAN BOYUN EĞERLERDİ. ŞİMDİ İSE DEVLETE SADAKAT KALMADI; DOLAYISIYLA SURİYELİLERİN UĞRUNA CANINI FEDA EDECEĞİ BİR KUTSAL DEVLETİ YOKTU.

Baas rejiminin mirası

Diğer bir önemli boyut da şu: Fransızlar, böl-yönet politikası uyarınca Suriye’yi mezhepsel temelde böldü. 1920-24 arasındaki harita yukarıdaki gibiydi. Daha sonra batıda Nusayri, güneyde Dürzi ve ortada Şam ve Halep’in birleştirilmesiyle Sünni ağırlıklı Suriye devletçiği oluşturuldu. 1946’da Suriye bağımsızlığını ilan etmeden kısa bir süre evvel bu topraklar birleşti. FRANSIZLAR SURİYE’Yİ MEZHEPÇİ TEMELDE PARÇALAMIŞKEN, ideolojik olarak Atlantik Okyanusu’ndan Körfez’e Arap birliğini savunan BAAS REJİMİ, BİR ÜST ARAP KİMLİĞİ AŞILASA DA, aslında HER TÜRLÜ SİVİL YAPILANMAYI ORTADAN KALDIRARAK ve beş kişinin bir araya gelip ortak herhangi bir şey yapmasını engelleyerek İNSANLARI PARÇALADI VE BİREYSELLEŞTİRDİ. Dolayısıyla Suriyelilerin birlikte iş yapma tecrübeleri 50 yıldır hiç yoktu. Bu da neden muhaliflerin paramparça ve isyanlarında başarısız olduklarını açıklıyor.
Suriye devletinin temel sorunlarını ve Baas zihniyetini daha iyi anlamak için Robert D. Kaplan’ın “Suriye: Kimlik Krizi” başlıklı makalesini (The Atlantic, Şubat 1993) okumanızı hararetle tavsiye ederim.
Baas rejiminin doğası ve uygulamaları bilinmeden bugün yaşananlar anlaşılamaz. Bölgede azınlık rejimlerinin meşruiyet sağlama kılıfı olan bu partinin/ideolojinin, bolca Arap birliği sloganı atarken, önce kendi vatandaşlarını parçalayıp bireyselleştirdiğini, şimdi de ülkesini yerle bir ve vatandaşlarını yersiz-yurtsuz ettiğini bilmeliyiz.
Baas eğitim sistemini de bilmek gerekir. Okullar Baas ideolojisini aşılama, telkin etme yeridir. İlkokuldan üniversiteye her düzeyde okullarda Baas Partisi teşkilatları vardır: Baas öncüleri, Baas gençliği gibi. Faal olan ve olmayan iki tür üyelik vardır; ilki tüm toplantılara katılır, diğeri sadece para öder. Her öğrenci en azından para vermek zorundadır. Gençlerin Baas’a girmesi teşvik edilir. Düzenli toplantılara gitmeyenlere nedeni sorulur, katılanların imtihan notları mutlaka yükseltilir. Her genç lisedeyken bir defa yaz tatilinde iki haftalık Baas kampına katılmak zorundadır ve burada teorik ve pratik dersler olduğu gibi basit düzeyde silah kullanmak da öğretilir. Hafız Esed döneminde Kuzey Kore’den ilhamla okullardaki öğrenci forması askeri kamuflaj kıyafetine dönüştürülür; ta 2005’e kadar. Yani yoğun bir ideolojik bombardıman ve askeri disiplinle rejime sadakat sağlanmaya çalışılır.
Eğitimde Baas etkisini, kamuflajlı ilkokul öğrencilerini, Suriye’nin “Andımız”ı olan ve her sabah okunan Baas Andını görmek ve öğrenmek için 2003 yapımı “A Flood in Ba’ath Country” adlı belgeseli mutlaka seyredin derim.
Son olarak konuyla ilgili şunu belirteyim. Suriye’de Esedlerin Baas Partisi 50 küsur yıldır öyle bir miras bıraktı ki yerine her kim geçerse onun bir türevi olacak gibi görünüyor. Zaten şimdiye kadar ülkenin farklı kısımlarında otorite kurmuş örgütler de uygulamalarıyla bunu gösterdi. PYD’ye Kürt Baas’ı ve IŞİD’e radikal Selefi Baas’ı diyebiliriz. Farklı etnik-mezhebi ve ideolojik arka plandan gelseler dahi uygulamalarıyla Esed’in Nusayri ağırlıklı rejimini hiç aratmadılar.

9 Ağustos 2019 Cuma
Kadim medeniyet havzası sakinlerini “bedevi” sanma garabetimiz
Gelelim bir başka konuya; her Arap’ı bedevi, fakir, pis, aşağılık vs. saymamıza… Bir kere bu tip yaftalamalar Batı Oryantalizminin ne derece zihinlerimize kazılı olduğunu gösterdiği gibi, aynı zamanda Batı’daki Türklerin de bu ve benzer nice sıfatla yaftalandığını unutturuyor.
Evet, Arapların aslen çölde yerleşik ve kısmen de kırsalda kalmış kesimi bedevidir. Suriye’nin doğusunda çok genişçe bir kesim de çöldür. Ancak çölde yaşayan insan sayısının ne denli az olduğunun farkında bile değiliz. Suriye’nin asıl büyük nüfusu Halep, Hama, Humus ve Şam şehirlerinde yaşar. Özellikle ŞAM, GEÇMİŞTEN BERİ ARAP DÜNYASININ ÖNEMLİ ENTELEKTÜEL MERKEZLERİNDEN BİRİDİR. Bu entelektüel birikime belki de en büyük darbeyi Baas rejiminin bizzat kendisi vurdu. Zira Baas’ın tabanı kırsal kesim olup hiçbir zaman şehir merkezinde taban bulamadı.
1949’da Suriye’de başlayan, 1950’ler ve 1960’larda Arap dünyasında yaşanan askeri darbeler şehirli eşrafa karşı taşranın yükselişini temsil etti. Yeni alt sınıf subaylara en büyük direniş şehirli elitten geldi, ama silahlı güç karşısında etkisizleştiler. Darbeci subaylar modern dönem Arap otoriterliğinin kurucusu oldu.
Demem o ki Suriye’nin nice entelektüeli ve okumuş-yazmış insanı var. Ayrıca ŞAM, -bizde İstanbul beyefendisi denen, ama maalesef artık pek göremez olduğumuz- insan tipinin benzerine sahip, GÖRGÜLÜ VE KÜLTÜRLÜ NİCE KÖKLÜ AİLEYİ BARINDIRIYOR ve şimdi bunların bir kısmı aramızda. Ama biz gerek dil engeli gerekse o basmakalıp bakışımız yüzünden bunların farkında bile değiliz. Her Suriyeliyi dilenci, bedevi vs. sanıyoruz.
Fırat ve Dicle havzasından oluşan BEREKETLİ HİLAL BÖLGESİ, insanlık tarihini şekillendiren NİCE BÜYÜK MEDENİYETE EV SAHİPLİĞİ YAPMIŞ KADİM BİR COĞRAFYADIR. Şu an Suriye’deki iç savaş ve Irak’taki Amerikan işgaliyle yaşanan yıkım, sadece iki Arap ülkesinin yerle bir olması değildir, aynı zamanda insani değerlerin, tarihi hafızanın ve kadim medeniyet birikiminin yok oluşudur. Şu an BÖLGEMİZDE BİR TARİHSİZLEŞTİRME, KÜLTÜRSÜZLEŞTİRME VE HAFIZASIZLAŞTIRMA YAŞIYORUZ; HEM İSLAMİ HEM DE İNSANİ BİRİKİM BAKIMINDAN. AMA MAALESEF Kİ BİZ MESELEYİ her zaman olduğu gibi yine GÜVENLİK YÜZEYSELLİĞİNDE ELE ALIYORUZ.
Medeniyetinden, kültüründen, tarihinden ve coğrafyasından habersiz, ırkçılığı milliyetçilik ve vatanperverlik sanarak insanlığını giderek yitirmekte olan bizler, torunlarımıza ne bırakacağımızı ve onların yüzüne nasıl bakacağımızı hiç düşünüyor muyuz?
Suriyelilere dair zihnimize yerleşik diğer klişelere daha sonra tekrar gireceğim.

Suriyeliler neden çok çocuklu?
Gelelim Suriye hakkında yazmaya başladığımdan beri sürekli gelen bir soruya: Suriyelilerin neden çok çocuğu var? Neden savaş şartlarında hala daha evleniyor ve çocuk dünyaya getiriyorlar? Bu tür konulara girmekten hiç hoşlanmasam da kısaca açıklayayım.
Öncelikle ikinci tweet zincirinde bu tür sorulara cevaben gelen bir yorum vardı ve psikolojik olarak doğru bir açıklamaydı. Özetle şöyle diyordu: Savaş dönemlerinde varoluş mücadelesine giren bireyler çoğalma eğiliminde olur. Öte yandan bu açıklama Suriye örneğinde eksik kalıyor. Zira Suriyeliler zaten dünya ortalamalarının çok üstünde bir doğurganlığa sahipler. 2015’te “Suriye’de Sosyo-Kültürel Hayat” konulu bir konuşma yapmam istenmişti, Suriyeli çocukları çalışma hayatından alıp okullara yazdırmak için seferber olan bir grup gönüllü tarafından.
O dönem yaptığım mülakatlarda bu konuyu da sormuştum. Suriyeli kadınlar dediler ki “Önceki neslin 8-10 çocuğu olurdu, ama artık 5-6’ya indi. Üniversite okuyanlarda 2-3 çocuk olsa da ideal görülen sayı 4 çocuk.” Kısaca bize göre “çok çocuk”, kültürel ve dini olarak onlarda doğal bir durum. Öte yandan görüşmelerde elde ettiğim diğer sonuç şu: Gerek kırsalda gerekse -bir istisna olarak- tüccar ve zenginlerin şehri Halep’te 14-15 yaşında kız çocukları evlendirilir ve daha fazla çocuğa sahiptirler; Şam başta olmak üzere şehirli okumuşların ise çocuk sayısı daha azdır.
Kısaca konunun kültürel-dini bir boyutu bulunuyor. Savaş şartları altında insanların evlenmeleri ve çocuk sahibi olmaları sıkça eleştirilir; ancak SAVAŞ, İNSANOĞLUNUN fikrini ve alışkanlığını değiştirse bile FITRATINI -daha acımasız ve bencil hale getirmekle birlikte- DEĞİŞTİRMEZ.
Kısaca böyle özetleyeyim. Öte yandan çocuğu olacak Suriyeli hanımların epeyce stres ve korku yaşadığını da belirtmeliyim. “Doğum esnasında Türk doktorlar bize çok kötü davrandığı ve hatta dövdüğü için korkudan yolda takside çocuğumu dünyaya getirdim.” diyen de oldu röportajlarda.
Son olarak savaş altında insanlardan fıtratlarını değiştirip başka bir varlık olmalarını bekliyoruz. “Suriyeliler savaş varken neden geziyor, gülüyor, süsleniyor, evleniyor?” vs. diyoruz. TRAVMALAR YAŞAYAN, HER ŞEYİNİ KAYBEDEN, TANIDIKLARININ ÖLÜMLERİNİ GÖREN VEYA DUYAN İNSANLAR EĞER NORMAL HAYATTAN TAMAMEN EL ETEK ÇEKİP SÜREKLİ ACILARIYLA BAŞ BAŞA YAS TUTMAYA BAŞLARLARSA AKLİ VE RUHİ MELEKELERİNİ KAYBEDERLER. Eşinin ölümü üzerine bitmeyen bir yasla dengesini kaybeden bir Türk tanıdığım var mesela. Dolayısıyla iyi ki geziyor, gülüyor, normal şekilde yaşamaya çalışıyorlar. Öte yandan SURİYE İÇ SAVAŞI 8-9 YILDIR DEVAM EDİYOR; BUNCA SÜRE İNSANLARDAN ACILARIYLA BAŞ BAŞA KALMALARINI BEKLEMEK ÇOK ACIMASIZCA OLUR. BU GEZME, GÜLME VE SÜSLENMENİN HEM GELENEKSEL HAYAT TARZLARI HEM DE PSİKOLOJİK İHTİYAÇLARI OLDUĞUNU BELİRTMELİYİM. Emin olun yaşadıkları sıkıntılar ve gelecek kaygıları o kadar çok ki. O kadarcık gezmeyi ve gülmeyi çok görmeyin.

17 Ağustos 2019 Cumartesi
Şimdiye kadar hayatlarını anlattıklarıma kıyasla hali vakti daha yerinde olan Suriyelilerle görüşmelerimi aktarmak istiyorum. İstanbul’da Arapça öğretmenliği yapan Şam’dan ülkemize gelmiş üç hanımın hikayesiyle başlayacağım.

