29 Eylül 2019 Pazar

S.SAHA: İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİN ORTADOĞU’DAKİ ÇATIŞMALARA ETKİSİ




İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ORTADOĞU’DAKİ ÇATIŞMALARI NASIL ŞİDDETLENDİREBİLİR?

Sagatom Saha (Enerji politikaları uzmanı)
Atlantic Council, 14.5.2019

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 26.9.2019 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/2019/09/26/iklim-degisikligi-ortadogudaki-catismalari-nasil-siddetlendirebilir/
İngilizcesi How Climate Change Could Exacerbate Conflict in the Middle East başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ.

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: İklim değişikliğinin en çok etkileyeceği bölgelerden biri de Ortadoğu. Böyle giderse, bölgenin bazı kısımları yaşanmaz hale gelecek, iç karışıklıklar artacak. Petrol geliriyle yaşayan ülkeler ekonomik zorluklarla yüz yüze kalacak. Çöken devletler de artacak.

İklim değişikliğinin etkileri son yıllarda çok daha net ve yıkıcı bir şekilde görülüyor. Birçok araştırmacı, iklim değişikliğinin en fena vuracağı bölgelerden birinin Ortadoğu olacağında hemfikir. Hatta bazıları gelecekte bölgede su ve gıda savaşları yaşanacağı uyarısında bulunuyor.
Bu uyarıyı yapanlardan biri de, Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden biri olan Tunus’un eski cumhurbaşkanı Munsif Merzûkî’ydi. Yaklaşık bir yıl önce kendisine sorulan “Sizce torunlarımız nasıl bir Ortadoğu’da yaşayacaklar? Onlara ne miras bırakıyoruz?” sorusuna şu çarpıcı cevabı vermişti:
“Ümit ederim ki gelecekte Ortadoğu diye bir yer kalır. Hiç kimse iklim değişikliğini konuşmuyor. Oysa bu, dünya için en büyük tehlike. Eğer iklim değişikliğiyle mücadele etmezsek, korkarım ki gelecekte petrol ve enerji değil, su ve gıda savaşlarına tutuşacağız. Siyasi ve sosyoekonomik problemler asıl tehlikenin üzerini örtüyor, gizliyor. Ama dünyanın bu tarafı muhtemelen iklim değişikliğinden en fazla etkilenen bölgelerden olacak. Ümit ederim ki en kısa zamanda siyaseten bir dengeye kavuşup ardından asıl problemleri çözmeye çalışırız da gelecek nesillerimize yaşayabilecekleri bir toprak parçası bırakırız.”   [Munsif Merzûkî ile bu röportaj, 30.9.2018’de Zahide Tuba Kor tarafından yapılmış ve “Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri” kitabında yayınlanmıştır (Küre Yayınları, sf.55).]
İklim değişikliğinin Ortadoğu’daki muhtemel sarsıcı sonuçlarına dikkat çekenlerden biri de, geçmişte Dış İlişkiler Konseyi’nde enerji ve Amerikan dış politikası alanında çalışmış; yazıları Foreign Affairs, Defense One, Fortune, Scientific American gibi birçok mecrada yayınlanan enerji politikaları uzmanı Sagatom Saha.
Saha, Atlantic Council tarafından Mayıs ayında yayınlanan “İklim değişikliği Ortadoğu’daki çatışmayı nasıl şiddetlendirebilir” başlıklı yazısında, durumun vahametini şu satırlarıyla ortaya koyuyor:
“Ortadoğu genelinde yaz sıcaklıklarının küresel ortalamanın iki katından fazla artması bekleniyor. Uzun süreli sıcak hava dalgaları, çölleşme ve kuraklık Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın bir kısmını yaşanmaz hale getirecek. İnsanların yaşamaya devam edeceği yerlerde ise iklim değişikliği azalan kaynaklar üzerinde şiddetli bir rekabeti körükleyebilir.”

Kuraklık ve Suriye iç savaşına etkisi
Bölgedeki yönetimlerin ve onların uluslararası ortaklarının, istikrarsızlık ve çatışmaları azaltmak için iklim değişikliğini genel stratejilerine dâhil etme noktasında çok az şey yaptığını da belirten yazar, “Küresel ısınmanın kargaşayı artıracağı, devlet kapasitesini zayıflatacağı ve kaynak çatışmalarını tetikleyeceği bir Ortadoğu’ya kendilerini hazırlamaları lazım” diyerek yöneticileri uyarıyor.
Sagatom Saha, -yerinde bir örnekle- Suriye üzerinden küresel ısınmanın bölgeye zarar verme potansiyelini anlatıyor:
“İklim değişikliği Suriye’de iç savaştan çok önce kuraklığa yol açtı. Bu kuraklık, kırsaldaki çiftçileri Şam ve Halep gibi şehir merkezlerine yönlendirerek halk tabakalarını geniş çaplı siyasi kargaşaya hazırladı. 2002’den 2010’a şehirlerde yaşayan nüfus yarı yarıya arttı.”
Yazar, tabii ki Suriye’deki iç savaşı salt iklim değişikliğine bağlamıyor. Ama iklimin tetiklediği iktisadi çaresizlik ve göçlerin, -diğer çatışma unsurlarını pekiştirerek- sonuçta mevcut eşitsizlikleri artırdığına ve rejimin kırsal kesimle ve köyden kente göçmüş kitlelerle bağlarını bozduğuna dikkat çekiyor.
İklim değişikliği hızlı sıcaklık yükselişine, gıda kıtlığına ve iktisadi sıkıntıya yol açtıkça daha fazla Ortadoğu ülkesinin bir anda savaşa sürüklenebileceğini vurguluyor.

Su kıtlığı ve IŞİD
Yazara göre, çatışmanın diğer bir kaynağı da iklim değişikliğinin tetiklediği su kıtlığı olacak. Bu bağlamda IŞİD’in Irak ve Suriye’de yayıldığı dönemde Fırat ve Dicle nehirlerindeki barajların da kontrolünü ele geçirdiğini, daha sonra Kürt peşmergeleri ve Irak kuvvetleriyle çatışmalar sırasında Kerbela ve Necef gibi kutsal Şii şehirlerinin susuz kaldığını hatırlatıyor.
Saha’nın vurguladığı üzere, 23 milyondan fazla Iraklı ve Suriyeli bu nehirlerin havzasında yaşıyor ve elektrik-su ihtiyaçlarını buradan karşılıyor.
Daha da çarpıcı olan, uzmanların küresel ısınma yüzünden Fırat ve Dicle’nin ‘bu yüzyılda buharlaşacağı’ ve nehirlerden geriye kalan sular üzerindeki çatışmanın ise daha da kızışacağına dair tahminleri.

Devlet kapasitesi buharlaşıyor
Yazara göre, iklim değişikliğinin Ortadoğu yönetimlerinin kargaşayla başa çıkma kapasitesini azaltması muhtemel. Bu bağlamda Saha şunları yazıyor:
“Öncelikle, giderek sıklaşan (olumsuz) hava olayları yüzünden kaynak dağıtımı zorlaşacak ve yeni acil yardım ihtiyaçları doğacak. Dış yardımın çoğunlukla kritik olduğu Ortadoğu’da yabancı bağışçılar, bir yandan istikrara kavuşturma ve hükümet projelerine finansman sağlamaya devam ederken, diğer yandan da afet yardımını artırarak iki kat mesai harcamak zorunda kalabilirler.
İkincisi, iklim değişikliğine karşı alınan tedbirlere, kaçınılmaz olarak küresel temiz enerjiye geçiş eşlik edecek ve bu süreçte petrol gelirleri azalırken, petrol üreticileri daha az kaynağa sahip olacak. Bu durumda toplumsal sözleşmenin, sübvansiyonlar ve savurganca kamu hizmetleri karşılığında sınırlı siyasi hürriyete dayalı olduğu ülkelerde dolaşımdaki para azalacak.”
Yazar, buna sokak gösterilerinin felçli cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika’yı görevi bırakmaya zorladığı Cezayir örneğini veriyor. Cezayir’de protestocuların sıkıntıları kısmen petrolle bağlantılıydı; zira fiyatı düşmeden evvel, genç istihdamını destekleyen sosyal yardımlar petrol gelirleriyle finanse ediliyordu.
Yazara göre, Suudi Arabistan gibi ülkelerin bu badireyi atlatabilmek için mali kapasitesi mevcutken asıl Irak ve Libya gibi istikrarsız petrol üreticilerinden endişe duyulmalı. Zira bu ülkelerin bütçelerini finanse edebilmeleri ve çatışmalar dindiğinde yeniden inşa faaliyetlerine başlayabilmeleri için petrol fiyatlarının olağanüstü yüksek olması gerekiyor:
“Libyalı milisler şu an petrol altyapısını kontrol etmek için çatışsalar da gelecekte petrol fiyatları yükselmeden yeniden inşayı kendi kendine finanse edebilmelerini beklemek zor.”
Fakat yalnızca Libya için değil, petrol üreten Ortadoğu ülkeleri için de en iyi senaryoda, hâlâ küresel petrol akışına bel bağlayan başta ABD olmak üzere Batılı hükümetlerden bu ülkelere dış yardım akmaya devam edebilir; en kötü senaryoda ise rüzgar tribünleri, güneş panelleri ve elektrikli arabalar çok daha kullanışlı ve düşük maliyetli hale geldikçe bağışçı hükümetler destekten el çekebilir.

