27 Ağustos 2020 Perşembe

J.COOK: İSRAİL-BAE ANLAŞMASI: DÜZMECE BARIŞ ENDÜSTRİSİ CANLANIYOR

 

İSRAİL-BAE ANLAŞMASI: DÜZMECE BARIŞ ENDÜSTRİSİ CANLANIYOR

Jonathan Cook (2001’den beri Nasıra’da yaşayan ve Filistin-İsrail çatışmasıyla ilgili üç kitabı bulunan İngiliz gazeteci)

Middle East Eye, 15.8.2020

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 20.8.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-strateji/israil-bae-anlasmasi-duzmece-baris-endustrisi-canlaniyor/

İngilizcesi “How the Israel-UAE deal puts the bogus peace industry back in business” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

NOT: Çeviriyi fazla uzun yaptığım için Fikir Turu bazı yerlerini kısalarak yayınladı. Burada daha uzun halini yayınlıyorum; Fikir Turu’nda yer almayan kısımlar bordo renklidir.


Özet: Bölgede barış vizyonu ile sunulmaya çalışılan İsrail-BAE anlaşması gerçekte neyi hedefliyor? Trump ve Netanyahu ne kazandı? Anlaşma, Filistinliler için neden acı zafer? İsrail ile anlaşmak için sırada hangi Körfez ülkesi var?


13 Ağustos’ta Amerikan Başkanı Donald Trump’ın ‘harika bir iş başardık’ diye İsrail-BAE ilişkilerinin normalleşeceğini, diğer Arap ve Körfez ülkelerinin de bu kervana katılacağını duyurması aslında malumun ilamıydı. Zaten uzunca bir süredir Körfez ile İsrail hemen her alanda birlikte iş tutuyordu. Bunun en görünür meyvesi 2013’teki Sisi darbesiydi.

Bir küresel halkla ilişkiler kampanyası olarak ‘İbrahim Mutabakatı’ adıyla üç tek-tanrılı dinin uzlaşması gibi sunulan ABD-İsrail-BAE anlaşmasının zamanlaması, nedenleri ve sonuçları çokça tartışıldı, tartışılacak.

Bu konuda önemli yazılardan biri, Jonathan Cook tarafından 15 Ağustos’ta “İsrail-BAE Anlaşması Düzmece Barış Endüstrisini Nasıl Yeniden İşe Koşuyor?” başlığıyla Middle East Eye sitesinde yayınlandı. 2001’den beri İsrail’in kuzeyindeki tarihi ve Hristiyanlık açısından dini önemi haiz bir kasaba olan Nasıra’da yaşayan ve Filistin-İsrail çatışmasıyla ilgili üç kitabı bulunan İngiliz gazeteci Jonathan Cook, Middle East Eye sitesi için çok önemli yazılar kaleme alıyor.

Yazar, “Bu hafta -Körfez devletiyle ‘tam normalleşme’ karşılığında İsrail’in Batı Şeria’nın bir kısmını yasadışı ilhak tehdidini geçici olarak ‘askıya alması’nı içeren- İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasındaki anlaşmadan çıkarılacak bir sonuç varsa o da şudur: Barış endüstrisi yeniden işe koyuldu.” diye yazısına başlıyor. Ardından, sonu gelmeyen Oslo Anlaşmalarının aksine, bu defaki ‘Ortadoğu barışı’nın tamamen Filistinlilerin yokluğunda işleyen bir süreç olduğuna dikkat çekiyor.

 

‘Dışarıdan İçeriye’ Stratejisi

Yazar, bu son ‘barış süreci’ni şöyle tanımlıyor:

“Bu barış süreci, Filistinliler ile -Washington’ın bölgedeki vekili- İsrail arasında değil, İsrail ile ABD’ye sadık petrol zengini Arap devletleri arasında. İsrail düşmanı oldukları numarasına artık bir son vermelerini sağlayan bir süreç. Bu, Filistinlilerin devletleşme mücadelesine destek verdikleri yalanını artık bırakabilecekleri anlamına geliyor.”

“Bu, bilfiil hem işgali hem de on yıllardır Filistin topraklarını çalmak için İsrail’in inşa ettiği onlarca yasadışı Yahudi yerleşimini otomatik olarak onaylayan bir barış süreci… Bu, zahiri hedefi, işgali kalıcı olarak sona erdirmekten İsrail’in zaten çalmış olduğu Filistin topraklarını kalıcı olarak ilhak etme arzusunu -biraz daha uzun süre- ertelemeye dönüştüren bir barış süreci... Kısacası bu, BAE önderliğindeki Arap devletlerinin Filistinlilere karşı savaşta resmen İsrail’e katıldığı bir barış süreci…”

Yazar bu gelişmeyi, Trump’ın damadı ve Ortadoğu danışmanı Jared Kushner’in başlattığı sözde ‘yüzyılın anlaşması’nın bir devamı olarak görüyor. Başından beri Kushner’in şahsen yakın olduğu Körfez’e yönelerek ‘dışarıdan içeriye’ stratejisini geliştirmeye çalıştığını vurguluyor. Bu da yazara göre, Trump’ın ‘barış planı’nı imzalatmak için petrol zengini Körfez’den başlayarak mümkün olduğunca çok Arap rejimini devşirmek ve bunlara, Filistinlilerin İsrail diktasına boyun eğmelerini sağlamak için ağırlıklarını koydurtmak ve paralarını kullanmak anlamına geliyor.

 

Suudiler sırada mı?

Yazar şöyle devam ediyor: “Sürecin nasıl işlediğini sezen Mahmud Abbas’ın kontrolündeki Filistin Yönetimi daha başlarda Trump planına dahil olmayı reddetti ve kısa süre sonra Washington ile tüm bağlantısını kesti. Ama bu hiçbir fark yaratmadı. Zira bu, Filistin halkının geleceklerine ilişkin pazarlığa katılmalarına ihtiyaç duyulmayan bir barış planıydı.”

İsrail’le barış noktasında BAE’yi Bahreyn ve Umman’ın izlemesinin muhtemel olduğunu belirten yazar, asıl darbenin Suudi Arabistan olacağını vurguluyor. Cook’a göre, Riyad yönetimi, muhtemelen BAE ile anlaşmanın nasıl karşılandığını görmek için bekliyor; BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid en-Nahyan’ın Riyad yeşil ışık yakmadan bu adımı attığını düşünmek de zor.

Cook, Suudi Arabistan’ın 2002’deki barış planına sözü getiriyor: “2002’de bir önceki Suudi kralı Abdullah, İsrail’in işgal altındaki topraklarda Filistin devletini kabul etmesi karşılığında Arap devletleri tarafından tanınmasını teklif eden bir bölgesel barış anlaşmasını ortaya atmıştı. Bu teklif, İsrail ve Washington’ın maskesini düşürmüştü. İsrail liderleri Suudi planını görmezden gelmiş ve Tel Aviv’in izinden giden ABD liderleri de barış anlaşmasının temeli olarak bu cesur Suudi teklifini geliştirme fırsatını değerlendirmeyi reddetmişti.”