Üç Suriyeli öğretmenin hayatından kesitler
İlki, ailesinin bir tarafı Hataylı olan bir Türkmen hanım. Şam’da İlahiyat Fakültesini bitirmiş; kendisi öğretmen, eşi de muhasebeciymiş. Türkiye’ye sığındıklarında eşi 40’lı yaşlarda olduğundan iş bulamamış; önce fırında ve tekstilde çalışmış, şimdi bir belediyede temizlik personeli. Hanım önce Araplara Türkçe öğretmiş, sonra Arapça öğretmenliğine başlamış.
“Türkmen olduğumuz ve Türkiye’ye daha önce sıkça gelip gittiğimiz için şanslıydık” diyor. Çocukları buraya kolayca uyum sağlamış; ama çocuklarının üniversite mezunu, iyi eğitimli arkadaşları Türkiye’de sıfıra düşmüşler. “OKUMUŞ, GELECEĞİNİ KURMUŞ NİCE SURİYELİ TÜRKİYE’YE GELİNCE BİR ANDA HİÇE DÖNDÜ; YA İŞ BULAMADI YA DA ÇOK KÖTÜ İŞLERDE ÇALIŞTI” diyor. Bu bakımdan kendi hallerine şükrediyor.
Türklerin davranışlarını sordum; diyor ki “Arapça öğretmenliği yaptığım okulda çaycı bile benden rahatsız. Yolda çocuklarım ile Arapça konuştuğumda hemen ‘Anne ne olur Arapça konuşma’ diyorlar. Çünkü etraftan ‘Arap’, ‘Suriyeli’ diye laf atılıyor; Türkmen olduğumuz ve uzun yıllardır Türk vatandaşlığımız olduğu halde.” Arap hanımlardan da çocuklarının benzer tepkiler verdiğini dinledim; ÇOCUKLAR ANADİLLERİNİ KONUŞMAKTAN KORKUYORLAR, BUNU BİR AŞAĞILANMA VESİLESİ OLARAK GÖRÜYORLAR.
Aksansız Türkçe konuşan kızı, Arapça ismi nedeniyle burada yabancı muamelesi gördüğünden anne-babasına söyleniyormuş, neden Türklerin bildiği Ayşe, Fatma koymadınız diye. “Oysa kızımın ismi çok güzel” diyor hanım.
“Bazı Türkler Suriyelileri kolay yem sayıp çirkin şeyler yapmaya kalkışıyor” diye de yakınıyor. Türklerin laf atması yüzünden tesettür şeklini değiştirip Türkler gibi başını örtmeye ve giyinmeye başlayan hanımlar olduğunu söylüyor.
“Varlığımıza kızıyorsunuz ama 10 SENE SONRA İYİ Kİ GELMİŞLER DİYECEKSİNİZ. Çünkü SURİYELİLER HEM ÇOK ZEKİDİR HEM DE EL BECERİLERİ ÇOK İYİDİR. Sizdeki eksiklikleri görüp iş alanında o boşlukları dolduruyorlar. Ayrıca mesela Suriyeli tamirciler bozulan bir eşyaya mutlaka ama mutlaka sağlam bir çözüm bulur, sizinkiler gibi ‘Bu düzelmez, yenisini alın’ asla demez.” diyor ki son derece haklı.
Suriye’de mal az olduğundan ve eşyalar bizdeki gibi sık sık değiştirilmediğinden tamircileri beceriklidir. Ayrıca sedef kakma, ahşap oyma, telkâri gibi el sanatları ve zanaatkârlıkta da ileridirler. El işi zahmetli olduğundan bu gibi alanlarda Türkiye’de usta neredeyse kalmadı; dolayısıyla Suriyelilerin varlığı taze kan oldu diyebiliriz. Ayrıca Halepliler yüzyıllardır ticaret erbabıdır, girişimcidir; Türkiye’de birçok dükkan, şirket ve fabrika kurduklarını, hatta Türkleri işe aldıklarını da belirtmeliyim. Ülkemizdeki Suriyelilerin %60’ının Halep ve çevresinden geldiğini dikkate alırsak TÜRK EKONOMİSİNE SADECE BİR YÜK DEĞİL, AYNI ZAMANDA KATKIDA BULUNDUKLARINI BİLMELİYİZ.
SURİYELİLER DIŞA DÖNÜK, KONUŞMAYI VE GEZMEYİ ÇOK SEVEN İNSANLARDIR. Türkiye’de tepki çeken bu konuyu Türkmen hanımla da konuştum. Dedi ki “Bizim birçoğumuz gezmeden duramaz, çünkü böyle yaşadık. Kızıyorsunuz ama biz tek kuruş harcamadan nasıl gezilir biliriz, ucuz yerleri kollarız.” Göçle birlikte hayatında nelerin değiştiğini sorduğumda ilk söylediği de bu oldu: “Suriye’de çok gezerdik, her fırsatı değerlendirirdik, ama burada pek gezemez olduk.” Daha evvel başka Suriyeliler de aile-akraba ziyareti yapamamaktan, hele de Cuma ve bayram günlerini sıradan bir gün gibi geçirmekten üzüntülerini belirtmişlerdi.

Gelelim Türkiye’de Arapça öğretmenliği yapan ikinci hanıma. İkisi Suriye’de doğmuş dört çocuğu var. Şam’da on iki gün boyunca füze saldırıları ve bombardıman altında sıkışıp kalınca kaçıp Lübnan’a sığınmışlar. Ama Lübnan’da her açıdan çok büyük zorluklar çekmişler.
“Çocuklarımın psikolojisi çok kötüydü. Bombardıman altında nasıl sıkışıp kaldığımızı uzun süre unutamadılar. Hatta bir çocuğum uzun süre insan içine karışmak istemedi, karışmak zorunda kaldığında hemen ağlıyordu. Türkiye’ye gelince hayatımız ve psikolojimiz olumlu yönde değişti. Lübnan’dan Türkiye’ye gelmek, bizim için adeta cehennemden cennete gitmek gibiydi. Burada insana saygı ve insanca muamele var. Bize maddi-manevi yardım eden, sanki öz kardeşleriymişiz gibi sahiplen Türkler oldu. O yüzden çok şanslıyız” diyor.
Göçle birlikte hayatlarının nasıl değiştiğini sordum. “Çok şeyler değişti. Eşim Şam’da inşaatlar için seramik üreticisiydi; ama burada doğru düzgün bir işi yok, zaman zaman iş çıktıkça inşaatlarda çalışıyor, tamir işleri yapıyor vs. Düzenli geliri olan benim” cevabını verdi. İkinci olarak “Ailemden, akrabalarımdan uzaktayım; Şam’dan ayrıldığımdan beri hiçbir aile ferdini görmedim. Çok özlüyorum. Ama ziyarete gitmek hem pahalı hem de hiç güvenli değil” dedi.
Suriye ile Türkiye okullarını kıyaslamasını istediğimde “Suriye okullarında şiddet vardı, burada yok cevabını verdi.

Üçüncü hanım, Şam Üniversitesi İngilizce öğretmenliği mezunu. Şam’ın köklü tüccar ailelerinden olan eşi ise Londra’da Cambridge Üniversitesi İşletme Bölümü mezunu. 7 ve 8 yaşlarında iki çocukları var. 2012’de Suriye’den ayrılıp önce Sudan’a gitmişler. 4 yıldır Türkiye’deler.
Hayatları ibret dolu. Şam’da ticaretle uğraşan eşinin elektronik eşya dükkanına Esed’in adamları gelip bütün parayı ve malı almış. “Giden elektronik eşya çok önemli değil ama gasp ettikleri para büyük bir hazineydi. Biz sıfıra düştük; ama Şam’dan sağlam çıktığımıza şükrediyoruz. Tüccarların o şartlarda iş yapması çok zordu” diyor. Maddi durumu iyi olmayan kendi ailesi Şam’da kalmış; ama eşinin bütün akrabaları Avrupa veya Körfez ülkelerine sığınmış.
Sudan’dayken kendisi bir üniversitede Arapça okutman olarak çalışmış; eşi ise ticaretle uğraşmış. Ama “Sudan(lılar) çok sıkıntılıydı, fazla kalamadık” diyor. Kendisi şu an bir lisede Arapça öğretmeni. Eşi hem Türkçesi olmadığından hem de 40’lı yaşlarda olduğundan uzun süre iş bulamamış. Şimdi bir yabancı dil kursunda İngilizce öğretmeniymiş; ama kurlar bitince evde oturuyormuş.
“Çalışma hayatı sıkıntı oldu mu?” diye sordum. “Tabii ki. Eşim evde otururken benim çalışıp aile geçimini sağlamam sıkıntı oldu. Çok kavga ettik. Şimdi geçti çok şükür” diyor. Daha önce belirttiğim gibi, NE KADAR İYİ EĞİTİMLİ OLURSA OLSUN, ORTA YAŞ VE ÜSTÜ ERKEKLER TÜRKİYE’DE ATIL, İŞLEVSİZ HALE GELDİLER. Şu an Suriyeli ailelerin çoğunda evin geçimini sağlayan kadınlar ve 20’li yaşlardaki gençler. Ve bu önemli bir aile içi geçimsizlik nedeni.
Konuşurken Türk vatandaşlığı almak istediğini söyledi ve ekledi: “Kendim için değil, çocuklarım için. Şam’da evim ve ailem var, ben dönmek istiyorum; ama ÇOCUKLARIM TAMAMEN BURALILAR. Burada anaokuluna gittikleri için küçükkenden itibaren TÜRKÇE KONUŞUYORLAR, TÜRK KÜLTÜRÜYLE BÜYÜDÜLER. Oğlum pişirdiğim Suriye yemeklerini yemiyor bile, illaki Türk yemeği istiyor. Suriye’de bebektiler; oraya ait hiçbir şey bilmiyorlar.”
Suriye’deki ailesinin durumunu sordum. “Şam’dalar. Eskiden Şam’ın durumu iyiydi, ama şu an çok fena. Elektrik ve su -Allah yardım etsin- çok az; gaz yok, tüp yok; her şey çok pahalı, maaşlar az, aileler geçinemiyor” cevabını verdi.
Türk liselerinde öğretmenlik yaptıklarından her üç hanımdan da Türk ve Suriyeli çocukları ve gençleri kıyaslamalarını istedim. “TÜRK ÇOCUKLAR ÇOK RAHATLAR VE ŞIMARIKLAR. ‘Sana ne!’, ‘Bu ne ya?’, ‘Seni ilgilendirmez’, ‘İstediğimi yaparım’, ‘Of ya!’ gibi sözler söylüyorlar; biz şok oluyoruz. Suriye’de hiçbir çocuk anne-babasına ve öğretmenine bunları söyleyemezdi. Türk okullarında okuyan çocuklarımız, akranlarından görüp böyle konuşmaya başladı. Üzülüyoruz. SURİYE’DE anne rızası her şeyden çok daha önemliydi; ANNE KUTSALDI, ASLA TERS BİR ŞEY SÖYLENMEZDİ.” diyorlar.
Üçüncü hanım gülerek bir de şunu anlattı: “Çok sinirlenip de çocuklara elimi kaldırdığımda diyorlar ki burası Türkiye, dayak yasak, biz hayvan değiliz insanız, bizi dövemezsin.”
Çocukların okullarında Türk arkadaşlarından gördüklerini istemeleri de temel problemlerden biri. Bu konuya da girdik; dedi ki “Kızım arkadaşlarından görüp Barbie sonsuz hareket bebeği istiyor. 100 lira. Oyuncağa 100 lira verilir mi? Bana çok tuhaf geliyor doğrusu. Çocukların paranın kıymetini bilmesi lazım. Yine sizde kredi kartı ve taksitle alışveriş çılgınlığı var, neden borçlu yaşıyorsunuz? Ben geldim geleli televizyon almak istiyordum. Kumbaramda biriktirmeye başladım, 4 sene sonunda daha birkaç ay evvel televizyonu alabildim.”
Röportajın sonuna doğru bu sözlerini doğrulayan ilginç bir şey yaşadık. Kızı, hakkımda niye olumsuz şeyler anlattın diye annesine küstü. Gönlünü almaya çalışırken “Elbisen çok güzelmiş, nereden aldın?” diye sordum kızına. Annesi dedi ki “Sağ olsun Türkler bize ikinci el çok eşyalar verdi. Bu da onlardan.” Sonra şöyle devam etti: “Türkler sürekli eşya değiştiriyor, sokağa mobilya, beyaz eşya, her şey atıyorsunuz. Biz de onları kolluyoruz. Atılanları ya alıyor ya da tanıdıklara haber veriyoruz.”
Bu sözleri özellikle yazdım; zira SURİYELİLERİN HER GİYDİĞİ VE KULLANDIĞI OLAY OLUYOR. BUNLARIN BİR KISMININ İKİNCİ EL OLABİLECEĞİNİ HİÇ DÜŞÜNEMİYORUZ. Kendim de etraftan toplayıp Suriye derneklerine araba dolusu eşyalar götürdüm defalarca. Bazen yırtık perde vs. veren oluyor. Dernektekilere “İsterseniz onları atın” dediğimde, götürdüklerimin nasıl kapış kapan gittiğini söylüyorlar. Zira SURİYELİ BİRÇOK AİLE MAAŞLARIYLA ANCAK EV KİRASI VE FATURA ÖDEYİP KARINLARINI ZOR DOYURUYOR.
Bir de yukarıdaki sözleri söyleyenin Şamlı zengin bir aileden geldiğini unutmayın. Bir zamanlar büyük tüccar eşiyken şimdi ikinci el eşyaları gözetliyor. Kimin ne zaman ne hale düşeceği hiç belli olmaz. O yüzden maddi durumumuz hiç değişmeyecekmiş gibi kibirle yaşamamız ve Suriyelileri “fakir, dilenci” gibi algılamamız ciddi bir problem.
Gönlünü almak için kızına BİM’den çikolata damlalı kurabiye hediye ettim. Annesine “Pahalı mı ucuz mu, yenebilir mi?” diye sordu; annesi güldü “Bunun fiyatı iyi, sıkıntı yok, yiyebilirsin” dedi ve ekledi: “Çocuklarımızı böyle terbiye ettik; alışverişte hep en ucuzu aradığımızdan bunu sordu.” Kızın annesinin onayından sonra kurabiye kutusuna nasıl sarılıp okşadığını görmeliydiniz. NİMETİN KIYMETİNİ BİLMEK işte böyle bir şey.