Sınıraşan kaynaklar üzerinden rekabet kızışıyor
Saha’ya göre, iklim değişikliği Ortadoğu yönetimlerinin komşularına karşı teyakkuzda olmasına da yol açabilir. Bir ülke içindeki kaynak kıtlığı o ülke çapında kargaşayı tetikleyebilir; ama sınıraşan kaynaklar üzerinden rekabet söz konusu olduğunda iş savaşa kadar varabilir.
Yazar, Ortadoğu ülkelerinin sulamak, içmek ve elektrik üretmek için hayati olan su konusunda komşularıyla ihtilaflarını nasıl idare ettiklerini, Nil Nehri Havzası üzerinden anlatıyor:
“2011’den bu yana Etiyopya, bölgesinde bir numaralı elektrik ihracatçısı olabilmek için Büyük Rönesans Barajı’nı inşa ediyor. Ancak baraj Mısır’a doğru su akışını %25 kesecek. Kahire yönetimi, barajın yaklaşık 100 milyona varan nüfusuna su teminini kesintiye uğratacağı iddiasında. Hâlihazırda Etiyopya ve Mısır müzakere yürütüyor olsa da Mısırlı yetkililer daha 2013’te ihtilafı askeri adımla çözmeyi düşünmüştü. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi, barajın ‘bir hayat memat meselesi’ olduğunu açıkça bildirmişti. Nil’in akışını tehdit eden iklim değişikliği zaten gergin olan durumu daha da kötüleştirebilir.”
Saha, Ortadoğu ülkeleri arasında doğrudan çatışma nadir olsa da iç savaşların hemen hepsinde de vekalet savaşlarının yaygın olduğuna dikkat çekiyor. Geçmişte Şam yönetiminin Ankara’yı Fırat’ın sularını paylaşmaya zorlamak için PKK’ya destek verdiğini de hatırlatıyor.
“Fas’tan İran’a kadar hemen hemen tüm Ortadoğu ülkeleri su kaynaklarını komşusuyla paylaşıyor ve bazı ülkelerin kendine ait içilebilir tatlı suyu çok az. Mısır-Sudan-Etiyopya ve Türkiye-Suriye arasında yaşananlar, su daha da azaldıkça Ortadoğu siyasetinin sıkça karşılaşılan bir özelliğine dönüşebilir” uyarısında bulunuyor.

Bir çözüm planlamak
Saha, belli bir düzeyde küresel ısınmanın çoktan gerçekleştiğini ve daha on yıllarca devam edeceğini, bugün politika üretenlerin temel vazifesinin çatışma ile iklim değişikliği arasındaki ‘bağlantıyı koparmak’ olduğunu belirtiyor. Suriye’de yaşananların, çevre koşulları ile siyasi ve iktisadi şartlar örtüştüğünde Ortadoğu’nun diğer herhangi bir baskıcı rejiminde tekrarlanabileceği uyarısı yapıyor.
Yazar, politika üretenlere de çeşitli tavsiyelerde bulunuyor:
Öncelikle, iklim değişikliğine ve çatışmaya en meyyal ülkelerde iklime uyum sağlama ve kaynak yönetimi gibi projeler, Birleşmiş Milletler (BM) Yeşil İklim Fonu, vb. uluslararası kuruluşların ve yabancı bağışçıların da desteğiyle hayata geçirilmeli.
İkincisi, ABD gibi bağışçı ülkeler, iklime duyarlı kaynakların paylaşımı konusunda ihtilafların şiddete dönüşmeden çözülmesi için aktif bir rol oynamalı.
Üçüncüsü, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Ortadoğu’da kaynak kıtlığını kısmen giderecek teknolojileri kullanmaya dönük inovasyon çabalarını ikiye katlamalı. Bu bağlamda suyu tuzdan daha ucuza arındırma ve az sulamalı tarım gibi yöntemlerle iklim değişikliğinin beslenme ve sağlık alanındaki sonuçları bertaraf edilmeli.
Yazar Saha, iklim değişikliğinin kadere bırakılmaması gerektiği ve bugün benimsenecek politikaların iklimin gelecekte Ortadoğu’da oynayacağı rolü belirleyeceği vurgusuyla yazısını sonlandırıyor.

22 Eylül 2019 Pazar

C.LISTER: ESED SAVAŞI KAZANDI MI GERÇEKTEN?



ESED SAVAŞI KAZANDI MI GERÇEKTEN?

Charles Lister (Suriye uzmanı, Ortadoğu Enstitüsü kıdemli araştırmacısı)
Foreign Policy, 11.7.2019

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 16.8.2019 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/2019/08/16/esed-savasi-kazandi-mi-gercekten/
İngilizcesi Assad Hasn’t Won Anything başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ.

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: “Suriye’de rejim ülkenin üçte ikisini kontrol ediyor ama rejim bölgelerinde bile yakıt sıkıntısı ve yolsuzluk nedeniyle istikrarsızlık potansiyeli var. İran’ın desteği eskisi kadar güçlü değil. Ülkenin yeniden inşası için her sene 25 milyon ton çimento ithal etmesi gerekiyor ama çimento karacak su bile yok. Yabancı güçlerinse çoklu çatışma olasılığı mevcut.” Suriye uzmanı Charles Lister, dergisinde yayınlanan ‘Esed aslında hiçbir şey kazanmadı’ başlıklı makalesinde Foreign Policy Suriye’ye yakından bakıyor.

Bugünlerde Suriye tartışılırken ‘Esed kazandı’ veya ‘Savaş sona doğru yaklaşıyor’ ifadelerini gittikçe daha fazla duyuyoruz. Ortadoğu Enstitüsü kıdemli araştırmacısı Charles Lister da bu durumu hatırlatıp artık Suriye gündeme geldiğinde meselenin rejimle irtibata geçip geçmeme, mültecilerin geri dönüşü, yeniden inşa, yaptırımları hafifletme gibi konular üzerinden ele alındığına dikkat çekiyor.
Foreign Policy dergisinde yayınlanan makalesinde Suriye’nin şu anki fotoğrafını şöyle yansıtıyor:
“Suriye’nin neredeyse üçte ikisi rejimin kontrolünde. Rusya’nın 2015 Eylül’ünde başlayan askeri müdahalesinden bu yana muhalifler, tek bir büyük zafer kazanamadığı gibi, ellerindeki toprakların kahir ekseriyetini de kaybettiler. Suriye’nin doğusunda IŞİD’in toprağa dayalı hilafeti, Mart ayı sonunda Bağuz köyünde son yenilgisini aldı.”
Rejimin kadim savunucuları için bunun kutlanması gereken bir an olduğunu kabul eden Lister’a göre yine de ortada bir sorun var: “Esed hiçbir şey ‘kazanmış’ değil.”
Çünkü ona göre, rejim, Suriyelilerin kanı ve korkusu pahasına zar zor ayakta kaldı; istikrar hâlâ çok uzaklarda. Muhalefetin ülkenin kuzeybatısındaki son kaleleri, kolay kolay kontrol edilemeyecek gibi görünüyor. Lister makalesinde şu değerlendirmeyi yapıyor: “Ülkenin diğer yerlerinde müstakbel istikrarsızlığın bolca emareleri var. Suriye artık savaş altında değil ama ülkedeki siyasi kriz tırmanıyor. 2011’de isyana yol açan temel nedenler hâlâ ortada duruyor, hatta bunların çoğu daha da kötüleşmiş durumda. Rejimin hep elinde tuttuğu ve en ateşli savunucularının yaşadığı bölgelerde dahi şu an hayat, çatışmanın en yoğun günlerine kıyasla çok daha fazla zorluklarla, meydan okumalarla dolu.”