[Yazarın eksik bıraktığı bir nokta var ki onu da biz tamamlayalım. Suudi barış planının Arap Birliği Zirvesi’nde onaylanmasından sadece ve sadece iki gün sonra İsrail, Batı Şeria’ya 1967’den sonraki en büyük kara ve hava operasyonunu (Koruyucu Kalkan Operasyonu) başlatmış, tüm Filistin şehirlerine tanklarıyla girmiş ve Filistin lideri Arafat’ı karargahında kuşatarak bir kısmını yıkmış, tüm elektrik, su ve telefon bağlantısını kesmişti. Arafat, ölümünden kısa bir süre önce ayrılabildiği bu karargahında tam 2,5 sene boyunca tecrit altında kalmıştı.]


Biden da güverteye atladı

Cook, Trump yönetimi altında işlerin Filistinliler için hızla kötüleştiğini şöyle anlatıyor: “Milyonlarca mülteci yardımlardan mahrum kaldı, Amerikan büyükelçiliği Kudüs’e taşındı, İsrail’in Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ni yasadışı ilhakı onaylandı ve yasadışı yerleşimler genişlemeye devam etti.”

Ancak yazara göre her kim, -Trump’ın Kasım ayındaki başkanlık seçimlerini kazanamayacağı varsayımıyla- bunun topal ördek bir başkanın basitçe bocalayıcı ve mantıksızca son hamlesi olduğunu düşünüyorsa hayal kırıklığına uğraması muhtemeldir. Zira Demokrat rakibi Joe Biden da heyecanla güverteye atlayarak anlaşmayı ‘cesurca ve son derece ihtiyaç duyulan bir devlet adamlığı adımı’ olarak niteledi.

 

Acı zafer

Yazar bunu bir anlamda Filistin liderliği için bir zafer olarak görüyor, ama acı bir zafer. Zira Filistinlilerin -ABD’nin dayattığı Oslo barış sürecinde uzun süreli işbirliğinden sonra- Trump planına katılmayı reddetmesi, yazara göre, ABD-İsrail’in gerçek gündemini faş etti.

Cook, yaklaşık çeyrek asırdır gündemde olan Oslo barış sürecini, en başından itibaren Filistinlilerin anavatanlarında haysiyet içinde yaşama haklarını ortadan kaldırmak için tasarlanmış bir plan olarak görüyor. “Oslo Anlaşmalarının en iyimser yorumuna göre bile, Filistinlilere geçmişteki anavatanlarından ellerinde kalan parçalar üzerinde egemen bir devlet görüntüsüne asla izin verilmeyecekti. Sınırları, hava sahaları, elektromanyetik spektrumu veya diğer devletlerle diplomatik ilişkileri üzerinde hiçbir kontrolleri olmayacaktı. Ve elbette, bir orduları olmasına kesinlikle izin verilmeyeceklerdi.”

“Barış süreci hep İsrail’in tüm topraklar üzerinde kontrolünü sürdürmesiyle ilgiliydi, bir kısım Filistinlinin de orada hapsolmuş şekilde, bağımlı bir halk olarak yaşamasına izin verilecekti. Ya İsrail’e tabiiyetlerini gönüllü olarak kabul ederler ya da ruhlarını ezmek için İsrail’den gelecek daha fazla baskıya maruz kalırlardı.”

Cook’a göre Washington ve Körfez’deki siyasetçiler ve diplomatlar bunu bir ‘barış süreci’ olarak pazarlayarak dünyayı aldatmak isteseler bile artık bütün bunlar gizlenmiyor. “İsrail, ABD ve BAE tarafından gönderilen mesaj, savaş suçları işlemenin ve uluslararası insani hukuku ihlal etmenin uzun vadede büyük kazançlar sağlayabileceği yönünde.”

 

Ortak bir gündem

Yazar Cook, ABD-İsrail-Körfez arasındaki ortak gündeme sözü getiriyor:

“Sünni Körfez uzunca bir süredir Ortadoğu’daki ABD-İsrail güvenlik bağlantısına tam dahil olmayı istiyordu. ABD, İsrail ve Körfez ülkeleri, hem İran’a hem de onun Lübnan ve Suriye’den Irak ve Yemen’e kadar uzanan bölgedeki Şii dindaş gruplarına karşı derin bir düşmanlığı paylaşıyorlar. İsrail, bu Şii aktörlere karşı; çünkü kendisine ve Washington’ın bölge petrolünü kontrole dayalı emperyal tasarımlarına direnmeye en hazır grup olduklarını ispatladılar.”

“Bu arada, Sünni İslam’ın doğum yeri ve sözde onurunun koruyucusu olarak Körfez, bölgedeki mezhepsel hegemonyasını güvence altına alma noktasında ayrı bir çıkara sahip. Körfez ülkeleri, kâh Suriye ve Irak’taki vekiller aracılığıyla kâh Yemen’deki gibi doğrudan bölgedeki savaşlara daha aktif bir şekilde müdahil olurken son yıllarda İsrail ile yarı gizli de olsa yakın bağlar geliştiriyorlar. Dolayısıyla ABD-İsrail istihbaratına ve gelişmiş askeri teknolojisine daha fazla erişim elde edebilmek için normalleşmeyle ilişkileri halka duyurmakta istekli oldular.”

 

Emperyal gündem

Yazar, anlaşmanın yumuşak ve olumlu diplomatik ifadeleri bir yana, şu hedefi saklamadığını vurguluyor: “‘Diplomatik, ticari ve güvenlik işbirliğini genişletmek’ üzere yeni bir ‘Ortadoğu için Stratejik Gündem’ geliştirilecek. ABD, İsrail ve BAE ‘bölgedeki tehditlere ve fırsatlara ilişkin benzer bir bakış açısının yanı sıra istikrarı teşvik için ortak bir taahhüdü paylaşır’.”

BAE, ilhakı erteletmek suretiyle kendisini Filistin davasının ve iki devletli çözümün savunucusu olarak sunsa bile, yazara göre, Körfez’in avantajları daha derinlerde:

“Washington’ın emperyal gündemi, özellikle Ortadoğu gibi petrol zengini bir bölgede sonu gelmez savaşları ve ‘savunma’ sanayii için sonsuz kârları meşrulaştırmak üzere kaçınılmaz olarak düşmanlara ihtiyaç duyuyor ve onları besliyor.

Körfez ülkeleri, ABD -petrol sıkıntısı, küresel iklimde bir bozulma ve Çin’in bir süper güç olarak yükselişiyle- daha dalgalı sulara doğru ilerlerken, bu askeri-endüstriyel bölünmüşlüğün doğru tarafında olmak istiyor.”

 

Diplomatik darbe

Cook, konunun Amerika iç siyasetiyle bağlantısına da giriyor. Yazara göre, gerek Avrupa ve Arap başkentlerinin itirazları gerekse koronavirüs pandemisinin İsrail içinde öncelikleri hızla değiştirmesi nedeniyle ilhak politikasını sürdürmek Trump yönetimi için beklediğinden çok daha zor oldu. Dolayısıyla “Kaybedeceği tahmin edilen başkanlık seçimine aylar kala Trump, fazlaca ses getiren ‘yüzyılın anlaşması’ ile çok şey vaat edip çok az şey başardıktan sonra Ortadoğu’da diplomatik bir darbeye ihtiyaç duydu. Ve şimdi istediğine ulaştı. Bu hamle, İsrail’e kendini adamış ve onun istediği her şeyi destekleyen geniş Hıristiyan evanjelik seçmen tabanını yatıştırıp gönlünü alacak. (…) Bu ‘tarihi barış anlaşması’, seçim gezilerinde Trump’ı geniş seçmen kitlelerine ABD’nin büyük devlet adamlarından biri olarak satmak için kullanılabilir.”