Mülteciler defalarca sıfırdan yeni bir hayat kurmak zorunda kalırlar
Son iki hanımın ikinci duraklarının Türkiye olması üzerinden mültecilik/sığınmacılık ile ilgili bir bilgi vermek isterim. 22 Temmuz tarihli tweet zincirine başlarken vatandan kopuş ve yersiz yurtsuzlukla ilgili Filistinli şair Mourid Barghouti’nin kitabından bir alıntı yapmıştım; içinde bulundukları ülkelerde yaşanan değişikliklerin sonuçlarını hissedecek ilk grubun bunlar olduğuna dair... YABANCI ÜLKEYE SIĞINANLAR KOLAY KOLAY İSTİKRARA KAVUŞAMAZLAR; KAVUŞSALAR BİLE BİR MÜDDET SONRA HER ŞEY YENİDEN ALTÜST OLUVERİR. Beni hep düşündüren, 2003 ABD işgali yüzünden Suriye’ye sığınan 2-3 milyon Iraklının iç savaş patlayınca ne yaptığı. Eminim ki BİRÇOĞU İKİNCİ, BELKİ DE ÜÇÜNCÜ, DÖRDÜNCÜ KEZ GÖÇ YOLLARINA DÜŞTÜ. Bir Suriyelinin hikayesini okumuştum: iç savaş çıkınca önce Kuzey Irak’a gidip burada bir fabrika kuruyor. İşleri yolunda giderken IŞİD 2014 yazında Erbil’in kapısına dayanınca her şeyi bırakıp Türkiye’ye sığınıyor.
NİCE MÜLTECİ DEFALARCA HER ŞEYİNİ YİTİRİP SIFIRDAN YENİ BİR HAYAT KURMAYA ÇALIŞIR; HEM DE HİÇ ALAKALARI OLMAYAN SİYASİ KRİZLER NEDENİYLE… Ortadoğu’da en büyük göç dalgalarından biri 1990-1991 Körfez Krizi sırasında yaşandı. Yüz binlerce Filistinli ve bir milyon Yemenli, liderleri veya hükümetleri Irak’ı tuttuğu için yaşadıkları Körfez ülkelerinden bir anda sınırdışı edildi. Bir Suriyeli bana ailesinin hikayesini anlatmıştı. 1982 Hama Katliamında Suriye’den kaçan akrabası Kuveyt’e sığınıyor; 1990’da Irak Kuveyt’i işgal edince Türkiye’ye kaçıyor.
Yani tam hayatları istikrara kavuştuğunda beklenmedik bir siyasi gelişmenin kurbanı oluyorlar. İstanbul’a kayıtlı olmayan Suriyelilerin gönderilme kararı bana bunu hatırlattı. Nice hayatı düzene girmiş Suriyeli, şimdi başka illerde yeni bir hayata başlamaya zorlanıyor. Ve bu çok zor bir şey.
Suriyeli göçmenler dendiğinde hep dışarı gidenler akla geliyor; oysa içeride yerinden edilenler, yani iç göre zorlananlar da çok. Bugün sayıları 6,2 milyona ulaşıyor ve bunların bir kısmı -özellikle de İdlib’dekiler- ülke içinde ikinci, üçüncü veya dördüncü kez yer değiştirmiş durumda. Yani Suriye’de kalanlar da istikrar içinde değil. SURİYE, DÜNYADA HEM EN FAZLA İÇ GÖÇE ZORLANAN NÜFUSA SAHİP (6,2 MİLYON) HEM DE DIŞARIYA EN ÇOK MÜLTECİ VEREN ÜLKE (6,7 MİLYON) KONUMUNDA.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin konuyla ilgili bir grafiği var. İncelemek için TIKLAYINIZ



18 Ağustos 2019 Pazar
Suriyelilerle röportajlarıma dayalı yeni tweetlerime başlamadan evvel, Suriye savaşıyla ilgili bir önemli yazı ve Suriyeli mültecilerle ilgili bir önemli video tavsiyesinde bulunacağım:
“Esed kazandı, savaş sona yaklaşıyor” yorumları artarken Suriye uzmanı Charles Lister, Foreign Policy dergisinde çok önemli bir makale yayınladı. Makalenin can alıcı kısımlarını Fikir Turu için tercüme ettim. “ESED SAVAŞI KAZANDI MI GERÇEKTEN?” başlıklı yazı mutlaka okunmalı.
Savaşı ve yol açtığı travmaları, bu bağlamda Suriyeli mültecilerin neler yaşadığını anlamak istiyorsanız, alanda uzman psikolog, İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Zeynep Ceren Acartürk’ün Bilim ve Sanat Vakfı’nda 15 Aralık 2018 tarihinde yaptığı SAVAŞ TRAVMASININ PSİKOLOJİK ETKİLERİ VE MÜDAHALE ÇALIŞMALARI başlıklı konuşmasının videosunu mutlaka izleyin derim. 

Sağlık kuruluşunda konuştuğum üç Halepli hanımın hikayesi
Öncelikle, İstanbul’un Anadolu yakasında Suriyeli hastalara bakan bir sağlık kuruluşunda konuştuğum birkaç hanımın anlattıklarıyla başlayacağım.
Halep’ten gelen beş çocuklu bir hanım. Beş yıldır Türkiye’de. Evleri yıkılmış, eşinin kardeşi ölmüş. “Halep’te ne ev ne iş kaldı, mecburen geldik” diyor. 14 yaşındaki kızı beşinci sınıfta. “Neden?” diye soruyorum. “Göçmeden evvel üçüncü sınıftaydı; ama burada ispatlayamadığımızdan yeniden birinci sınıftan başladı” cevabını veriyor. Kendinden yaşça küçüklerle okuduğundan artık okula gitmek istemiyormuş.
Yeri gelmişken önemli bir tavsiyede bulunayım. Allah korusun, mecburi bir nedenle evinizi, ülkenizi terk etmek zorunda kalırsanız tapu, diploma, karne gibi resmi evrakları mutlaka yanınıza alın ki fazla mağdur duruma düşmeyin. Zira hayatın ne getireceği hiç belli olmaz.
Hanım komşularından memnun, ama ilkokuldaki oğlu hiç de öyle sayılmazdı. “Sokakta yürürken Türk çocuklar taş atıyor, sopayla üzerimize geliyor, tükürüyorlar. Eski okulumda Türk arkadaşlarım vardı, ama yenisinde yok, bizi istemiyorlar” diyor. Çocuk Suriye’ye geri dönmek istiyor. Zira Suriye’ye dair hatıraları hala çok güzel. “Babam Suriye’deyken her gün işten eve gelirken bize hediyeler, oyuncak vs. getirirdi; ama buraya geldiğimizden beri hiç getirmedi” diyor. Anne ise “Çocuklarım Türk akranlarında her şeyin olduğunu görüyor; siz varlık içindesiniz. Biz zor geçiniyoruz. Her şey altüst oldu hayatımızda. Burada hayatta kalabilmek için çocuklarımızı da çalıştırmak zorunda kaldık” diyor. Aile içi temel kavga konusunu sorduğumda, hemen tüm Suriyeli ailelerde olduğu gibi, “Aylık gelirin masrafları karşılamaya yetmemesi” diyor.

Yine Halep’ten 56 yaşında altı çocuklu bir hanım. 5,5 senedir Türkiye’de. Eşinden boşanmış. Dört çocuğu evli. Üçüncü çocuğunun eşi, evden işe giderken yolda keskin nişancı ateşiyle öldürülmüş. 19 yaşındaki beşinci oğlu Türkiye’de okula gidememiş, günde 12 saat çalışarak aile geçimini sağlıyormuş. Ama sürekli çalışmaktan yorgun düşen oğlunun psikolojisi bozulmuş. “Oğlum sigortasız çalışıyor, hiç izin kullanamıyor. İyice asabi ve bitkin hale geldi” diyor.
Yaşadığı muhitteki Türklerden memnun. Ama altıncı sınıfa geçen oğlunu okulda dövüyorlarmış; Türk çocuklar “Defolun ülkenize” diyorlarmış. Oğlu da eve dönünce her akşam ülkemize dönelim diye tutturuyormuş. Anne “Nereye döneceğiz?” diyor ve ekliyor: “Ülkemizde yaşananlardan hiç haberdar değilsiniz.”
Neden geldiklerini sordum; tepemize yağan varil bombalarıyla evimiz yıkıldı ve tabii üç oğlumun askerlik durumu diyor. En büyük oğlu yedek askermiş; ikincisi askerliği sırasında iç savaş başlayınca ordudan firar etmiş; üçüncü oğlunun da askerlik vakti gelmiş. Hal böyleyken kaçmaktan başka şansları kalmamış. (8 Ağustos’taki tweet zincirinde askerlik konusunu uzun uzun anlatmıştım; tekrar girmiyorum.)
Hanımın çocuklarının çoğu terzilik yapıyor. TERZİ, AŞÇI, TAMİRCİ, BERBER VS. OLANLAR TÜRKİYE’DE DAHA KOLAY İŞ BULDU; AVUKAT, MİMAR, ÖĞRETİM ÜYESİ, DOKTOR, KISACA PROFESYONEL MESLEK SAHİPLERİ ORTADA KALDI. Suriyelilerin bu tecrübesi 100 yıl evvel Anadolu’daki durumu hatırlatıyor bana. Bu noktada Birinci Dünya Savaşı’nı ve Yunan işgalini bizzat yaşamış babaannemin kendi anne-babama tavsiyesini aktarmak istiyorum: “Çocuklarının muhakkak el emeğiyle kazanılacak terzilik gibi bir mesleği, bir sanatı olsun; zor durumda zenginlik para getirmez, biz savaşta sefil olduk.”
Bu hanım evli çocuklarının bir kısmıyla aynı evde oturuyormuş. 10 küsur kişi aynı evdeler. Görüştüğüm maddi durumu elvermeyen birçok aile, evli çocuklarıyla (ve torunlarıyla) birlikte yaşıyordu. Biz bunu da bilmiyoruz. Suriyelilerin evine iki veya üç gıda kolisi yardım gidiyor diye isyan eden Türklerle karşılaşıyorum; oysa o evde kaç aile yaşadığının farkında bile değiller. İstanbul’da bir aileye yardım götürmüştüm. Şaşkına döndüm. Bodrum katta iki oda bir salon dairede birbiriyle akraba dört aile yaşıyordu ve toplamda 25 küsur kişiydiler. Her aile bir odada kalıyordu; salonun da ortasına bir çarşaf çekilerek iki aile birbirinden ayrılmıştı…

Üçüncü hanım 53 yaşında bir Halepli. 4,5 yıldır burada. Eşi şehit. Bomba evlerine düşmüş ve bina yerle bir olmuş. “Halep’te ne elektrik ne de su vardı” diyor. İki çocuğu var; biri fizik öğretmeni, diğeri psikolojik danışmanmış. Halep’te maddi durumları iyiymiş, şimdi ay sonunu zor getiriyor. Yine de çok şükrediyor; “Artık tepemize bomba düşmüyor ya, daha ne isteriz” diyor.
Yeri gelmişken belirteyim, bugüne kadar konuştuğum bütün SURİYELİLER, YAŞADIKLARI EN KORKUNÇ OLAYLARI BİLE ANLATIRKEN DİLLERİNDEN ALLAH’A HAMDI VE ŞÜKRÜ HİÇ DÜŞÜRMEDİLER. BİZ İSE ÇOK ŞÜKÜRSÜZÜZ, içinde yüzdüğümüz nimetleri görmeyip sürekli şikayet halindeyiz. Kendi ülkem ve insanım adına yıllardır en büyük korkumun bu şükürsüzlük halimiz olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.
Ayrıca Arapçada Türkiye için kullanılan niteleme “Allah’ın yeryüzündeki cenneti”dir. Cennette yaşayıp da nimeti göremeyip sürekli isyan veya en hafifinden daimi şikayet halinde olmamız düşündürücü gerçekten. Davet edildiğim yerlerde Ortadoğu ile ilgili konuşmalarımın sonunda gençlere hep şunu söylüyorum: “Emniyet içindeysek, karnımız toksa, üzerine kafamızı koyduğumuz bir yastığımız ve yatağımız varsa, gece boyu korkusuz ve huzurlu bir uyku çekiyorsak -hastalık ve ölüm gibi durumlar hariç- kalan bütün dertlerimiz birer şımarıklık, taleplerimiz birer lükstür -- dünyadaki milyonlarca insanın haline kıyasla.”
Bu hanım “Türkçem az olsa da birbirimizi ziyaret edip komşuluk yaptığımız Türk arkadaşlarım var” diyor. Hastanelerdeki sıkıntılardan da bahsediyor: “Türk doktorlarla anlaşmak zor. Hastalığımızın ne olduğunu açıklamıyor, ilaç yazmıyorlar. İyi doktorlarınız var, ama bizi kovanlar da çok. Mesela B vitamini fazlalığım aşırıymış ve çok tehlikeliymiş, ama Türk doktor bunu bana söylemedi.”

