21 Eylül 2017 Perşembe

EYLÜL 2017 - İÇİNDEKİLER



İÇİNDEKİLER

Blogdaki yayınları https://twitter.com/ztkor Twitter hesabından takip edebilirsiniz.  


Eylül 2017


Johns Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Araştırmalar Bölümü profesörü ve Ortadoğu Enstitüsü araştırmacısı

Noah B. Strote (Kuzey Karolayna Devlet Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi)

TÜRKİYE FIRTINANIN ODAĞINDA (Geopolitical Futures, 25.8.2017)
Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü)

AMERİKA’NIN DARVİNCİ MİLLİYETÇİLİĞİ (National Interests, Eylül-Ekim 2017)
AB, ZARURİ BİR İMPARATORLUK (New York Times, 5.5.2017)
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı ve Avrasya Grubu kıdemli danışmanı)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

SURİYE NİÇİN ESKİ HALİNE DÖNDÜRÜLEMEZ? (Geopolitical Futures, 8.9.2017)

YAZI, SUUD KAYBEDER; TURA, İRAN KAZANIR (Middle East Eye, 12.9.2017)
David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)

Cemal Kaşıkçı (Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi Prens Türki el-Faysal’ın basın müşavirliğini de yürütmüş Suudi kraliyet ailesi ve istihbaratına en yakın gazetecilerdendi. Ancak bir senedir Arap basınına yazması ve görüş vermesi Suudi rejimince yasaklanmış durumda.)

Olivia Alabaster (Middle East Eye haber editörü ve gazeteci; daha evvel Lübnan the Daily Star gazetesinde Ortadoğu ve dünya haberleri editörüydü)

Kareem Fahim (Washington Post’un Ortadoğu muhabiri) & Missy Ryan (Washington Post’ta Pentagon, milli güvenlik ve askeriyeyle ilgili konularda yazıyor)

Maysam Behravesh (Lund Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde araştırmacı ve Siyaset Bilimi’nde doktora adayı. BBC Farsça ve diğer Farsça medya organlarında yazar)

Robin Wright (1988’den bu yana The New Yorker dergisi yazarı)

Jennifer Rubin (Amerikan muhafazakâr perspektifini yansıtan yazılar kaleme alan the Washington Post yazarı)

Robert Costa (Washington Post iç siyaset muhabiri) & Philip Rucker (Washington Post’un Beyaz Saray büro şefi)

Flemming Rose (Cato Enstitüsü kıdemli araştırmacı; Jyllands-Posten eski dış politika editörü)

Lee Fang (Örgütlü çıkar grupları ve akıtılan paralarla kamu politikalarının nasıl etkilendiğine odaklanan bir gazeteci olup siyasi yolsuzluk ve yozlaşmaları ifşa eden RepublicReport.org blogunun kurucusudur. Yazıları VICE, The Baffler, The Boston Globe, the San Francisco Chronicle, The Progressive, NPR, In These Times, and The Huffington Post gibi medya organlarında yayınlanmaktadır.)

Levi Maxey (The Cipher Brief siber ve teknoloji uzmanı)

BU BLOGDA NELER VAR? (Blogun tüm içeriği yer almaktadır)


20 Eylül 2017 Çarşamba

ECONOMIST: KÜRTLERİN BAĞIMSIZLIK REFERANDUMU GERİ TEPEBİLİR



KÜRTLERİN ERKEN ATEŞLENEN BAĞIMSIZLIK REFERANDUMU GERİ TEPME RİSKİYLE KARŞI KARŞIYA

The Economist, 15.9.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Muazzam petrol rezervleri ve ihtilaflı statüsüyle Kerkük’ün “barut fıçısı” olarak adı çıktı. Irak’ın kuzeyindeki çok etnili bu vilayet, Kürdistan özerk bölgesinin dışında olsa da Kürtler tarafından yönetiliyor ve Bağdat’taki Araplar üzerinde hak iddia ediyor. Yerel halk için bu belirsizliğin avantajları var. Nitekim Kürt peşmergeler güvenliği sağlıyor, Irak hükümeti faturayı ödüyor. Kerkük’ün heterojen nüfus yapısı, yıllardır Irak’ta yaşanan kimlik savaşlarını büyük ölçüde şehir kapılarında bıraktı ve çok dilliliğini sürdürdü. (…) Vilayet valisi bir Kürt. 2003’te Amerikalılarla Kerkük’e giren peşmergeler üstünlüğü ele geçirmiş olmakla birlikte vilayet yetkililerinin çoğu hala Arap.
Bu çabuk tutuşabilir çakmak kutusu şimdiye kadar gerçek anlamda yanıp tutuşmadı. Ama 25 Eylül’de Kürtlerin tek taraflı referandumu bu durumu değiştirebilir. Rakip Kürt ve Arap kuvvetler vilayette birbirine doğru yaklaşmakta ve genelde soğukkanlı olan Kerküklüler artık korkuyorlar. IKBY lideri Mesud Barzani, sadece üç Kürt vilayetinde değil, peşmergelerin İslam Devleti (İD) cihatçılarından ele geçirdikleri Kerkük ve diğer bölgelerde referandum yapmakta kararlı görünüyor. Irak Başbakanı Haydar el-İbadi referandumun anayasaya aykırı olduğunu duyurdu ve Irak Meclisi referandumu destekleyen Kerkük Valisi Necmeddin Kerim’i görevden aldı. Başbakan’a göre bölgenin statüsü, Kürtlerin izinsiz referandumuyla değil, diyalogla belirlenmeli. Merkezî hükümette üst makamlarda görev yapan iki bakan ve birçok büyükelçi de dahil yüzlerce Kürt işlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Meclis, bir Kürt olan Irak Cumhurbaşkanı Fuad Masum’u güvensizlik oyuyla düşürmeyi düşünüyor. Irak ordusu ve Şii milis gücü Haşd-i Şa’bî teyakkuza geçti. En büyük ve en iyi silahlanmış milis grubu olan Bedir Tugayları’nın lideri, referandumu engellemeye ahdetti ve 23 Eylül’de milislerinin İD’in Irak’ın ortasındaki son kalesi olan Havice üzerinden Kerkük’e ilerleyeceğini duyurdu. (…) Yabancı yardım görevlileri şehri terk etmeyi planlıyor.
Kerkük’ün Kürt Valisi hala meydan okuyor. Sayın Kerim ısrarla diyor ki “İD’in şehre girişini durduran aynı peşmerge Haşd-i Şa’bî’yi de durduracaktır.” Sayın Barzani’nin “Kerkük Kürt şehridir” ve “Kürt halkı Kerkük’ü savunmak için ölmeye hazır” sözlerini tekrarlıyor. İD’in petrol sahalarını ele geçirmesini engellemek için Kürtlerin Batı’nın desteğiyle inşa ettiği 2 metre derinlikli hendekler ve 4 metre yükseklikteki toprak istinat duvarları, Şii milisleri uzakta tutmayı sağlayacaktır ve gelecekteki Kürdistan devletinin sınırlarını teşkil edecektir, diyorlar. Bazı Kürtler, eğer ki çatışma başlarsa Dicle Nehri üzerinde kontrol ettikleri barajlardan su akışını kesmekle tehdit ediyorlar.
Ama referanduma muhalif bu güç de aşılması zor türden. Nitekim üç yıldır İD’le savaşta öncü kuvvet rolüyle Şii paramiliter kuvvetler, savaşla yoğrulmuş ve iyi silahlı olup Irak yönetiminin kasasından onlara en az 1 milyar dolar akıyor. Kürt yönetiminin ise, tam aksine, peşmergelere maaşlarının tamamını ödeyecek kadar bile nakit parası yok.
Kerkük, İD’in bıraktığı boşluğu doldurmak için Arap ve Kürt kuvvetlerin birbiriyle rekabet ettiği batıda Sincar’a ve Suriye içinde Fırat Nehri’ne kadar uzanan birçok parlama noktasından sadece biri. Bunlardan birisinin patlaması tamamını tutuşturabilir. Bölgesel siyasal ağırlığı olan kişiler Kürtlere baskı yapıyorlar. Bu bağlamda MİT Başkanı Hakan Fidan ve İran’ın dış lejyonu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani referanduma karşı uyarıda bulunmak için Kürdistan’ı turluyorlar. Yine Kürdistan’daki İran Konsolosu, bu yaz ülkesinin Kürdistan’a akan bir nehre “teknik nedenlerle” hızlıca bir baraj inşa ettiğini anlattı. Kürtlere referandum yapılırsa İran’la olan üç sınır kapısının kapatılabileceği de söylendi.
Sayın Barzani, ilk kez 1991’de bir Kürt bölgesinin kurulmasını desteklemiş Batılı müttefiklerinin denize çıkışı olmayan karaya hapsolmuş durumdaki Kürdistan’ı yine kurtarmaya geleceklerini ümit etmişti. Ancak Amerikalılar önceliği Kürtlere değil Irak’ın geleceğine verdikleri konusunda gayet netler. Referandumun İD’in “hilafet”ine karşı ilmek ilmek ördükleri Kürt-Arap ittifakını tehlikeye atmasından ve bunun da tam çöküşteyken cihatçılara yeni bir hayat öpücüğü sunmasından korkuyorlar. Ayrıca Kürdistan’ı ziyaret eden İD karşıtı koalisyonun Amerikalı elçisi Brett McGurk, bir çatışmanın patlak vermesi durumunda ABD’den mali, diplomatik veya askeri herhangi bir yardım beklememeleri konusunda Kürt siyasetçileri uyardı. 14 Eylül’de Sayın Barzani’yle toplantı yapan Irak’ta görevli Batılı büyükelçiler aynı safta durdular.
Kürtler kendi içlerinde derinden bölünmüş haldeler. Sayın Barzani, kendi mahallesi olan KDP yönetimindeki Erbil ve Dohuk’ta büyük mitingler gerçekleştirdi. Ama diğer yerlerde yaşayan birçok Kürt, kendi bölgelerinde Sayın Barzani’nin kumar oynamasından korkuyor. Sayın Barzani’nin kadim rakibi KYB tarafından yönetilen Kerkük ve Süleymaniye caddelerinde referandum afişleri ve bayrakları görmek zor. Süleymaniye şehir pazarına yürürken sandık başına gitmeyi düşünen tek bir Kürt dahi bulamadık. 26 yıldır devam eden özerk yönetim tecrübesinin ardından birçokları, kendi yöneticilerinin bağımsız bir devleti idare etme kabiliyetinden şüphe duyuyor. Kürtlerin askeri gücü birçok fraksiyon arasında bölünmüş halde; 12 yıldır devam ettirdiği IKBY liderliği görevi aslında 4 sene evvel dolmuş olan Barzani’nin yetkilerini zorla elinden almaya çalışmasının ardından Kürt Meclisinin de kapısı 2 yıldır kilitli.
IKBY’nin borçları 20 milyar doları aştı. Kerkük’ün petrol yataklarını ele geçirmesine ve Türkiye üzerinden günde en az 300 bin varil petrol ihraç etmesine rağmen Barzani yönetimi maaş kesintilerine gitmek zorunda kaldı ve aylardır borçlarını vaktinde ödeyememekte. Süleymaniye’deki Şaab Kafe’de konuştuğumuz memurlar Sayın Barzani’nin, hükümetinin iç sıkıntılarını gizleyici bir duman perdesi olarak referandum çağrısı yapmasından şikayetçi. Saddam Hüseyin’in kimyasal silah kullanımının hala travmasını yaşayan bu bölgede dikkat çekici bir görüntü, bir işportacının diktatörün resminin olduğu eski paraları gururla satmasıydı. İşportacıya göre, Saddam ailesinin yönetimi Barzani’ninkinden çok daha iyiymiş. Eğitim masraflarını çıkarmak için işportada Kürt bayrağı satan bir öğrenci de diyor ki Ortadoğu yeni bir başarısız devlet doğmadan bu haliyle çok daha iyi.
Sayın Barzani yanıp sönebilir. İki yıllık aranın ardından 15 Eylül’de meclisi tekrar göreve çağırdı. Sayın Barzani’nin milletvekillerini U dönüşü yapmakla suçlamasına imkân verecek bir referandumu erteleme kararı meclisten çıkmamış olabilir belki ama birçok Kürt siyasetçi onun bu gerilimi tırmandırma politikasını ümitsizlik içinde izliyor. Ortadoğu’nun 30 milyonluk Kürt nüfusu içinde 6 milyonluk Irak Kürtleri haklarının en fazla tadını çıkaran grup. Şimdilerde birçokları 26 yıldır korudukları özerkliklerinin tehlikeye girmesinden korkuyor.