 

Savaş hatlarını keskinleştirmek

Yazara göre, Washington’daki gerek Cumhuriyetçi gerekse Demokrat dış politika seçkinleri için bu anlaşmanın daha geniş faydaları var. Zira uzunca bir süredir, ABD’nin en güvenilir iki bölgesel müttefikinin alenen işbirliği yapmasını sağlayarak İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki bağları güçlendirmek istiyorlardı.

Yazar, Washington nezdinde bu anlaşmanın faydalarını şöyle sıralıyor:

“Körfez ülkeleri, Suriye’den Yemen’e Ortadoğu’daki savaşlara daha derinden ve alenen karıştıkça, onları İsrail’le müttefik kılan bu anlaşma, (…) bölgenin savaş hatlarını keskinleştirecek ve -umulduğu gibi- bu teokratik diktatörlüklere daha fazla meşruiyet kazandıracak.”

“İsrail, işgalini sağlamlaştırırken, daha fazla Filistin toprağını çalarken ve Filistinlilere yönelik baskısını yoğunlaştırırken ABD de, BAE’yle -ve daha sonra diğer Körfez ülkeleriyle- anlaşmanın bir kez daha makul bir maskeleyici hikâye sunacağı umudunda.”

“Washington’ın -Filistin liderleri, güya kendileri için neyin iyi olduğunu anlayamayacak kadar beyinsiz olsalar bile- Filistinliler için en iyisinin peşinde ‘dürüst bir arabulucu’ olduğuna dair hayali iddialarını yeniden canlandırmasına imkan verecek.”

“Filistin liderliğini Körfez’le -ve petrol zengini komşularına husumete cesaret edemeyen Ürdün ve Mısır gibi diğer Arap devletleriyle- karşı karşıya getirmek, Filistinlileri daha da yalnızlaştıracak. Bundan böyle -çok daha inandırıcı bir şekilde- en iyi ihtimalle barışın iflah olmaz muhalifleri yahut direnirlerse teröristler olarak sunulabilirler.”

 

Netanyahu paçayı kurtardı

Cook, anlaşmanın İsrail Başbakanı Netanyahu açısından neden önemli olduğunu da şöyle anlatıyor:

“Başı iyice belada olan Netanyahu, bu anlaşmanın kendisini düştüğü çukurdan çıkarması umudunda. Sağ kanat dahil İsrail toplumunun geniş kesimlerini bir araya getiren bir protesto dalgasıyla mücadele ediyor. Daha evvel görülmemiş bir yolsuzluk davasıyla karşı karşıya. Covid-19 salgınıyla baş etme biçimi giderek felaketvari bir görüntü arz ediyor. İsrail ekonomisi içeriden patlıyor.

Bu bağlamda Batı Şeria’nın ilhakına odaklanması İsrail halkının çoğunu kendisine yabancılaştırdı ve hatta -sadece bölgenin büyük bir kısmını değil, tüm Filistin topraklarını isteyen- yerleşimcileri de tatmin edemedi. BAE’yle ve dolaylı olarak Körfez’in geri kalanıyla bir anlaşma, rağbet görmeyen bir ilhak planından geri adım atmasına izin veriyor.

Netanyahu uzun bir süredir kendisini Bay Güvenlik olarak, yani İsrail çıkarlarının hamisi ve küresel alanda çarpıcı hamleler yapabilen tek lider olarak ilan ediyordu. Burada her ikisini de yapmış görünüyor. Hatta siyasi muhaliflerini bile başarısını övmek zorunda bıraktı.

Netanyahu, yerleşimciler arasındaki destekçilerini yatıştıracak şekilde ilhakın hala ‘masada’ olduğunu iddia ederken bütün bunların altından kalkmayı da başardı.

Anlaşma, hazırlık yaptığı söylenen kış aylarındaki bir seçimi kazanmasına nihayet zemin hazırlayabilir.”

 

Ödenecek bir bedel yok

Cook yazısını şöyle bağlıyor: “Hiç şüphesiz, ilhaktan -geçici veya başka bir şekilde- vazgeçilmesi, İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’da daha fazla Filistin toprağını ele geçirmesini de, sonu gelmeyen etnik temizlik kampanyasını da kesintiye uğratmayacak. Netanyahu İsraillilere haklı olduğunu gösterdi. İsrail uluslararası hukuku ihlal edebilir, toprak çalabilir, savaş suçları işleyebilir; Batı ile Arap devletleri bunların hepsini sindirecektir. İsrail davranışları karşılığında hiçbir bedel ödemek zorunda kalmayacaktır.”

“Netanyahu için Filistinliler pahasına Körfez ile strateji bir ittifak, her zaman işgal altındaki toprakları ele geçirmekten çok daha fazlası oldu. Onun bölge vizyonunun merkezinde, küresel Amerikan gücünün yanında bölgesel bir hegemon olarak hizmet eden, Ortadoğu’da varlığını güvence altına almış, ıslah olmamış, maksimalist, etnik üstünlükçü bir İsrail devleti yer alıyor. Şimdi bu anlaşmayla Netanyahu, bitiş çizgisinin artık görüş alanı içinde olduğuna inanıyor.”

J.PACK: İSRAİL-BAE ANLAŞMASI LİBYA’DA SAVAŞI UZATACAK

 

İSRAİL-BAE ANLAŞMASI LİBYA’DA SAVAŞI UZATACAK

Jason Pack (Ortadoğu konusunda danışman, yazar ve yorumcu; ABD Libya İş Adamları Derneği eski icra direktörü ve Libya Analysis şirketi kurucusu)

Foreign Policy, 21 Ağustos 2020

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

 NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 27.8.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-strateji/israil-bae-anlasmasi-libyada-savasi-uzatacak/

İngilizcesi “The Israel-UAE Deal Won’t Bring Peace, but It Will Prolong the War in Libya” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

Özet: Bölgedeki kamplaşmanın resmileşmesinden başka anlamı olmayan BAE-İsrail anlaşması, Libya savaşını nasıl ve neden uzatacak? Beyaz Saray’ın Libya politikası bu anlaşmadan sonra nasıl değişecek? Trump’ın anlaşmadan çıkarı ne?

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)-İsrail ilişkilerini ‘normalleştiren’ mutabakat, tarafların iddia ettiği gibi bölgesel bir barış vizyonunun parçası olmaktan ziyade, Ortadoğu’da ‘Arap Baharı’ sonrası şekillenen keskin kutuplaşmanın resmiyete dökülmesinden ibaret. BAE-İsrail mutabakatının, geçmişte Mısır-İsrail ve Ürdün-İsrail arasında olduğu gibi bir soğuk barışa mı, yoksa gerçek bir sıcak barışa mı yol açacağı tartışıladursun, Ortadoğu’da vekiller üzerinden yürüyen mevcut soğuk savaşı daha da ağırlaştırma ve belki sıcak savaşı tetikleme potansiyeline sahip.

Ortadoğu alanında danışman, yazar ve yorumcu olan Jason Pack, 21 Ağustos’ta Foreign Policy için kaleme aldığı “İsrail-BAE Anlaşması Libya’ya Barış Getirmeyip Savaşı Uzatacak” başlıklı yazısında, bu yeni mutabakatın Libya’yı nasıl etkileyeceğini konu alıyor. Pack, ABD-Libya İş Adamları Derneği eski icra direktörü ve Libya Analysis danışmanlık şirketinin de kurucusu.