Suriyelilerin sağlık meselesi
Bu noktada daha evvel açılan ve Suriyeli doktorların çalıştığı birçok kliniğin kapatıldığını belirtmeliyim. Başka Suriyelilerin konuyla ilgili görüşlerini de paylaşmak istiyorum. Diyorlar ki “Türk hastanelerine gidiyoruz, ama doktorların dediklerini anlamıyoruz, biz de derdimizi anlatamıyoruz. Bazılarında tercüman var, bu önemli ama yanlış tercümeler de olabiliyor. Doktor ile hasta birbirini anlayamazken nasıl doğru teşhis konacak, nasıl doğru tedavi olacak? Yine bizim yüzümüzden Türk hastaneleri kalabalıklaştı; siz de bu duruma öfkeleniyorsunuz. Bu sizin için de bir sıkıntı. TÜRK HASTANELERİNDEN AYLAR SONRAYA RANDEVU ALABİLİYORUZ, ama kendi kliniklerimiz varken hemen işimizi hallediyorduk. Her alanda bizi anlayan uzman doktorlarımız vardı. Diğer problem de İstanbul kimliği olmayanların devlet hastanelerine gidememesi. Özel hastaneye gitmek zorunda kalıyorlar ve oralar çok pahalı. SAĞLIK KONUSUNDA ÇOĞUNLUK SIKINTI ÇEKİYOR. Öte yandan kliniklerimiz kapatıldığından Suriyeli doktorlar da işsiz kaldılar. Bu karar sizin için de bizim için de olumsuz oldu.”
İstanbul’da Şam Alimleri Derneği’nin açtığı iki kliniği iki-üç yıl evvel gezmiştim. Her alanda uzman doktorları vardı. Fakir hastalara cüzi fiyatla bakıyorlardı ve sistem düzgün işliyordu. Bir nedeni illaki vardır, ama bu kapatmalara ben bir anlam verebilmiş değilim. Suriyeli doktorlar da işsiz kaldılar.
Bir de “Suriyeliler bedava tedavi görüyor, hastanelerde ellerini kollarını sallayarak önümüze geçiyor” diye yaygara var ülkemde. Açıkçası SAĞLIK MESELESİNİN SURİYELİLER AÇISINDAN CİDDİ BİR PROBLEM OLDUĞUNUN FARKINDA BİLE DEĞİLİZ. Yukarıdaki şikayetleri bir de bu açıdan okuyun. Dahası gerek yaşadıkları travmaların ve üzüntülerin, gerek güneş girmeyen bodrum katlarda rutubetli ortamlarda yaşamalarının, gerekse ülkelerinde kimyasal silaha vs. maruz kalmalarının etkisiyle bağışıklık sisteminin çöküşüne bağlı hastalıklarla boğuşan birçok Suriyeli var. Kanser vakalarının ve solunum yolu hastalıklarının arttığını 22 Temmuz tarihli tweet zincirlerinde zaten yazmıştım.
Ayrıca birçok Suriyeli çocuk psikolojik travmalarla yüzleşti. 2015’te ziyaret ettiğim Esenyurt’taki bir Suriye ilkokulunun müdiresi bir öğrencisini anlatmıştı: Suriye’de evlerine baskın yapan rejime bağlı milisler çocuğun gözleri önünde annesine tecavüz etmişler. “Burada okula başladığında berbat vaziyetteydi, hiç konuşmuyor, derslere odaklanamıyordu. Okuldaki psikolojik rehberimizin uzun uğraşları sonucunda çocuk normalleşti” dedi. Bunun gibi yığınla hikaye var. Suriyelilerin kendi dilinden konuşan, aynı kültürden gelen, aynı şeyleri yaşamış ve sahayı bilen doktorların ve psikologların onların hastalıklarına daha iyi çare bulacağı kanaatindeyim.

Suriyelilerde dil meselesi
Gelelim Suriyeli çocukların ve gençlerin durumu ile ebeveynlerinin endişelerine. KÜÇÜK YAŞTA TÜRKİYE’YE GELENLER VE BURADA DOĞANLAR KENDİ ÜLKELERİNE DAİR HİÇBİR ŞEY BİLMİYORLAR. Artık buralılar. Fasih Arapçaları yok, yalnızca Türkçe ve ammice (yani evde konuşulan yerel ağzı) biliyorlar. EBEVEYNLER ÇOCUKLARININ ANADİLLERİ OLAN ARAPÇA BİLMEMESİNE ÇOK ÜZÜLÜYORLAR; birçoğu -eğer eğitimleri varsa- evlerinde kendileri öğretmeye çalışıyor veya Arapça dersi aldırıyor. Sokakta ve okulda Suriyeli Arap olduğu için hakaret gören bazı çocuklar Arapça öğrenmemek için direnebiliyor. Kısaca birçok Suriyeli çocuk aynı anda hem Türkçe hem de fasih Arapça öğrenmeye çalışıyor ve zorlanıyor.
Yeri gelmişken bir parantez açıp “Suriyeliler Türkçe öğrensin, Arapça konuşmasın” tepkimize de girmek istiyorum. Suriyelilerin de önemli bir kısmı Türkçe öğrenememekten şikayetçi. Türkçe öğrenenler hayata daha kolay adapte oluyor. PEKİ YILLARDIR BURADA YAŞAYIP NEDEN HALA TÜRKÇE BİLMEYENLER VAR?
Öncelikle Türkçe çok zor bir dil; biz bunun hiç farkında değiliz. Alfabeler farklı. Daha da önemlisi, Türkçenin dil mantığı, cümle yapısı, fiilleri vs. Arapçadan ve İngilizceden çok farklı. Biz kendimiz de gerek dil mantığındaki farklılık gerekse dil öğretme yöntemimizin yanlışlığı yüzden yabancı dil öğrenmekte zorlanıyoruz. Yüksek lisans yapan bir Suriyeli öğrenci bir gün bana dedi ki “Sizin derdiniz ne? Neden bize dilinizi öğretmemek için bu kadar uğraşıyorsunuz?” Şaşırdım tabii ki. Kendisi çok güzel Türkçe konuşuyordu. Dedi ki “Ben Türkçeyi gittiğim resmi kurslarda değil, tamamen kendi çabamla öğrendim.” Ülkemde dil öğretiminin problemli olduğunu anlatmak zorunda kaldım. Yani Araplara Türkçe öğretmekte kendi problemlerimizi de görmezden gelmemeliyiz.
İkincisi, 2015’te görüştüğüm Suriyeliler Türkçe kurslarının pahalılığından yakınıyordu. Zar zor geçinirken buna ayırabilecek paramız yok; ücretsiz veya cüzi bir ücretle Türkçe eğitimi verilse keşke diyorlardı. Üçüncüsü, nice Suriyeli haftada 6 gün ve günde 12 saat çalışıyor. Hangi arada yeni bir dil öğrenecekler? Birçoğu hastalandığında bile işten izin alamıyor, patronlar gelmezsen yerine başkasını alırım diye tehdit ediyor. Ayrıca çalışmaktan yorgun düşen bu insanlar, kursa gitse bile dil öğrenmeye zihnen nasıl odaklanacaklar? Birçoğunun hayatta kalma derdiyle yaşadığını bilmiyoruz bile. Maddi durumu ve vakti olanlar, şehirli ve eğitimliler ise zaten dil öğrenmeye çalışıyor. Ama kırsaldan gelenlere Türkçe öğrenin ve konuşun diye baskı yapmak mantıklı mı?
Gelelim kendi ikiyüzlülüğümüze. Avrupa’da 30-40 yıldır yaşayan, ilk nesil Türklerin birçoğu bulunduğu ülkenin dilini öğrendi mi? (İkinci ve üçüncü nesil Türklerden bahsetmiyorum.) Avrupalıların Türklere dilimizi öğrenin baskısından hoşlanıyor muyuz? Kendimiz gittiğimiz ülkelerde Türkçeyi bırakıp yerel dili konuşuyor muyuz? Yabancı dil öğrenme konusunda ne denli dirençli olduğumuzun farkında mıyız? Daha önce yazdığım gibi “Hi, how are you?” demek İngilizce bilmek değildir.
Yabancılara Türkçe eğitimi alanında çalışan bir takipçimden (@hbbgms) Suriyeliler için Türkçe kursları konusunda bir bilgilendirme geldi. Paylaşmak istiyorum. “İSMEK, Halk Eğitim ve STK’larda ciddi bir dil öğretme çabası var. Hepsi ücretsiz. Ancak bu konuda Suriyeliler istekli değil. Bireysel değil, grup halinde hareket ediyorlar ve sürekli grup içinde Arapça konuşuyorlar; bu da onların Türkçe öğrenmesini geciktiriyor... Arap ülkelerinden gelenlerin hepsinin ciddi bir disiplinsizlik problemi var. Bu da hem girdikleri topluma adapte olmalarını, hem de dil öğrenmelerini geciktiriyor.” Bu tespitlerine aynen katılıyor ve teşekkür ediyorum. Özellikle disiplinsizlik Arapların birçoğunun önemli bir problemi. Öte yandan benzer problemlerin bizde de olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Yurtdışına yabancı dil öğrenmeye gidip, Türklerle tanışıp bolca “Türkçe pratik” yaparak geri dönenlerimiz hiç de az değil.

Suriyelilerle ilgili korkularımızın anlamsızlığı
Sokakta İngilizce konuşan bir yabancı gördüğümüzde rahatsız olmuyoruz da neden Arapça duyunca tüylerimiz diken diken oluyor? Diyeceksiniz ki “İçimizde yaşayan 4 milyon Arap var; tabii ki kaygılanır, Türklüğümüz adına beka meselesi yaparız.” Keşke biraz göç literatürü okusanız. Üniversitede Sosyoloji dersinde öğrendiğim ve hiç unutmadığım bir bilgiyi paylaşayım: GÖÇ HAREKETLERİNDE ÜÇÜNCÜ VEYA EN GEÇ DÖRDÜNCÜ NESİL, BULUNDUKLARI ÜLKENİN KÜLTÜRÜ, DİLİ VE DİNİNİ BENİMSER.
Türkiye’de doğan veya küçük yaşta gelen Suriyeli çocukların artık buralı gibi olduğunu defalarca yazdım. Tam da bu yüzden nice Suriyeli ebeveyn, buradaki hayat şartlarına ayak uydurmakta zorlansalar ve kötü işlerde çalışsalar da sırf çocuklarının geleceği için, yani Batılılaşmaması ve Hristiyanlaşmaması için sabrediyor. En azından Türkiye Müslüman ülke diyor. 80 MİLYONLUK NÜFUS OLARAK 4 MİLYONLUK ARAP’IN BİZİ BOZACAĞINA İNANANLARI TRAJİKOMİK BULUYORUM. BUNU BİRAZ CAHİLLİK, BİRAZ DA ÖZGÜVEN EKSİKLİĞİ SAYIYORUM. ŞUNU BİLİN Kİ ASIL ASİMİLE OLMAKTAN KORKAN VE BU AKIBETTEN SOSYOLOJİK OLARAK KURTULAMAYACAK OLANLAR SURİYELİLER. BİZ DEĞİLİZ.
Suriyelilerle ilgili korkularımızı çok da anlamlı kılmayan bir boyut daha var: SURİYE, OSMANLI-TÜRK KÜLTÜRÜNE EN YAKIN ARAP ÜLKESİDİR. Coğrafi yakınlık ve tarihi birliktelik bunda doğrudan etkilidir. ANTEP-HALEP TARİH BOYUNCA AYNI İKTİSADİ-KÜLTÜREL HAVZANIN PARÇASIDIR. 1918’deki kopuş siyasidir; ama kültürel devamlılık söz konusudur. Hatay’dan başlayıp sınır boyunca devam eden illerimizin halkı, sınırın öte tarafındaki Türkmen’i, Kürt’ü, Arap’ı Suriyelilerle akrabadır. Röportaj yaptığım veya konuştuğum birçok Suriyelide bunu gördüm; DÜŞÜNCE, HAYAT TARZI VE KÜLTÜR BAKIMINDAN 1970’Lİ-1980’Lİ YILLARDAKİ TÜRKİYE’YE EPEYCE BENZİYORLAR. Hatta dini açıdan Sünni gruplar ülkemizdeki gibi Hanefiliğin ve Şafiiliğin bir karışımı; Vehhabi-Selefilik çok az. Dahası Suriye’de dini alanda etkin kişilerin ve hareketlerin bir kısmı Kürt kökenli. Bu Kürtler de 1924’te Hilafet’in kaldırılması ve tekke-zaviyelerin kapatılması, ardından yaşanan Şeyh Sait İsyanı başta olmak üzere siyasi olaylar nedeniyle Anadolu’dan Suriye’ye göçmüştür. Yani ANADOLU KÖKENLİ ULEMA VE MUTASAVVIFLAR SURİYE’Yİ ETKİLEMİŞTİR.
İç savaş sırasında yaşananlar, yabancı savaşçıların etkisi ve silahlı grupların para kaynaklarının Körfez ülkeleri olması gibi faktörler Vehhabiliğin önünü açsa da aslen Suriyeliler daha orta yolcudur; bu anlayışın tutunabilmesi için gerekli tarihi-kültürel zemin -normal şartlarda- yoktur. IŞİD gibi radikal bir hareketin Rakka merkezli varlığı ve geniş bir toprağı ele geçirmesi, dini-kültürel bir kabullenmeden ziyade iç savaş şartlarının bir ürünüdür ve ardında bir yığın başka dinamikler vardır. Bu başlı başına uzun bir makale konusudur. Biz kendi konumuza dönelim.