Bazıları bir emsal de gösteriyor. 1946’da Mesud Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani, Kürt güçlerinin İran’ın Mahabad bölgesinde bir Kürt cumhuriyeti ilanına önderlik etmişti. Uluslararası desteği kaybettikten sonra bir seneden daha kısa bir süre içinde Mahabad Kürt Cumhuriyeti yıkılıp gitti.

D.SERWER: KÜRT BAĞIMSIZLIĞI İÇİN UYGUN VAKİT DEĞİL



KÜRT BAĞIMSIZLIĞI İÇİN UYGUN VAKİT DEĞİL

Johns Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Araştırmalar Bölümü profesörü ve Ortadoğu Enstitüsü araştırmacısı
Washington Post, 18.7.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…)
Irak’taki Kürtlerin bağımsızlık istemek için ikna edici sebepleri var. (…)
(…)
Dikkatlice hareket etmeleri için de çokça nedenleri var. Irak Kürdistan’ı tam bağımsızlığa başarılı bir geçiş için gerekli kritik şartlardan mahrum. Petrol gelirleri mevcut üretim ve fiyat seviyesiyle bir devleti finanse etmeye yetmez. Rus hükümetinin kontrolündeki -bağlı kuruluşları Amerikan yaptırımlarına maruz kalan- Rosneft’le kısa süre evvel imzaladığı petrol anlaşması [IKBY’nin] ne denli çaresizlik içinde olduğunun bir göstergesi. Kürdistan’daki siyasi partilerin hiçbiri bu referanduma karşı çıkmayacak olsalar da halkın onayından geçtikten sonra sürecin nasıl işleyeceği üzerinde uzlaşmış değiller. IKBY lideri Mesud Barzani, referandumdan geçmesinin hemen bağımsızlık ilanını beraberinde getirmeyeceği, Bağdat’la ayrılığın -yeni devletin sınırlarının nereden geçeceği gibi- şartlarını iki yıl veya daha uzun bir süreçte müzakere edileceği güvencesini veriyor. 20’li yaşların altındakilerin bu iki yılı sabırla bekleyeceğini veya sınırlar üzerinde anlaşmanın kolay olacağını düşünen herkes Fantezi Dünyasında yaşıyor demektir.
Uluslararası şartlar da uygun değil. (…) Türkiye ve (…) İran referanduma karşı. Musul ve Rakka’da İslam Devleti’yle savaş büyük ölçüde Kürt savaşçılara bağlı olduğundan ABD’nin itirazı koşulsuz değil. Ama Bağdat bu ayrılığı kabul etmediği sürece Washington bağımsız bir Kürdistan’ı tanımaya hazır değil.
Avrupa’nın çoğu da Washington’ın attığı adımı takip edecektir; her ne kadar bazı ülkelerde bulunan sürgündeki Kürt topluluğu, bu konuda Avrupa’yı kendi içinde bölerek bağımsızlığın desteklenmesi doğrultusunda siyasi dengeyi değiştirebilecek olsa da... Çin, kendi toprakları içindeki Tibet veya Şincan’a [Z.T.K. yani Doğu Türkistan’a] bir örneklik teşkil etmesinden korkarak Kürdistan’ın bağımsızlığına karşı çıkacaktır. Rusya belki Güney Osetya, Abhazya, Kırım, Transdinyester ve Donbas’taki ayrılıkçılığın peşinden gelen böyle bir örneği hoş karşılayarak desteklemek isteyebilirdi; ama Bağdat’la son dönemde geliştirdiği ilişkileri bozmakta tereddüt edecektir.
Peki Bağdat ne yapacak? Şii Iraklılar, giderek omuz silkerek Kürdistan’ın ayrılmasına hazır olduklarını söylemekteler, ama Kerkük ile diğer ihtilaflı toprakları koparmaması kaydıyla. Bağdat yönetiminin ülkenin güneyinde bolca petrol yatağı var ve orada yaşayan birçok Şii, Kürdistan’ı uzak ve zapt edilmez, asi topraklar olarak görüyor. Sünni Araplar ise meseleye farklı bakıyorlar: Kürtler ayrıldıktan sonra, %75’inden fazlası Şii hale dönüşecek ezici çoğunluğu Arap bir Irak’ta kalmak istemiyorlar ve dahası, kendilerinin Irak’tan kopmalarını sağlayacak enerji kaynaklarından ve toprak kontrolünden de yoksunlar. Bağdat’taki müzakereciler, Sünnileri tatmin etmek için zorlu bir pazarlık yürütmek zorundalar veyahut davalarını terk edip petrolden mahrum Irak Sünnilerini kendi başlarının çaresine bakmaları için terk edebilirler. Bu durumda İslam Devleti, hiç şüpheniz olmasın, anında geri dönecektir.
Washington, Iraklı Kürtlerin ve Arapların kendi kendilerini dizginleyeceklerini ve barışçıl ve karşılıklı rızayla mutabık kalacakları bir sonuca varacaklarını ümit edebilirler. Ama ümit bir politika değildir. Hala referandumun ertelenme ihtimali var; ama eğer ki yapılırsa İslam Devleti’yle savaşı baltalaması, Bağdat ile Erbil arasındaki gerginliği artırması ve ihtilaflı topraklarda savaşı tetiklemesi muhtemeldir. Aynı zamanda Güney Yemen, Libya’nın doğusundaki Sireneyka/Berka bölgesi ve Suriye’de bağımsızlık yanlısı hareketleri cesaretlendirebileceği gibi Gürcistan, Moldova ve Ukrayna’da Rus destekli bağımsızlık iddialarını meşrulaştırabilir. Bunların hiçbiri ABD’nin hayrına olmayacağından referandumu engellemek için elinden gelen her şeyi yapmalı ve referandumun ardından değil evvelinde başarılı bir müzakere için ısrarcı olmalı.
***
[Z.T.K. IKBY’nin medya organı RUDAW’da 22 Ağustos tarihli “ABD niçin Kürtlerin referandumu ertelemesini istiyor?” başlıklı Ayub Nuri imzalı yazıdan kısa bir bölümün tercümesi: 
(…)
ABD referandumun 2018’deki Irak genel seçimlerinin ertesine ertelenmesini istiyor. Amerikalılar, Irak’ın önümüzdeki seçimlerinin problemsiz, kolayca yapılmasını ve Şii aşırıcıların Kürtlerin kopuşunu mevcut ılımlı Başbakan Haydar el-İbadi’ye karşı kullanamamasını istiyor.
(…) Bir sonraki referandum tarihi konusunda net ve yazılı garantiler verildiği takdirde bunu ertelemeye hazırlar. Ancak Kürtler bu türden garantiler alabilmiş değil ve geçmişte [2003’ten bu ana] Irak’ta kalıp Bağdat’la birlikte çalışma karşılığında Washington’dan aldıkları diğer birçok söz ve vaadin tamamı tutulmadı ve unutulup gitti.

