31 Mayıs 2018 Perşembe

Z.T.KOR: BAE: KÖRFEZ’İN ‘İTHAL AKIL’LA GÜÇLENEN ÜLKESİ




BAE: KÖRFEZ’İN ‘İTHAL AKIL’LA GÜÇLENEN ÜLKESİ
Anadolu Ajansı, 31.05.2018  
https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/bae-korfezin-ithal-akilla-guclenen-ulkesi/1161859 


Son yıllarda sessiz ama derinden bir yayılma politikası izleyerek, Ortadoğu ile Kuzey ve Doğu Afrika’yı şekillendiren bir bölgesel güce dönüşme arzusunda yeni bir aktör var: Birleşik Arap Emirlikleri. BAE, bölgedeki hemen her mücadelenin bir kenarında doğrudan veya dolaylı yer alıyor. Peki ama nüfus ve yüzölçümü bakımından bu küçücük ülke, geçmişteki aktif tarafsızlık politikasını bırakıp, gücünü aşan şekilde müdahaleci bir politika benimsemekle hangi temel hedefleri güdüyor? Amaçlarına ulaşmak için hangi araçları ne şekilde kullanıyor? Başarı şansı var mı? 


BAE “büyük oynuyor”
BAE’nin hedeflerinden ilki iktisadi. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 10’una sahip ve petrol ihracatında dünya yedincisi olan BAE için Körfez’deki enerji kaynaklarının dışarıya güvenli arzı kritik bir mesele. Yine Ortadoğu ticaretinde ve finans sektöründe Dubai önemli bir merkez konumunda. Dolayısıyla Asya-Avrupa arasındaki deniz ticaret yollarını ve enerji güzergâhlarını kontrol etmek, -hele de ABD’nin küresel jandarma rolünden yavaş yavaş el etek çektiği, buna mukabil diğer küresel ve bölgesel güçlerin boşluğu doldurmak için birbiriyle yarıştığı bir ortamda- BAE için hayati önemde.
Bu amacına erişmek için Körfez’den başlayıp Kızıldeniz ve Akdeniz’e uzanan güzergâhtaki stratejik boğazlar, adalar ve ticaret yolları üzerinde limanlar, askeri üsler ve lojistik ikmal hatları kurarak iktisadi ve askeri olarak gücünü yaymaya, adeta bir "deniz imparatorluğu" kurmaya çalışıyor. BAE'nin oyununu ne denli iddialı oynadığını anlamak için kontrol etmeye çalıştığı noktalara bir göz atmak yeterli: Dubai’nin Cebel Ali limanından başlayarak Yemen’in Aden, Mokha, Mukalla ve eş-Şihr limanları, Sokotra ve Perim/Meyun adaları; Eritre’nin Assab limanı; Somali’nin Puntland ve Somaliland/Berbera bölgeleri; Kıbrıs’ta Limasol limanı; Libya’nın Bingazi bölgesine uzanıyor. Bu üslerin bir kısmını İran’ın ve silahlı devlet dışı aktörlerin yayılmasına karşı askeri amaçlı kullanıyor.
BAE’nin diğer hedefleri ise siyasi nitelikli. Bunlardan ilki, Arap dünyasının iç çatışmalarla parçalandığı ve Kahire, Şam, Bağdat gibi kadim medeniyet merkezlerinin güçten düştüğü bir dönemde doğan boşluğu doldurmak ve nüfuz alanı genişleyen Türkiye ve İran’ın önünü kesmek.
İkinci siyasi hedefi, -gelecekte kendi rejimini de tehdit edebileceğinden- Ortadoğu’daki değişim dalgasına her türlü araçla karşı durmak ve mümkünse süreci geri çevirmek. Abu Dabi yönetimi, bunun için “Arap Baharı”nın başından itibaren eski rejimlerin adamlarına kucak açtı; hatta kilit isimler, BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’e danışman yapıldı. Böylelikle BAE karşı-devrim dalgasının operasyonel üssüne dönüştü. 2013’ten bu yana bölgede değişimi savunan güçlere karşı askeri darbeden psikolojik harbe, siber savaştan tehdit ve şantaja, vekâlet savaşından doğrudan askeri müdahaleye kadar her yönteme başvuruluyor. Muhammed Dahlan gibi Arap dünyasının kirli ve karanlık adamları, veliaht prensin danışmanı sıfatıyla bu misyonlarda aktif bir şekilde kullanılıyor.
Üçüncüsü, “Arap Baharı” sürecinde çürümüş seküler milliyetçi rejimlerin en önemli alternatifine dönüşen Müslüman Kardeşler başta olmak üzere, siyasi iddiası olan İslami hareketlerin tamamını terör örgütleri kapsamına sok(tur)arak onlarla içte ve dışta topyekûn mücadele etmek.
“Arap Baharı”nın yol açtığı siyasi, iktisadi ve askeri meydan okumalarla mücadelede BAE öncü bir rol üstleniyor. Ortadoğu’da güvenlik için “otoriter istikrar”ın yılmaz savunucusu olup kendisini radikalizme karşı ılımlılığın ve hoşgörünün timsali, “liberal otoriterliğin” rol modeli olarak sunuyor. Ayrıca siyasal İslam’a karşı sekülarizmi ve din-devlet ayrımını destekliyor. Aslında komşularından İran Şiiliği, Suudi Arabistan Vehhabi-Selefiliği, Katar da İslamcılığı himaye eden bir politika izlerken BAE’nin elinde güçlü rakiplerine karşı başkaca bir alternatif de bulunmuyor. Yine çoktandır ölüm döşeğindeki Arap milliyetçiliğini yeniden diriltmeye çalışıyor ve “Arapların meseleleri Arap dünyası içinde çözülmeli” görüşünü savunuyor. Aslında bu politikayla hedeflediği, hiç şüphesiz Türkiye ve İran’ın bölgede artan nüfuzuna engel olmak; yoksa Arap meselelerine Batı’nın ve İsrail’in müdahil olmasından hiç rahatsız olmadığı gibi, rakiplerine karşı onlarla sıkı bir işbirliği yapıyor. Keza “Arap milliyetçiliği” kisvesi altında kendi yayılmacı emellerinin de üzerini örtüyor.