Yazar, on yıllardır Arap-İsrail çatışmasının Ortadoğu’nun temel jeopolitik fay hattı olduğunu, ancak Körfez ülkelerinin İran’ın artan bölgesel gücünden korkarak sessiz sedasız İsrail’le aynı hizaya gelmesiyle son yıllarda bu durumun değiştiğini ve İsrail ile BAE arasındaki son anlaşmanın da bu kaymayı yalnızca resmiyete döktüğünü belirterek yazısına başlıyor.

“Anlaşmanın, İsrail-Filistin çatışmasının çözümünde fazla bir etkisi olmayabilir; ama başka yerlerde, Arap Baharı’ndan bu yana bölgeyi saran mevcut soğuk savaşı pekiştirmek suretiyle derinden etkileri olacaktır.” diyor.

Yazara göre, Libya başta olmak üzere vekalet savaşlarının çözümünü iyice zorlaştıran şey, tam da bu bölgesel gerilimler. 21 Ağustos’ta Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tanınan ve Türkiye’nin de desteklediği Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti tek taraflı ateşkes ilan etse de, Ortadoğu’daki iki rakip blok arasında gerçek bir yumuşama olmadan, bölgedeki vekâlet çatışmalarının gerçek saiklerini ortadan kaldırma umudu da yok.

 

BAE- İsrail anlaşmasının bölge için anlamı ne?

Yazar, BAE-İsrail anlaşmasının bölgesel önemini şöyle anlatıyor:

“İsrail’in Mısır, Ürdün, Fas, BAE, Suudi Arabistan ve -kısmen- Umman, Sudan ve Kuveyt’ten müteşekkil gelenekselci, monarşi yanlısı, Müslüman Kardeşler karşıtı bloğa sıkı bir şekilde entegrasyonuyla birlikte, Ortadoğu’nun iki rakip blok olarak bölünmesini resmileştirerek bölgenin geleceğini şekillendirmesi muhtemel. Bu blok, iktisadi gücün çoğuna sahip olsa da, hâlihazırda -statükoya karşı çıkan ve siyasal İslam’ın farklı türlerini destekleyen- yükselişteki bir hükümetler grubu tarafından bölgesel olarak köşeye sıkıştırılmış durumda. Bu rakip isyancı bloğa Türkiye, İran ve Katar liderlik ediyor.”

“Bir ‘barış anlaşması’ olarak göklere çıkarılmasına rağmen, BAE-İsrail anlaşması büyük ihtimalle mevcut bölgesel savaşları daha da uzatacak. İki bloğun rakip aktörleri desteklediği Ortadoğu’nun -başta Yemen, Libya ve Suriye olmak üzere- çekişmeli bölgelerindeki çatışmayı yoğunlaştıracak. İsyancı blok her üç çatışmayı da kazanıyor.”

Pack, BAE’nin bölge çatışmalarındaki temel stratejisini şöyle özetliyor: “BAE, bu çatışmalardaki ana stratejisinin müttefiklerinin politika yapım süreçlerini kontrol etmek olduğunu ispatladı. Son üç yıldır BAE liderleri, bu çekişmeli bölgelerde kendilerine veya vekillerine savaşma noktasında sınırsız serbestlik vermesi için Riyad ve Washington’la ilişkilerini sonuna kadar kullandı. Yine de, büyük diplomatik başarılarına rağmen BAE her üç alanda da askeri olarak tökezliyor.”

Yazara göre, Trump yönetimi, BAE’ye -bölgesel ihtiraslarını uzlaşı inşasına doğru yönlendirebilecek şekilde- tatlı sert diş göstermek yerine, Abu Dabi’nin bölgesel hakimiyet hayallerine razı oldu. Keza, İsrail ile düşmanları arasında ABD’nin oynadığı geleneksel arabulucu rolünü terk ederek ve Netanyahu’nun tüm aşırılıklarına (yerleşimlerin genişletilmesi, İsrail dış politikasının militerleşmesi ve içerideki yolsuz, ayrımcı ve demokratik olmayan uygulamalarına) göz yumarak İsrail Başbakanı’na karşı da benzer bir yaklaşım benimsedi.

“Son 9 yıldır Libya, bölgenin iki bloku arasında kilit bir savaş alanı oldu.” diyen yazar, Libya içinde çatışan tarafları, bunların dış destekçilerini ve Türkiye’nin bu yılın başında fiilen oyuna girişini anlattıktan sonra şöyle diyor: “Türkiye’nin saldırgan bölgesel duruşuna rağmen Hafter’i yerinde tutup uzlaşıya varmayı ve Libya’daki iç savaşı sona erdirmeyi zorlaştıran faktör, Rusya ve BAE’nin maksimalizmidir.”

“Hafter’in artık sahneden çekilme zamanı geldiğini, destekçileri bile gittikçe daha fazla kabul ediliyor. Geçtiğimiz ilkbaharda Trablus’taki savaşı kesin olarak kaybettikten sonra hem Kahire hem de Moskova, Libya Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih’i ülkenin doğusu için alternatif bir güç odağı olarak öne çıkarmaya başladı.” diyen yazar, ayrıca Hafter’in özel uçağının 24 Nisan’da Venezuela’nın başkenti Caracas’a giderken tespit edildiğini, üç gün sonra uçağın İsviçre’ye gittiğini ve ardından mayıs başında Dubai’ye indiğini hatırlatıyor.

Bu gezinin amacının Amerikan dolarlarını Venezuela altınlarıyla değiştirmek olduğu iddiasına yer vererek bunun Washington’daki yansımalarını şöyle değerlendiriyor:

“Bu olay, ABD’nin Libya politikasının temel dinamiklerini bir anda değiştirmiş gibi görünüyor. Başkan Donald Trump’ın 2017’de göreve gelmesinden bu yana ABD’nin Libya politikasında bir ikilik söz konusuydu: Libya, bir yandan [Beyaz Saray’daki] üst düzey yöneticiler tarafından BAE, Mısır ve Suudi Arabistan’ı yatıştırmanın bir yolu olarak kullanılırken, öte yandan [Dışişleri ve Savunma bakanlıklarının] profesyonel bürokratlar[ı] tarafından NATO müttefikleri ve BM ile eşgüdüm içinde Rus nüfuzuyla mücadele için kilit bir alan olarak görüldü.”

“Hafter, ABD Maliye Bakanlığının Venezuela yaptırımlarını ihlal ederek Trump yönetimine kazık attığında Washington’ın Libya politikasında uzun süredir devam eden bu ikilik bir an için ortadan kalkmış gibi göründü. Yaklaşık üç aylık bu kısa sürede Amerikan yönetimi, (petrol gelirlerinden daha fazla pay talebiyle BAE, Rusya ve Hafter’in müttefiki kabileler tarafından konan) Libya’ya yönelik petrol ablukasını kaldırmaya dönük müzakerelere öncülük etti, Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin toprak kazanımlarını pekiştirmek için Türkiye’yle eşgüdüm içindeydi, Hafter güçlerini insan hakları ihlalleriyle suçladı ve iki ana hizip arasında mekik diplomasisi yürüttü.”

Ancak yazara göre, BAE-İsrail anlaşması, Libya konusunda Beyaz Saray ile Dışişleri-Pentagon arasındaki bu tedrici yakınlaşmanın ve Washington’ın muhtemel istikrar sağlayıcı rolünün bir anda sonunu getirecek. Ve Beyaz Saray’ın Libya politikası yine Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’in emrine amade olacak.