(…)

C.KAŞIKÇI: SUUDİ ARABİSTAN HİÇ BU DENLİ BASKICI OLMAMIŞTI, ARTIK ÇEKİLMEZ HALDE



SUUDİ ARABİSTAN HİÇ BU DENLİ BASKICI OLMAMIŞTI, ARTIK ÇEKİLMEZ HALDE

Cemal Kaşıkçı (Suudi kraliyet ailesi ve istihbaratına en yakın gazetecilerdendi. Birçok Arap ülkesinde muhabirlik yaptı; Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi Prens Türki el-Faysal’ın basın müşavirliğini yürüttü. Önde gelen eş-Şark el-Avsat, el-Mecelle ve el-Hayat gibi Arap basınında günlük veya haftalık köşe yazıları kaleme aldı. Arab News genel müdürü ve el-Vatan gazetesi yazı işleri müdürüydü. Suudi ve Arap televizyon kanallarına sık sık yorumlarıyla katkıda bulunurdu. Bir senedir Arap basınına yazması ve görüş vermesi Suudi rejimince yasaklanmış durumda.)
Washington Post, 18.9.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor


NOT: Daha evvel Cemal Kaşıkçı'dan tercüme ettiğim 10 yazının tercümesini okumak için TIKLAYINIZ.

Düşüncelerini dillendirmeye cesaret eden entelektüellerin ve dinî liderlerin korkması, gözdağı verilmesi, tutuklanması ve kamuoyu önünde küçük düşürülmesinden bahsedip de arkasından benim Suudi Arabistanlı olduğumu söylesem hiç şaşırır mısınız?
Genç Veliaht Prens Muhammed bin Selman, kraliyet basamaklarını tırmanırken memnuniyetle toplumsal ve iktisadi reformları hayata geçirme vaadinde bulunmuştu. Ülkemizi daha şeffaf ve hoşgörülü yapmaktan bahsetmiş, kadınlara araba kullanma yasağı gibi gelişmemiz önündeki engellerle baş etme vaadinde bulunmuştu.
Ama şu an tek şahit olduğumuz şey tutuklama dalgası. Veliaht prensin tahta geçmesinden evvel geçen hafta yaklaşık 30 kişinin gözaltına alındığı söylendi. Tutuklananların bazıları benim yakın dostlarım. Bütün bunlar, ülkemin mevcut yönetimine zıt görüşler serdetmeye cüret eden entelektüellerin ve dinî liderlerin kamuoyu önünde küçük düşürülmesi amacına matuf. Manzara son derece dramatik; zira maskeli güvenlik güçleri ellerinde kameralarla evlere baskın düzenleyip her şeyi kayda alıyor ve evraklara, kitaplara ve bilgisayarlara el koyuyor. Tutuklananlara, Katar’dan para aldıkları ve Katar destekli büyük komplonun bir parçası oldukları suçlaması yöneltiliyor. Benim de aralarında olduğum niceleri, gönüllü olarak sürgüne gitmiş durumda; ülkeme döndüğüm takdirde tutuklanabilirim.
İstanbul ve Londra’da gönüllü olarak sürgünde yaşayan diğer Suudi dostlarımla konuşmak elem verici. Bizim gibi en az yedi kişi var. Yoksa biz Suudi diasporasının çekirdeğine mi dönüşeceğiz? İşadamı ve saygın Twitter fenomeni yakın dostum İssam ez-Zemil’in de aralarında bulunduğu bu tutuklama dalgasını anlayabilmek için sayısız saatlerimizi telefon başında geçirdik. Resmî bir Suudi heyetinin parçası olarak ABD’den vatanına döner dönmez geçtiğimiz salı günü tutuklandı. Bu, Suudi Arabistan’da ne denli nefes kesici bir hızda gözden düşebileceğinizin bir göstergesi. Tam anlamıyla şok edici. Bu, ülkemde hiç de olağan bir durum değil.
2003’te ve ardından 2010’da “ilerici” bir gazete olan el-Vatan’ın yazı işleri müdürlüğü görevinden atılmıştım. Bu süreçte Suudi Arabistan’ın önce İngiltere, ardından ABD Büyükelçiliğini yürüten Prens Türkî el-Faysal’a medya müşavirliği yaptım. Hükümetteki görevimden atılıp ardından yurtdışında hizmet vermem belki acayip kaçabilir. Ama bu tam da bir Suudi paradoksu. En yalın ifadeyle Suudi Arabistan, hem liberal reformcuların hem de muhafazakâr din adamlarının aşırı görüşlerini törpüleyip ılımlılaştırmaya çalışıyor. Tutuklamalar da bu kapsamda.
Peki ama bu korku ve gözdağı iklimi, niçin genç ve karizmatik bir liderin uzunca bir süredir beklenen iktisadi büyümeyi teşvik ve ekonomimizi çeşitlendirme reformlarını yapmayı vaat ettiği bir dönemde bu denli yaygınlaştı? Veliaht prens oldukça popüler; onun reform planı, bir gece yarısı ansızın tutuklanan 30 din adamı, yazar ve sosyal medya fenomeninin neredeyse tamamınca zaten destekleniyordu.
Son aylarda Suudi Arabistan, İslamcılara olanca gücüyle karşı koymaktan tutun hükümetin kara listesine konmak üzere vatandaşları ihbara teşvik etmeye kadar birçok yeni ve uç politikayı devreye soktu. Tutuklananlar da işte bu listedeydi. Suudi yönetimine yakın köşe yazarları mütemadiyen İslamcıların “kökünün kazınması”nı talep ediyorlar. Veliaht prensin Müslüman Kardeşler hareketinden nefret ettiği bir sır değil; ama bir kişiyi Müslüman Kardeşler aktivisti olarak tanımlamak da doğrusu tuhaf bir tezat. Suudi Arabistan bütün siyasal İslam’ın anası konumundayken – ve hatta “Üst Hukuk”unda (laik yorumu nedeniyle biz “anayasa” kelimesini kullanmaktan kaçınıyor, Kur’an bizim anayasamızdır diyoruz) kendisini bir İslam devleti olarak tanımlarken- tutup da bir Suudi yetkilinin İslamcılara vurmasını hep ironik bulmuşumdur.
Kimin hedef alındığından bağımsız olarak demem o ki bu, şu anda Suudi Arabistan’ın ihtiyacı olan şey değil. Halkın destek verdiği bir büyük iktisadi dönüşümden geçiyoruz; bu öyle bir dönüşüm ki bizi petrole bağımlılıktan kurtaracak ve çalışma ve üretim kültürünü yenileyecek.
Bu son derece sancılı bir süreç. Aslında Muhammed bin Selman en büyük hizmeti, İssam gibi iktisatçıları, din adamlarını, entelektüelleri ve işadamlarını böyle bir tutuklama furyasıyla tasfiye etmek yerine onların yapıcı ve farklı fikirler serdetmesini teşvik etmek suretiyle verebilir. 
Arkadaşlarım ve ben yurtdışında kendimizi çaresiz hissediyoruz. Biz ülkemizin başarılı olmasını ve 2030 Vizyonu’nun hayata geçmesini görmek istiyoruz. Hükümetimize muhalif değiliz; Suudi Arabistan’ı derinden önemsiyor, umursuyoruz. Bildiğimiz veya yaşamak istediğimiz tek vatanımız orası. Ama bizler düşman addediliyoruz. Hükümetimden gelen baskılar üzerine en çok okunan Arap gazetelerinden el-Hayat’ın yayıncısı benim makalemi yayınlamaktan vazgeçti. Donald Trump başkan seçildiğinde onu büyük bir coşkuyla sahiplenmeye mesafeli olduğum ve bu konuda uyardığım için hükümet benim Twitter hesabımı yasakladı. Bu yüzden altı ay tamamen sessiz kaldım ki bu, ülkemin hal-i pür melalini ve benim karşı karşıya kaldığım acı tercihleri gözler önüne seriyor.
Yıllar evvel birçok arkadaşım tutuklandığında doğrusu bu benim için acı bir tecrübeydi. Hiç sesimi çıkarmadım. İşimi veya özgürlüğümü kaybetmek istemedim, ailemin geleceğinden endişelendim.
Şimdi ise farklı bir tercihte bulunuyorum. Evimi, ailemi, işimi terk ettim ve artık sesimi yükseltiyorum. Aksini yapmak hapishanede sürünenlere bir ihanet olacaktır. Niceleri ses çıkaramazken ben konuşabiliyorum. Bilmenizi istiyorum ki Suudi Arabistan hiç bugünkü gibi olmamıştı. Biz Suudiler daha iyisini hak ediyoruz.