Zihinlerimizde Suriyelilerle ilgili klişeler
Problem ne biliyor muyuz? Arap deyince, zihinlerimize yerleşmiş bedevi, pis, Vehhabi, esmer veya zenci, fakir veya aşırı zengin gibi bir yığın klişe beliriveriyor. ARAP DÜNYASININ KENDİ İÇİNDE NE KADAR ÇEŞİTLİ OLDUĞUNUN FARKINDA BİLE DEĞİLİZ. Daha önce 8 Ağustos tarihli tweet zincirinde Suriye’de bedevinin az olduğunu yazmıştım zaten. Arap Yarımadası, Doğu Akdeniz (Levant) ve Kuzey Afrika Araplığı bambaşkadır. Hatta bunların her biri de kendi içinde çok çeşitli ve renklidir. ORTADOĞU SOSYOLOJİSİNİ HİÇ BİLMEYİP HER ŞEYE BÜYÜK GÜÇ İLİŞKİLERİ, PETROL-DOĞALGAZ VE GÜVENLİK ZAVİYESİNDEN BAKTIĞIMIZ İÇİN BU TÜR KLİŞELERE MAHKUMUZ.
Geçen sene katıldığım “Türkiye’nin Ortadoğu Perspektifi: Algılar ve Gerçekler” konferansında konuşan, Türkiye’de okuyan bir Ürdünlü öğrencinin anlattığı -başından sıkça geçen- bir olayı paylaşmadan geçemeyeceğim. Dedi ki “Türkler nerelisin diye soruyor, Ürdünlüyüm diyorum, şaşırıyorlar, hayır olamaz sen beyazsın, Arap olamazsın, yanlış biliyorsun memleketini diyorlar...” Hep birlikte güldük halimize. Doğu Akdeniz bölgesi Araplarının, özellikle de Suriyeli şehir kökenli Arapların birçoğu beyaz tenli ve renkli gözlüdür. Hatta SURİYELİ ARAPLAR, ARAPLARIN EN GÜZELLERİ OLARAK BİLİNİRLER. Tabii ki beyaz olmayanlar da var, ama bunlar da çok esmer, hele de zenci hiç değiller. Kaldı ki insanları ten rengi üzerinden damgalamak hiç ahlaki değil.
Arapların temizliği konusuna gelince, dünyada Türkler kadar temiz bir halk azdır. Dolayısıyla sadece Araplar değil, diğer birçok millet de bu hususta bize yaklaşamaz. Ancak kim demiş bütün Türkler her zaman ve her yerde temiz diye? Ülkemin umumi WC’lerinin utanç verici hali, durumumuzu net bir şekilde ele veriyor. Keza yollardaki sigara izmaritleri, çekirdek kabukları da. Ayrıca şehirli ile kırsal nüfusun temizlik anlayışı farklıdır ve bu da normaldir. Kırsalda toprakla ve hayvancılıkla uğraşanlar, şehirde hizmet sektöründe masa başında çalışanlarla aynı temizlik anlayışında olsaydı yanardık. Aç kalırdık. Dolayısıyla genellemeler her zaman yanıltıcıdır.
Sonuç olarak ARAPLAR BİZİM KADAR TEMİZ DEĞİLDİR; ANCAK BU İLLE DE PİS OLDUKLARI ANLAMINA GELMEZ. Bir öğretmen anlattı; öğrencilerinden birine annesi “Araplar pistir, bitlidir, okuldaki Suriyelilere yaklaşma” demiş. Çocuk Suriyeli öğrenci gördüğünde cüzzamlı hasta gibi kaçıyormuş. Böyle bir muameleye maruz kalan Suriyeli öğrencilerin psikolojisini düşünsenize. Ki birçoğu bunu yaşıyor maalesef. Sınıf arkadaşları kendileriyle oynamıyor ve sürekli dışlıyor, hatta dövüyor. Çocuklarınız aynı muameleyle karşılaşsa ne hissederdiniz? Vaktiyle Türk çocuklar da Avrupa’da benzer muameleler görmüştü ve hala görüyor. Memnun muyduk?
Bu yaz tatilinde Türk ve Suriyeli bir grup öğrenci üç günlük bir kampta bir araya getirilmiş. Çocuklar birbirleriyle kamp ortamında ilk kez kaynaşmışlar, oynamışlar ve ayrılırken Türkler “Biz sizi böyle bilmiyorduk” demişler. Önyargıları kırmak için çok önemli bir faaliyet; okul müdürleri ve öğretmenlere tavsiyem olsun.
1,5 sene evvel konuşma için gittiğim Şanlıurfa’da bir Suriye kampını ziyaret ettim. İdari binada bilgi alırken sokakta oyun oynayan Suriyeli küçük bir çocuk ısrarla kaldıkları çadıra davet etti, gittik. Biz oturunca çocuk dolaptan hemen bir sepet alıp dışarı çıktı. Bir müddet sonra biz annesi ve kardeşleriyle çay içerken içeri geldi. Meğer sepette elbiseleri varmış. Misafir geldi diye hemen üzerini değiştirmiş, kirli ellerini ve yüzünü ıslak mendille temizlemiş, saçlarını ıslatıp taramış; o halde yanımıza gelip ellerimizi öptü. “Suriyeliler pis” lafını ne zaman duysam bu olay aklıma gelir.


19 Ağustos 2019 Pazartesi
Türkiye’deki Suriye kampları

Şanlıurfa’daki kamp ziyaretimden bahsetmişken biraz da bu konuya gireyim. Gittiğim Akçakale Süleymanşah Konaklama Tesisi, Türkiye’deki kampların en kötü şartlarda olanıymış. Zaten burayı o yüzden görmek istedim. En kötü olan bile Ürdün ve Lübnan gibi diğer ülkelerdekilere ve Suriye’nin kendi içindekilere kıyasla çok iyi durumda. TÜRKİYE’DEKİ KAMPLAR DÜNYA STANDARDININ ÇOK ÇOK ÜSTÜNDE; BU BAKIMDAN TAKDİR EDİLESİ BİR SINAV VERDİK.
  




Bana en çok gelen sorulardan biri şu oldu: “Neden Suriyeliler sınır illerindeki kamplarda tutulmadı da şehirlere, hele de İstanbul gibi büyük şehirlere salındı?” Birçok konuda olduğu gibi bunda da empati eksikliğimiz var. KAMPLARIMIZ DÜNYA STANDARDI ÜZERİNDE OLSA DA SİZ TEK VEYA İKİ GÖZ BİR ÇADIR VEYA PREFABRİK İÇİNDE KAÇ YIL KALIRDINIZ?

Ziyaret ettiğim kampın ve çadırın içinin fotoğraflarını paylaşıyorum. Resimde gördükleriniz beş çocuklu bu ailenin bütün eşyaları. Bahsettiğim çocuğun tüm eşyaları da fotoğraftaki beyaz dolabın içinden çıkan küçük bir sepetteydi. (NOT: Mahremiyete önem verdiğimden fotoğrafların daha kaliteli ve aile bireyleriyle birlikte olanları bilerek yüklemedim).


İşte böyle bir çadır içinde 5-10 kişilik aileler yaşıyor. Hem aile içi hem de kamp içi mahremiyet birer sorun. Tekrar sormak isterim: Kaç yıl yaşardınız bu fotoğraflardaki gibi bir ortamda?  Bir teklifim var: Evinizin bir odasını seçin ve tüm aile bireyleriyle 7 gün 24 saat orada yaşayın. Bakalım kaç gün dayanacaksınız?

Kamp görevlilerinin verdiği bilgiler ve ziyaret ettiğimiz ailenin hanımıyla sohbetimizden aldığım notları bulamadım maalesef. Ayrıntı veremeyeceğim. Ama bu aile yıllardır kampta yaşıyordu. “Neden hala kamptasınız?” diye sorduğumda “Eşim hasta, çalışamıyor; çocuklarım küçük; kira verecek paramız yok; Suriye düzeldiğinde hemen döneceğiz” cevabını verdiğini hatırlıyorum.
Kamplarda eğitimden sağlığa, meslek edindirme kurslarına kadar birçok imkan var ve sistem gayet düzgün bir şekilde işliyor; bu bakımdan Türkiye dünyaya örnek bir iş başardı. Ama bir konteyner veya çadır içinde yıllarca yaşamak gerçekten çok zor. Tam da bu yüzden kamplar ilk gelenler için hayat kurtarıcı; ama bir müddet sonra ayrılıyorlar. Sınır şehirlerimizin kendi nüfusları da belli; bunun kat kat üstünde bir yabancı nüfusu misafir etmeleri imkansız. Mesela Kilis’te yerli nüfus kadar Suriyeli yaşıyor. Dolayısıyla diğer şehirlere kabul etmekten başka çare yoktu. Ailelerin geçimi ve kendi ayakları üzerinde durabilmesi için iş imkanı da büyük şehirlerde.