 

Trump bundan sonra BAE’yi hiç eleştirmeyecek

Pack’e göre, BAE-İsrail anlaşması, koronavirüs pandemisini kötü yönetmeleri ve sayısız skandalları nedeniyle popülerliklerinin dibe vurduğu bir dönemde Netanyahu ve Trump’a seçimlerle bağlantılı iç sorunlarını aşmada yardımcı olacak. (…) BAE’nin Netanyahu ve Trump’a bu en büyük dış politika başarılarını, başka yerlerde elde edeceği jeopolitik kazanımlar karşılığında verdiği ise çok açık. (…) Bundan böyle Beyaz Saray’ın BAE’nin -Suriye, Mısır, Doğu Afrika veya Yemen şöyle dursun- Libya’daki rolünü bile eleştirmesi pek muhtemel görünmüyor.

Yazar, BAE’nin Libya’da -ülke ekonomisine zarar veren- petrol üretimini engellemeye ve Mısır veya Rusya’nın mevcut askeri müdahalesini desteklemeye devam edeceği kanısında.

Pack önemli bir öngörüde bulunuyor: “Kısaca bu anlaşma, ABD’yi dolaylı olarak Libya’daki arabuluculuk rolünden geri çekilmeye zorlayarak bölgenin iki bloğa bölünmüşlüğünü daha da pekiştirecek. Trump ve Kushner, sonunda Libya dosyasını, ülke içinde seçim zaferi kazanma karşılığında Abu Dabi’ye satmış görünüyor.”

Seçimler nedeniyle Ocak 2021’e kadar Amerikan başkanının bir angajmana girme ihtimali olmadığını belirten yazara göre, yönetimin Libya’da barış için baskıya devam etmesinin bir yolu Libya İstikrar Yasası’nı kullanması. Pack bu yasa üzerinden şunları söylüyor:

“İki partinin de desteğini alarak geçen bu yasa, yönetimin Libya krizine müdahale eden ülkelere, ayrıca kaçakçılara ve insan haklarını ihlal edenlere yaptırımlar uygulamasını zorunlu kılıyor. Washington’daki düşünce kuruluşları ve Kongre BAE destekçileriyle dolup taştığından bu yasa büyük ihtimalle BAE’ye karşı yaptırımlar için kullanılamayacak. Mevcut haliyle yasa, yalnızca Rusya ve Türkiye’ye atıfta bulunuyor ve son zamanlarda Libya’ya doğrudan askeri müdahale tehdidinde bulunan Mısır’a karşı da yaptırımlara izin vermesi muhtemel. Yine de BAE’yle ilişkilerini uluslararası hukukun da üzerine çıkartan Trump’ın dış politikasını geri püskürtmekte Kongrenin rolünün de keskin bir hatırlatıcısı olacaktır.”

Pack, yazısını şöyle sonlandırıyor:

“Yaptırım uygulamaya daha yatkın bir yeni yönetim başa geçerse, böyle bir adım Libya’nın vekâlet savaşını durdurmaya yardımcı olabilir ve Libya’da acı çekenleri rahatlatabilir. Amerikalı politika üreticileri ve kanaat önderleri artık uyanarak Ortadoğu’da İsrail-Filistin çatışmasının yerini alan sertleşen bölgesel bölünmüşlüğün farkına varmalılar ve bu bölünmüşlüğün Libya’da ve başka yerlerde yol açtığı acıları -ağırlaştırmak yerine- önlemeye çalışmalılar.”

M.FAWAZ, M.HARB, A.GHARBIEH, H.HARITHY: BEYRUT NASIL TOPARLANMALI?

   

BEYRUT NASIL TOPARLANMALI?

Mona Fawaz (Doç Dr., Beyrut Amerikan Üniversitesi Şehir Çalışmaları ve Planlama öğretim üyesi), Mona Harb (Doç. Dr., Beyrut Amerikan Üniversitesi Şehir Çalışmaları ve Politikaları öğretim üyesi ve Jadaliyya “şehirler sayfası” editör), Ahmad Gharbieh (Yrd. Doç., Beyrut Amerikan Üniversitesi Grafik Tasarım öğretim üyesi) ve Howayda Al-Harithy (Prof. Dr., Beyrut Amerikan Üniversitesi Mimarlık ve Kentsel Tasarım öğretim üyesi)

Jadaliyya, 13.8.2020

 

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

 NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 20.8.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-strateji/beyrut-nasil-toparlanmali/

İngilizcesi “The Beirut Blast: A Week On” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

Özet: Lübnan’ın yozlaşmış siyasal sisteminin sonunu da ilan eden büyük patlama sonunda, Beyrut nasıl yeniden toparlanmalı? Kamu yönetimi işlevsiz olduğu için bireysel çabalarla şehirlerini temizlemeye çalışan Beyrutlulara gerçekten yardım etmenin yolu ne?

 

Beyrut limanındaki bir depoda akıl almaz miktarda amonyum nitratın patlamasıyla Lübnan, tam da kuruluşunun 100. yılında adeta cehennemi yaşadı. Çoktandır ekonomisi çökük, siyaseti işlemez, yönetimi en temel hizmetleri bile halkına sunmaktan aciz ve yozlaşmış durumdaki Lübnan’ın belini doğrultabilmesi için bir mucize lazım. Zira Beyrut demek, Lübnan demektir. Ülke nüfusunun üçte birinden fazlasının yaşadığı, iktisadi ve mali hayatın merkezi başkentte on binlerce ev ve işyeri çöktü ya da kullanılamaz halde; 300 bin insan evsiz kaldı. Elektrik, su, gıda, ilaç ve temel ihtiyaç malzemeleri kıtlığı da var.

Bir zamanlar Arap dünyasının entelektüel ve finansal kalbi olan, ancak iç savaşlar ve İsrail işgalleri veya saldırılarıyla defalarca büyük yıkımlara maruz kalan Beyrut, 5 Ağustos’taki patlamada bu defa sadece saniyeler içinde enkaza dönüştü. Tıpkı Ortadoğu’da kadim medeniyet merkezi Halep, Musul, San’a gibi birçok şehrin geri döndürülemez şekilde ağır bir yıkıma uğradığı ve kimliğini yitirdiği gibi…

Yaşanan bu akıl almaz yıkımı, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden dört öğretim üyesi Beirut Urban Lab’e yazdıkları bir makalede değerlendirdi. 13 Ağustos’ta Jadaliyya web sitesinde de yayımlanan “Birinci Haftasının Sonunda Beyrut Patlaması” başlıklı bu makalenin yazarlardan Doç Dr. Mona Fawaz şehir çalışmaları ve planlama, Doç. Dr. Mona Harb şehir çalışmaları ve politikaları, Yrd. Doç. Ahmad Gharbieh grafik tasarım ve Prof. Dr. Howayda Al-Harithy mimarlık ve kentsel tasarım alanında öğretim üyesi. Mona Harb aynı zamanda Jadaliyya’nın “şehirler sayfası” editörlerinden.

 

Bir dönemin gümbür gümbür sonunu ilan eden patlama

Akademisyenler, patlamanın şok dalgalarını hâlâ yaşadıklarını, şehri ve insanlarını vuran ölçülemez kayıpları sindirmeye çalıştıklarını belirterek yazıya
başlıyorlar. Yerleşimlerin yakınındaki bir hangarda 2700 tonluk amonyum nitratın depolanmasının limanın resmî mercilerinin, gümrük yetkililerinin ve diğer birçok kamu görevlisinin tam bilgisi dâhilinde gerçekleştiğini vurguluyorlar.