İttifaklardan silahlı kuvvetlere, paradan propagandaya BAE’nin dış politika araçları
Türkiye ve İran ile İslamcı akımların yükselişini, yine terör örgütleri ile Ortadoğu’daki anarşik ortamı birer tehdit olarak algılayan, ama küçük bir ülke olması hasebiyle gücünün sınırlarının da farkında olan BAE, hem bu tehditleri kendi sınırına dayanmadan yerinde bertaraf etmek hem de bölgesel bir denge kurmak için ittifaklar ağına öncelik veriyor. Bu çerçevede bölgede, Suudi Arabistan ve Mısır’la birlikte “ılımlı Arap rejimleri” ekseninin başını çekerken; dışarıda ise -BAE’nin Washington Büyükelçisi Yusuf el-Uteybe’nin 2008’den itibaren sarf ettiği çabalarla- ABD’yle, özellikle de Amerikan sağı (neoconlar), Yahudi lobisi ve İsrail’le yakın ilişkiler ağı kurdu. Obama yönetiminin yerel ortakları sahaya sürerek “geriden yönetme” politikası ve Trump’ın müttefiklerin ellerini taşın altına koydurma taktiği için BAE biçilmiş bir kaftandı. Bu süreçte Amerikan politikalarını uygula(t)maya en hevesli aktör olarak sivrildi; İsrail’in Arap dünyasıyla ilişkilerini güçlendirme noktasında hayati bir rol oynadı.
BAE, uzun yıllardır bekasını ve güvenliğini ülkesindeki Amerikan üslerine borçluydu. Ancak “Arap Baharı”yla birlikte hem ülke içinde hem de bölgede yükselen tehditler karşısında -ABD’nin geri çekilmesinden de duyduğu kaygıyla- kendi polis, ordu ve istihbarat teşkilatlarını ya sıfırdan kurdurtmaya ya da Batı modeli temelinde yenileyerek etkinliğini artırmaya odaklandı. Bunun için 2011’den itibaren Blackwater’ın kurucusu Erik Prince başta olmak üzere çeşitli yabancı özel güvenlik şirketleriyle ve Amerikalı, Fransız, İngiliz ve Avustralyalı emekli askerler ve istihbaratçılarla çalışmaya başladı. İlk kez 2014’te kendi vatandaşlarına zorunlu askerliği getirse de ordusu halen büyük ölçüde -savaşla yoğrulmuş coğrafyalardan seçilen– Asyalı, Afrikalı ve Latin Amerikalı paralı askerlerden oluşuyor. Son teknoloji ürünü silahlara da muazzam yatırım yapıyor. Dünyada en çok silah ithal eden üçüncü ülke konumunda. Bu silahları ve ordusunu Amerikalı yetkililerin deyimiyle “en ideal şekilde kullanıyor”. Hem 1991 Körfez Savaşı’ndan bu yana neredeyse tüm Amerikan harekâtlarına muharip birlikler yolluyor ve bu sayede operasyonel tecrübe kazanıyor hem hâlihazırda Yemen’den Libya’ya ve Suriye’ye birçok alanda DEAŞ, el-Kaide, Husi Ensarullah ve diğer İslamcı gruplara karşı savaş yürütüyor hem de komşusu İran’ı caydırma amacı güdüyor. Kısaca BAE, artık yumuşak güçle yetinmeyip ordusunu sınırları ötesinde gücünü yayacak şekilde kullanmaya çalışıyor. Bu politikanın mimarı ise uzun süredir ülkeyi fiilen yöneten asker kökenli Veliaht Prens ve Başkomutan Yardımcısı Muhammed bin Zayid.
BAE’nin yumuşak ve kaba gücünün asıl kaynağı ise petrolden ve ticaretten kazandığı servet. Gerek Batı’da gerekse Orta Asya’dan Balkanlara, Ortadoğu’dan Afrika’ya gelişmekte olan ülkelerde, servetini büyük yatırımlara sermaye olarak kullanıyor. Ayrıca “çek defteri diplomasisi”yle gelişmekte olan ülkelere yardım, yatırım veya borç mahiyetinde para akıtarak –veyahut para musluklarını kapatma tehdidiyle– iç ve dış politikalarını yönlendiriyor. İngiltere’yi ve ABD’yi Müslüman Kardeşler menşeli hareketleri terör örgütleri listesine almaya zorlamak için milyar dolarlık yatırımlarla silah ve petrol anlaşmalarını baskı aracı olarak kullanıyor. Mısır örneğinde görüldüğü üzere karşı-devrimleri finanse ediyor. Abu Dabi yönetimi bu aracı sadece dış politikada kullanmıyor; “Arap Baharı”nın başında, kendi içinde daha fakir olan emirliklerde çıkabilecek huzursuzlukların önüne geçmek ve siyasal İslam’ın yayılmasını engellemek için kesenin ağzını açarak halkına milyonlarca dolarlık ilave destek sağlamıştı.
BAE, Batı’da birçok medya kuruluşunun, STK’nın, üniversitenin, düşünce kuruluşunun, akademik derginin finansörü veya bağışçısı olarak bilgi üretimini de doğrudan veya dolaylı olarak etkiliyor, zaman zaman yönlendiriyor. Ayrıca çok sayıda uydu kanalına ev sahipliği yaparak ve birçok medya kuruluşuna maddi kaynak aktararak Arap dünyasının medya merkezine dönüşmeye çalışıyor. El-Cezire’ye karşı Sky News Arapça başta olmak üzere kurduğu veya sponsor olduğu haber kanallarıyla Katar’ın bu alandaki gücünü kırma ve kendi vizyonu doğrultusunda Arap sokaklarını şekillendirme hedefi güdüyor.
BAE’yi diğer zengin Körfez ülkelerinden ayıran en önemli fark ise uzun yıllardır lobicilik faaliyetlerine muazzam paralar ayırarak başta ABD olmak üzere Batı’da karar alıcı çevreler üzerinde nüfuz kurup Ortadoğu politikalarını yönlendirmeye çalışması. Bu noktada Yahudi lobilerini örnek aldığı gibi bizzat onlarla işbirliği de yapıyor. Bu faaliyetlerinde o kadar ileri gitti ki ABD’de Başkan Trump’ın seçim kampanyasına usulsüz para akıttığı ve siyasi nüfuz kurmaya çalıştığı iddiası, özel savcı Robert Mueller’ın soruşturma dosyasına girmiş bulunuyor.
Son olarak BAE, önümüzdeki yıllarda çok daha önemli hale gelecek alanlara da -yine Batılı uzmanlar sayesinde- muazzam yatırımlar yapıyor. Nükleer enerji projesini başlatırken BAE Uzay Ajansını kurmak için NASA’yla temas içinde. Siber alana odaklanarak bilgisayar korsanlarından elit bir görev gücü ve sosyal medya trollerinden oluşan güçlü bir ağ kuruyor. Bu noktada attığı en kritik adım, Doha’yı diplomatik ve ekonomik tecrit altına almadan evvel Katar Haber Ajansı’nı hackleyerek Katar Emiri’nin ağzından sahte içerik yaymasıydı.