2015 yılı itibarıyla öğrencilerin İstanbul’daki Suriye okullarındaki durumu
Suriyeli çocukların ve gençlerin durumuna dönelim. 2015’te İstanbul’un farklı ilçelerinde Suriyelilerin kurduğu altı ilköğretim okulu ve liseyi gezerek müdür ve öğretmenleriyle röportajlar yapmıştık. Üzerinden dört yıl geçse de, henüz Türkiye’deki varlıkları yeni olan Suriyeli çocukların ve gençlerin o dönemki durumunu ve bugüne gelene kadar nelerin değiştiğini anlama açısından önemli.
Öğretmenler, savaş nedeniyle öğrencilerin seviyesinin düştüğünü, birkaç yıl eğitime ara vermeleri yüzünden temel bilgileri unuttuklarını yahut sık sık ülke ve okul değiştirdiklerinden vasat kaldıklarını söylediler. Önce Mısır’a, sonra Ürdün’e, en son Türkiye’ye gelenler vardı mesela. Hem savaş hem de farklı ülkelere savrulma öğrencileri ciddi şekilde etkilemişti. Din dersi öğretmeni “Bazı çocuklar Kur’an-ı Kerim dahi okuyamıyor, okuma-yazmayı unutmuşlar” dedi.
Unutulanları ve eksikleri telafi için yazın öğrenciler okula çağrılsa da ulaşım masrafları yüzünden gidemiyorlardı. Zira ulaşım en temel problemdi. Okullar evlere uzaktı ve toplu taşıma için indirimli öğrenci kartları da servis de yoktu. Nice çocuk o dönem sırf ulaşım çok pahalı olduğundan okula gidemedi. Kimi aileler bu yüzden her sene ayrı bir çocuğunu dönüşümlü olarak okula yolladı.
Öğretmenler; “Çantası-defteri-kıyafeti olmayan, kışın yazlık elbiselerle okula gelen, çanta yerine naylon torba kullanan öğrenciler var” diye anlattı. Okula giden kız oranı daha fazlaydı, çünkü birçok erkek çocuk veya genç, aile geçimine katkıda bulunmak için çalışmak zorundaydı. Maddi imkansızlıklar yüzünden o yıllarda nice Suriyeli okula gidemedi. Bir de hem okuyan hem de çalışan birçok çocuk ve genç vardı; bunlar sürekli yorgundu, dikkatini toplayamıyordu, dolayısıyla derslerinde başarısızdı. Maddi durumu iyi öğrenciler ise çoğunlukla başarılıydı.
Ailenin maddi dengesizliği, yani geçimi sağlayan aile birey(ler)inin birkaç ay çalışıp sonra işini kaybetmesi vs. çocukları da etkiliyordu. Geçim derdine düşmüş anne-babalar çocuklarına yol gösteremiyordu. Evlerinde eğitimli kimse olmayan öğrencilerin ise işi çok daha zordu.
Ailevi problemler de başarısızlığı etkiliyordu. Birçok aile göç sırasında paramparça hale geldi; herkes tek bir ülkede toplanmadı. Maddi durumların kötüleşmesi ailelerin parçalanmasına ve boşanmalara yol açtı. Öğretmenler bu durumdaki öğrencilerin hem eğitim hem de ahlak bakımından olumsuz etkilendiğinden bahsetti.
Öğretmenler birçok öğrencinin ciddi savaş travmalarıyla boğuştuğunu anlattı: ailesinde ölüsü, yaralısı/sakatı olanlar; babası Suriye’de kayıp veya hapiste olup hiç haber alamayanlar; aile bireylerinin tecavüzüne şahit olanlar; bombardıman altında kalanlar, evi yıkılanlar; kaç çeşit ülke değiştirenler...
Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de Türkiye’de sözlü veya fiili saldırıya uğrayanlar vardı. Bazı öğretmenler okula gelip giderken yolda ilk ve orta okul öğrencilerine bıçak çeken, çantalarını kesen, tehdit eden, küfreden Türkler olduğundan bahsetti. Buna tekrar gireceğim.
Bu yaşadıkları travmalar birçok öğrencinin başarısını doğrudan etkiliyordu. Öğretmenler genel olarak dedi ki “Savaştan kalma korku ve ürkeklik birçoğunda var. Kimi öğrenciler inatçı, isyankâr, hatta bazen diğerlerini kabullenemez hale geldi. Zaman zaman aralarındaki tartışmalarda şiddete meylediyorlar.” Bir öğretmen de dedi ki “Okuldaki başarısızlık ailenin ilgisizliğinden ve çocuğun okulu önemsememesinden kaynaklanıyor. Bu da savaş tecrübesiyle alakalı. Bazı çocuklar artık hayata hiç önem vermez hale geldi; yaşamayı değil ölmeyi istiyorlar. Sürekli ölümden bahsedenler var.”
Bir başka öğretmenin anlattığı oldukça çarpıcıydı: “Öğrenciler kendilerini güven ve istikrar içinde hissetmiyorlar; Türkiye’de bir geleceklerinin olmadığını, olsa bile bunun çok büyük zorluklar pahasına gerçekleşeceğini düşünüyorlar; hep Suriye’ye geri dönme hayalindeler... ‘Gelecek sene şöyle yapacağız’ dediğimde öğrencilerim ‘Hayır, seneye Suriye’de olacağız’ diyorlar. Geleceklerini geçmişte görüyorlar. Çünkü Türkiye’de çok zorluk yaşıyorlar. En başta dil sorunu, ikincisi maddi sıkıntılar, üçüncüsü her gittikleri yerde yabancı olduklarının hissettirilmesi… Böyle olunca bazı öğrenciler Türkçe öğrenmekte direnebiliyor; Türkçe öğrendikleri takdirde burada kalmaya mahkum olacaklarını hissediyor.” Öte yandan bir öğretmen, “Milli Eğitim Bakanlığınızdan istedik, ama Araplara Türkçe öğretmek için uygun kitabınız yok” diye serzenişte bulundu.
Gelelim yine bir şehir efsanesine; yani Suriyeliler Türk üniversitelerine imtihansız alınıyor iddiasına... Bizimkiler bunu sayıklarken müdürlerin en büyük derdi lise diplomalarının denkliği problemi ve öğrencilerin üniversite için girmesi gereken bir yığın imtihan olduğuydu. Lise öğrencileri ve öğretmenlerin hepsi bu konuda dertli ve stres içindeydi. Çok kaliteli nice Suriyeli öğrencinin “Burada bize hayat yok, kalırsak üniversite okuyamayacağız” diyerek Avrupa’ya gittiğinden bahsettiler. “Ne kadar değerli öğrencileri kaçırdınız farkında mısınız?” dediler.
Ailesiyle 1980’lerde Türkiye’ye gelip burada okumuş bir Suriyeli müdire önemli bir noktaya parmak bastı: “BURADA EĞİTİM ALAN ÇOCUKLAR ÜLKELERİNE GERİ DÖNDÜKLERİNDE TÜRKİYE’NİN GÖNÜLLÜ ELÇİLERİ OLACAK; SURİYE’NİN YENİDEN İNŞASINA KATKI YAPACAK. SİZİN NÜFUZ ALANINIZI GENİŞLETECEKLER. ONLAR ZANNETTİĞİNİZ GİBİ BİR YÜK DEĞİL.” O da parlak Suriyeli gençlerin Türkiye’yi beğenseler de kendilerine bir gelecek göremediğinden, ama kalmaları için onlara ümit vermeye çalıştığından bahsetti. “Siz ülkenizde olduğunuz halde üniversite arifesinde gelecek kaygısı yaşıyorsunuz; bizim gençlerin halini bir düşünün” dedi.
Bir başka öğretmen şunu söyledi: “Diğer Arap ülkelerine kıyasla Türkiye çok daha iyi. Daha fazla hakka sahibiz; çalışabiliyor, okuyabiliyoruz. Türk devletinin hakkını asla ödeyemeyiz, ama halkınızın bizi kabullendiğini söyleyemem. Bizi sırtlarında bir yük olarak görenler var.”
Okulları ziyaret ettiğimiz dönem yine bir seçim arifesiydi ve Suriyeliler propaganda malzemesi olarak kullanıldığından öğretmenler oldukça gergindi: “Bizi kovmak isteyenler var, çok korkuyoruz. Türkiye’den kovulursak nereye gideriz? Bize kucak açan başka bir ülke yok ki.” dediler.
Türklerin öğrencilere muamelesini sorduğumda dediler ki “Onları sevip yardım eden de var, bir yabancı, hatta insan değilmiş gibi muamele eden de. Kavga çıkarıp bazı öğrencilerimizi dövüyorlar. Birçok öğrencimize ‘Türkiye’den defolun’ dendi; ‘Susun, hiç cevap vermeyin, biz burada misafiriz’ diyoruz”.
Hem öğretmenlerin hem de ebeveynlerin çocukları adına temel kaygılarından biri Türkiye’deki aşırı serbestlik. Dediler ki “Oldukça özgür bir ülkesiniz. Bu bizim de hasretini çektiğimiz güzel bir şey olmakla birlikte olumsuz tarafları da var. Hürriyetlerin de bir sınırı olması lazım. Biz mütedeyyin bir toplumuz; helale-harama önem veririz. Çocuklarımız Türk kanallarını izlerken Suriye’de hiç görmedikleri şeylere maruz kalıyor; ekranlardaki giyim ve hayat tarzlarına özeniyor; ahlaki açıdan uygun olmayan şeylere meyledebiliyor. Bu bizim için önemli bir sorun.”
Özellikle ebeveyni çalışan Suriyeli gençler bir endişe kaynağı. Geçtiğimiz aylarda görüştüm bir hanım, imam hatip lisesi 9. sınıfta okuyan oğlunun devamsızlıktan okuldan atıldığı, internetten kötü arkadaşlara takılıp saçını sarı boyattığı ve kulağına küpe taktığından üzüntüyle bahsetti. “Oğlum üzerinde kontrolüm kalmadı. Sabah erken işe gitmek zorunda olduğumdan ilgilenemedim. Okulu astığını bilmiyordum. ‘Arkadaş çevren kötü, bırak onları’ dedik, ama dinletemedik” dedi. Ailelerin çocukları üzerinde kontrolü kaybetmesi de yeni bir olgu; zira Suriye’de anne-babanın rızasını alma ve onlara itaat kültürü hakimdir.
2015’te görüştüğüm bir öğretmen önemli bir konuya değindi: “Suriye’de dini eğitimin ve İslami ahlakın aşılanma yeri camilerdi. Devlet okullarında sadece iki saat din dersi vardı. Siz camileri eğitim değil, ibadet için kullanıyorsunuz. Burada cami eğitiminin olmaması bizim için çok büyük bir kayıp. Okulda çocuklarımıza din eğitimini vermeye çalışsak da yetmiyor. Dini eğitimi ve kültürünü giderek kaybediyoruz… Bizden çok şey bekliyorsunuz; muhteşem insanlar olalım istiyorsunuz. Dört yıldır birçok evladımız hem dini hem dünyevi eğitimden mahrum. Neler neler yaşadılar. Anne-baba çalışıyor, çocuklarıyla ilgilenemiyor. Birçok çocuk sahipsiz durumda.”

Gençlerde dini gerileme ve ahlaki çöküş
Bu konu oldukça önemli. Geçenlerde görüştüğüm Suriyeli iki baba şunları anlattı: “Cuma namazında Arapça hutbe olmaması büyük eksiklik. Uzun mesailerle çalışan birçok gencin dini ilimle, vaaz ve nasihatle bağlantısı koptu. En azından bir Cuma hutbesi bile onları diri tutabilirdi. Biz büyükler zaten dinimizi öğrendik ülkemizde. Ama çocuklarımızın düzgün bir dini eğitime ihtiyacı var. İmam hatiplere çocuklarımızı yollasak bile sizin hayat tarzınız çok serbest. Türk gençlere uyup sigara içmeye başlayacaklar, dövme yaptıracaklar vs. diye ödümüz patlıyor. Çocuklarımıza ‘Bu ayıp veya haram, yapma’ diyemiyoruz. Çünkü ‘Türkler de yapıyor’ diyorlar. ‘Yaptıkları yanlış’ diyemiyoruz, sonuçta burada misafiriz, başımız ağrıyabilir. Dahası birçok genç, ailesi olmadan tek başına geldi. Yapayalnızlar. Onları yönlendirecek ve nasihat edecek kimseleri yok. Bunlardan bazıları işteki veya sokaktaki arkadaşlarından etkilenebiliyor; kötü alışkanlıklar kazanabiliyor. Bu gençlerin nereye sürükleneceğini bilmiyoruz. Yanlış işlere bulaşırlarsa bu bize de size de sıkıntı olur. Ahlaki çöküşü görüyoruz.”
GEREK SAVAŞIN KENDİSİ GEREKSE GÖÇ TECRÜBESİ, SURİYELİLERDE SOSYOKÜLTÜREL ÇÖZÜLME VE AHLAKİ ÇÖKÜŞÜ TETİKLEYEN BİR FAKTÖR. Özellikle Batı’ya giden genç ve çocuklarda bu eğilim buradakinden çok daha fazla. Ancak Suriye’nin kendi içinde de benzer bir gidişat var. Daha evvel bu konuyu sorduğum Suriyeliler şunları anlatmıştı: “Devrim sırasında halk, tıpkı 1980’lerde olduğu gibi, dinden korkar hale geldi. Çünkü eylemler Cuma namazı çıkışı olduğundan ve rejim müdahale ettiğinden bir müddet sonra gençler namaza gidemez oldular. Artık Cuma’ya sadece yaşlılar gidiyor. Dini eğitimimiz cami merkezliydi; olağanüstü şartlarda camilerde tüm dini faaliyetler durduruldu. Ayrıca 2012’den itibaren âlimler gerek rejimin baskıları yüzünden gerekse öldürülme korkusuyla ülkeyi terk etmeye başladı. Rejimin kontrolündeki bölgelerde büyük âlim neredeyse hiç kalmadı. İlmi faaliyetler ve dini eğitim durma noktasında.” 2015’te Suriye’de dini hayatla ilgili röportaj yaptığım bir âlim bana “Şam’da kalan son Sünni âlimdim. Hapse girdim, işkence gördüm, çıktıktan bir müddet sonra Türkiye’ye kaçtım” dedi. Şam’ın nice büyük âlimi şu an İstanbul’da aramızda.
Muhaliflerin kontrolündeki alanlarda tabii ki dini hayat canlı bir şekilde devam ediyor. Ancak özellikle IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerde kalan halkın dinden, ibadetten, dini sembollerden nefret eder hale geldiği anlatıldı. Bir de şu söylendi: “Savaşla birlikte zengin fakirleşti, fakir iyice çöktü. Savaş bir bakıma insanların gerçek yüzünü ortaya çıkardı. Her şeyini kaybedenler, her yoldan hakkımı alacağım diye düşünmeye, yaptıklarını meşrulaştırmaya başladılar. Ahlak bozuldu. İnsanlara doğruyu-yanlışı gösterecek ve sözü dinlenecek önderler kalmadı; zaten kalsa bile kimsenin diğerine güveni yok artık.”
Bu sözler durumu iyi bir şekilde özetliyor. BİZ SAVAŞI ÇOK KUTSUYORUZ AMA SAVAŞ VE İŞGAL BAŞLI BAŞINA BİR AHLAKSIZLIKTIR VE İNSANİ DEĞERLERİN AYAKLAR ALTINA ALINMASIDIR. Suriye’de bunun yığınla örneği var, diğer tüm çatışma bölgelerinde olduğu gibi.
Suriyeli bir hanım konunun bir başka boyutuna işaret etti: “Savaştan önce Suriye’de de her türlü gayriahlaki davranış vardı, tıpkı her toplumda olduğu gibi. Ama ayıplandığı için gizli yapılırdı. Türkiye’deki serbest ortamda, mahalle baskısı da kalmayınca iş alenileşti.” Bu sözler doğru olmakla birlikte SAVAŞIN, GÖÇÜN VE AİLE DAĞILMALARININ GENÇLERDE YOL AÇTIĞI CİDDİ SAVRULMALAR VAR. KİMİLERİ DİNDEN UZAKLAŞIRKEN KİMİLERİ RADİKAL DİNİ HAREKETLERE KAYIYOR. Suriyeliler diyor ki “BU SÜREÇTE ÜÇ NESLİ ZAYİ ETTİK, MUHTEMELEN DÖRDÜNCÜYÜ DE KAYBEDECEĞİZ.”