17 Eylül 2017 Pazar

N.STROTE: ALMANYA SEÇİMLERİNDE BİR HRİSTİYAN İÇ SAVAŞI



ALMANYA SEÇİMLERİNDE BİR HRİSTİYAN İÇ SAVAŞI

Noah B. Strote (Kuzey Karolayna Devlet Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi)
Foreign Policy, 11.9.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Sabırsızlıkla beklenen, geçtiğimiz hafta yapılan Alman şansölye adayları tartışmasının gerçek galibi sahnede yoktu bile. Ülkenin en büyük iki partisinin lideri Hristiyan Demokratlardan Angela Merkel ve Sosyal Demokratlardan Martin Schulz’un seçimlerden evvelki son düellosu için ekranlara kilitlenmiş milyonların şahit oldukları şey, daha yeni siyaset sahnesine girmiş yükselişteki Almanya İçin Alternatif (AfD) Partisi’nin hayaletinin baskın olduğu bir tartışmaydı. AfD, Merkel’in Hristiyan Demokrat blogundan (CDU) kopan sağcı bir hareket. 24 Eylül’deki genel seçimler yaklaşırken yapılan son anketlere göre bu popülist hareket üçüncü sıraya yükselmiş durumda. Siyasi uzmanlar, önümüzdeki yıllarda AfD’nin çok daha büyük ve çok daha yıkıcı bir hale gelebileceğini öngörüyorlar.
(…) Genel olarak Amerikalı liberaller, –bu yılın başında İngiltere, Hollanda ve Fransa’da popülizmin yükselişi karşısındaki endişeli bekleyişlerine kıyasla– Almanya seçimlerine çok daha az aldırış ediyorlar. Ama aslında eskinin istikrarlı ve sıkıcı Almanya’sında sınırların açılmasına ve çok-kültürlülüğe en dramatik meydan okuma kapıda.
Şu an Merkel’in temsil ettiği “müesses nizam”ın muhafazakâr siyasetine muteber bir alternatifin ortaya çıkması, partisi Hristiyan Demokrat Birliği (CDU)’nin Nazi sonrası dönemin Almanya’sını şekillendirmekte oynadığı rol bakımından son derece önemli. 1945’te kurulan parti, o günden beri ülke tarihinin neredeyse dörtte üçünde iktidarda kaldı. CDU, İkinci Dünya Savaşı akabinde özelde Alman ulusunun ve genelde Avrupa’nın Hristiyan karakterini korumaya ahdedenlerce kurulmuştu; ancak onların beyaz milliyetçileriyle ilişkileri hep gelgitlerle seyretti.  
Bu, daha partinin kurulmasından önce de hep böyleydi. Nitekim CDU’nın kurucularının büyük çoğunluğu, tarihsel olarak Hristiyanlığın en kökleşmiş olduğu ve başlangıçta Nazizm’i desteklemeyi tercih etmiş Almanya’nın batı bölgelerindendi. [Nazizm’le] İttifakları, bir rastlantı olmaktan ziyade, demografik korkuların mantıklı bir sonucuydu. İleride partinin ilk lideri ve ilk şansölyesi olacak Konrad Adenauer, ülkesinin kuzeydoğu kısmının –yani başkenti Berlin olan Prusya’nın kalbinin– melezleşmiş, Asyalı, saf beyaz ırktan olmayanlarla dolu olduğu ve bunların Hristiyanlık dışı kültürlerinin yayılma tehlikesi arz ettiği inancında yalnız değildi. İktidara gelmeden evvel –birçok nedenle şüphe uyandırsa da– Adolf Hitler, en azından ülkesinin Hristiyan kimliğini bu tür habis unsurlardan korumaya ahdetmişti.
Hitler’in Hristiyanlığı korumaya kıyasla fetihlerle topraklarını genişletmeyi çok daha umursadığını ispatladığı İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra, aynı siyasetçiler bu defa Almanya, Avrupa ve dünya siyaseti için yeni bir vizyon önerisiyle, –ama bu defa çok daha güvenilir ve güçlü bir ortak olan ABD’yle birlikte– ortaya çıktılar. Kendilerini Nazizm’den uzaklaştırarak bireysel özgürlükler, iktisadi serbestlik ve kültürel açıklık değerlerine dayalı bir “Hristiyan siyaset tasavvuru”nu savundular. Bu vizyon Amerikalı işgalcileri cezbettiği gibi, CDU, Almanya’nın batı bölgelerinin Rus işgali altındaki kuzeydoğusundan ayrılmasına yardımcı olduğunda denge, [otomatikman] Hristiyan Demokratlar lehine bozulmuş oldu. Her ne kadar Soğuk Savaş’ın ilk dönemlerinde resmen iki Almanya’nın birleşmesi çağrısı yapsalar da Adenauer gibi CDU liderleri, Hristiyan merkezin demografik olarak Asyalılardan bu şekilde tecrit olmasından aslında gizliden gizliye memnundu.
Ama bu memnuniyet fazla uzun sürmedi. Katolik Kilisesi’nin pazar ayinlerine her hafta düzenli katılan ve 1963’e kadar ülkeyi yöneten Adenauer, kanun yapımında, yönetimde ve milli eğitimde kilisenin öncülüğünü sağlayarak devletin Hristiyan kültürü güvence altına almasında ısrarcı oldu. Ancak bundan sonra cinsiyet devrimi ve dünyanın Hristiyan ve beyaz olmayan kısımlarından (özellikle de nüfusunun çoğu Müslüman olan ülkelerden) Batı Almanya’ya artan göç, CDU’yu seçimlerde kendisine olan ilgiyi korumak adına rota değiştirmeye zorladı. Soğuk Savaş’ın sonunda Doğu Almanya’yla birleşmeye nezaret eden 1980’lerin ve 1990’ların CDU’lu Başbakanı Helmut Kohl, ebeveyninin Katolik dindarlığına vurgu yapsa da kendisi kilisenin ayinlerine nadiren katıldı ve okullarda dini önemsizleştiren Sosyal Demokrat eğitim politikalarının çoğunu aynen korudu. Kendisi Katolik olmayan bir kadınla evlendi ve yetiştirdiği iki oğlu da Hristiyan ve beyaz olmayan (biri Türk, diğeri Koreli) kadınlarla evlendi. Zamanla partinin sosyal politikası Sosyal Demokratlarınkinden giderek daha az ayırt edilebilir hale gelirken, CDU liderliği parti isminde yer alan “Hristiyan” kelimesini meşrulaştırmakta gitgide daha da zorlandı.