“Küçük Sparta”nın başarı şansı
BAE -vitrinde Suudi Arabistan görünse de- perde arkasından Arap coğrafyasını yönlendiren aktör olmakla övünüyor. Ancak gücünün kat kat üzerinde oynadığından ve aşırı yayıldığından orta ve uzun vadede başarı şansı düşük görünüyor. En büyük zaafı 9,4 milyonluk nüfusunun sadece yüzde 12’sinin yerli halktan oluşması. Ekonomisini Asya’dan gelen işçiler ayakta tutarken, bütün o iddialı politikalarının akıl hocası ve uygulayıcısı ise dolgun maaşlar sayesinde veliaht prensin emrine giren yabancılar.
BAE, askeri gücü ve savaşma istekliliğiyle Amerikalı yetkililerin “Küçük Sparta” övgüsüne mazhar olsa da bunu dışarıdan ithal silahlar, ileri teknolojiler, paralı savaşçılar ve danışmanlarla elde etmiş durumda. 1820’lerden itibaren imzaladığı anlaşmalarla (Osmanlı ve İran’a karşı) güvenliğini ve dış politikasını İngiliz himayesine devretmesinden gelen bir alışkanlıkla, bugün de Batı’nın güvenlik yapılanmalarını ve savunma stratejilerini kopyalamaya ve bizzat Batılıları kiralamaya çalışsa da bunları kendi bünyesine uyduramadığı gibi yerli ve bütüncül bir vizyondan da yoksun. Dışarıda askeri üsler ve limanlarla kurmakta olduğu o büyük “deniz imparatorluğu”nu da kendi başına yönetmesi imkânsız.
İşte bu noktada devreye giren gücünün asıl bileşeni ittifaklar ağına gelince, baş müttefiki ABD’de en büyük yatırımı yaptığı Başkan Trump’ın görev süresini salimen bitirip bitiremeyeceği belirsiz. Görev süresini tamamlasa dahi Trump’ın ikinci dönem başkan seçilebilmesi mümkün görünmüyor. Washington’da bir yönetim değişikliği durumunda BAE için işler şu anki gibi yolunda gitmeyebilir. “Karşı-devrimci Arap ekseni” ise ortak tehditler etrafında şekillenmiş olup kendi içinde rekabetler ve kırılganlıklar sözkonusu. BAE Veliaht Prensi, devlet yönetiminde toy Suudi Veliaht Prensi üzerinde kurduğu etkiyle Suudi tahtının ardındaki asıl güce dönüşse de uygulattığı “devrim” niteliğindeki politikalar önümüzdeki süreçte kraliyet ailesi ve rejimin dayandığı güç odakları içinde bir patlamaya yol açabilir. Suud-BAE arasında şu an Yemen politikasında alenen görünen farklılıklar ileriki dönemde başka alanlarda da kendini hissettirebilir. Tıpkı dayattıkları sözde Arap-İsrail barışıyla Ürdün’ü giderek yabancılaştırdıkları gibi önümüzdeki süreçte bu eksen içinde başka savrulmalar da yaşanabilir.
BAE, “Arap Baharı” sürecine en büyük sekteyi vuran aktörlerden olsa da Mısır’dan Libya’ya ve Yemen’e kadar desteklediği kadroların ülkelerine istikrar getiremeyeceği gibi birlik ve bütünlüğü de koruyamayacağı aşikâr. BAE’nin özellikle stratejik önemi haiz Yemen ve Somali’de ayrılıkçı grupları eğitip silahlandırarak ve gerekli kurumsal altyapıyı hazırlayarak bölünmelerinin önünü açtığı ve bölgede yeni yeni çatışmaların tohumlarını attığı bariz bir şekilde görülüyor. Ancak yedi emirlikten müteşekkil bir federasyon olarak, önümüzdeki dönemde parçalanan Ortadoğu’da kurulabilecek yeni federatif yapılar için ideal bir model olacağı beklentisinde. Dahası Ortadoğu’da kendisi gibi küçük devletçiklerin ortaya çıkması BAE’nin bölgesel aktörlüğünü sürdürebilmesinin de bir teminatı.
Öte yandan BAE’nin destek çıktığı karşı-devrimlerin o kadar da başarılı olduğu söylenemez. On milyarlarca dolar akıtılmasına rağmen Mısır hala daha istikrara kavuşamadığı gibi her an patlamaya hazır bir bomba olarak Arap dünyasının göbeğinde duruyor. Libya’da muazzam yatırım yaptığı General Halife Hafter dört yıldır hala daha ülkeyi kontrolü altına alabilmiş değil. Yemen’de kurdukları oyunlar her defasında ellerinde patladığı gibi üç yıldır devam eden bombardımana rağmen Husiler hala daha başkenti kontrol ediyor. Birçok ülkede planladıkları darbe tezgâhları tutmuş değil. En son Katar’da yönetimi devirme ve 2013’te Sisi darbesiyle başlattıkları karşı-devrim sürecini tamamlayarak kendi bölge vizyonlarını hâkim kılma amaçlı kuşatmadan da henüz istedikleri sonucu alabilmiş değiller. BAE-Suud baskısıyla Katar’la diplomatik ilişkileri kesip tecrit kervanına katılan Arap ülkelerinin bir kısmı -kendileri de bu süreçten zarar görerek- Doha’yla ilişkileri yeniden rayına oturtmanın şu an yollarını arıyor.
BAE, büyük güçlerin dış politikalarını etkileyip yönlendirebildiği gibi, kendisi de bölgede uyguladığı politikalarla aynı büyük güçlerin taşeronluğunu üstleniyor. Bu durum ileriki dönemde BAE’ye duyulan öfkeyi artırabilir. Keza bölgede izlediği yayılmacı politikalar dostlarıyla da düşmanlarıyla da arasının bozulmasına, hatta çatışmalara yol açabilir. Zira Kızıldeniz ve çevresi şu an bütün küresel ve bölgesel güçlerin üslendiği ve rekabet ettiği bir coğrafya niteliğinde. Yine Yemen’in güney ve doğusundaki yayılmacılığı, komşusu Umman’ı öfkelendirerek karşı önlemler almaya itmekte. Ayrıca BAE’nin politikaları zaman içinde ev sahibi ülkelerle arasının açılmasına yol açıyor; tıpkı Cibuti, Somali ve Yemen’le olduğu gibi.
Ortadoğu’da halkların ihtiyaçlarını ve çağın icaplarını dikkate alan gerçek ve yerli bir oyun kurmak yerine, dışarıdan ithal akıllar ve araçlarla eski düzeni geri getirmeye ve Suudi Arabistan’ı öne sürerek dikkatleri fazla üzerine çekmeden bir bölgesel güce dönüşmeye odaklanan BAE’nin başarı fazla görünmüyor. Tam da Middle East Eye’ın baş editörü David Hearst’ün ifadeleriyle, “Onlar, kumpas kurabilirler ve devirebilirler; ama idare edemezler ve istikrara kavuşturamazlar. Onların gerçek bir bölge vizyonu yok.”
[Ortadoğu politikaları çalışan Zahide Tuba Kor’un araştırma alanları arasında dinler ve mezhepler tarihi ile Türk dış politikası da bulunmaktadır]
  