İdlib: İran’sız bir mücadele
Lister, muhaliflerin elinde kalan son bölge olan, Suriye topraklarının aşağı yukarı %4’üne tekabül etmekle birlikte, -kabaca yarısı yerinden yurdundan edilmiş- 3 milyon sivile ev sahipliği yapan İdlib’i öncelikle ele alıyor.
Suriye’deki gelişmeleri en yakından takip eden uzmanlardan biri olan Lister’ın tahminlerine göre, İdlib ve çevresinde, rejime ve rejim destekçilerine karşı savaşı sürdürmeye kararlı yaklaşık 60 bin silahlı savaşçı var. Bölge yaklaşık iki aydır rejim yanlısı kara ve hava kuvvetlerinin topyekûn saldırısına hedef oluyor. Ancak yüzlerce askerini, onlarca tankı ile zırhlı aracını ve birçok uçağını kaybeden rejim şimdiye kadar bölgenin sadece %1’lik bir kısmını geri alabildi.
Lister’a göre, Suriye rejiminin ülkenin geri kalanını ele geçirmek için gerekli insan gücünden yoksun olduğuna, İdlib’deki bu son gelişmelerden daha iyi bir kanıt olamaz. Buradaki dikkat çekici nokta, İran’ın vekil milis güçlerini İdlib’deki savaşta -kuzeybatının kendisi açısından pek de bir stratejik öneme sahip olmadığı gerekçesiyle- etkin bir şekilde kullanmayı reddetmesi. “İran’ın Esed -ve Rusya- için değeri hiç bu denli ifşa olmamıştı” yorumunu yapan Lister, Trump yönetiminin İran’ın ve bağlı güçlerin Suriye’den tamamen çıkması talebinin inandırıcı olmadığını ima ediyor. El-Kaide ve benzeri örgütlerin İdlib’deki etkinliğine de değiniyor.

IŞİD varlığını koruyor ama henüz genişlemiyor
Suriye ayaklanması üzerine kitapları olan Lister, uluslararası müdahaleyle kontrolündeki toprakları tamamen kaybeden IŞİD’in faaliyetlerini de ele alıyor:
“İslam Devleti son aylarda Suriye’nin doğusundaki operasyonlarını endişe verici boyutlarda sürdürüyor. Açık kaynak haberlere göre, Mart ayından bu yana Suriye’nin doğusunda, çoğu İslam Devleti ve ona bağlı uyuyan hücrelere atfedilen 370’i aşkın saldırı gerçekleşti.”

Amerika’nın Suriye stratejisi sürdürülebilir değil
Lister, Suriye’deki varlığını IŞİD’le mücadele temelinde meşrulaştıran Amerikan askeri varlığına değiniyor:
“Başkan Donald Trump’ın geçtiğimiz Aralık ayında Amerikan askerlerini tamamen çekeceğini ilan etmesine rağmen, şimdilerde Trump yönetimi ABD’nin Suriye’de kalmasında ısrarcı; ancak bunu askeri kuvvetlerde indirime giderek gerçekleştirecek. Basında yer alan planlara göre, Amerikan birliklerinin sayısı şu an 1000 civarında kalması gerekirken 2020 sonbaharında 400’e kadar inecek.”
ABD’nin Avrupa ülkelerinden asker takviyesine de değinen Lister’a göre, buradan gelecek asker sayısı ne olursa olsun yetersiz kalacak. Zira “IŞİD’i sindirmeye yardımcı olmak; giderek genişleyen Batı müttefiki Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’ni eğitmek; Suriye, Rusya, İran ve Türkiye’den gelen tehditleri etkisizleştirmek; (kısa dönem çıkarlarına göre sık karar değiştirebilen) Arap aşiretleri Kürtlerin öncülüğündeki SDG’ye sadık kalmaya ikna etmek” gibi amaçları gerçekleştirmek kolay değil. Bu nedenlerle Fırat’ın doğusunda IŞİD’in eski kalesinde mevcut Amerikan stratejisini sürdürülebilir olarak görmek Lister’a göre zor.

Uzlaşmayı aşındırmak
Astana sürecinde benimsenen çatışmasızlık planı dahilinde Suriye’nin güneyi ve güneybatısı, Şam’ın Doğu Guta kırsalı ve Humus kırsalında muhaliflerle rejim arasında yürütülen uzlaşma sürecini anlatan yazar, bunun sonuçlarını da şöyle değerlendiriyor:
“Rejimin çatışmasızlık bölgelerine geri dönüşü artan devlet baskısını, zorla askere almayı ve hizmetlerde azalmayı beraberinde getirdi; -bazı durumlarda da- yerel halkı Rusya ile İran destekli yerel güvenlik aktörlerinin rekabetinin ortasında zor bir durumda bıraktı. Mesela Doğu Guta; güvenlik kontrol noktaları, Rusya’ya bağlı gizli hapishaneler ve İran milis tesisleriyle dolu ‘kara bir delik’ oldu. Rejimle uzlaşan muhalif savaşçılardan gittikçe daha fazlası, kendilerini, eski yoldaşlarıyla savaşmak üzere -İdlib de dahil- sahaya sürülmüş bir halde buldu; öyle ki çok sayıda güneyli savaşçı son haftalarda bu çatışmalarda hayatını kaybetti. Hiç kimse merkezî hükümetle gerçek anlamda uzlaşmış değil, sadece boyun eğmeye zorlanmış durumda.”
Lister tespitlerini şöyle sürdürüyor: “Sonuç olarak bilhassa -içeriden bir kaynaktan aldığım bilgiye göre, rejimin güvenlik yetkililerinin son dönemde kriz durumu ilan ettiği- Suriye’nin güneyinde istikrarsızlık artıyor. Gerek yeraltı direniş ağları gerekse -iddiaya göre- hâlihazırda kağıt üzerinde rejime bağlı birlikler olarak görünen uzlaşmış savaşçılar tarafından son aylarda Deraa’da onlarca saldırı gerçekleştirildi. Bir örnek vermek gerekirse, Deraa’daki rejimle uzlaşan eski isyancı lider Adham Alkarad, 23 Haziran’da eğer rejim güneydeki uzlaşmış savaşçıları çatışmak üzere İdlib’e yollamaya devam ederse ‘sivil itaatsizlik’ kampanyasına destek çıkmakla tehdit etti. Şam’ın merkezi de hedef gözeten bombalı saldırılar ve hareket halindeki araçlardan ateş açma olaylarına şahit oluyor; tıpkı rejimin kontrolündeki Deyrezzor vilayetinde yaşandığı gibi. Bu tür saldırıların tamamına yakını, 2011-2012’deki rejim karşıtı isyanın ilk kökenleriyle bağlantılı, bu da devrimci ateşin -azalmakla birlikte- hâlâ daha ne denli varlığını koruduğunu gösteriyor.”

Jeopolitik husumetler ve birbirleriyle çatışan taraflar
Lister makalesinde “yabancı işgalleri” olarak tanımladığı duruma da değiniyor:
“Hâlihazırda Suriye’nin %62’si rejimin kontrolünde. Kalan %38’lik toprağın tamamı, yabancı hükümetlerin nüfuzu altında ve onlara bağımlı olan Suriyeli aktörler tarafından -farklı düzeylerde- kontrol ediliyor. Türkiye kuzey Halep ve Suriye’nin kuzeybatısına odaklanarak Suriye topraklarının %10’unda etkin bir kontrol sağlarken, doğuda ve kuzeyde ABD ve onun IŞİD karşıtı koalisyon müttefikleri ülkenin %28’ini elinde tutuyor. Türkiye ve ABD’nin müdahilliği, devletlerarası ve devlet altı birden çok muhtemel çatışma hattı yaratmış durumda: Kürtler ile Araplar arasında; muhaliflere karşı SDG; ABD’ye karşı İran, Rusya, Suriye rejimi ve muhtemelen Türkiye; rejime karşı diğer herkes.”
Yazar, IŞİD sonrası süreçte Suriye sahasında aktör olan her devlet kendi elindeki toprağı genişletmeye veya konsolide etmeye çalışırken, yeni hatların çizildiğine ve bazı gerginliklerin çözüm ihtimalinin belirsiz olduğuna işaret ediyor:
“Türkiye’nin – Halep’in kuzeyi ve Afrin boyunca dirençli bir Kürt isyanıyla yüz yüze olsa da – hâlihazırda bulunduğu alanlardan ayrılması son derece ihtimal dışı. Bu arada ABD, en azından yakın gelecekte, Suriye’de olacak. Barış görüşmelerinin bazısı (mesela SDG ile Şam arasındaki) duraklamış, bazıları da (ABD ile Türkiye arasında olduğu gibi) donmuş durumda. Hiçbirinde anlamlı bir ilerleme kaydedilmiş değil.”