Almanya’nın mevcut şansölyesi Merkel, uzun yıllar başta kalan CDU başbakanlarından belki de en az dindar olanı. Geçen hafta yapılan televizyon tartışmasında moderatör ona ve Sosyal Demokrat rakibine o günün sabahı kiliseye gidip gitmediğini sorduğunda her ikisi de olumsuz cevap verdi. Bu bakımdan Merkel, –Almanların sadece %10’unun düzenli olarak kiliseye gittiği düşünüldüğünde– vatandaşların kahir ekseriyetinin bir temsilcisi sayılır; ancak bu durum, AfD gibi bir Hristiyan muhafazakâr meydan okuyucu karşısında onu zayıf hale getiriyor. O makamdaki ilk Protestan olarak Merkel, dinî meşruiyetini büyük ölçüde Luteryen papaz olan babasının mirasından alıyor. Dinî bağlılığı olmayan Doğu Alman bir adamla evli Merkel, konuşmalarında –çoğunlukla yerleşik Batılı hukukî özgürlüklere bağlılık olarak tanımladığı– insanlığın “Hristiyan tasavvuru”nu sürdürme gibi müphem söylemlere dayanıyor. Merkel, 12 yıllık başbakanlığının 8 yılını Sosyal Demokratlarla bir koalisyon hükümetiyle geçirdi.
Başbakanın dindar olmaması Hristiyan partisinin daha muhafazakâr kanadını çok da rahatsız etmemekteydi, ta ki 2015’te Ortadoğu’dan yüz binlerce Hristiyan ve beyaz olmayan mültecinin Almanya’ya girişine izin verene kadar. İşte o andan itibaren birçokları, henüz iki sene evvel kurulmuş yeni rakibi Hristiyan muhafazakâr parti Almanya İçin Alternatif lehine partiden ayrılmaya başladılar.
AfD’nin kurucuları, Merkel’in –AB’nin iktisadi bütünlüğünü korumak adına elzem gördüğü Almanya öncülüğünde uygulanan Yunan hükümetini kurtarma paketini savunmak için– 2013’te kullandığı “Bunun alternatifi yok” sözünden esinlenerek parti isimlerini koydular. “Alternatif” kelimesi, partinin bir yandan milliyetçiliğine ve Avrupa şüpheciliğine işaret ederek, diğer yandan Almanya’nın –ve Avrupa’nın– Hristiyan kimliğinin gerçek koruyucusu olma hedefini tanımlayarak AfD’ye çifte sorumluluk yüklüyor.
Ülkedeki piskoposların çoğundan kabul görmese de AfD destekçileri kervanına birçok etkili Katolik ve Protestan ilahiyatçı katıldı ve bunlar dinleyici ve okuyucularına AfD’nin argümanlarını ciddiye almalarını ısrarla tavsiye etmeye başladı. Hareketin “AfD’li Hristiyanlar” manifestosu, milli eğitimde dinî bilinci güçlendirme çağrısı yapıyor ve Hristiyan kimliğin buharlaşması “devlet sistemimizin ve medeniyetimizin temellerini tehlikeye atacaktır” diye de uyarıyor. Bu bakımdan manifesto, Adenauer döneminin bir belgesine benziyor; tek farkı, tanımladığı demografik tehdidin Doğu Avrupa’dan değil, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan gelmesi. Son günlerde yapılan bir seçim toplantısında AfD destekçileri “AfD yeni CDU’dur” diyordu.
AB’den çıkma çağrılarının ötesinde, AfD’nin politika önerileri kolaylıkla özetlenebilir: Müslüman göçünü durdurmak ve aile refahını artırarak beyaz çocukların doğumunu teşvik etmek. AfD adayları son dönemde yayınlanan bir hükümet raporundan alıntı yapıyorlar: Yaklaşık 400.000’i aşkın yeni Suriyeli, “aile birleşmesi” politikası çerçevesinde 2018’de ülkeye gelebilir ve bu da “toplumsal kaos” yaratabilir. Parti, “Burka mı? Biz bikiniliyiz” sloganıyla kumsaldaki genç kızları ve “Yeni Almanya? Biz onu kendi kendimize doğuralım” diyen genç bir beyaz hamile kadını seçim afişi olarak kullanıyor.
Her ne kadar AfD (tıpkı CDU gibi), bu yaz parlamentoda kabul edilen eşcinsel evlilikleri yasasına karşı çıkmış olsa da seçim listesinin baş sıralarına koyduğu adaylarından Alice Weidel bir lezbiyen. Önemli olan bakış açısı. Wiedel, ne de olsa İsviçre kökenli Alman beyaz partnerinden doğmuş iki küçük çocuğu büyütüyor. AfD Genel Başkanı Frauke Petry, 5 beyaz çocuk annesi 41 yaşında alımlı bir kadın olup çocuğu bulunmayan ve [bu nedenle] üstü kapalı şekilde ırkına ve dinine ihanet etmiş gibi sundukları “mülteci başbakan” Merkel’in güçlü bir tezadı.
AfD, Merkel’in ve CDU’nun her daim değer verdiklerini iddia ettikleri şey –yani Hristiyan bir Almanya’nın ve Avrupa’nın korunması– uğruna mücadeleye cesaret edemeyeceklerini göstermeye hevesli. Bunu yaparken de CDU’nun programının özünde saklı bir gerilimi ifşa ediyor: Bu projenin başarıya ulaşması için belirli bir tür etnik çoğunluğun korunması elzemdir şeklindeki bastırılmış faraziyeyi... AfD, “beyaz milliyetçisi” damgasını, model aldığı tarihî CDU’dan daha fazla hak etmediği iddiasında.
Almanya’da AfD ile CDU arasındaki çatışma, ABD’de Hristiyan siyasetin hâkim temsilcisi olan Cumhuriyetçi Parti’nin Trump yanlısı kanadı ile müesses nizam kanadı arasındaki mevcut iç savaşa da ışık tutuyor. Tıpkı Merkel gibi, Senatör Mitch McConnell ve Temsilciler Meclisi Başkanı Paul Ryan, sıklıkla parti içindeki meydan okuyucu kanat tarafından, beyaz Hristiyan Amerika’yı tehdit eden demografik tehlikeleri açık açık telaffuz etme noktasında fazlaca “siyaseten doğrucu” görülüyorlar. Bu Atlantik ötesi yakınlaşmayı değerlendirmek için, AfD’nin seçimlerde yürüttüğü büyük tanıtım kampanyasının danışmanı olarak Harris Medya şirketinden Hristiyan muhafazakâr genç siyasi stratejist Vincent Harris’i kiraladığı olgusuna bakılabilir. Harris, etnik demografik korkularla dinî kimlikleri iç içe geçirerek, daha evvel Donald Trump ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu için cinselliğin kullanıldığı reklam kampanyası çalışmasıyla tanınıyor.
Son anketlere göre AfD yaklaşık %10’luk bir oy alacak, ama bu sadece bir başlangıç olabilir. Berlinli siyaset bilimci Oskar Niedermeyer’e göre, AfD’nin popülizm tarzının potansiyeli, göçün Alman toplumunu kutuplaştırma şekli dikkate alındığında çok büyük – ki parti liderliğinin profesyonellikten yoksunluğu nedeniyle bu potansiyelden henüz tam kapasite istifade edilebilmiş değil. Gerçekten de partinin yol gösteren öncülerinin birçoğu, fazla siyasi tecrübesi bulunmayan akademisyenler veya uzmanlar. (2015’te basın AfD’ye “profesörler partisi” adını takmıştı.) Eski nesillere kıyasla siyasi partilerde giderek daha aktif hale gelen genç Alman seçmenlerin AfD’nin mesajını sahiplenip sahiplenmeyecekleri temel soru.