23 Mayıs 2018 Çarşamba

1. YILDÖNÜMÜNDE KATAR/KÖRFEZ KRİZİ İLE İLGİLİ TOPLU TERCÜMELER



1. YILDÖNÜMÜNDE KATAR/KÖRFEZ KRİZİ İLE İLGİLİ TOPLU TERCÜMELER         


23 Mayıs’ı 24 Mayıs’a bağlayan gece yarısı Katar Haber Ajansı’nın heklenmesiyle başlayan, 5 Haziran’da birçok Arap ülkesinin diplomatik ilişkileri kesip deniz, hava ve kara ablukası uygulayarak Doha’yı tecrit etmesiyle uluslararasılaşan Katar/Körfez Krizi’nin birinci yıldönümünde, -2017 yılı boyunca yaptığım- krizin sebeplerini, perde arkasında yaşanan süreçleri ve bölgesel sonuçlarını hemen her yönüyle ele alan toplamda 31 tercümeyi tekrar ilginize sunuyorum.


NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümelerin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)

Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)

Jamal Elshayyal (Uluslararası ödüllü el-Cezire İngilizce kıdemli muhabiri)

Beşir Nâfî (El-Cezire Araştırma Merkezi kıdemli araştırmacısı)

Graham E. Fuller (Eski üst düzey CIA şefi, eski Milli İstihbarat Konseyi başkan yardımcısı; İslam dünyasıyla ilgili birçok kitabın yazarı; şu anda Rand Corporation danışmanı)
KATAR GERÇEKTEN DE KÖRFEZ’İ TEHDİT EDİYOR MU? (LobeLog Foreign Policy, 13.6.2017)

Patrick Cockburn (Ortadoğu uzmanı, ödüllü Independent gazetesi yazarı)

Olivia Alabaster (Middle East Eye haber editörü ve gazeteci; daha evvel Lübnan the Daily Star gazetesinde Ortadoğu ve dünya haberleri editörüydü)

Akbar Shahid Ahmed (Huffington Post dış politika muhabiri)

Andreas Krieg (Londra King’s College’ın Savunma Araştırmaları Bölümünde yardımcı doçent ve Ortadoğu’daki hükümetler ve ticari kuruluşlarla çalışan stratejik risk danışmanı; “Socio-Political Order and Security in the Arab World” kitabının yazarı)

John Hannah (Demokrasileri Savunma Vakfı kıdemli danışmanı. George W. Bush’un ilk döneminde Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin Ortadoğu konusunda milli güvenlik müsteşar yardımcısı olarak ABD’nin Irak, İran, Suriye, Lübnan, Filistin-İsrail Barış Süreci ve teröre karşı küresel savaş politikalarını şekillendirdi. Bush’un ikinci döneminde başkan yardımcısının milli güvenlik müsteşarıydı)
KATAR ÜZERİNE DÜŞENİ YAPMALI (Foreign Policy, 22.5.2017)

Yuval Abraham (İsrailli serbest gazeteci)

Seth J. Frantzman (Jarusalem Post gazetesi editörü ve yazarı)

Simon Henderson (Washington Ortadoğu Politikası Enstitüsü, Körfez ve Enerji Politikaları Programı Direktörü)

Alastair Crooke (İngiliz istihbarat servisi MI6 ve AB diplomasisinde üst düzey görevlerde bulunmuş eski bir casus ve diplomat. Beyrut merkezli Conflicts Forum’un kurucusu ve başkanı. BM Medeniyetler İttifakı Küresel Uzmanlar Komitesi üyesi)
TRUMP, SUUD-İSRAİL TUZAĞINA DÜŞÜYOR (Consortium News, 3.6.2017)

James Jeffrey (ABD’nin eski Irak ve Türkiye büyükelçisi) & Simon Henderson (Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü Körfez ve Enerji Politikası program direktörü)
KATAR KRİZİ: EN KÖTÜ DURUM SENARYOSU (The Cipher Brief, 6.7.2017)

Mark Perry (Askeriye, istihbarat ve dış politika uzmanı yazar; ekim ayında “Pentagon Savaşları” başlıklı kitabı piyasaya çıkacak)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
ON YILDIR DÜNYANIN TARTIŞTIĞI İSLAM SORUSU (Washington Post, 13.7.2017)


Haid Haid (Güvenlik politikaları, çatışma çözümü, Kürtler ve İslami hareketler konusunda uzman Suriyeli köşe yazarı ve araştırmacı; Chatham House üyesi)

Kamran Bokhari (Geopolitical Futures kıdemli uzmanı)
KATAR: SUUDİ ACZİYETİNİN BİR GÖSTERGESİ (Geopolitical Futures, 6.6.2017)

Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü) Kamran Bokhari (Geopolitical Futures kıdemli uzmanı)
ORTADOĞU ŞEKİL DEĞİŞTİRİYOR (Geopolitical Futures, 9.6.2017)

James Dorsey (S Rajaratnam Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü kıdemli araştırmacısı)
THE GULF CRISIS: SMALL STATES BATTLE IT OUT (Modern Diplomacy, 28.7.2017)

Paul Cochrane (Ortadoğu ve Orta Asya konularında yazan Beyrut’ta yaşayan serbest gazeteci)

Mu’tez el-Hatip (Hamad bir Halife Üniversitesi İslam Hukuku ve Ahlak Merkezi öğretim üyesi)

Burak Bekdil (Gatestone Enstitüsü ve Defense News için düzenli olarak yazılar kaleme alan Ankara’da yaşayan gazeteci ve Middle East Forum üyesi)
TÜRKİYE’NİN BAŞARISIZLIĞA UĞRAYAN BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BESA Center Perspectives Paper No. 499, 16.6.2017)



M.STRONG: TRUMP, EVANJELİKLER VE ORTADOĞU





Morgan Strong (Ortadoğu tarihi profesörü)
Middle East Eye, 22.5.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

(…)
[14 Mayıs’taki] bu adım, Trump’ın Hristiyan sağa, Evanjelik/fundamentalist Hristiyanlara ve ABD’deki Ortodoks Yahudi cemaatine verdiği, Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma sözünü hayata geçirmiş oldu. Trump’ın en yakın danışmanlarından biri olan Evanjelik papaz Robert Jeffress, Amerikan büyükelçiliğinin açılış töreninde dua yaptı – ki bu açıkça (…) Anayasa’ya uygun olmayan bir adımdı. 