“Bir dönemin gümbür gümbür sonunu ilan edercesine patladılar: Lübnan’ın iç savaş sonrası yozlaşmış düzeni zaten barışçıl bir şekilde düşemezdi.” diyorlar ve patlamadan bir hafta sonra şehrin halini şöyle aktarıyorlar:

“Şehir her yaştan ölülerinin yasını tutarken, kurtarma ekiplerinin çoğu geri kalan kayıp kişileri bulma çabalarına son veriyor. Cesetler, sevdikleri tarafından teşhis edilmeyi bekleyerek morglara yığılmış durumda. (…) Şehrin seslerine kırık camların şıngırtısı hakim olurken enkazların ve şahsi eşyaların yanında çöpler yığılıyor. (…)”

Yazarlar, can kaybının hiç de az olmadığını ve tüm toplum katmanlarından insanların hayatına mâl olduğunu şöyle anlatıyorlar:

“Patlama anında şehir limanında görev yapan Lübnanlı ve göçmen işçilerin yanı sıra civardaki işletmeleri koruyan güvenlikçiler can verenler arasında. Ayrıca yakınlarda çalışan, oracıktan geçen veya sadece evinde oturup normal hayatlarını sürdüren karı kocalar, anne babalar ve evlatlar da… (Beyrut Valisinin 9 Ağustos 2020’de verdiği rakamlara göre) Şimdiye kadar en az 7000 kişi yaralandı, 220 kişi öldü ve 110 kişi hâlâ kayıp ki bu rakamların artması bekleniyor.”

Gelelim yıkımın boyutlarına: “Yaklaşık 80 bin ev hasar gördü, binlerce aile evsiz kaldı. Limanın hemen çevresindeki mahalleler kentsel dokunun tam bir mozaiğiydi; -tarihî veya yeni, mütevazı veya lüks- meskenlerden, ticari, kurumsal ve dinî binalardan oluşuyordu. Apartmanlarda patlamayla kapı-cam kalmadı; -ister küçük bakkallar ister lüks restoranlar, barlar, atölyeler, stüdyolar, ofisler isterse kiralık odalar olsun- işyerleri hep mahvoldu. Okullar, hastaneler ve kreşler artık eğitim veremeyecek, hastaları iyileştiremeyecek veya bakım yapamayacak.”

Şehir ve mimari uzmanı dört akademisyen Beyrut’un mahalle mahalle durumunu şöyle anlatmış:

“Patlamanın etkisi tüm şehre yayılsa da en ağır hasarı öncelikle liman çevresindeki mahalleler aldı: şehrin geriye kalan tarihî işçi sınıfı mahalleleri Beddavi ve Karantina; en az on yıldır giderek seçkinleşen mahalleler Cemmeyzi, Ca’ytavi ve Mar Mihail… İç savaşın ilk katliamlarından birinin yaşandığı ve şehrin tarihsel olarak işçi deposu konumundaki Karantina, savunmasız nüfusunu ve -bir kısmı moloz yığınına dönen- dayanıksız evlerini vuran bir muazzam yıkım daha maruz kaldı, binaların bir kısmı çöktü. Limanın hemen doğusunda, Osmanlı ve Fransız Mandası mirası binalardan hâlâ ayakta kalanların bulunduğu nadir mahallelerden Mar Mihail ve Cemmeyzi’deki çok sayıda binada yapısal çatlaklar, kırık dökük balkonlar, yıkılmış dış cepheler ve çok daha fazlası var. Lüks bir şehir merkezine dönüşen Beyrut’un tarihî kalbinde bina cepheleri ve büyük pencereleri paramparça olurken kamuda ve özelde milyonlarca dolar heba olup gitti.

Müthiş derecede ihtiyaç duyulan gıda ithalatının yaklaşık %80’inin aktığı Beyrut’un can damarı olan liman ağır hasar gördü ve tam tamirinin yıllar sürmesi bekleniyor. Patlamanın etkisi Beyrut’un belediye sınırlarının çok ötesinde tüm semtlerine yayıldı; Badaro, Cinnah, Ğubeyri, Furn el-Şebbak, Devra, Burc Hammud ve Sin el-Fil gibi semtlerde camların kırılması, alüminyum ve ahşap kapı ve pencere doğramalarının patlamasıyla evler, işyerleri ve dükkanlar etkilendi.”

 

Bir işlevi olmayan kamu yönetimi

Yazarlar, Lübnan’da halkına hizmet götürme gibi bir işlevi ve kültürü olmayan hükümetlerin ve kamu yönetiminin patlamanın ertesindeki halini de ele alıyorlar:

“İlk mukabelede bulunanların yine şehir sakinleri olduğu acı bir şekilde görüldü. Sokaklar su ve yiyecek dağıtan, molozların ve enkazın temizlenmesine yardımcı olan süpürge ve kürekleri kuşanmış gönüllülerle dolu. (…) Bu canlı seferberliğin aksine, merkezî hükümetin ve yerel yönetimin mukabelesi yavaş olup derhal bir acil durum planı ortaya koyma veya etkili bir yardım stratejisi geliştirme noktasında başarısız kaldı. Devlet temsilcileri, koordinatörlükten ziyade sahadaki aktör kalabalığına karıştı. Bu nedenle polis ve sivil savunma unsurları siyasi parti mensupları, kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, dinî ve insanî gruplar, izciler, öğrenciler, üniversite gönüllüleri ve diğerleriyle yan yana çalışıyorlar.”

Tabiatıyla bu durum, boğuşulan çoklu krizlerle birleştiğinde, halkta çok derin bir öfkeye yol açtı. Yazarlar halkın hissiyatını şöyle aktarıyor:

“Lübnan siyasi sisteminin geçim kaynaklarını korumadaki yıkıcı başarısızlığı görüldükçe öfke artıyor. Her yerde konuşmalar devlet temsilcilerine karşı güvensizliği yansıtıyor. Mahallelere girmeye kalkıştıklarında sözlü ve fiziki hakaretlerle karşılandılar.

İnsanlar çoklu krizlerle boğuşuyorlar: COVID-19 yüzünden getirilen ve aylar süren sokağa çıkma kısıtlaması nedeniyle tükendiler; tasarruflarını yok eden ve farklı toplumsal kesimlerin ekseriyetinin satın alma gücünü iyice azaltıp sadece hayatta kalacak bir seviyeye düşüren mali erimeyle zayıfladılar; gıda maddeleri kıtlığıyla yüz yüze kaldılar; Dünya Bankası’nın şu an için %50 olarak tahmin ettiği, giderek artan fakirlik seviyesiyle ürktüler…

Bu suçun ardındaki tetikleyiciler konusunda hemfikir olmasalar da insanların çoğu, ardı ardına gelen yönetimlerin vurdumduymazlığı ve on yılların hesap sorulmayan yönetişimine öfkelerini dillendiriyorlar. Patlama gerçekten de birçok kişi tarafından halka karşı bir savaş olarak hissedildi ve şehir (…) protesto çağrılarıyla kaynıyor.”