Geçen haftaki tartışmada Merkel, CDU’nun ırkçı AfD’yle koalisyon ihtimalinin sözkonusu dahi olamayacağını belirtti. Aşırı sağcılara sadece Almanya’da değil, “dünyanın her neresinde olursa olsun” karşı konulması gerektiğinde ısrarcıydı. Ancak kamuoyu önünde söyleyemediği şey, partisi CDU’nun, şimdilerde kendisinin kınadığı türden bir siyasetin ta derinliklerinden çıktığıydı.


G.F.: SURİYE NİÇİN ESKİ HALİNE DÖNDÜRÜLEMEZ?



SURİYE NİÇİN BİR DAHA ESKİ HALİNE DÖNDÜRÜLEMEZ?
Geopolitical Futures, 8.9.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Lübnan’ın yakın tarihi, Suriye İç Savaşı ve geleceğinden neler bekleyebileceğimiz konusunda değerli bir kavrama imkânı sunuyor. Lübnan, Suriye’den çok daha küçük olup etnik gruplar da iç savaş öncesi ülkede çok daha dengeli bir şekilde dağılmış haldeydi. Buna rağmen Lübnan 1975’te savaşa girdi ve bu savaş 15 seneden fazla sürdü. Biz de altıncı yılına girerek yarı yolu kat etmiş Suriye İç Savaşı’nın en az bu kadar daha sürmesini bekliyoruz. [Z.T.K. Lübnan İç Savaşı üzerine çalışmış biri olarak naçizane kanaatim de aynı yönde. Mevcut düzenlerin çökmekte olduğu küresel ve bölgesel sistemde taşlar yeniden yerine oturmadan ve yeni bir düzen kurulmadan Suriye’de –çatışmaların azalacağı dönemler olsa bile– iç savaşın tamamen sona ermesi mümkün değil. Zira Suriye, küresel ve bölgesel güç mücadelesinin temel sahası, hatta bir nevi “Üçüncü Dünya Savaşı”nın verildiği bir alan… Lübnan İç Savaşı da 1991’de Soğuk Savaş’ın sona erip yeni bir dünya düzenine adım atıldığı, ayrıca Körfez Savaşı’nın yaşandığı ve Ortadoğu Barış Süreci’yle yeni bir bölgesel düzene kapı aralandığı bir dönemde Lübnan, Suriye’nin himayesine bırakılmak suretiyle sona ermişti.]
Lübnan’ın iç savaş sonrası yılları da tam anlamıyla barışçıl değildi. Suriye’ninki bundan daha da kötü olacak. Suriye parçalanıp beli bükülmüş bir ülke ve ne kadar diplomatik çaba sarf edilirse edilsin veya bombalanırsa bombalansın bunlar ülkeyi tekrar bir araya getiremeyecek. Sebebi çok basit: etnik ve mezhebi kaos. [Z.T.K. Suriye’nin geleceğinin Lübnan’dan daha az barışçıl olma ihtimalinin ikinci bir nedeni, bu ülkeyi kendi milli güvenliğinin bir teminatı olarak görerek nüfuzu altına almak isteyen dış aktör sayısının çok daha fazla olması… Suriye, iç savaş sonrası hangi dış gücün at oynatacağı bir alan olacak? Lübnan’ı 15 sene sonunda Suriye’ye bırakmaya razı oldukları gibi, ileride Suriye de bir ve bütün olarak tek bir gücün himayesine teslim edilebilir mi? Jeopolitik bakımdan Suriye, tek bir güce teslim edilemeyecek kadar önemli olduğundan bölünme ihtimali maalesef ki yüksek görünüyor. Ancak küresel ve bölgesel nüfuz mücadelesi veren güçler bu topraklar üzerinden birbirleriyle daha uzun bir süre kapışacaklar, ta ki sözkonusu güçlerin çoğu pes edip oyundan çıkmaya razı olana kadar. Tıpkı Lübnan tecrübesinde olduğu gibi…]



Çatışmalar ve göç nedeniyle bugün Suriye’nin karşı karşıya kaldığı demografik dağılımı/yıkımı tam olarak bilebilmemiz imkânsız; ama savaştan evvel ülkenin kabaca %68’i Sünni idi. Bunun %10’u Kürt, kalanı ise Arap’tı. Aleviler toplam nüfusun %11 idi. Ülkenin şu üç grup arasında bölünmüş halde kalacağını tahmin etmek mümkün: Aleviler, Suriye Kürtleri ve Sünni Araplar. Aleviler Esed’e bağlılar, Suriye Kürtleri YPG’ye sadıklar, Araplar da bir kısmı İslamcı bir kısmıysa Esed destekçisi olmak suretiyle kendi içlerinde bölünmüş haldeler ve bütün bunların tamamı birbiriyle nüfuz yarışı içindeler.
Esed rejimi, Aleviler ve Esed’in koruduğu diğer azınlıklar asla Suriye’de demokrasiye razı olmayacaklar. Zira bunu yapmak, Sünni Arap güçleri iktidara taşıyarak bu azınlık cemaatlerin onların belirli misillemelerine maruz kalmasına kapı aralayacaktır. Aynısı, Ortadoğu’nun en küçük ve en yeni Kürt nüfusu olmasına rağmen kendileri için fiilî bir devleti güvence altına alan ve Türkiye’yle sınırlarındaki savunmasız konumlarına stratejik derinlik katmaya çalışırken mümkün olduğunca fazla toprak elde eden Suriye Kürtleri için de geçerli.

En muhtemel senaryo Suriye’nin sonunda üç büyük parçaya bölünmesi. İlki, Esed rejiminden geri kalanlarca kontrol edilecek [Z.T.K. Şam, Hama, Humuş, Halep gibi] büyük şehirler ve Alevilerin merkezî toprakları olan Akdeniz sahilindeki kaleler. İkincisi, Suriye Kürtlerinin toprakları olacak. Üçüncüsü ise Sünni Arapların kanunsuz/kontrolsüz toprak parçaları olacak. Bu Sünni Arap grupların isimleri sürekli değişmekte; ancak sözkonusu bölgelerde üstünlük elde etmek için birbirileriyle çatışmayı sürdürecekler ve Esed birlikleri ile Suriye Kürt güçlerine fırsatçı saldırılar düzenleyecekler [Tersi de yaşanacaktır].

[Suriye'nin yüz yıllık tarihi bugün yaşananlara ve gelecekte meydana gelebilecek gelişmelere ışık tutmaktadır. Bu blogda yer alan, Robert Kaplan'a ait 1993 tarihli "Suriye: Kimlik Krizi" yazısının tercümesini okumanızı tavsiye ederim.]

[Yine Lübnan İç Savaşı'yla ilgili okuma yapmak isteyenlere tavsiyem, şahsıma ait olan "Ortadoğu'nun Aynası Lübnan" kitabıdır. Kitabın giriş yazısı ve içindekiler kısmına ulaşmak için TIKLAYINIZ.]