Tali destek gruplarının gücü
Jeffress en sıradışı papaz. Yahudileri, Müslümanları, Hinduları ve Mormonları kâfir olarak nitelemekte. Katolik Kilisesi’nin şeytanın bir aracı olduğunu söyledi. Başkanlık seçimleri sırasında Hillary Clinton’ın destekçilerinin cehenneme gideceğini belirtti. Kısaca o, psikozlu.
Büyükelçiliğin Kudüs’e taşınması, Trump yönetimi altında [Filistin-İsrail] barış sürecinin tamamen terk edilmesinin ve iki devletli çözümün sonunun bir sembolü. Trump yönetiminin Ortadoğu politikasını belirlemekte Ortodoks Yahudilerin ve Evanjelik Hristiyanların sahip olduğu güç bundan daha net ifşa olunamazdı.
Evanjeliklerin Trump üzerindeki nüfuzu her yerde görülebilir. Şubat ayında ölen dünyaca meşhur Hristiyan Evanjelik Billy Graham’a siyasi liderlerin ve halkın taziyesini sunması için Amerikan Kongre binasının büyük kubbesi altına cenazesinin konması ayrıcalığı tanındı. 1852’den bu yana sadece 33 kişiye böyle bir ayrıcalık tanınmıştı ve geleneksel olarak bu imkân başkanlar, siyasi liderler ve askerî kahramanlarla sınırlıydı. Sadece medeni haklar ikonu Rosa Parks gibi birkaç sivil (…) bu şekilde onurlandırılmıştı. Daha evvel hiçbir dinî lidere böyle bir ayrıcalık tanınmamıştı (…)
[Z.T.K. Cenaze töreniyle ilgili yapılmış haberlerden dikkatimi çeken şu satırları paylaşmak istiyorum: Donald Trump törendeki konuşmasında, “Bugün büyük anıtın merkezinde efsanevi Billy Graham yatıyor” diyerek “Dünya’ya Tanrı’nın lütfunun hediyesi, dua etmenin gücünü hatırlatan biri ve Mesih için büyükelçi” açıklamasıyla onun önemini vurguladı.]
Graham bir zamanlar Başkan Richard Nixon’ın ofisinde Antisemitik sözler sarf ederken dinlemelere takılmış ve daha sonra Watergate soruşturmaları sırasında ifşa edilmişti. Graham, Yahudilerin Amerikan devletini ve özellikle de medyasını ele geçirmeye çalıştığına dair Nixon’ın iddialarını tasdik etmişti. Bu tapelerde Graham, “Bu (Yahudi) mutlak gücü kırılmalı yoksa ülke güme gidecek” demişti. Ardından medyadaki kendi Yahudi dostlarına işaret ederek “Bu ülkeye yaptıklarına dair gerçekte neler hissettiğimi bilmiyorlar” diye eklemişti.

Ben-merkezci yanılsamalar
Şu anda Beyaz Saray’ı yöneten akımlar işte tam da bunlar. Hâlihazırda uygulandığı gibi, Donald Trump’ın ABD’sinde Hristiyan Evanjeliklerin elindeki güç, Amerikan demokrasisinin en temel ilkeleriyle çelişiyor ve bu hem ülke hem de -Amerikan nüfuzu dikkate alındığında- dünya için açık bir tehdit.
Fundamentalistler ve Evanjelikler kendi kurtuluşlarının peşinden koşuyorlar. Onlar cennette ebedi saadete ermelerinin mukadder olduğuna inanıyorlar ve Anayasa’yı bu amaca tâbi kılmaya son derece hazırlar, hatta bunu aşkla şevkle arzuluyorlar. Medeni hukuku Kitab-ı Mukaddes hukukuyla değiştirmek istiyorlar, tabii kendi yorumladıkları şekilde.
Geleneksel olarak Evanjelizmin temel inancı Kitab-ı Mukaddes’teki İsrail’in yeniden doğması. Birçok Evanjelik, -merkezinde Kudüs’ün olduğu- tamamen hayali bu kraliyeti yeniden kurmanın İsa Mesih’e geri dönüş için ilham vereceğine ve bunun da cennete yükselişlerini beraberinde getireceğine inanıyorlar. Onların bu inançlarını paylaşmayacak kadar bedbaht olanlar Mesih tarafından yok edilecekler; buna Yahudi kafirlerin ekseriyeti de dahil.
Evanjeliklerin inancının ve -kolayca manipüle edebilecekleri- mevcut Amerikan başkanı üzerindeki sıradışı etkilerinin sonucu, hiç şüphesiz Ortadoğu’da çatışma ve kaos yaratmak ve hatta bu, İsrail’in İran’a karşı saldırganca hareketleriyle çoktan başladı bile. Bunun çok daha beter hale geleceğine hiç şüphe yok.

Falwell’in “kutsal savaşı”
Evanjelik hareket 20. yüzyılın başında bir zirve yaptı. 1920’de bu hareket, ülkenin her yerinde alkollü içki satışını ve üretimini yasaklayan emri geçirtmeyi başardı. 1920’den 1933’e kadar uzatılan bu Yasaklama Emri iktisadi, siyasi ve toplumsal bir felaketti. Örgütlü suçlarda artış bu emrin kanunlaşmasından sadece kısa bir süre sonra baş gösterdi ve sözkonusu on üç senede Amerikan toplumu içinde iyice kök salıp katlanarak arttı.
Mevcut Hristiyan Evanjelik siyasi hareket, 1970’lerde Jerry Falwell’in Ahlaki Çoğunluk fikrini aşılamasıyla başladı. Falwell, o dönemde ABD’yi yöneten ahlaksızlara/günahkârlara karşı “cihat” ilan etti. Seçilebilmek için Evanjeliklerin desteğine muhtaç olan Donald Trump, seçim kampanyası ziyaretlerinde Falwell’in dili ve ideolojisinin çoğunu kullandı ve şimdilerde bunu yönetime de taşımış durumda.
Falwell ve Evanjelikler, onlarca yıldır büyük acılar ve fedakârlıklarla elde edilmiş yürürlükteki medeni haklar mevzuatına ve ayrıca eşcinsel haklarına, kadın haklarına (özellikle de kürtaja) ve okullardaki laikliğe karşı çıktılar. Hepsinden önemlisi Falwell, Hristiyan sağının muayyen bir soyut şerrin somutlaşmış hali olarak gördüğü İslam’a içgüdüsel olarak karşı durdu.