İsrail de vazgeçmedi
“Bu arada İsrail, sınırları yakınında İran’ın varlığını bir tehdit olarak görmeye devam ediyor ve bu yüzden Suriye topraklarına saldırılar düzenliyor”, diyen Lister’a göre, Rus S-300 füze savunma sisteminin Suriye’ye konuşlandırılması da İsrail’i askeri adımlarından caydırmış değil. Bölgede İran merkezli mevcut gerginlikler ışığında İsrail ile İran arasında istenmedik bir gerginlik ihtimali de mevcut. “ABD-İran gerginliği ve husumeti tırmanırsa Tahran Suriye’deki Amerikan birliklerini kolay lokma olarak görebilir ki bu da son derece ölümcül sonuçlar doğurabilir.”

Ekonomi, yaptırımlar ve yeniden inşa
Lister, makalesinde sadece askeri- güvenlik konularıyla yetinmeyip savaşın iktisadi sonuçlarını da değerlendiriyor:
“Suriye, sekiz yıllık kanlı çatışmanın iktisadi sonuçlarının çilesini çekmeye başlıyor; devlet öncülüğündeki şiddet ülkeyi ve kritik önemdeki altyapısını büyük ölçüde harap etmiş, bir devlete ve millete benzer her ne varsa parçalamış, yaptırımlar yoluyla uluslararası tecrit kampanyasına davetiye çıkarmış bulunuyor. Dahası, Suriye’nin enerji kaynaklarının ve tarım alanlarının çoğu SDG’nin ve Amerikan destekli koalisyon güçlerinin kontrolü altında; ayrıca petrol yaptırımları, uluslararası tecrit ve Suriye’nin boru hatlarına saldırılar da Esed rejiminin bağımlı olduğu İran petrolünün sevkiyatını tehdit ediyor. İran’ın beş ay boyunca Suriye’ye hiç petrol taşıyamamasının ardından Nisan ayında Şam’ı, felç edici bir akaryakıt krizi vurdu… Rejimin yolsuzlukları ve kötü yönetimi, iktisadi huzursuzluğun en büyük kaynağı. Sözde savaş sonrası dönemde bireysel iktisadi şartların iyileşmek yerine giderek kötüleşmesiyle birlikte, bilhassa rejime sadık gruplar arasında hayal kırıklığı ve öfke artmış durumda.”

“Ülkenin yeniden inşası 50 yıl sürebilir”
Suriye uzmanına göre, ülkenin istikrarını etkileyecek daha vahim boyut, yeniden inşa sorununun ölçeği:
“Dünya Bankası’nın 2016 tahminine göre, eğer ki savaş 2017’de bitseydi, 450 milyar dolara, 2021’e kadar sürerse 780 milyar dolara mâl olacak. Almanya’nın Qantara internet sitesinde yayınlanan bir tahmine göre, eğer ki Suriye dünyanın en yüksek yeniden inşa yardımını alan Afganistan’la eşit düzeyde bir yardıma kavuşursa, ülkenin yeniden inşası 50 yıldan fazla sürecek. Ve tabii hiç yolsuzluk olmayacağı ve harcamaların son derece verimli şekilde yapılacağı varsayımıyla bu tahmin yürütülmüş, ki bu iki koşulun karşılanmayacağı da kesin. En ideal koşullar sağlansa bile sorunun ölçeği çok büyük. Mesela 2 milyon konutun yeniden inşası işini bir düşünün. Suriye’nin bunu makul bir hızda yapabilmesi için 10 yıl boyunca her sene 25 milyon ton çimento ve 5 milyon ton da demir ithal etmesi gerekir; ancak bunun için ne parası ne de altyapısı (yolları, limanları, transfer tesisleri) var. Sadece çimentoyu karmak için muazzam miktarda su ithal etmek zorunda.”
Yazar, uluslararası toplumun Suriye üzerindeki iktisadi kısıtlamaları, mevcut şartlar altında kısa zamanda gevşetmesini de beklemiyor.
Makalenin son bölümünde ise Lister, ABD’nin neden Suriye’ye sırtını dönmemesi gerektiğini anlatıyor. Sözde Cenevre süreci fiilen ölse de müzakere yoluyla çözüm kavramının yaşadığını ve bundan vazgeçilmemesi gerektiğini vurguluyor. Yine Rusya’nın, – ABD’nin de desteğini alan – bir tür büyük siyasi çözüme ulaşmayı istediğine ve buna muhtaç da olduğuna dikkat çekiyor.
Lister’a göre net olan şu: “Eğer ki ABD Suriye’yi mevcut kargaşa halinde bırakıp giderse bunun yol açacağı kaos, günün birinde herkesin başına musallat olacak şekilde geri dönecektir. Ve bir sonraki sefer hiç kimsenin yapabileceği hiçbir şey kalmayabilir.”


N.RAZAVİ: WASHINGTON’DA İRAN UZMANI VAR MI?




WASHINGTON’DA İRAN UZMANI VAR MI?

Negar Razavi (Siyasal antropolog)
Jadaliyya, 4.9.2019

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 12.9.2019 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/2019/09/12/washingtonda-iran-uzmani-var-mi/
İngilizcesi The Systemic Problem of “Iran Expertise” in Washington başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ


NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: ABD ve İran’ın çetrefil ilişkisi yıllardır sürüyor, sürekli “ABD İran’ı vuracak” tahminleri ve karşılıklı suçlamalar geliyor. Peki, ABD’nin İran politikalarını belirleyenler ne kadar bilgili? ABD’de ne kadar gerçek İran uzmanı var, ne kadarına kulak veriliyor? Siyasal antropolog Negar Razavi bu soruların yanıtını Jadaliyya sitesindeki yazısında veriyor.

Büyük güçlerin politikalarını hep büyük hesapların ve planların bir ürünü olarak görme eğilimindeyiz. Akademisi, istihbaratı ve diğer kurumlarıyla şekillenmiş bir uzman ordusuyla ABD’nin dünyanın hemen her ülkesini, özellikle de düşman kabul ettiklerini avcunun içi gibi bildiğini, bu bilgiler doğrultusunda kurguladığı büyük planlar çerçevesinde manipüle ettiğini varsayarız. Peki, durum gerçekten böyle mi?
Siyasal antropolog Negar Razavi, Jadaliyya adlı web sitesi için kaleme aldığı “Washington’da Sistemik ‘İran Uzmanlığı’ Problemi” başlıklı yazısında aksini iddia ediyor. Üstelik sistemik ‘İran uzmanlığı’ problemini, ne yeni ne de hâlihazırda ülkeyi yöneten Donald Trump’ın şahin kanadıyla sınırlı bir durum olarak görüyor. Konuyu Washington’daki geniş ölçekli bir bilgi üretim sistemi problemine bağlıyor.
Razavi’nin ezber bozucu tespitlerinin gerisinde 13 yıldır sahada yürüttüğü çalışmalar var. Öncelikle çalışmalarının arka planını yazısından aktaralım: 2006’dan bu yana İran’a yönelik Amerikan politikaları tartışmalarını yakından takip etmiş. Üç yıl boyunca dış politika alanında önemli bir düşünce kuruluşunda çalışarak İran İslam Cumhuriyeti hakkında bilginin nasıl üretildiğine birinci elden şahit olmuş. Daha sonra düşünce kuruluşu uzmanlarının ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarını şekillendirmekte oynadığı rol hakkında araştırmalar yapmış. 2014-2016 arasında iki yıl boyunca ABD’nin başkentinde etnografik saha çalışması yürütmüş. Bu bağlamda Amerikan yönetiminin içinden ve dışından toplamda 180 küsur dış politika aktörüyle mülakatlar yapmış, politika üretimiyle ilgili yüzlerce toplantıya katılmış ve İran üzerine çalışan düşünce kuruluşu uzmanlarını şahsen ve yazıları üzerinden takip etmiş.
Bütün bu birikimi ışığında Razavi yaptığı temel değerlendirmesini, 10 Eylül’de ABD Başkanı Trump’ın görevden aldığı (Bolton istifa ettiğini söylüyor) Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton örneğine dayandırıyor. Zira 70 yaşındaki şahin siyasetçi Bolton, İran konusunda çok sert bir politika güdülmesi taraftarıydı; hatta ABD’ye ait bir insansız hava aracının (İHA) İran tarafından düşürülmesinin ardından askeri karşılık verilmesini istemişti. Razavi, Bolton’a da değinerek şu yorumu yapıyor: “Trump yönetiminin İran’a yönelik dengesiz ve tehlikeli ‘azami baskı’ stratejisi için başta -rejim değişikliği arzusunu alenen dile getiren- (dönemin) Ulusal Güvenlik Müsteşarı John Bolton olmak üzere en yakın müşavirlerini suçlamak cazip olabilir. Ancak Bolton, İran hakkında niteliksiz ithamlarıyla politika üretiminde nüfuzunu kullanabiliyorsa bu, Washington’da çok daha geniş ölçekli bir bilgi üretim sistemi yüzünden. Bu bilgi üretim sistemi, İslam Cumhuriyeti hakkında nitelikli, derinlemesine ve kanıta dayalı analizler yerine temelsiz, ideolojik saikli değerlendirmeleri mütemadiyen ödüllendiriyor.”
Rezavi şöyle devam ediyor: “Amerikan dış politika müessesesinden birçokları, Bolton’ın İran hakkındaki aşırı görüşleriyle hemfikir olmasalar dahi bu geniş ölçekli sistemin tekrar tekrar üretiminde sorumluluk sahibiler. Söz konusu sistemde, İran aleyhine ithamlar Amerikan yönetiminin üst düzey yetkililerince kanıtlanmış gerçekler gibi muamele görüyor; düzmece online karakterler Amerikan medyasında meşru kaynaklarmış gibi kullanılıyor; kendi kendisini İran politikası uzmanı ilan edenler uzmanlıklarını nitelikli hale getirip hakkını vermek veya menfaat çatışmalarını deklare etmek zorunda bırakılmıyorlar.”
Rezavi’nin İran konusunda yaptığı tespitler, aslında Amerikalı karar alıcılara ve sözde uzmanlara ilişkin genel bir sorun. Meseleyi sadece İran’la sınırlandırmamak gerekir. ABD’nin genel Ortadoğu politikası da diğer bölgelere bakışı da aynı problemlerle malul.