“İleriye dönük olarak, toparlanmanın meşakkatli bir yol olacağı aşikâr. Patlama sonrası yeniden yapılanmanın tam da Beyrut mahallelerinin yıkılmasına neden olan güçleri takviye etmesinden korkuluyor” diyerek 1990’ların başında Beyrut’un tarihî merkezinin yeniden inşa sürecinin, iç savaşın şehirde yol açtığı bölünmeleri daha da pekiştirdiğini hatırlatıyorlar. Bu bağlamda şunları zikrediyorlar: Bir otoyolları ağıyla tarihî merkezin şehrin diğer semtleriyle olan bağlantısının koparılması, çok sayıda küçük ölçekli hak sahibinin mülkiyet haklarından mahrum bırakılması, [tarihî] miras niteliğindeki binaların yok edilmesi veya onların toplumsal ve cemaatsel anlamlarının yitirilmesi, toparlanma ve yeniden inşanın yönetiminin -temel amacı, hissedarları için spekülatif emlak yatırımlarını azami düzeye çıkarmak olan Solidère adlı- özel bir emlak şirketine devredilmesi…

İç savaşın Beyrut’un merkezinde yol açtığı yaraları sarma ve yeniden inşanın göze çarpan sonucunu şöyle özetliyorlar: “Çoğunlukla bankaların ve spekülatif yatırımcıların sahip çıktığı ve öfkeli protestocuların alanı olarak işlev görmenin ötesinde ülkeye bir katkısı bulunmayan, hayatın canlılığından yoksun kimliksiz bir ‘şehir merkezi’ oluşması.”

Yazarlar, benzer şekilde, 2006’da İsrail’in Lübnan’a yönelik açtığı savaş sonrası yeniden inşanın -tamamen Hizbullah’ın eline bırakılması suretiyle ve başka şekillerde- Beyrut’un banliyölerini ve Güney Lübnan’ı siyasi birer mıntıka olarak pekiştirdiğini de vurguluyorlar.

 

Beyrut’u bekleyen senaryolar

Peki, bu geçmiş tecrübeler ışığında, yazarlara göre Beyrut’u hangi senaryolar bekliyor?

“Eli kulağındaki bir kabus senaryosu, patlama sonrası yeniden yapılanmanın, patlamanın yol açtığı yıkımı pekiştirmek için bir fırsata dönüştürülmesi olacaktır. Patlamanın ciddi şekilde vurduğu mahalleler yavaş yavaş bozulmaya terk edilebilir, ta ki bir sonraki iktisadi döngü fakirleşen yaşlı nüfusu, mücadeleci gençliğin coşkulu enerjisini ve küçük sanayileri yok eden seçkinleştirme sürecini [yani orta ve üst sınıfların dar gelirlilerin yaşadığı kent merkezlerindeki semtlere yerleşme sürecini] devam ettirene kadar. Eğer ki yardım ve sermaye insanları dikkate almadan akarsa, bu aynı zamanda Beyrut tarihinin bir başka önemli dayanağını yok ederek seçkinleştirmeyi hızlandırabilir.”

Yazar toparlanma sürecinin nasıl ilerlemesi gerektiğine dair görüşlerini de paylaşıyorlar:

“Onlarca yıldır kamu kurumları tarafından terk edilmiş bir şehirde, iflasa düşen ve mezhepçi siyasetin hakim olduğu bir ülkede birçok insan, hayatlarını, bir partiye bağlı olmayan tarafsız toplumsal ve mekânsal karşılıklı destek altyapısı aracılığıyla organize etmeye çalışıyor. Herhangi bir toparlanma süreci de buradan başlamalı. (…)

İnsani yardım ve desteğin ötesinde, kapsayıcı, katılımcı ve çevre bilincine sahip toplum temelli bir toparlanma düşünülmeli ve uygulamaya konulmalı; sadece fiziksel yapıları yeniden inşa etmekle kalmayan, aynı zamanda patlamadan evvel mevcut olan adaletsizliklerin ve zayıflıkların da üzerine eğilen (…) bir toparlanma olmalı.”

15 Ağustos 2020 Cumartesi

T.FRIEDMAN: HERKES İÇİN LÜBNAN DERSLERİ

 

HERKES İÇİN LÜBNAN DERSLERİ


Thomas L. Friedman

The New York Times, 9.8.2020


Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor


NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 13.8.2020 tarihinde yayınlanmıştır.

https://fikirturu.com/jeo-strateji/herkes-icin-lubnan-dersleri/

İngilizcesi “Beirut’s Blast Is a Warning for America” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Ülkedeki sistem nedeniyle her zaman her şeyin siyasallaştığı, kamu yararının anlamının unutulduğu Lübnan gittikçe istisnai örnek olmaktan çıkıyor, zira kutuplaşma artık her yerde. Amerikalı yazar Thomas Friedman uyarıyor: Lübnan’daki patlama herkes için uyarı.


Lübnan’ın başkenti Beyrut, tarihinin en büyük patlamasıyla enkaz yığınına dönerken konuyla ilgili en orijinal yazılardan birini, The New York Times’ın dış politika köşe yazarı Thomas Friedman kaleme aldı. 9 Ağustos’ta yayınlanan “Beyrut Patlaması Amerika İçin Bir Uyarı” başlıklı yazısında, Amerika’nın popülist Trump yönetimi altında nasıl Lübnan ve Ortadoğu’yla giderek benzeştiğini her şeyin siyasallaştırılması meselesi üzerinden ele aldı. Friedman, 1980’lerde The New York Times’ın Beyrut ve Kudüs bürolarında çalışmış, Ortadoğu’yu yakından tanıyan bir isim.

Friedman, Beyrut’taki korkunç patlamayı ve ardından bunu kimin tetiklemiş olabileceğine dair yaygın spekülasyonları ilk duyduğunda hatırına gelen bir anekdotla yazıya başlıyor. 40 yıl evvel Beyrut Amerikan Üniversitesi rektörünün evinde verilen bir yemekte, iki gece önce Beyrut’a yağan olağandışı dolu fırtınasından söz açıldığında Rektör Malcolm Kerr, ‘Sizce bunu Suriyeliler yapmış olabilir mi?’ esprisini patlatmış.

Nitekim -bugün nasıl her şey bir İsrail veya Amerikan komplosu olarak görülüyorsa- iç savaş şartları altındaki o dönemde de, Lübnanlıların geneli her şeyi Suriye’nin tezgâhladığı bir komplo olarak açıklıyordu.

Friedman diyor ki, “Kerr aynı zamanda Lübnan toplumunda kökleşmiş -ve ne yazık ki bugünün Amerika’sı için de geçerli- bir gerçeği dillendiriyordu: Lübnan’da o dönem -ve bugün daha da fazlasıyla- her şey hatta hava durumu bile siyasallaşmıştı.”

“Tüm yönetim yetkilerinin ve devlet kadrolaşmalarının anayasal ya da gayriresmî olarak farklı Hıristiyan ve Müslüman mezhepleri arasında çok dikkatli bir denge dahilinde paylaşıldığı Lübnan toplumunun mezhepçi tabiatı nedeniyle hakikaten her şey siyasaldı. Her bir işe tayin, her bir görevi suistimal soruşturması ve her bir hükümetin kimi finanse edip etmeyeceği kararı, bir gruba menfaat sağlayıp kayırma, diğerinin ise aleyhine görüldü.”

“Oldukça çeşitlilik arz eden bir toplumda bu, (iç savaş spazmları arasında) istikrarı satın alan bir sistemdi; ancak hep hesap vermeme, yolsuzluk, kötü yönetişim ve güvensizlik pahasına.”