O.ALABASTER: SUUDİ ARABİSTAN KATAR’I ‘FETHETME’ EŞİĞİNE GELMİŞTİ



BAE E-POSTA SIZINTILARI: SUUDİ ARABİSTAN KATAR’I ‘FETHETME’ EŞİĞİNE GELMİŞTİ

Olivia Alabaster (Middle East Eye haber editörü ve gazeteci; daha evvel Lübnan the Daily Star gazetesinde Ortadoğu ve dünya haberleri editörüydü)
Middle East Eye,  14.9.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

BAE’nin ABD Büyükelçisi Yusuf el-Uteybe’ye ait olduğu iddia edilen son sızan bir e-postaya göre, Suudi Arabistan Katar’ı “fethetme”nin eşiğine gelmiş.
Bu iddia, kimliği belirsiz bir grup tarafından çarşamba gecesi internette sızdırılan yeni e-postalarla gündeme geldi.
Uteybe, 28 Mayıs 2017’de eski Amerikalı diplomat Elliott Abrams’la bir yazışmasında, Katar’ı fethetmek “herkesin problemlerini çözecektir. Kelimenin tam manasıyla” diyor ve ekliyor: “Suudi Kralı Abdullah Ocak 2015’te vefatından birkaç ay evvel Katar’da bir şeyler yapmanın eşiğine gelmişti”.
Buna çok şaşıran Abrams, “Ben bunu bilmiyordum. Çarpıcı!” demiş ve yerli Katar nüfusunun 250 ila 300 bin olmasına işaret ederek “Bu ne kadar zor olabilir ki?” diye sormuş. “Yabancılar müdahale etmeyecektir” diye ekleyip Katar’ın büyük orandaki Güney Asyalı işçi nüfusuna işaret ederek, “Hintlilere ve polise maaşlarını artırma sözü verildiğinde kim [Katar Emiri uğruna] ölümüne savaşır ki?” diye devam etmiş.
Uteybe, cevaben “Varılan sonuç tam da buydu. Kolay bir iş olacaktı.” diye yazmış.
Abrams’ın buna cevabı, mevcut Amerikan Başkanı Trump’ın Suudi Arabistan’ın Körfez komşusunda böyle bir askerî darbeyi destekleyeceğini ima edercesine “Obama bunu istemezdi, ama yenisi…” olmuş.
Uteybe’nin cevabıysa “Kesinlikle” şeklinde.
Bütün bunlar, Uteybe’nin Abrams’ın “Haşimiler [yani Ürdün] Katar’ı fethetmeli; bu hem nakit problemini hem de Katar’ın radikalleri destekleme meselesini çözecektir” teklifine yazdığı cevaplar.
Abrams, geçmişte Amerikan Başkanı George W. Bush’un milli güvenlik müsteşar yardımcısı olup şu an Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu Araştırmaları’nda kıdemli araştırmacı.

(…)

14 Eylül 2017 Perşembe

D.HEARST: YAZI, SUUD KAYBEDER; TURA, İRAN KAZANIR



YAZI, SUUD KAYBEDER; TURA, İRAN KAZANIR

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 12.9.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Suudi liderlik krizi nice sürpriz dalgalanmalarla karmakarışık bir hal alsa da görünen o ki bölgesel oyunculardan biri her daim üstünlüğünü kanıtlıyor. Bu ülke İran.
Suudi Arabistan’ın Katar’a yönelik ablukanın daha en başında Doha’yı işgal etme planını altüst eden faktörlerden biri, İran’ın askerî müdahalede bulunma tehdidi. Konuyu yakinen bilen kaynaklardan anladığım kadarıyla Riyad, sınırdan tanklarını Katar’a sokmayı düşündüğünde İran, Doha’daki Türk askerî birliklerinin sembolik varlığından çok daha önemli bir caydırıcı güç olduğunu ispatlamış.
Peki sonuç ne? 86.000 İranlı hacının bu yıl “iyi bir Hac” geçirdiğinin ilanının ardından [Z.T.K. geçen sene İranlılar hacca gitmemişti] önümüzdeki günlerde bir Suudi heyet, iki sene evvel ikili ilişkilerin kesilmesi üzerine tahliye edilen Suudi elçilik “binalarını ziyaret etmek” üzere Tahran’a gidecek [Z.T.K. Suudi Şii âlimlerden Nimr en-Nimr’in idamı üzerine İran’da patlak veren gösterilerde Suudi elçilik binalarına saldırıların ardından diplomatik ilişkiler kesilmişti].
Dahası, bir dizi ziyaretin ardından Suudi Arabistan Bağdat yönetimiyle ilişkilerini yeniden kuruyor ve Irak İçişleri Bakanı Kasım el-Aracî bu noktada arabuluculuk yapmayı teklif etti. El-Aracî, İran’ın Suriye ve Irak’a askerî müdahalelerinin Napolyon’u haline gelen İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’ye yakın olan Bedr örgütünün üst düzey bir mensubu.
Aslında bu, Suudi dış politikasındaki ani değişimleri ve sendelemeleri gözlemlemek için bir sismometre niteliğinde.
Bir taraftan Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, savaşı İran’a taşıma tehditleri savurarak mayıs ayında “Tahran’ın nihai hedefi kutsal beldelerin kontrolünü ele geçirmek” demiş ve uygulanacak politikaları detaylandırmadan “Biz savaşın Suudi Arabistan toprakları içinde olmasına izin vermeyeceğiz. Savaşın Suud değil, İran topraklarında yürümesi için çalışacağız” diye de eklemişti. Öte taraftan Prens, Washington’da iki emekli diplomata Yemen’den çıkmak istediğini söylemiş olup ABD’nin İran’la diyaloga girmesinden rahatlamış durumda.
Suudi kraliyetinin düşmanı mütemadiyen şekil değiştirip yeni yeni formlar alıyor. Kral Abdullah döneminde baş düşman Arap Baharı ve siyasal İslam’dı. Kral Selman döneminde baş düşman önce İran’dı, daha sonra Katar’a dönüştü. Bu makaleyi kaleme aldığım sırada Suudiler için asi komşusunu kanunsuzluğa teşvik etmekten ve kontrol altına almaktan daha acil bir görev yoktu. Ama yazı yayına girdiğinde bakarsınız bu durum bir kez daha değişir. [Z.T.K. Yazar bu yazıyı kaleme alırken Katar Emiri, Suudi Veliaht Prensini telefonla arayarak krizin çözümü için tüm tarafların çıkarlarını güvence altına alacak şekilde diyalog masasına oturulması talebini iletmişti. Ancak Riyad bu talebi reddetti.]
Tabii ki bu değişimlerin nedenleri var. Bir Suudi askeri planlamacı olmak, bir dizi askerî ve stratejik yenilgiye tahammül gösterebilmek demektir. Suud ve Katar destekli isyancılar Suriye’de kaybettiler ve Riyad tarafından bir başlarına ortada bırakıldılar. Yemen’de iki senedir Husilere karşı devam eden harekât askerî bir felakete dönüştü. Katar’a yönelik abluka da bir diğer kaybeden ata oynama örneğiydi.
32 yaşındaki Suudi veliaht prensi ve savunma bakanını destekleyenler onu pragmatik olarak tanımlıyorlar. Yaptığı her bir U dönüşünü açıklamanın diğer bir yolu da tetiği ilk çeken olmaması gerektiğinin fark edilmesi. Aktivist bir dış politika, eğer ki girişilen eylem istenilen hedefe ulaşabilecekse işe yarar. Yoksa başkalarının ekmeğine yağ sürer.
Bununla birlikte, yapılan hatalardan kazanç sağlamak da bir tecrübe gerektirir; İran buna bolca sahip olup komşularının hatalarından istifade etmekte hepsini gölgede bırakır.
Peki İran, Sünni Arap komşuları arasında verilen şiddetli rekabet ve mücadelelerden hükmen galip çıkmayı nasıl başardı?