20 Ağustos 2019 Salı
Suriyeli çocukların Türk eğitim sistemine entegre edilme politikası çerçevesinde 2016-2017 eğitim-öğretim yılında Suriye okullarına 1., 5. ve 9. sınıf öğrencilerinin kaydı durduruldu. Bu kararın olumlu tarafları çok olmakla birlikte olumsuz sonuçlar da doğurdu.

Suriyeli çocukları Türk eğitim sistemine entegre etme politikamız
Yeni politika çerçevesinde Suriyelilerin okula gitme oranı ciddi şekilde arttı. Zira mahallelerindeki Türk okullarına gidebilir hale geldiler. Ayrıca öğrenci kimlik kartı olanlara indirimli seyahat hakkı tanındı. Böylelikle çocukları okula göndermenin mali külfeti azaldı. Gezdiğimiz Suriye okullarının hepsi 5-6 katlı, bahçesi olmayan binalardı ve eğitime uygun değildi. Suriyeli öğretmenlerin birçoğu kaliteli olsa da (kimi okullarda yüksek lisans ve doktoralılar, hatta akademisyenler öğretmenlik yapıyordu) laboratuvar, oyun alanı gibi imkanlar yoktu. Denklik-diploma da ayrı bir sorundu. Okul çağındakilerin Türkiye’ye entegrasyonunu da geciktiriyordu.
Öte yandan yeni politikanın problemleri de vardı. Bunu size, ilkokuldan üniversite çağına kadar her düzeyde çocukları olan bir Suriyeli babanın dilinden aktarayım: “Suriye okullarına kaydı durdurup Türk okullarına kabul kararı özü itibarıyla doğruydu; ama bunun için başka adımlar atılmalıydı. Bir anda çocukları Türk okullarına yolladık. Geçiş süreci, alışma dönemi olmadı. Türkçe öğrenmeden Türk okullarına alındılar. Bu ciddi bir problemdi. Çocuklarımız 5. ve 9. sınıftan başladı; ama müfredat bambaşkaydı. Yeni eğitim sistemine nasıl bir anda ayak uyduracaklardı? Suriyeli çocukların müfredat değişimi nedeniyle bilgi eksiği çoktu. Ayrıca bazı Türk akranları çocuklarımıza düşmanca davrandı. Çünkü birbirini anlamıyorlardı. Kaynaştırıcı adımlar atılmalıydı. Suriye okullarında çok başarılı olan nice öğrenci, bu hızlı geçiş yüzünden dersleri Türkçe anlayamadığından başarısız hale geldi; okula gitmek istemedi. Okullarda Türk akranlarının muameleleri yüzünden eğitimden soğuyan çocuklar da oldu. Mayıs ayında Fatih’te kızımın okuluna uğramıştım, şok oldum. Çocuklar bahçede oynarken kızım kenarda öylece duruyordu. ‘Neden oynamıyorsun?’ dedim; ‘Sen Suriyelisin, git diyorlar’ cevabını verdi. Bu muamele psikolojilerine darbe vuruyor. Kızım derslerinde çok başarılı; ama evde bile içine çekilmiş halde; oyun oynamıyor, gülmüyor. Çocuğumu ilkokula kayda götürdüğümde öğretmen hiç ilgi göstermedi; yüzüme bile bakmadan ‘Şunları şunları yap’ deyip geçti. Bu öğretmen okulda Türk ve Suriyeli çocuklar arasındaki problemleri çözmeye, kaynaştırmaya çaba gösterir mi? Çocuk Şam gibi bir başkentin merkezinden gelmiş; burada okulda kimse onunla arkadaşlık etmiyor, oynamıyor. Üstelik SÜREKLİ DEFOLUN DENİYOR. İNSAN HİÇ EVİNİ, YURDUNU KEYFİ OLARAK BIRAKIP DİLİNİ BİLMEDİĞİ BİR YERE GELİP İSTENMEDİĞİ BİR YERDE KALIR MI? BU ÖYLE BASİT BİR TRAVMA DEĞİL.” Velinin bu sözleri konuyu gayet iyi özetliyor.
Suriyeli çocuklar eski okullarında kendilerini anlayan akranları ve öğretmenleriyle okuyorlardı. Şimdi ise bir kısmı, kendilerini anlama niyeti ve isteği olmayan; bir tehdit ve hatta aşağılık bir varlık gibi algılandıkları bir ortamda, akran zorbalığına maruz kalarak okuyorlar. Kısaca ÇOCUKLAR TÜRK OKULLARINDA DAHA İYİ BİR EĞİTİM İMKANINA KAVUŞTU; ANCAK HIZLI GEÇİŞ SÜRECİNDEN PSİKOLOJİK VE KÜLTÜREL OLARAK OLUMSUZ ETKİLENDİLER.
Bir de çocuklar, Türk akranlarındaki tüketim kültürünü görüp kendi ailelerinden maddi anlamda daha fazla talepkar olmaya başladılar. Bu sadece basit bir imrenme meselesi de değil; Suriyeli çocukların mahrumiyeti ve maddi imkansızlıkları, Türk akranlarının onları aşağılama ve alaya alma malzemesi maalesef. Ailelerin gücü ise bu talepleri karşılamaya yetmiyor; bu da aile içi gerginliklere yol açıyor. Temmuz ayındaki tweet zincirlerimde bu konuya değinmiştim.
Eğitimimizin kalitesi de ayrı bir mesele. Bu konuda Suriyeli bir babanın dilinden aktarım yapacağım: “Oğlum lisede; kitap kapağı açmadan başarılı oluyor. Bu nasıl bir iş? Suriye’de olsaydı bu çalışma düzeyiyle asla ve kata başarılı olamazdı. Suriye’de eğitim gerçekten iyiydi. Notları iyi olmayanlar asla sınıf geçemezdi. Burada herkes başarılı, karneler iyi. Aklım almıyor. Oğlum bana ‘Mühendis olacağım’ diyor; ben de ‘İnşallah başarırsın’ diyorum. Ama nasıl olacak? Şişirme notlar yüzünden kendini başarılı zanneden bir öğrenci nasıl bir gelecek vaat edebilir ki? Açıkça söylüyorum çocuklarımızın eğitim seviyesi burada geriledi. Üstelik bir de arkadaşlarından kötü alışkanlıklar edinmeye başladılar. Müdür çağırdı, ‘Oğluna dikkat et, okulda arkadaşlarıyla iskambil oynuyor’ diye. Beni haberdar etmesi önemli, sağ olsun; ama bunu idarenin ve öğretmenlerin engellemesi gerekmez mi? Zaman zaman düşünüyorum, acaba çocuklarımı okula vermeyip işte çalıştırsam daha mı iyi olurdu diye. En azından kötü alışkanlıklar kazanma ihtimali olmazdı.”
Geçen sene çalıştığı iş yeri kapandığı için işsiz kalan ve üç aydır kirayı ödeyemediğinden evden atılma tehlikesi yaşayan Fatih’te bir aile vardı. Şam’ın köklü ailelerindendi. Beni haberdar eden kişi ‘Karınlarını zar zor doyuruyorlar’ demişti. Ziyaret ettim. Dördüncü sınıfa giden tek bir tane çocukları vardı. Sohbet sırasında oğlunun okul durumunu sormuştum. Dedi ki “Bir gün okuldan eve saçları bembeyaz ağarmış halde geldi; ne olduğunu soruyoruz, anlatmıyor. Zorlayınca öğrendik ki Mavi Balina oynayan arkadaşları okulun en üst katına götürüp aşağı atmaya kalkışmışlar. O sırada öğretmen gelip kurtarmış.” Ailenin tek çocuğunun eğitim için gönderildiği okulda başına gelenler...
Öte yandan bu yılın LGS birincisi, şu an Kilis’te yaşayan 15 yaşındaki Suriyeli Muhammed Halil. Tek kelime Türkçe bilmeden başladığı eğitim yolculuğunda büyük bir başarı kazanarak arkadaşlarına örnek ve umut oldu. Eğitim konusuna burada nokta koymak ve önemli başka bazı konulara değinmek istiyorum.
Son olarak, gazeteci Sümeyye Ertekin benim de tweetlerimde bahsettiğim çok önemli bir konuyu, Suriyeli çocukların okullarda öğrencilerden ve öğretmenlerden gördükleri zorbalığı Fikir Turu için yazmış. “Türkiye’nin Suriyeli çocukları: Mafya üyesi ya da doktor olmaları bizim elimizde” başlıklı yazıyı okumanızı tavsiye ederim. 

Suriyelilerin ölümleri
Suriye’deki sosyokültürel hayatla ilgili bilgi edinmek üzere 2015 yılında Üsküdar’da yaşayan yaşlı bir anne ile kızını ziyaret ettim. Anne Lübnan asıllıydı. Marangoz eşi yıllar evvel vefat etmiş. Toplam kaç çocuğu olduğunu hatırlamıyorum; bir kızı yanındaydı, iki oğlu Fransa’daymış. Oğulları Suriye’den kadın kılığında ve sahte kimlikle kaçmış. Yanındaki kızı, ABD’de yaşayan bir Suriyeli ile evliymiş; ama vize çıkmadığından İstanbul’da annesiyle kalakalmış. Türklere Arapça özel ders vererek geçiniyordu. Kızı dedi ki “SURİYELİLERİ HİÇBİR ŞEY BİLMEYEN, CAHİL, ÇÖL BEDEVİSİ SANIYORSUNUZ. OYSA ŞAM BİR MEDENİYET MERKEZİDİR; DAHASI SİZİN MEDENİYETİNİZLE NE KADAR YAKIN OLDUĞUMUZUN FARKINDA BİLE DEĞİLSİNİZ.”
Şam merkezde yaşayan bu ailenin, “cennetten bir köşe” dediği Şam’ın kırsalındaki el-Muzamiye’de marangoz eşin kendi elleriyle yaptığı ahşap oyma mobilyalarla döşeli muhteşem bir yazlık evi varmış. Anne üzüntü içinde “Şam kırsalı ve Lübnan sınırına yakın birçok bölge gibi orası da Şiileştirildi; yazlığımızda artık Şii işgalciler yaşıyor” dedi.
Anne hastaydı. Sonradan öğrendim ki Şam’da medfun eşinin yanına gömülmek istediği için hastalığı ağırlaştığında zar zor uçağa bindirilip aktarmalarla memleketine götürülmüş. Kısa bir süre sonra da orada vefat etmiş. Ardından kızına vize çıkmış ve yıllar sonra ABD’deki eşinin yanına gidebilmiş. Şimdiye kadar hep Suriyelilerin hayatlarını yazdım; oysa ölümleri de ele alınması gereken başlı başına bir konu.
Yıllar evvel bir arkadaşım mahallesine Suriyelilerin taşındığını duyunca ihtiyaçları olup olmadığını sormak için ziyaret etmiş. Anne-baba trafik ışıklarında mendil ve su satarak geçim sağlıyormuş. Bodrum kattaki minicik -ve arkadaşımın deyimiyle hayvan bağlasan durmayacak- evlerinin kirası çok yüksekmiş. Konuyla bağlantılı asıl nokta şu: Arkadaşım kapı açıldığında yerde yatan yaşlı bir ölüyle karşılaşmış; aile perişan ne yapacaklarını, nereye gömeceklerini bilmiyor. Henüz o dönem İstanbul’da Suriyeli sayısı azdı; yardım alacakları kimse de yoktu. Allah adeta arkadaşımı onların çaresizliklerini çözmesi için yollamış.
GÖÇ HAREKETLERİNDE SADECE HAYATA TUTUNMANIN ZORLUĞU DEĞİL, BİR DE ÖLÜLERİN NEREYE GÖMÜLECEĞİ MESELESİ VARDIR. Filistinli şair Mourid Barghouti’nin Şairin Filistini kitabından bir alıntı daha yapacağım. Filistinlileri anlattığı şu satırlar adeta Suriyeliler için de yazılmış:
“Ölülerimiz dağılmış dört bir bucağa. Bazen ölülerimizin cenazeleriyle nereye gideceğimizi bilemedik; bizi diri olarak kapılarında görmek istemeyen dünya başkentleri ölü olarak da istemediler. Ve şayet gurbet yüzünden ölenler, kurşunla vurularak ölenler, özlemden ölenler ve sadece ecelle ölenler hep şehitse ve şayet şiirler doğruyu söylüyorsa, her şehit bir gülse, dünyayı bir gül bahçesine çevirdiğimizi iddia edebiliriz.” (Barghouti, s.158-159)
SURİYELİ SİVİLLER İÇİN HER YER VE HER ŞEY ADETA BİR ÖLÜM MAKİNESİNE DÖNÜŞMÜŞ DURUMDA: Sadece savaşta rejim ordusunun, Rusların ve Amerikalıların yağdırdığı bombalarla; yolda yürürken keskin nişancı ateşleriyle; suikastlarla; IŞİD ve PYD’nin koyduğu kuralları ihlal ettikleri için vs. öldürülmediler. Aynı zamanda hapishanelerde maddi ve manevi işkencelerden, abluka altına alınan şehirlere temel gıda maddelerinin sokulmaması yüzünden açlıktan, kaldıkları berbat vaziyetteki çadır kamplarda yazın sıcaktan veya çıkan yangınlardan yanarak ve kışın soğuktan donarak, hastanelere erişememekten, tedavisi normal şartlarda kolay olan salgın hastalıklardan, umut yolculuklarında teknelerin batmasıyla boğularak veya insan kaçakçılarının doldurduğu TIR’ların gizli bölmelerinde havasızlıktan boğulup çürüyerek, Batı’da ırkçı ve İslam düşmanı aşırı sağcıların silahlı saldırılarıyla, rejimin veya IŞİD’in yolladığı suikastçılarla da can verdiler.
Bunlar bir çırpıda ilk aklıma gelenler. EGE VE AKDENİZ SULARI ADETA MÜLTECİ MEZARLIĞI. Kimliği teşhis edilemeyip kimsesizler mezarlığına gömülü kim bilir kaç Suriyeli var. MEZARLIKLAR ÖNEMLİDİR; ZİRA HEM BİR MİLLETİN, BİR MEDENİYETİN O TOPRAKLARDAKİ VARLIĞININ TAPUSUDUR, HEM DE BİREYSEL OLARAK YAS TUTMA SÜRECİNDE ÖLÜYÜ GÖMEBİLMEK ÖNEMLİ BİR AŞAMADIR.
2015’te yüksek lisans için başvuran 400 Suriyelinin belgelerini inceleyip mülakata girecekleri belirleme görevi verilmişti. Şam’dan başvuran bir gencin şu satırlarını hiç unutamam: “BUGÜNLERDE ŞAM’DA YAYGIN BİR SÖZ VAR; EĞER BEDENİN TEK PARÇA ÖLÜYORSAN ŞANSLILARDANSINDIR.”
2016 Şubat’ında Spiegel International’ın yayınladığı “Batı’nın Hatalarının Savaşı: Halep’le Birlikte Suriye İçin Ümitler Kesiliyor” başlıklı makaleyi tercüme etmiştim. Makaleden konuyla ilgili çarpıcı paragrafları paylaşacağım:
“Halep hastanelerinden birinde çalışan genç Doktor Hamza, ‘Son iki haftadır öncekilerin tamamından daha da feci bir kabus içinde yaşıyoruz’ diyor. Başlangıçta, 2011’de, göz yaşartıcı bomba veya polis copundan kaynaklanan basit yaraları tedavi ediyorlarmış. 2012’de rejimin varil bombalarıyla birlikte yaralar daha da ciddileşmiş. Ama şimdi Rus hava saldırılarıyla birlikte doktorlar tam bir acil durum halinde. Her 2-3 saatte bir savaş uçakları apartmanlar, okullar, klinikler de dahil yıkılmamış her ne varsa hedef alarak şehri bombalıyor. Yasaklı misket bombalarını da sık sık kullanıyorlar.
Eskiden günde 10 ciddi yaralı gelirken şimdi bu sayının 50’ye kadar yükseldiğini söyleyen Hamza ekliyor: ‘Zamanımızın çoğu, ailelere gömmeleri için vermek üzere ceset parçalarını seçip ayıklamakla geçiyor. ‘Rus füzeleri 35 metrelik alanda bulunan herkesi paramparça ediyor’ diyor”
Ve yazı şöyle bitiyordu: “7 Şubat pazartesi günü Halep’in sivillerin yaşadığı Sakhur bölgesindeki caddeye birçok bomba düştüğünü hatırlıyor Zuhair. ‘Korkunçtu. Cesetlerin parçaları her yere yayılmıştı; burada bir el, orada bir baş, bir ayak, bir gövde… Ve insanlar durmaksızın yürüyordu, neredeyse hiç kimse şok olmuş görünmüyordu ve hiç kimse durmuyordu’ diyor ve soruyor: ‘Canavarlara mı dönüştük? Yoksa bizi kuşatan cinnet halinin ortasında normal kalabilme yolumuz ancak bu mu?’”