Washington’da ne türden “İran uzmanları” dikkate alınır?
Rezavi yaptığı çalışma sırasında Amerikan dış politika camiasının ‘İran uzmanlığı’ istismarlarını belgeleyebildiği iddiasında. Ona göre söz konusu istismar, en sık, İran’da rejim değişikliğini veya bir çatışmayı destekleyen kesimde görülüyor. “Bu kesim, İslam Cumhuriyeti aleyhine ideolojik gündemlerini desteklemek amacıyla sıklıkla yanlış tercüme ediyor, hatalı tanımlar yapıyor veya kanıtları tehlikeli şekilde basitleştiriyor.”
Öte yandan bu şekilde uzmanlığın istismarı sadece başkentin şahin kanadına mahsus da değil. Yazar, İslam Cumhuriyeti’yle daha fazla diplomatik angajmanı destekleyen liberal aktörler arasında da günümüz İran’ının karmaşıklığını anlamakta şaşırtıcı bir ilgisizlikle karşılaşmış. Obama’nın İran’la nükleer anlaşmayı müzakere eden ekibinden birisi kendisine “Tahran’la müzakere etme kararı alındığında İran uzmanlarına gerek duymadık. İhtiyacımız olan sadece nükleer uzmanlardı” demiş.
Razavi, saha araştırması yaptığı 2014-2016 döneminde, Washington DC’deki önemli düşünce kuruluşlarının İran üzerine çalışan kıdemli uzmanlarını incelediğinde şu çarpıcı sonuçla karşılaşmış: Yaklaşık üçte biri doktoralı ve çok daha azı tezini İran ile ilgili bir konuda yazmış (ki doktoralı olmak ABD’de yükselmek için oldukça önemli bir kriterdir.) Dahası, söz konusu düşünce kuruluşlarının İran uzmanlarının yarısı Farsça okumayı, yazmayı veya konuşmayı bilmiyormuş. Yine yarısı tek bir defa dahi İran’a ayak basmamış. Seçkin bir düşünce kuruluşunda çalışan bir araştırma asistanı kendisine, Arapça okuyabilen biri olarak, Farsça haberleri, Farsça (okuyamayan ama) konuşabilen başka bir araştırma asistanına yüksek sesle okuyabileceğini söylemiş. Böylelikle bu iki asistan kafa kafaya verip Ortadoğu çalışan ve sıklıkla İran konusunda yorumlar yapan patronu için İran haberlerini ‘tercüme’ edecekmiş.
Rezavi diyor ki “Arka planlarına veya eğitimlerine bakılmaksızın bu uzmanlar; Amerikan hükümet yetkilileri, medya ve farklı çıkar grupları tarafından İran ile ilgili -karmaşık hükümet yapısından tutun Tahran’ın bölgesel politikalarına, petrol üretim kapasitesinden nükleer teknolojiye, modern tarihinden toplumsal dinamiklerine ve Şii içtihadın çetrefilliğine kadar- hemen her konuda analizci olarak tanıklıklarına ve bilgilerine başvurulmak üzere çağrılıyorlar.”
Konuyla ilgili yazısında çarpıcı bir örnek de veriyor: “Hiçbir zaman resmen İran çalışmamış, Farsça bilmeyen, bu ülkeye hiç gitmemiş ve nükleer teknoloji konusunda da teknik bilgisi bulunmayan bir uzman, 2014-2015 yılları arasında İran konusunda bilirkişi olarak ifadelerine başvurulmak üzere tam beş defa Kongre’ye davet edilip dinlendi.”
Buna mukabil “İran konusunda iyi araştırılmış, derinlemesine ve incelikli değerlendirmeler yapabilecek nitelikte analizciler, Washington’da sıklıkla ‘fazlaca anlaşılması zor’ olarak görülerek kulak ardı ediliyor veya daha da kötüsü ‘rejim savunucuları’ iftirasına uğruyor.” diyor. Washington müesses nizamının hep kenarında çalışmış İran asıllı Amerikalı bir analizci meseleyi Rezavi’ye şöyle açıklamış: “İran hakkında incelikli herhangi bir şey söylersen, anında Ayetullahların sözcüsü olmakla suçlanırsın.”
Rezavi makalesinde bir çarpıcı örnek daha vererek çarpıtmanın boyutlarını ortaya koyuyor: “Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın ‘İran Dezenformasyon Projesi’ üzerinden barış yanlısı, İran asıllı, Amerikalı sesleri karalamak amacıyla internet trollerini finanse ettiğine dair Haziran ayında ortaya çıkan ifşaat, Washington’da İran üzerindeki çekişmenin kasıtlı olarak bir cepheleşmeye doğru ne denli çarpıtıldığını gösteriyor.”