11 Eylül’ün önemi
İran 20. yüzyıldan iyi bir devlet olarak çıkamamıştı. [Z.T.K. İslam Devrimi’nin hemen ardından] Saddam Hüseyin’le sekiz sene süren [1980-1988] ve yaklaşık 1 milyon İranlının canına mâl olan çok şiddetli bir sınır savaşı verdi. Keza ABD’nin yaptırımlarına 20 sene tahammül etti. 2002’de Amerikan Başkanı George W. Bush tarafından “şer ekseni”nin bir parçası olarak ilan edildiğinde uluslararası toplumun dışına itilmiş bir devlet görünümündeydi. Aslında 11 Eylül 2001, İran’ın stratejik konumunu dönüştürdü. Bir anda Batı, baş etmesi gereken el-Kaide gibi çok daha tehlikeli bir küresel tehditle karşı karşıya kaldı. Bundan sonra ABD kapıyı biraz aralık tutarak Irak ve Afganistan’da İran’la iş tuttu. Bu aşamadan itibaren İran’ın dış politikası ofansif bir hale bürünerek bugüne kadar geldi.
İran kendisine yönelik uluslararası tecrit dönemini akıllıca kullandı. İç siyasette güç dengesi her ne olursa olsun Tahran, birleşik bir merkezî komuta, net bir strateji ve öz kaynaklara bel bağlamanın verdiği güveni geliştirdi. Füzeler gibi karmaşık silah sistemlerini üretebileceği kendi askerî sanayi kompleksini kurdu. Bunu sürdürebilmek için petrol sanayisine de sahipti.
11 Eylül’le birlikte aldığı an büyük ders şuydu: Eğer ki bir millet olarak herhangi bir şeyi başarmak istiyorsan öncelikle kendi kendini savunabilmelisin. Bu kararlılıkla bölgede hâkim askeri ve siyasi güç haline gelme gibi bir net strateji ortaya çıktı. Suriye ve Irak’ta stratejik derinliği sağlamaya kararlıydı. İşte şimdi tam da bunu başarmış durumda.
İran, hedeflerinin peşinden koşarken üç taktik uyguladı:
Birincisi, İran’ı hâmi olarak gören bölgedeki bütün Arap gruplarla bağlarını kuvvetlendirdi. Bu Irak, Suriye ve Yemen’deki Şii azınlıklara sadece askeri yardım sağlamak anlamına gelmiyordu. Yardım siyasi ve örgütseldi de. İran, çürümüş Arap devletinin sağlayamadığı altyapıyı –yani hastaneler, okullar ve yerel hizmetler ağını- sundu.
İkincisi, işgalci Amerikan ve İngiliz güçleri geri çekilirken özellikle Irak’ın güneyinde bıraktıkları boşluğu doldurdu.
Üçüncüsü, durum el verdiğinde hasımlarıyla anlaşma yapabilecek kadar pragmatikti.
Bu pragmatikliğine ibretlik bir örnek, İran’ın, liderlerine ev sahipliği yaptığı [Z.T.K. mesela Usame bin Ladin’in ailesi ve IŞİD’in nüvesi olan Mezopotamya el-Kaidesi’nin kurucusu Ebu Mus’ab ez-Zerkavi] ve toprakları üzerinden başka ülkelere transit geçişlerine göz yumduğu el-Kaide örgütüyle gizli ilişkileri. 11 Eylül Komisyonu raporu, “İran’ın 11 Eylül’den evvel toprakları üzerinden el-Kaide mensuplarının Afganistan’a giriş-çıkışlarını kolaylaştırdığına ve bunların bir kısmının gelecekte 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirecek uçak korsanları olduğuna dair güçlü kanıtlar” bulunduğundan bahsediyor. Geçen sene Amerikan Maliye Bakanlığı, İran’da yaşayan üst düzey üç el-Kaide ajanına yaptırım uygulayacağını açıklamıştı.
Bin Ladin de bu iyiliği karşılıksız bırakmadı. 2007 Ekim’inde İslam Devleti’nin nüvesi ve habercisi olan Irak İslam Devleti’ne İran’a yönelik tehditlerini tasvip etmediğini belirten bir mektup yolladı. Bin Ladin mektupta şöyle diyordu: “Hepimizin genel selametini etkileyen bu ciddi meselede bizimle istişare etmediniz. Böyle önemli meselelerde bize danışmanızı beklerdik; zira sizin de bildiğiniz gibi İran, bizim finansman sağlamamız, adam devşirmemiz ve iletişimimizde, dahası rehine olaylarında ana arterimiz.”
İkinci örnek, İran’ın [Z.T.K. bir zamanlar can düşmanı olan] Taliban’a gizli askerî desteği. Amerikan hava saldırılarıyla Afganistan’ın Farah bölgesindeki üç haftalık kuşatma kaldırıldığında hayatını kaybetmiş onlarca Taliban mensubu arasında dört tane de İranlı üst düzey komando vardı. ABD 16 yıllık savaşında hız kaybederken geride kimin kalacağından çıkarları olan sadece Pakistan ve Suudi Arabistan değil. The New York Times gazetesinden Carlotta Gall’ın geçen ay belirttiği gibi, Taliban, halen devam eden Amerikan işgalinin [ABD için] maliyetini artırarak İran’ın çıkarları için faydalı bir vekil güce dönüşmüş durumda. Bu, Arapların son derece aşina olduğu bir hikâye.
Nitekim son dönemde HAMAS, Suriye İç Savaşı yüzünden İran’la altüst olan ilişkilerini yeniden tamir etmekte ve üst düzey İranlı diplomatlar da Müslüman Kardeşler’e yardım eli uzatmaya hazır olduklarını göstermekteler.

İran konusunda dümen kırma
Şimdi de İran’ın adımlarını Suudi Arabistan’ın davranışlarıyla kıyaslayalım: İttifaklar kurmuyor, çok yakından kontrol etmeye kalkıştığı kendisine vekil milisleri bir başlarına terk ediyor ve farklı ülkelerde farklı gündemler peşinde koşuyor. Bütüncül bir stratejik vizyonu yok ve Suudi iktidarı/gücü devlete değil bir aileye dayalı. En önemlisi de Suudi Arabistan kendi sınırlarını kendi ordusuyla koruyamıyor.
O halde Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın İran’la ilişkileri tamir etme çabasının ardındaki temel saik nedir? Dört muhtemel saik sözkonusu:
Birincisi, Bin Selman’ın savaşı İran topraklarına taşıma uyarısının hemen ardından Suudi Arabistan’ın Şiilerin yoğunlukta olduğu Doğu Vilayeti’nde roketatarlar görülmeye ve polise karşı kullanılmaya başlandı. Görünen o ki bu, Bin Selman’ın dikkate aldığı bir mesajdı.
İkincisi, bütün eylemlerinde aslında temel amacı kral olmak. Önünde çok fazla meydan okuma olduğunu ve bunları asgariye düşürmesi gerektiğini biliyor. Yemen için bir çıkış stratejisine ihtiyacı var ve bunun için de İran’la ilişkiler hayati.
Üçüncüsü, Amerikan Başkanı Donald Trump’la ilişkileri şimdiye kadar beklediği faydayı sağlamadı. ABD, Katar konusunda Riyad’a beklediği desteği vermediği gibi İran’a karşı da bir adım atmış değil. Muhammed bin Selman daha çok uzun süre bekleyebilir. Zira Trump Kuzey Kore meselesiyle meşgul ve ABD [İran’ı hedef alan] yeni bir Ortadoğu savaşı başlatmak için kendi içinde oldukça bölünmüş bir ülke.
Dördüncüsü ise en şaşırtıcı olanı. Katar, Muhammed bin Selman için İran’dan daha büyük bir tehdit. Suudi kraliyet ailesinin özellikle kaybeden taraftaki mensupları [Z.T.K. yani haziran ayında saf dışı bırakılan eski Veliaht Prens Muhammed bin Nayif taraftarları] arasında Katar’a daha fazla sempati duyuluyor ve yeni veliaht prens de bunun farkında. Körfez’deki komşusu Katar’la savaşında [kendisini sağlama almak için] İran’la ilişkilerini güçlendirmesi lazım.

Savaşı kazanmak
İran çatışmaları kazanıyor, ama şimdiye kadar savaşı kazanmakta başarısızdı. Arap dünyasına müdahaleleri, iyileştirilmesi zor olacak çokça bölünmeler/ihtilaflar yarattı. Bugün milyonlarca Sünni kendi ülkesi içinde mülteci konumunda ve eğer ki Suriyeli en üst komutanlardan biri kendi bildiğini okumaya kalkışırsa bu durum böylece sürüp gidecek.
Elit Cumhurbaşkanlığı Muhafız birliğinden Tümgeneral İssam Zahreddin, Suriye’deki çatışmadan kaçanlara geri dönmemeleri “tavsiye”sinde bulunup ordu bunu “unutmayacak ve affetmeyecek” diye de ekledi.
Suriye devlet kanalında dedi ki “Suriye’den diğer ülkelere kaçanlar, sakın geri dönmeye kalkışmayın; hükümet sizi affetse bile biz sizi asla affetmeyecek ve unutmayacağız.” Daha sonra bu açıklaması için özür diledi ve sözlerinin yanlış yorumlandığını belirterek hedefinin Suriyeli siviller değil, IŞİD olduğunu iddia etti. Ama mültecilerin bizzat kendileri tümgeneralin mezhepçi ifadelerini bu şekilde anlamadı.

Mezhep çatışmalarını başlatmak kolaydır, ama durdurmak çok daha zordur. Tarih bu noktada durmayacak ve İran, eğer ki bölgesel barışın bir parçası olacaksa müdahalelerinin körüklediği mezhepçi bölünmeleri nasıl iyileştireceğini düşünmek zorunda. Arap dünyasının istikrarı İran’ın da uzun vadede çıkarına.