Yapılan işkence, taciz ve tecavüzlerle Arap radikalizminin ve terörün yuvası haline gelen rejim hapishanelerinden de bahsetmek gerekirdi. Ama yazdıklarımla yüreğinizi fazlaca kaldırdığımın farkındayım. O yüzden Suriyelilerin bu konuda anlattıklarını paylaşmayacağım. Sadece Suriye hapishanelerindeki kadın mahkumlarla ilgili bir belgeselden unutamadığım bir sözü aktaracağım. Birkaç aylık bebeğiyle birlikte hapse giren bir Suriyeli annenin yıllar sonra tahliye olduğunda ilk kez dış dünyayı gören ve şaşakalan çocuğu şunu soruyor: “Bana hep anlattığın o cennet burası mı anne? Geldik mi sonunda cennete?” Yani Suriyelilerin yaşayamaz hale gelip kitlesel olarak kaçtığı o Suriye cehennemi, hapishanede korkunç bir hayattan başka bir şey bilmeyen çocuk için bir kurtuluş, bir cennet… Varın siz düşünün ötesini.
Suriye konusunda takip edilmesi gereken önemli bir web sitesi olan Suriye Gündemi tarafından tercüme edilerek 23 Mayıs 2016’da yayınlanan “Bir Savaş Taktiği Olarak İşkence” yazısını okumanızı tavsiye ederim. 

Küresel Vicdanın Dilinden Özgürlük Filosu kitabım için Aralık 2010’da görüştüğüm, -ilk röportaj yaptığım Suriyeli olan- Mavi Marmara yolcusu Şaza Barakat’tan bahsetmeden geçmek olmaz. Şam Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı mezunu olup ülkesinde Arapça öğreten bir akademinin müdürüydü. İç savaş başlayınca Türkiye’ye sığındı ve Suriyeli çocukların eğitimi için Esenler’de 1000 küsur öğrenci kapasiteli Şamuna Okulunu kurdu. Bir oğlu savaşta şehit oldu. Aktivist olan kız kardeşi Orouba ve 22 yaşındaki siyaset bilimi mezunu kızı Hulla 2017’de bir akrabası tarafından Üsküdar’da öldürüldü. Yine Kuzey Carolina Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde okuyan 23 yaşındaki yeğeni Deah Shaddy Barakat ve eşi ile eşinin kız kardeşi 2015’te ABD’de ırkçı-İslam düşmanı komşusu tarafından evlerinin önünde katledildi. Bunlar sadece benim bildiklerim. Devamı da olabilir.
Gördüğünüz üzere tamamı eğitimli bir aile… Farklı yerlerde, farklı saiklerle bir bir ortadan kaldırıldı. Bu tek bir vaka da değil. Aslına bakarsanız Ortadoğu’da rejimlere karşı ayaklananlar, eğitimli orta sınıflardı, en alt veya en üst sınıflar değil. Onlarca yıldır hapishanelerdeki siyasi mahkumların çoğu da okumuş yazmış, entelektüel kesimdi. Yani bir devleti ileriye taşıyacak asli grup... ŞEYH EDEBALİ’NİN KENDİME HAYAT FELSEFESİ EDİNDİĞİM “İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN” SÖZÜ, ARAP DİKTATÖRLER ELİYLE ADETA “İNSANI ÖLDÜR Kİ REJİM YAŞASIN”A DÖNÜŞTÜ.
Onlarca yıldır Arap dünyasını yöneten diktatörlükleri daha yakından tanımak isterseniz, Tunuslu mütefekkir ve eski cumhurbaşkanı Munsif Merzûkî’nin el-Cezire’deki makalelerini derleyip Türkçeye tercüme ederek yayına hazırladığım Diktatörlük ile Devrim Arasında ARAP DÜNYASININ KRİZLERİ başlıklı kitabımı okumanızı hararetle tavsiye ederim. 
2015’te görüştüğüm, İstanbul’da okuyan Banyaslı bir tıp fakültesi öğrencisinin şu sözleriyle nokta koymak istiyorum: “Eskiden hayallerim ve hedeflerim vardı, artık hiç yok. SURİYE’NİN NEREYE GİDECEĞİNİ KİMSE BİLMİYOR. İNSANLARIN HİÇ ÜMİDİ KALMADI; DİNDEN DE DEVLETTEN DE UZAKLAŞIYORLAR.”

Bir aydır yazdığım 550 küsur tweetimin sonuna gelirken SOSYAL BİLİMLERDE OKUYAN GENÇLERE BİRKAÇ TAVSİYEM VAR:
·       Sadece masa başında değil, sahada da çalışın.
·       Fikir sahibi olmadan evvel bilgi sahibi olun.
·       Yargılamadan evvel anlamaya çalışın.
·       İdeolojik önyargılarla dünyaya bakmayın.
·        Merkezinize insanı alın.
·        Dillerinizi üniversiteden mezun olmadan evvel mutlaka tamamlayın. Hangi bölgeyi/ülkeyi çalışıyorsanız dilini bilin.
·       Hem akıl hem vicdan sahibi olun.
·       Bol bol okuyun.
·       Kendinizi, toplumunuz ve ülkenizi merkeze alarak dünyaya bakmayın; her ülkeyi kendi dinamikleriyle anlamaya çalışın.
Bol bol okuyun demişken, bloguma yüklediğim “Ortadoğu ile İlgili Kitap Tavsiyeleri” listemi inceleyebilirsiniz.
UNUTMAYIN GENÇLER, BİLGİ EN BÜYÜK GÜÇTÜR.

Az evvel (20 Ağustos) İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Habertürk kanalında bir açıklama yaptı: “TÜRK HALKININ SUÇ ORANI YÜZDE 8, SURİYELİLERİNKİ BİNDE 4. Bu binde 4’ün büyük kısmı küçük yaşta evliliklerle ilgili ve yine bu binde 4’ün bir kısmı Suriyelilerin kendi içindeki meselelerle bağlantılı.”
Bu konuda bir Suriyeli dernek yetkilisi de daha evvel şunu söylemişti: “TÜRKİYE’DE SUÇ İŞLEYENLERİMİZİN SAYISI ÇOK AZ. HATTA SURİYE’DE SUÇ İŞLEYENLERİN NİCELERİ BURADA SUÇ İŞLEMİYOR. Biz de şaşıyoruz. Temel problemlerden biri, karı-koca kavgalarının komşu şikayetiyle adliyeye taşınıp kocanın hapse atılması.”
Bu verileri görünce düşünmeden edemedim: Acaba Suriyeliler kendilerine bıçak çeken, küfreden, ortaklık kuruyoruz diye dolandıran, sigortasız çalıştırıp maaşlarını ödemeyen, evlerini fahiş fiyata kiraya veren, altınlarını piyasa fiyatının çok altında bozan, can yeleklerine sünger dolduran, paralarını çalan, kadınlarına ve çocuklarına taciz ve tecavüz eden, uydurma şayialarla gaza gelip kendilerini lince kalkışan Türkleri kolluk kuvvetlerine şikayet edebilse ve haklarını arayabilseydi bizdeki suç oranı yüzde 8’de kalabilir miydi, yoksa yukarılara fırlar mıydı?
Bir de fark ettiniz mi DEVLET SURİYELİLERİN KİRASINI ÖDÜYOR, MAAŞ VERİYOR, ELEKTRİK-SU-DOĞALGAZI BEDAVAYA TEMİN EDİYOR, TOKİ’LERİ PEŞKEŞ ÇEKİYOR, ÜNİVERSİTEYE İMTİHANSIZ ALIYOR, HASTANELERE ELLERİNİ KOLLARINI SALLAYA SALLAYA SOKUYOR; BUNLAR HIRSIZ, HAİN, TACİZCİ, TECAVÜZCÜ GİBİ BİR YIĞIN YALAN HABERE NASIL DA İNANIYORUZ...
MANİPÜLASYONA VE TAHRİKE NE KADAR DA AÇIK BİR MİLLETİZ… ALDATILMAYA NE KADAR MÜSAİTİZ... HAKİKAT ARAYIŞINA, SORGULAMA VE ARAŞTIRMAYA NE KADAR KAPALIYIZ...
YANI BAŞIMIZDAKİ SURİYELİLERLE İLGİLİ BU TEZVİRATI HEMENCECİK YUTUYORSAK ACABA İÇ VE DIŞ PROVOKATÖRLERİN DAHA NE HİKAYELERİNE KANIYORUZDUR HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ? Ülkemde 9 yıldır SURİYELİLERLE İLGİLİ DOLANAN LAFLARIN %95’İ YALAN VE YANLIŞ. İddia ettiğim bu oran hiç abartı da değil. Bana göre EN BÜYÜK MİLLİ GÜVENLİK RİSKİ İŞTE TAM DA BU CEHALET HALİMİZ.
HEPİMİZ BİLEREK VEYA BİLMEYEREK YALANLARIN TAŞIYICILARIYIZ. “Kişinin her duyduğunu söylemesi ona günah olarak yeter” hadis-i şerifine ne kadar da tezat halde yaşıyoruz. Bir tavsiyem var: Kur’an-ı Kerim’deki Hucurat Suresinin meal ve tefsirini öğrenelim; bu sure konuyla alakalı baştan aşağı ahlaki prensiplerle dolu.