Sistemik olarak uzmanlığın değerinin düşürülmesi
Peki, Washington’da İran uzmanlığı problemi nasıl ve niçin ısrarla devam ediyor? Rezavi yazısında bu sorunun da cevabını arıyor. Üzerinde düşünülmesi gereken birçok faktör bulunduğunu, bunlardan bir kısmının sadece İran örneğine mahsus olmayıp çok daha geniş yapısal meselelerle alakalı olduğunu vurguluyor. Yapısal meseleleriyse şöyle anlatıyor:
“Öncelikle, on yıllardır Washington’da ‘politika uzmanı endüstrisi’ni giderek genişleten, herhangi bir düzenlemeye tâbi olmayan, piyasa güdümlü güçlere bakmalıyız. Bu ‘fikirler piyasası’, gittikçe daha fazla sayıda çıkar grubunun ve yabancı hükümetin, gerek düşünce gerekse politika araştırma kuruluşları için daha önce görülmemiş bir düzeyde finansman sağlamasına imkan verdi. Finansman sağlamak, çıkar gruplarının ve yabancı hükümetlerin Amerikan müesses nizamı içinde kendi menfaatlerini meşrulaştırmalarının bir aracı oldu. Araştırmalarının sonucundan doğrudan menfaat sağlayan bağışçılardan para alan düşünce kuruluşu uzmanları, bu menfaat çatışmalarını hukuken deklare etmek zorunda değiller (profesyonel olarak da bu beklenmiyor).”
“Saha araştırması sırasında görüştüğüm politika üretenlerin çoğu, işlerini yapmak için takip etmeleri gereken günlük analiz, haber ve sosyal medya sağanağından yakındılar. Görüşleri ve tavsiyeleri için uzmanlara başvurduklarında, bilgiyi basit ve kolayca hazmedilebilir şekilde sentezleyenleri, net ve uygulanmaya müsait politika tavsiyeleri sunanları ve/ya kendi pozisyonlarını kamuoyu önünde destekleyecekleri seçme eğilimindeler. Hal böyleyken eski Amerikan yönetimlerinden yetkililerin, güçlü siyasi müttefikler tarafından desteklenen analizcilerin ve medyada belirgin şekilde öne çıkarılanların politika üretenler için en değerli uzmanlar olması hiç de şaşırtıcı değil.”
Rezavi bir de akademik burslar ile Amerikan yönetimi arasında hesaba katılması gereken karmaşık (ve çoğunlukla çelişkili) ilişkiden bahsediyor: “Amerikan yönetimine İran gibi bir ülke hakkında çok ihtiyaç duyulan, daha derin analizler sunabilen (Ortadoğu araştırmaları gibi) akademik alanlar, yurtdışında Amerikan çıkarlarına hizmet edenlerin en kritiği olageldi. Sosyal ve beşeri bilimler alanında artan kesintiler karşısında, birçok bölüm ve akademisyen hâlâ daha devletten finansman arayışında ve dolayısıyla ‘işe yararlılıkları’nı göstermenin bir yolu olarak yönetimin karar alıcılarıyla ilişkiler kuruyorlar. Bu arada Washington’daki politika eliti, -danışman olarak ‘güven’ilemeyecekleri iddiasıyla- akademisyenleri, Ortadoğu’da Amerikan çıkarları için ‘işe yaramaz’ veya ‘düşman’ diyerek kategorik olarak uzaklaştırıyor. Akademik sesleri, hele de bölgede Amerikan politikaları için kritik olanları dışlamanın sonuçları vahim olageldi. 2003 Irak Savaşı’nda, bu ülke uzmanı en ciddi akademisyenler (ve birçok nükleer ve güvenlik uzmanı), işgale karşı uyarılar yaptığında fiilen uzaklaştırıldılar.”
Sonuç olarak şu fotoğrafı ortaya koyuyor: “İran örneğinde bu yapısal faktörler (yani düşünce kuruluşları için çıkar güdümlü finansman sağlama ve yönetimin alan uzmanlığının değerini düşürmesi faktörü), Washington’ın İran hakkında tarihsel ve günümüzdeki hoşnutsuzluk ve şikayetleriyle kesişiyor; ki bu şikayetlerin bir kısmı meşru, diğerleri ise daha derin paranoya ve ırkçılık formatında. Buna bir de İran karşıtı yabancı hükümetleri ve çıkar gruplarını ekleyin; karşımıza, İran konusunda ince ayrıntıların, karmaşıklığın ve ayağı yere basan araştırmaların en iyi ihtimalle terk edildiği, en kötü ihtimalle hücuma uğradığı bir uzman manzarası ortaya çıkıyor.”

İran uzmanlığı önemli midir?
Rezavi, İran konusunda ciddi uzmanlık eksikliğinin, Obama yönetimindeki birçok muhatabınca bir sorun olarak algılanmadığına dikkat çekiyor. “Ne de olsa nükleer programı konusunda İran’la tam bir diplomatik çözümü, ülke hakkında derin bilgisi olan uzmanlardan çok az bir katkı alarak müzakere edebilmişlerdi.”
Rezavi, başkentteki politika uzmanlarının, görüşlerini -sorgulanamaz hakikatler statüsüne çıkana kadar- gerek yönetim içinde gerekse dışında televizyon ve sosyal medya üzerinden yaydıklarını; daha sonra Kongre önünde ifade vererek ‘İran uzmanı’ statülerini güçlendirdiklerini; yayınladıkları raporların dışişleri bakanlığı ile savunma ve hazine bakanlıkları çalışanlarınca alıntılandığını anlatıyor. “Uzmanlar, bu türden bir medya görünürlüğü ve yönetime erişim sayesinde çıkar grupları, yabancı hükümetler ve özel vakıflardan ilave finansman sağlayabiliyorlar. Ve tıpkı John Bolton gibi bu analizcilerden bazıları, görüşlerini içeriden dayatmak üzere kolayca bir yönetime katılıyor.” diye de ekliyor.
Rezavi, yazısında İran’la alakalı sorgulanmayan bilgi akışı döngüsüne örnekler veriyor. Bunlardan biri de, Yemen’deki Husilerle alakalı. Husiler, Yemen’de uzun ve karmaşık bir tarihleri olan yerli bir Şii cemaat iken şimdilerde Amerikan yönetiminde yaygınlaşan kanaate göre, “İran destekli Husiler” veya “İran’ın vekil gücü”ne dönüştüler. Rezavi’ye göre, bu aşırı basitleştirici sloganlar, bir yandan Yemen halkının siyasi failliğini yok sayarken, öte yandan Washington’ın Suudi öncülüğündeki yıkıcı savaşına desteğinin de meşrulaştırıcısı oluyor.
Yazısının sonunda Rezavi diyor ki “İran konusunda ayağı yere basan, nitelikli ve en önemlisi de hesap verebilir araştırmalar olmaksızın Bolton gibi şahıslar -bizzat siyasi muhaliflerinin de ironik şekilde yayılmasına destek olduğu- sığ değerlendirmelerle tehlikeli politikaları meşrulaştırmaya devam edebilecektir. Müesses nizam içinde İran’a yönelik Amerikan politikasında kalıcı bir değişim görmeyi istiyorsak en az yirmi yıldır dış politika çevrelerini meşgul eden bu ülke hakkında daha yüksek standartta bir uzmanlık talep etmeliyiz. Gerçeklerin tekrar tekrar doğrulandığı, ithamların kanıta dayandırıldığı ve İran hakkında uzman olduğunu iddia edenlerin belirli ahlaki standartlara ve niteliklere bağlı kaldığı yeni bir sistem için bastırmalıyız.”

R.KAGAN: NEO-CONLAR İSRAİL’DEN NİYE RAHATSIZ?



NEO-CONLAR İSRAİL’DEN NİYE RAHATSIZ?

Robert Kagan (Brookings Enstitüsü kıdemli araştırmacısı, Amerikan tarihçisi ve dış politika yorumcusu)
Washington Post, 12.9.2019

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 18.9.2019 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/2019/09/18/neo-conlar-israilden-niye-rahatsiz/
İngilizcesi Israel and the Decline of the Liberal Order başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ.

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: İsrail’e kayıtsız şartsız destek veren ABD’li neo-conlar bile, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun dış politikasından memnuniyetsizlik duyduklarını artık gizlemiyor. Neo-conların önemli isimlerinden Robert Kagan, İsrail’in yeni dostlarının bir kısmının antisemitik eğilimli ve ABD öncülüğüne karşı mücadele eden liberal dünya düşmanı hükümetler olduğunu yazdı.

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun ‘evrensel liberalizmi reddedenler’le kurduğu yakın ilişki, ABD’li neo-conları rahatsız ediyor.
Neo-conların önemli isimlerinden Robert Kagan’ın Washington Post’ta 12 Eylül’de yayınlanan yazısına göre, 17 Eylül’de yapılan seçimlerde dış politikasını kampanya malzemesi yapan Netanyahu’nun yeni dostları aslında Amerikan öncülüğündeki ‘liberal imparatorluğa’ karşı mücadele edenler.
İsrail altı ay içinde ikinci defa sandık başına giderken Başbakan Benjamin Netanyahu, yürüttüğü aktif dış politikayı her defasında temel seçim malzemesi yaptı. ABD Başkanı Donald Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Hindistan Başbakanı Narendra Modi ile el sıkıştığı seçim afişleri İsrail’in her yerinde asılıydı. Diplomatik manevraları ve seçim öncesindeki ziyaretleriyle kendisini büyük dünya lideri olarak göstermeye çalıştı.
2015’ten itibaren İsrail Başbakanı; sağcı milliyetçi, liberal dünya düzenine kafa tutan veya otoriter çizgideki Macaristan, Polonya, ABD, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya, Filipinler, Mısır, Suudi Arabistan, BAE gibi ülkelerin liderleriyle yakınlaştı. İsrail dış politikasının bariz şekilde liberal düzen karşıtı bir noktaya savrulmasından endişe duyan Brookings Enstitüsü kıdemli araştırmacısı Robert Kagan, Washington Post için kaleme aldığı “İsrail ve Liberal Düzenin Çöküşü” başlıklı uzun yazısında Netanyahu’nun politikalarına ciddi eleştiriler getirdi.
Kagan, saldırgan ve müdahaleci bir Amerikan dış politikasını, özellikle Irak’a müdahaleyi savunan; 1990’larda Yeni Amerikan Yüzyılı projesinin kurucularından biri olarak yeni-muhafazakâr (neo-con) gündemi şekillendiren bir Amerikan tarihçisi ve dış politika yorumcusu. Kendisini “liberal müdahaleci” olarak tanımlayan Kagan gibi İsrail’e kayıtsız şartsız desteği ile bilinen neo-con ekip içindeki önemli bir ismin bu yazıdaki eleştirileri dikkat çekici.