 

ABD hangi açılardan Ortadoğu ülkelerine benzemeye başladı?

Yazara göre ABD de iki açıdan Lübnan ve diğer Ortadoğu ülkelerine benzemeye başladı:

“Birincisi, siyasi farklılıklarımız o denli derinleşiyor ki, iki partimiz artık iktidar için sıfır toplamlı bir oyunda yarışan dini mezheplere benziyor. Ortadoğu’dakiler kendilerininkine ‘Şiiler, Sünniler ve Maruniler’ veya ‘İsrailliler ve Filistinliler’ diyorlar; biz ise kendimizinkine ‘Demokratlar ve Cumhuriyetçiler’ diyoruz. Ancak bizimkiler, artık iktidarın bir ölüm kalım meselesi olduğuna inanan rakip aşiretler gibi davranıyorlar.

İkincisi, Ortadoğu’da olduğu gibi, Amerika’da da giderek artıyor: Artık her şey siyaset – hatta iklim, enerji, pandemide takılan yüz maskeleri bile.”

Yazar buna bir de örnek veriyor: “Biz Amerika’da Ortadoğu ülkelerine o denli benzer hale geldik ki, Lübnanlılar patlamanın tamamen bir kaza olduğu sonucuna varırken, Başkan Trump bunun bir komplo olması gerektiğini ilan ederek adeta bir Beyrutlu milis lideri gibi konuştu. Generallerinin ona ‘Bu bir saldırı’ dediğini söyledi. ‘Bu bir tür bombaydı’.”

 

Her şey siyaset olursa demokrasi ölür

Friedman “Her şey siyasete dönüştüğünde bir toplum ve tabii ki bir demokrasi er geç ölür gider. Bu şekilde yönetişim, boğazı sıkılarak yok edilir.” diyerek Lübnan örneğine dikkat çekiyor: “Söylentilere bakılırsa, yozlaşmış Lübnan mahkemelerinin kamu yararının koruyucusu olarak hareket etmemesi ve -liman yetkililerinin yıllar evvel talep ettiği şekilde- patlayıcıların limandan kaldırılması emrini vermemesi patlamanın kapısını araladı.”

Konuyu açıklığa kavuşturmak için İbrani Üniversitesi din filozofu Moşe Halbertal’den şu alıntıyı yapıyor: “Sağlıklı bir siyasetin gelişebilmesi için kendisi dışında referans noktalarına ihtiyaç vardır: Hakikatin referans noktaları ve kamu yararı anlayışı… Her şey siyasallaştığında bu, siyasetin sonu demektir.”

Friedman şöyle devam ediyor: “Diğer bir deyişle, her şey siyaset olduğunda, her şey iktidardan ibaret demektir. Merkez yoktur, sadece taraflar vardır; hakikat yoktur, sadece versiyonları vardır; olgular yoktur, sadece arzu ve isteklerin yarışı vardır.”

“Eğer ki iklim değişikliğinin gerçek olduğuna inanıyorsanız, illaki biri size araştırma bursu vermiştir. Eğer ki başkanın, Joe Biden’ı zayıflatmak için Ukrayna devlet başkanından destek sağlamaya çalışarak yüce divanlık bir suç işlediğine inanıyorsanız, illa ki bunun nedeni partinizin iktidara gelmesini istemenizdir.”

Yazara göre Trump, Netanyahu, Putin gibi liberal olmayan popülistler, kasıtlı olarak olguların ve kamu yararının koruyucularının altını oymaya çalışıyorlar ve kendi halklarına şu mesajı veriyorlar: “Mahkemelere, bağımsız memurlara veya sahte haber üretenlere inanmayın – sadece bana, benim sözlerime ve kararlarıma güvenin. Dışarısı bir orman. Beni eleştirenler (Trump’ın cuma günü basın mensuplarına dediği gibi) birer katil ve kabilemizi diğerlerininkinden ancak ben koruyabilirim. Bu bir ölüm kalım meselesi.”

Friedman çapıcı örneklerle yazısına şöyle devam ediyor: “Bu gidişat sadece bize zarar vermekle kalmayıp kelimenin tam anlamıyla bizi öldürüyor. Trump’ın COVID-19 pandemisini yönetmekte tamamen başarısız olmasının nedeni, nihayet itibarını sarsamayacağı ve siyasallaştırarak saptıramayacağı bir güçle -Tabiat Ana ile- tanışması. (…)”

“Geçenlerde Trump, Cleveland’de bir Cumhuriyetçi Parti kitlesine dedi ki, eğer Biden kazanırsa, ‘İncil’e zarar verecek, Tanrı’yı incitecek. O, Tanrı’ya karşı, silahlara karşı; enerjiye, bizim enerji türümüze karşı’.”

“Bizim enerjimiz mi? Evet, görünen o ki artık Cumhuriyetçi enerji -petrol, doğal gaz ve kömür- ile Demokrat enerji -rüzgar, güneş ve su- var. Petrole, doğalgaza ve kömüre inanıyorsanız, kürtaja ve maske takmaya da karşı çıkmanız beklenir. Ve eğer ki güneşe, rüzgara ve suya inanıyorsanız, kürtaj hakkına ve yüz maskesine yandaş olmalısınız. Bu türden -uçlarda- düşünme biçimi tam da Lübnan, Suriye, Irak, Libya ve Yemen’i yıkan şeydi ve şu an giderek İsrail’i de yiyip bitiriyor.”

“Ama Beyrut’taki sokak göstericilerine kulak verirseniz, ne çok Lübnanlının kamu yararını temsil eden bir hükümete aç olduğunu duyabilirsiniz. Amerika’da da öyle.”

 

Özlenen lider tipi

Yazar, hemfikir olunmasa bile saygı ve özlem duyulan lider tipini Halbertal’dan şöyle alıntılıyor: “Siyasetin dışında bir kutsal alanın -kamu yararının- olduğuna inanan ve salt kendi iktidar çıkarlarına değil, kamu yararına ilişkin en iyi yargıya dayanarak büyük kararlar veren liderdir.”

Friedman şöyle devam ediyor: “Bu liderler partileri için çok şey yaparlar; siyasete karşı değillerdir. Yoğun bir şekilde siyasetle meşgul olurlar; ama siyasetin nerede başlaması ve nerede durması gerektiğini bilirler. Kendi iktidarlarını kurtarmak için Anayasa’yı altüst etmezler veya savaş başlatmazlar yahut halk sağlığı tehlikesini hafife almazlar.”

Ortadoğu’da bu türden liderlerin nadir ortaya çıkıp çoğunlukla suikasta kurban gittiğini hatırlatıyor.

Yazar Thomas Friedman, Trump’ın Kasım’daki seçimleri kaybetmesi halinde, 2000 yılındaki tartışmalı seçimlerde Al Gore’un yaptığı gibi, kamu yararını kendi çıkarlarının önüne koyup sessizce çekilmesini imkansız görüyor. Yazısını ise şöyle tamamlıyor: “Halbertal, ‘Kutsal alanı, yani siyaset dışındaki kamu yararı alanını kaybettiğinizde toplumlar çöker.’ diyor. Lübnan, Suriye, Yemen, Libya ve Irak’ta olan tam da bu. Yavaş yavaş İsrail ve Amerika’nın başına gelen de bu. Bu gidişatı tersine çevirmek bizim neslin en önemli projesi.”