Hareketin büyümesi
Falwell’in hareketi, Evanjelik/fundamentalist inananların artmasıyla birlikte, (yıllar sonra Trump’ın seçim sloganı haline gelecek “Amerika’yı yeniden yüceltin” sözünü ilk kez kullanan) Ronald Reagan’ın başkan seçilmesinin ardından önem ve nüfuz kazandı. Mesajını 373 bölgesel televizyon kanalı ve 1300 radyo istasyonundan yayınlamaya başlayan Hareket katlanarak büyüdü. Falwell’inki de dahil muazzam kiliseler on binlerce kişiyi saflarına çekti.
Mesajları hızla yayıldı, her bir papazın net servetindeki artışla doğru orantılı bir şekilde… 2007’de öldüğü sırada Jerry Falwell’in 10 milyon dolarlık net serveti olduğu söyleniyor. Oğlunun da benzer bir serveti var. Billy Graham’ın öldüğü sırada net serveti ise 25 milyon doları aşıyordu; oğlununki ise 10 milyon dolardan fazla. Ülkedeki tanınmış Evanjelik/fundamentalist papazların çoğu milyoner.
2002’de CBS News televizyonundaki “60 Dakika” programına verdiği mülakatta Falwell, Muhammed peygamberi “bir terörist, şiddete başvuran adam, savaş adamı” olarak ilan etmişti. Müslüman dünyadan yükselen tepkiler karşısında kamuoyu önünde bir özür yayınlamak zorunda kaldı; ama bu özründe en hafif deyimiyle samimiyetsizdi ve bu türden görüşler hala daha Evanjelik harekette yaygın.
Falwell’in oğlu Jerry Falwell Jr, bir IŞİD mensubunun düzenlediği San Bernardino saldırısının ardından 2015’te Liberty Üniversitesinde bir öğrenci kitlesine konuşurken şöyle dedi: “Hep şunu düşünmüşümdür, eğer ki daha fazla iyi insanın gizli silah taşıma ruhsatı olsaydı bu Müslümanları içeri girmeden vurup öldürebilirdik.”
Bu arada Billy Graham’ın oğlu Franklin, eski Başkan Barack Obama’ya şöyle bir mesaj yazmıştı: “Sayın Başkan, bizim daha fazla silah kontrolüne değil sınır devriyesine ihtiyacımız var. Adamakıllı tetkiki öngören bir süreç benimsenmeden hiçbir Müslüman’ın bu ülkeye girişine izin verilmemeli. Radikal İslam’la bu savaş sona ermeden, tehdit oluşturma ihtimali bulunanları geri çevirmemiz lazım.”

Taklitçi gündem
Bu, Trump’ın Hristiyan sağından neşet eden diğer bir sloganıydı ve gerçekten de politikaya dönüştürdü. Trump, onların gündemini papağan gibi tekrarlıyor ve azınlıklara ve göçmenlere, özellikle de neredeyse tamamı Katolik olan Meksikalılara saldırıyor. Evanjelikler, milyonlarca Katolik göçmenin gelişiyle kendi siyasi güçlerinin sulanmasını görünen o ki riske etmek istemiyorlar.
Franklin Graham, George W. Bush’un mürşidiydi ve Bush, Franklin’in babasına kendisini Evanjelik Hristiyanlığa döndürmesi nedeniyle itibar gösteriyordu. Franklin Graham, ABD’nin Irak’ı işgalini gerekliymiş gibi göstermekte ciddi bir etki ve işlev gördü; ABD’nin İslam’a karşı cihatta olduğuna kaniydi.
2008’de Obama’nın Amerikan başkanı olarak seçilmesinin ardından Graham, Beyaz Saray yetkililerinin “Deccal” olduğunu söyledi. Obama’nın bir Müslüman olduğunu ve yönetime Beyaz Saray’a danışmanlık yapan Müslümanların sızdığını iddia etti.
Mevcut yönetimde Başkan’ın dünya anlayışını belirleyen en etkili iki makam, milli güvenlik müsteşarlığı ve dışişleri bakanlığı. Yeni milli güvenlik müsteşarı John Bolton aşırı sağ inançların bir timsali. Kısa süre evveline kadar Gatestone Enstitüsü başkanıydı. Bu düşünce kuruluşu, “Birleşik Krallık İslamcı Bir Müstemleke mi?” ve “İslam’a Tamamen Boyun Eğmeye Doğru Fransa: Serbest Konuşma Özgürlüğünün Yok Edilmesi” gibi makaleler yayınlayarak Müslüman karşıtı çok tehlikeli görüşler serdetmekte.

İslam’a yönelik kin ve nefret
Bolton, Mart 2015’teki bir yazısında ABD ve İsrail’e İran’a saldırma çağrısı yapmıştı: “Zaman iyice daralıyor, ama bir saldırı yine de başarılı olabilir… Bir saldırıyla İran’ın tüm nükleer altyapısı yok edilmeyebilir; ama nükleer yakıt döngüsünde kilit bağlantıları koparmak suretiyle sözkonusu program 3 ila 5 sene geciktirilebilir. ABD kapsamlı bir yıkım yapabilirdi; ama İsrail de tek başına elzem olan şeyi gerçekleştirebilir. Böyle bir adım, Tahran’da rejim değişikliği hedefleyerek, İran muhalefetine güçlü bir Amerikan desteğiyle birlikte yürütülmeli.” Gelinen noktada Bolton ve Hristiyan sağı, İsrail’le el ele vererek İran’la nükleer anlaşmayı bozdu.
Bu arada yeni Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da geçmişten gelen Müslüman karşıtı açıklamaları ve görüşleriyle tescilli bir Evanjelik. (…)
(…)
Pompeo, İran’ı “dünyanın en büyük terörizm destekçisi” olarak niteleyerek 2015 nükleer anlaşmasına şiddetle karşı çıkmıştı. (…) Bolton ve Pompeo’nın İran’a yönelik bu türden saldırganca ifadelerini, İslam’a karşı kin ve nefretlerini ve İsrail’e kayıtsız şartsız desteklerini dikkate aldığımızda, ABD’nin Ortadoğu’da Evanjelik/fundamentalist kutsal savaşı yaymasından korkmak için elimizde her türlü sebep var.