İsrail’in yeni müttefikleri
Kagan’a göre, “Netanyahu seçim propagandalarında İsrail’in uluslararası tecritten kurtulmasına öncülük yaptığında ısrarcı olsa da, bütün bu yeni müttefiklerinin ortak özelliği liberalizme ve liberal dünya düzenine apaçık düşmanlıkları. Hatta başbakanın bizzat kendisi -İsrailli yorumcuların vurguladığı üzere- ‘küresel liberal olmayan kampın merkezi bir şahsiyeti’. Öyle ki İsrailli muhafazakâr düşünür ve bir ara Netanyahu’nun da danışmanı olan Yoram Hazony’nin de belirttiği üzere İsrail; Macaristan, Polonya, Fransa, İtalya, İngiltere ve diğer yerlerde ‘evrensel liberalizmi reddedenler’ ile dayanışma içinde. Hepsi de Amerikan öncülüğündeki ‘liberal imparatorluğa’ karşı mücadele veriyor.”
Yazara göre, İsrailli muhafazakârlar arasında İkinci Dünya Savaşı sonunda kurulan liberal dünya düzeninin Avrupa Birliği (AB), Birleşmiş Milletler (BM) ve hatta NATO gibi merkezi kurumlarının İsrail’e düşman olduğuna ve ağızlarının payını vermek gerektiğine dair geniş bir uzlaşma var. Buna bir örnek olarak İsrail’in eski ABD Büyükelçisi Michael Oren’in birleşik bir Avrupa “İsrail için bir lütuf değil. Avrupa ne kadar az birleşik olursa bizim için o kadar iyi” sözünü aktarıyor.
Kagan’a göre, Avrupa’da filizlenen milliyetçi güçler İsrail’e liberal Avrupa’yla mücadelesinde yeni müttefikler sağladı. Üst düzey bir İsrailli diplomat bir sene evvel Haaretz gazetesine demiş ki “Avrupa’da büyük değişimler meydana geliyor. (Kıta) giderek daha az liberal ve daha çok milliyetçi bir hale bürünüyor. (Macaristan’ın Orban’ı) bu değişimin öncüsü (ve bu nedenle) Netanyahu onu kilit müttefiki olarak destekliyor.”

“İsrail, dünya düzenin alt üst olmasında fırsatlar görüyor”
Yazar, bu noktada üç sene evvel Trump’ın seçilmesini de son derece önemli görüyor. Zira Trump yönetimi de Avrupa ve diğer coğrafyalarda milliyetçi ve otoriter liderlere destek çıkıyor ve AB’ye açıktan saldırıyor. Kagan’a göre, Trump’ın sözde “Önce Amerika” yaklaşımı, ABD’nin onlarca yıldır süren liberal dünya düzenine destekten el çekmesinin bir yansıması ve bu da İsrail’e sağcı milliyetçilerle ittifakını geliştirmek için daha fazla hareket serbestisi sağlıyor.
Bu bağlamda yazar İsrail yönetiminin bazı adımlarını hatırlatıyor: “Trump’ın seçilmesinin ardından İsrailli yetkililer, ABD ile Putin arasında yeni bir başlangıç için arabulmaya çalıştı; Rusların Suriye’de İran nüfuzuna karşı İsrail’e taviz vermesi karşılığında, Ukrayna’daki adımları nedeniyle Rusya’ya uygulanan Amerikan yaptırımlarına son verecek bir anlaşma önerdi. Hatta bazı muhafazakâr İsrailliler ABD’yi Transatlantik İttifakı gevşetmek veya bir kenara bırakmak konusunda teşvik ettiler.”
Kagan’ın yazdığına göre, eski diplomatlardan Avi Gil gibi bazı İsrailliler, liberal dünya düzenini kendileri açısından hem iyi hem kötü görüyorlar; bu düzenin altüst olmasının -bazı bakımlardan olumsuz olmakla birlikte- İsrail’e ‘yeni fırsatlar’ sunduğunu düşünüyorlar.
Kuruluşundan beri düşmanla çevrili bir coğrafyada liberal düzenin parçası olarak kendisini ayakta tutacağına inanan İsrail, Netanyahu’nun sağcı yönetimi altında onlarca yıllık yaklaşımını terk ederek yeni bir yola giriyor. Kagan bu durumu, sadece İsrail toplumu ve siyasetindeki savrulmaların bir ürünü ve kendisi ile ülkesinin çıkarları peşinde koşan Netanyahu’nun tercihi değil, aynı zamanda liberal dünya düzeninin çöküşünün bir semptomu olarak görüyor.

İsrail diplomasisinin açmazı
Kagan, İsraillilerin kararlılığı ve askeri başarılarına rağmen (…) Amerikan desteği ve daimi taahhüdü olmasa Yahudi devletinin doğup hayatta kalamayacağını uzun uzun anlatıyor.
Tam da liberalizmin insancıl ruhu, Holokost’tan suçluluk duygusu ve liberal demokratik değerlere bağlı ABD’deki siyasi baskı sayesinde Washington’ın İsrail’i tanıyıp yakın ilişkiler kurduğunu belirtiyor. Dahası -şu an bazı İsraillilerin yerden yere vurduğu- ABD’nin ‘liberal uluslararasıcılık’ ve ‘uluslararası sorumlulukları’ üstlenme kararı doğrultusunda küresel bir aktöre dönüşmesi sayesinde Yahudi devletinin tanınmasına uluslararası alanda öncülük ettiğini hatırlatıyor.
Yazar, İsrail’in -özellikle 1967 Altı Gün Savaşı’ndan sonra- liberal dünyayla ilişkileri hiçbir zaman öyle kolay olmasa da liberal kampta kalarak sağladığı faydaları ele alıyor.
Son 20 yılda, özellikle İkinci İntifada ile birlikte İsrail siyasetinde liberal kanadın mücadele gücünün kırıldığını ve sağda, liberal dünyadan uzaklaşarak ‘İsrail diplomasisinin çıkmazı’ndan kaçış arzusunun giderek arttığını belirtiyor.
Yazar “Bundan on yıl evvel liberalizm karşıtlığına dayalı bir İsrail dış politikası dünyada hoş karşılanmazdı. Ama artık dünya değişti. Son on yılda ABD’nin Ortadoğu’daki gücü ve nüfuzu azalırken liberalizm aleyhtarı Rusya ve Çin gibi büyük güçler boşluğu doldurmaya başladı ve milliyetçi güçler liberal dünyayı sardı. İsrail de bu gidişata uyum sağladı” diyor.
Kagan’a göre, son yıllarda İsrail politikalarının Rus çıkarlarıyla uyumlulaşması, -kısmen- ABD’nin Rusya’nın Suriye’de nüfuzunu genişletmesine, İran’la ittifak kurmasına ve Ortadoğu’da tekrar bir oyuncu olmasına izin vermesi sayesinde. Keza İsrail, Amerikan 6. Filosu’na sıklıkla ev sahipliği yapan Hayfa limanını Çin’e 25 yıllığına kiralamaya kalkıştıysa bu, ABD’nin küresel rolünün azaldığı bir dönemde -diğer ülkeler gibi- Pekin’in Kuşak ve Yol girişiminden kazanç sağlamaya çalışmasıyla alakalı. İsrail’in Mısır, Suudi Arabistan ve Ortadoğu’nun diğer yerlerinde diktatörlerin rakipsiz destekçisi haline gelmesi, -bir ölçüde- Obama’nın başkanlığından beri ABD’nin bölgedeki liderlik rolünü aynı güçlere havale etmesi gerçeğiyle bağlantılı.
Öte yandan Kagan, birçok İsraillinin 70 yıldır liberalizm ile Yahudi milliyetçiliği arasındaki zor dengeyi kurma çabasından artık vazgeçtiğini belirtiyor. Batı Şeria’daki yerleşimleri ilhaktan bahsedilmesi de, 2018’de İsrail meclisinden ‘ulusal kendi kaderini tayin hakkının Yahudi halkına mahsusu olduğu’na dair çıkan kanun da liberalizmden uzaklaşmayı temsil ediyor.
Kagan, “Milletler dahili ve toplumsal tercihlerini bir boşlukta yapmazlar; ‘Batı karşıtı’ milliyetçilik hakim oluyorsa bu, kısmen uluslararası düzenin buna imkan vermesinden ve yakın dönemde bunu teşvik etmesindendir.” diyor. Bu bağlamda yazar, Avi Gil’in şu sözlerini aktarıyor: “İnsan hakları ve demokrasiye daha az ağırlık veren bir dünya düzeni İsrail’e daha az baskı uygulayacak” ve “İsrail’in (1967) topraklarında tek taraflı adımlar atmasını kolaylaştıracak.”
Yine yazar, Netanyahu’nun iki sene evvel Macar ve Polonyalı mevkidaşlarıyla toplantısında sarf ettiği şu sözleri hatırlatıyor: “Çin’le özel ilişkilerimiz var ve Çinliler siyasi konularla hiç ilgilenmiyorlar. Modi bana Hindistan’ın çıkarlarıyla ilgilenmesi gerektiğini söylüyor. Rusya siyasi şartlar dayatmıyor, Afrika da. Bunu sadece Avrupa yapıyor.”
Kagan, tarihsel olarak antisemitik eğilimdeki Avrupa’nın sağcı milliyetçi hareketlerinin bugün tamamen İsrail yanlısı bir pozisyona geldiğine dikkat çekiyor:
“İsrail’in savaşkan milliyetçiliğine ve ortak düşmanları AB’ye karşı yılmaz direnişine hayranlar. Hatta Almanya’nın aşırı sağcı milliyetçileri bugünlerde giderek milliyetçileşen İsrail’i ‘Almanya için bir rol model’ olarak görüyorlar.”
“Sonuç ise bazı İsraillilerin artık liberal dünya düzenine ihtiyaçları kalmadığına ve onun eleştirilerine tahammül etmeleri gerekmediğine inanmaları. İsrail, askeri olarak güçlü ve iktisaden başarılı; dahası, liberal mi demokratik mi olduğunu umursamayan müttefikleri var.” diyor.