Trump’ı mazur görmek
Trump, -çeşitli meselelerde görüşlerini almak istediğinde Beyaz Saray’daki “dinleme seansları”na sıklıkla katılan- Evanjelikler tarafından çok sevilmekte. Trump’ın seçim kampanyasını yürüten Evanjelik danışma kurulunun eş-başkanlarından Rev Johnnie Moore, Beyaz Saray’ın “ön kapısının Evanjeliklere daima açık olduğu”na dikkat çekmekte. Danışma kurulu, Başkan Yardımcısı Mike Pence’le birlikte, Oval Ofis’te [dualar eşliğinde Trump’a ellerini sürmek suretiyle] “elle kutsama” dinî töreni yapmakta. [Z.T.K. Dini törenden fotoğrafları görmek için TIKLAYINIZ]
[Z.T.K. Hristiyanlara göre, “elle kutsama/ellerin bir kişinin üstüne koyulması” bireyleri başka birisinden ayıran ve yetki ve/veya güç gibi ruhsal kutsamaların verilmesini belirten sembolik bir hareketmiş.]
Daha evvel Obama politikalarının Deccal’in yükselişine yol açacağını söyleyen [Trump’ın] kampanya danışma kurulu üyelerinden Robert Jeffress, istediklerini yaptığı sürece Trump’ın kusurlarını önemsememeye hazır olduklarını ifade etmişti.
Trump’ın bir porno yıldızı Stormy Daniels’e rüşvet verdiğine dair iddialar ortaya çıktığında Franklin Graham dedi ki “O, ülkemizin papazı değil”. Jeffress’in şu sözünden de anlaşılacağı üzere Evanjelik liderler Trump’ı mazur görüyorlar: “Başkan Trump’a verilen Evanjelik destek, onun şahsi dindarlığına değil uyguladığı politikalarına dayalıdır.”
(…)
Geçen sene Trump dedi ki “Evanjelikler bana karşı son derece harikalar”. Onların istediğini yapacağı aşikâr. Her koyun kendi bacağından asılır.



NOT: Amerikan yönetimi ve Evanjelizm bağlantısıyla ilgili bloga yüklediğim diğer tercümelere aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz:

MİLLİ KİMLİK SİYASETİ: EVANJELİKLER NİÇİN TRUMP’A OY VERİYOR? (Social Sciences Research Council/SSCR, 4.10.2016)
Philip S. Gorski (Yale Üniversitesi sosyoloji profesörü)

Ishaan Tharoor (The Washington Post dış politika yazarı; daha evvel Time dergisi kıdemli editörü ve Hong Kong ile New York muhabiri idi)

Rebecca Shimoni Stoil (Amerikan siyasi tarihinde öğretim görevlisi; daha evvel the Jerusalem Post ve Times of Israel gazeteleri muhabiriydi)


22 Mayıs 2018 Salı

A.ATWAN: “YÜZYILIN ANLAŞMASI” İÇİN HAZIRLIK



“YÜZYILIN ANLAŞMASI” İÇİN HAZIRLIK

Abdülbari Atwan (Arap dünyasının önde gelen gazetecilerinden olup şu an Ra’i el-Yevm haber sitesi genel yayın yönetmeni; daha evvel el-Kuds el-Arabî gazetesi genel yayın yönetmeniydi)
Ra’i el-Yevm, 21.5.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Geçtiğimiz hafta Amerikan büyükelçiliğinin işgal altındaki Kudüs’e taşınması kutlamalarının ve İsrail’in Kudüs’ü ebedi başkenti ilan etmesinin kutsanmasının Filistin’in ele geçirilişinin 70. yıldönümüne denk getirilmesi, -eğer işler Trump yönetiminin istediği gibi yolunda giderse- Filistin davasının nihai olarak tasfiyesi anlamına gelecek sözde “Yüzyılın Anlaşması”nı hayata geçirmenin ilk ve en önemli adımıydı.
ABD ve İsrail, büyükelçiliği taşımakta acele ederek ve bunu Nekbe’nin [Büyük Felaket’in] yıldönümüne denk getirerek bu “anlaşma”yı ilan etmeden evvel Arapların ve uluslararası kamuoyunun tepkilerini ölçmek için nabız yoklamış oldu.  Ne yazık ki -kitlesel gösterilerin ardı ardına altı hafta boyunca devam ettiği ve İsrailli keskin nişancıların kurşunlarıyla 100’ü aşkın Filistinlinin can verdiği ve 3000’inin de yaralandığı- Gazze Şeridi’nin dışındaki Filistin topraklarında tepkiler oldukça cılız kaldı. Aynısı Arap ve İslam ülkelerinin başkentlerinden gelen tepkiler için de söylenebilir.
Anlaşmayı önceden pazarlama amacı güden “sızdırma süreci” cuma günü Associated Press haber ajansı üzerinden başlatıldı. İsmi açıklanmayan beş Amerikalı yetkiliye dayandırılan habere göre, Başkan Donald Trump –İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun doğrudan nezaretinde damat Jared Kushner ve “barış” elçisi Jason Greenblatt tarafından kaleme alınan– planını Ramazan’ın ardından Haziran ayı sonuna doğru ilan etmeyi düşünüyormuş.
Büyükelçiliğin taşınmasına ve İsrail’in Gazze’deki katliamına yönelik resmî Arap tepkisi sadece cılız olmakla kalmadı, suç ortaklığı da yapıldı; nitekim ABD’nin gözde Arap müttefiklerinin -özellikle de Mısır, Ürdün ve Körfez ülkelerinin çoğunun- yakında açıklanacak olan Amerikan planının ayrıntılarına vâkıf olduğunu da gösterdi. Tepki olarak acilen Arap zirvesini toplantıya çağırmadılar; Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın topladığı İslam İşbirliği Teşkilatı zirvesine (Ürdün dışındaki) katılımları da (Kuveyt dışında) Körfez ülkelerinin ekseriyetinin dışişleri bakanıyla temsil edilmesi nedeniyle dikkat çekici bir şekilde düşük düzeyliydi. İsrail’le resmî diplomatik ilişkileri olan Arap devletleri (Mısır ve Ürdün) de yaşananları protesto etmek maksadıyla büyükelçilerini geri çağırmayı veya İsrailli diplomatları kendi başkentlerinden kovmayı göze almadılar; Türkiye, Bolivya, Güney Afrika, İrlanda ve Belçika gibi Arap olmayan devletler bu tür adımlar attığı halde. Bu, önümüzdeki aylarda bazı şok edici gelişmelerin yaşanacağına işaret olabilir.
Bu arada Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi, ABD’nin ricası üzerine, Hamas’ı Büyük Dönüş Yürüyüşünü sonlandırmaya ve Gazze’deki durumu yatıştırmaya ikna etmek ve ayrıca İsrail’le 10 yıllık ateşkes tekliflerini görüşmek için -özel bir uçak yollayıp heyetiyle birlikte el-Ariş havalimanına getirtmek üzere- Hamas lideri İsmail Heniyye’yi Gazze’den Kahire’ye davet etti. Hamas’a mensup bazıları, Gazze üzerindeki ablukayı kaldırmakla sonuçlanacak bir tür anlaşmanın eli kulağında olabileceğini sızdırmaya başladı.
ABD ve Arap vekilleri, Filistinlilere veya daha ziyade Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki liderlerine yönelik havuç-sopa yaklaşımını uyguluyorlar. Sopa, mali yardımları kesmek ve ablukayı pekiştirmek; havuç ise Kudüs’ten ve Geri Dönüş Hakkından vazgeçmeleri ve “anlaşma”ya muhalefet etmemeleri karşılığında İşgal Altındaki Topraklara Araplardan ve Batı’dan nakit para akıtma vaadi.
Sisi’nin beklenmedik ve daha evvel görülmedik şekilde Ramazan ayı boyunca Refah sınır kapısını açma kararı, hayat şartlarının iyileşeceği beklentisiyle halkın öfkesi yatıştırılırken Geri Dönüş Yürüyüşlerinin durdurulacağı veya azaltılacağı bir mutabakatın zeminini hazırlama amaçlıydı. Zira Gazze halkı, Hamas’ın da teşvikiyle Amerikan planına isyan eden, büyükelçilik kutlamalarını berbat eden ve İsrail’in o çirkin terörist yüzünü ifşa eden tek gruptu. Ancak eğer ki Hamas liderliği Arap tabağında sunulan Amerikan havucunu almayı reddederse işler planlandığı gibi gitmeyebilir. Zira Hamas’ın içinde muhalefet bayrağını çeken güçlü bir damar da var.
Şimdiye kadar Trump’ın “anlaşması”nın içeriğine dair sızdırılan ayrıntılar, Mısır’ın Sina Yarımadası’ndan –bir liman ve havalimanı da inşa edilebilecek şekilde belki el-Ariş ve Şeyh Zuveyda şehirleri de dahil edilerek– sahil boyunca 720 km2’lik bir alanı Gazze Şeridi’ne katarak genişletmekten bahsediyor. Karşılığında Mısır, Necef Çölü’nden aynı büyüklükte işgal altındaki bir Filistin toprağını alacak. Bu arada Mısır-Ürdün-Suudi sınır bölgesinde 500 milyar dolarlık yatırım çekecek, bolca işsize iş sağlayacak ve Mısır ekonomisine de ilave dolaylı yatırım çekecek olan ultra modern bir mega şehir olması tasarlanan Neom inşa edilecek. Batı Şeria’ya ise “iktisadi barış”tan ve bir de iyileştirilmiş özerk yönetim şartlarından başkası teklif edilmiyor.
ABD tarafından [Filistin’e] sallanan büyük sopa, eğer ki bu plana razı olmazsa Filistin Yönetimi’ni mali yardımlardan mahrum bırakma tehdidi. Zaten bu yılın bütçesinden 200 milyon dolarlık yardımı dondurmuş ve ayrıca UNRWA bütçesine de 65 milyon doları vermemişti. Ürdün’e Körfez ülkelerinden gelen bütün mali yardımların kesilmesi de aynı hedefe matuftu: Ürdün’e ve orada yaşayan Filistinlilere ya “anlaşma”yı kabul edin yahut sonuçlarına katlanın diye baskı yapmak. Ürdün’ü yalnızlaştırma ve oynadığı rolü önemsizleştirme süreci bir süre evvel başlamıştı ve şimdilerde daha da yoğunlaşıyor.
Bu arada Körfez ülkelerinde, kamuoyu nazarında Filistin halkını -topraklarını İsraillilere satmış ve dolayısıyla desteklenmeyi hak etmeyen bir halk olarak resmetmek de dahil- itibarsızlaştırmaya dönük giderek tırmanan bir medya kampanyası yürütülüyor. İsrail’le ilişkileri normalleştirme sürecine paralel olarak, Körfez’in sosyal medya propagandacılarının “elektronik ordusu”, -tıpkı önde gelen rejim yanlısı yazarlar gibi- bu kontrollü ve koordineli kampanyaya tam kapasite katılım gösteriyor. Bu da Körfez rejimlerinin [psikolojik ortamı hazırlayarak] Trump’ın anlaşmasına yaptıkları katkının bir parçası. Tıpkı İsrail’le ilişkileri normalleştirmeye muhalefetleriyle bilinen beş Suudi erkek ve kadın aktivistin cuma günü tutuklanması gibi, bu türden daha nice adımlar beklenebilir.
Buna bir de direniş ekseninin bölge çapında hedef alınması, Suriye’deki İran mevzilerine İsrail’in savaş uçakları ve füzeleriyle saldırılar düzenlenmesi, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve diğer dokuz parti liderine yaptırımlar uygulanması ve Hizbullah’ın hem siyasi hem de askeri kanadının “terörist” listesine konması da eklenmeli. Bütün bu icraatlar, Arap ve İslam dünyasının mevcut zayıflığını bir daha tekerrür etmeyecek tarihî bir fırsat olarak değerlendiren ABD’nin “Yüzyılın Anlaşması”nı dayatma adımlarıyla aynı paralelde.
Eğer ki İsrail, Suudilerin kaleme aldığı 2002 Arap Barış İnisiyatifi’ni -tabii ki kilit maddelerini çıkartarak, yani işgal altındaki Kudüs’ün statüsünü çözülmüş sayıp gelecekteki müzakerelerde masadan kaldırarak- kabul ettiğini yakında ilan ederse şaşmamak lazım. Yine mübarek Ramazan Bayramı’ndan sonra Körfez Arapları ile İsrailli yetkililer arasında karşılıklı ziyaretleri görebiliriz.
Görünen o ki önümüzdeki Arap Yazı tamamen farklı bir normalleşme yazı olabilir ve o zehirli anlaşmanın ayrıntıları üzerindeki örtüler kaldırılabilir. Biz bunu açık açık yazıp uyarımızı yaptık. Allah’ım sen şahit ol.