ABD’nin İsrail’de çıkarı var mı?
Peki, ülkelerin üstünlük yarışına girdiği post-liberal bir dünyada İsrail ne yapacak? Kagan, “Öncelikle İsrail, Amerikan desteğine güvenmeyi bırakmak zorunda kalacak” diyor. Her ne kadar İsrailliler ABD’nin stratejik müttefiki olarak kalacaklarına inansalar da Kagan bunu kötü bir bahis oynamak olarak görüyor. 1940’lardan bugüne Amerikan yönetimi içindeki özellikle realist seslerin, nüfus ve doğal kaynaklar bakımından çok ileride olan Arapları düşmanlaştırma pahasına İsrail’i tanımaya ve destek çıkmaya itirazlarını hatırlatıyor.
Bugün İsrail kendisini terörizme ve İslami radikalliğe karşı hayati bir müttefik olarak sunsa da aslında bu alandaki rolünün istihbarat toplamak ve paylaşmakla sınırlı olduğunu, Avrupalıların bundan çok daha fazlasını yaparak savaş durumunda askeri birlik de gönderdiğini vurguluyor.
Keza kendisini İran’a karşı güçlü bir müttefik olarak pazarlasa da ABD’nin İran’ı tehdit saymasının temel nedeninin yine İsrail’in güvenliği olduğunu, yoksa ABD için doğrudan tehdidin (Tahran’ın da düşmanı) Sünni radikalizm olduğunu hatırlatıyor.
Yine Trump yönetimi dış politikada adeta parayı veren düdüğü çalar mantığıyla NATO’nun ve Avrupa’nın savunma faturasından yakınırken, bu konuda en son konuşacak aktörün İsrail olduğunu, zira ABD’nin İsrail’e yıllık 4 milyar dolarlık askeri yardımının Amerikalı vergi mükelleflerinin cebinden çıktığını söylüyor.
Kagan, Trump’ın dış politikasına özgü ‘Önce Amerika’ söyleminin al-ver tarzı bir yaklaşım oluğunu, İsrail’e de karşılıksız yardım olmayacağını Netanyahu’nun yakında öğreneceğini vurguluyor.

Filler arasında bir fare
Kagan, İsraillilerin, Washington liberal dünya düzenine desteğini kesip İkinci Dünya Savaşı sonrası ittifaklar sistemini dağıtmaya başlamışken, ABD’yle ittifakı sürdürecek tek aktörün yine kendileri olacağına neyine güvenerek inandığını sorguluyor.
Yönelttiği “Her biri büyük birer nüfusa, toprağa ve ekonomiye sahip olan Rusya, Çin, Hindistan, Japonya, İran, güçlü Avrupa ülkeleri ve ABD arasında çok kutuplu bir nüfuz ve kazanç mücadelesinin yaşanacağı bir dünyada İsrail gibi küçücük ülkelerin kaderi ne olacak?” sorusunu cevaben, “İsrail bugün komşularından çok daha gelişmiş, güçlü ve başarılı olabilir ama çıkarcı egemen ulus-devletler dünyasında İsrail’in, her biri Ortadoğu’dan bir parça isteyen fillerle kuşatılmış bir fare olacağını” iddia ediyor.
“Etrafı düşmanlarla çevrili İsrail birkaç milyon nüfusuyla ve Amerikan küresel hegemonyasının yokluğunda aşırı sağcıların yönettiği Avrupa ülkelerinin desteğine güvenebilir mi?” tarzı birçok anlamlı soru yöneltiyor. Yazar, İsraillilerin varlıklarını borçlu olduğu Amerikan ‘liberal emperyalizmi’nden şikâyet etmelerini kıyasıya eleştiriyor.
Yine yazar İsrail’in dış politika yöneliminin İsrail dışında yaşayan milyonlarca Yahudi için iyi olup olmadığını da sorguluyor. 2000 yıldır Hristiyan dünyada ve İsrail’in kuruluşu sürecinden beri Müslümanlar arasında antisemitizmin kalıcı olduğunu hatırlatıyor. Avrupa’da halihazırda hem sağ hem de sol kesimde bu eğilimin var olduğunu belirtiyor. İsrail’in Avrupa’daki sağcı milliyetçiliklere yakınlaşmasını eleştirirken antisemitizme liberalizmden başka bir panzehir olmadığını vurguluyor. Özellikle Avrupa bağlamında milliyetçilik ile antisemitizm arasındaki korelasyona dikkat çekiyor. Bugün İsrail’in -hiç de azımsanmayacak ölçüde- Alman milliyetçiliği ile antisemitizmin birbirine karışması sayesinde var olduğunu hatırlatıyor.
İsrail’in çoğu liberal olan Amerikalı Yahudilerle ilişkilerinin nasıl çetrefilleştiğine de değiniyor. Ayrıca Netanyahu hükümetinin son yıllarda ABD’deki Evanjelik Hristiyanlara yönelmesini ele alıyor. “Evanjelikler, Amerikalı Yahudiler gibi İsrail’i eleştirmiyor. İsrail’in ne ölçüde demokratik veya liberal olduğunu dert etmiyor. Müslümanlarla savaştığı, liberallere karşı durduğu ve Kıyamet Günü’nün yaklaşmasında oynadıkları kritik rol nedeniyle İsrail’i destekliyorlar. Uzun vadede Evanjeliklerin desteğine ne denli güvenilebilir?” diyor.
ABD’nin İsrail’i, İsrail’in kendisine yapabileceği şeyler için değil, liberal değerler nedeniyle desteklediğine dikkat çekiyor. ABD, bazı İsraillilerin desteklediği gibi, bir küresel aktör olarak daha da inişe geçerse “İsrail sonunda eleştiriden çok daha kötüsüne maruz kalabilir” diye uyarıyor.
Son olarak Kagan “İsrail’in dünyaya yaklaşımında basiretsiz bir bencillik var. (…) Şu an birçok İsraillinin artık alternatifsiz olmadığına inanması, çağımızın bir yansıması olmakla birlikte aynı zamanda tehlikeli bir yanılsama.” diyor.