15 Mart 2016 Salı

G.FRIEDMAN - İSRAİL’İN STRATEJİK KIRILGANLIĞI



İSRAİL’İN STRATEJİK KIRILGANLIĞI
Goerge Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 26.2.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

İsrail’in Ortadoğu’daki pozisyonunun gücü son dönemde yazılan makalelere konu oluyor. İsrail’in bölgede güçlü olduğu gayet net, en azıdan şu an için. Asıl konu bunu ne kadar sürdüreceği. Komşularındaki mevcut durum İsrail’in muazzam bir avantaja sahip olduğunu gösteriyor; ama daha dikkatli bir okuma, aslında pozisyonunun görünenden daha kırılgan olduğunu ortaya koyuyor.
İsrail’in güçlü bir stratejik pozisyonu olduğu argümanı ikna edici. Gazze’ye yönelik İsrail-Mısır ortak mücadelesi Hamas’ın operasyonlarını kısıtladı ve bir ölçüde otoritesini zayıflattı. Bu durum Filistin Ulusal Otoritesi’ni güçlendirmedi; nitekim onun da Batı Şeria’daki parçalı Filistin toplumunu bir arada tutma konusunda kendi problemleri söz konusu. İsraillilere yönelik son dönemde artan bıçaklı saldırılar da İsrail’in stratejik pozisyonunu tehdit edemez.
Mısır’ın İsrail’le barış antlaşması bölgenin en kalıcı özelliklerinden biri (…) ve bu ilişki, bölgedeki büyük güçlere karşı iki ülke arasında bir derece işbirliğini beraberinde getiriyor. Ürdün İsrail’in stratejik şemsiyesi altında. Baş düşmanlardan olan Suriye iç savaşla o derece paramparça oldu ki, kaosun sonunda ortaya ne çıkacağını bir kenara bırakın, belini doğrultması en az bir nesil alacaktır. Lübnan’da Hizbullah, Suriye savaşına müdahil olarak iyice zayıfladı ve İsrail’le yeniden bir çatışma başlatabilecek bir pozisyonda değil.
Belirli bir toprak parçası üzerinde İslam Devleti’nin yükselişi de gerektiğinde İsrail’in baş edebileceği bir şey. Ama İslam Devleti Suriye ve Irak’ı istikrarsızlaştırmak suretiyle aslında [normalde] İsrail’e karşı kullanılabilecek Arap gücünü çok büyük ölçüde [başka yöne, yani İslam Devletine doğru] saptırdı. Suriye’ye Rus müdahalesi de hem İslam Devleti’nin daha da genişlemesini bloke ederek hem de felce uğrayan Esed rejimini sağlama alarak İsrail’e yaradı ki İsrail için bundan daha iyi bir sonuç olamazdı. Rusya’yla karşı karşıya gelen Türkiye’yi de İsrail’le gergin olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmeye zorladı. Ayrıca İslam Devletinin yükselişi Arap Yarımadasındaki devletleri, bilhassa Suudi Arabistan’ı alarma geçirdi ve İsrail’le işbirliğini artırmasına yol açtı.
Son olarak İsrail, İran’a karşı muazzam nükleer avantajını koruyor. İsrail Suriye’deki İran birliklerinin yol açtığı tehditten bahsetse dahi bunu ciddiye almak zor. (…) İran tehdidi teorik kalıyor.
Son olarak İsrail’in ABD’ye bağımlılığı azalmakta. Stratejik durumundaki iyileşme, ABD’ye daha az bağımlı olmasını sağlıyor ve gerektiğinde ona manevra alanı açıyor. İsrail’in en büyük stratejik zafiyeti, üretimden insan gücüne kadar birçok alandaki mevcut kapasitesinin ulusal güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemesiydi. Bu yüzden bir büyük gücün himayesine ihtiyaç duyuyordu ve bu da İsrail’in en ciddi kırılganlığıydı – eğer çıkarları 1967’den beri baş hamisi olan ABD’yle farklılaşırsa tehlikeli bir duruma düşecekti. Bölgesel tehditlerin azalması İsrail’i, en azından sınırlı da olsa, Amerikan kontrolünden azade kılıyor ve bu da onun stratejik avantajına. En azından şimdilik.
Bu değerlendirmenin problemi, Arap dünyasındaki mevcut geçici durumu kalıcı farz etmesi. Ama aslında öyle değil. Halihazırdaki kaos hali, İngilizler ve Fransızlarca oluşturulan devletlerin çöküşünden kaynaklanıyor ve, kaçınılmaz olarak, korkunç bir savaşın ardından yeni bir devletler ve ilişkiler sistemi ortaya çıkacak. Bu yeni sistemde ana model, yönetimi temelden çöken ve bir dizi hizbin güvenlik ve üstünlük savaşı verdiği Lübnan [olabilir]. Bu dinamik, 1970’lerde başlayarak nesiller boyu devam etti. Çeşitli şekillerde İsrail, ABD, SSCB ve İran’ı da içine çeken çatışmalar, vakti geldiğinde Lübnan’da yeni ve karmaşık bir istikrar yaratan yeni bir anayasayla sonuçlandı. Hiçbir çatışma ebedi değildir ve çatışma sona erdiğinde de ortaya çıkan, sadece yeni değil, aynı zamanda çoğunlukla savaş tecrübesiyle yoğrulan güçlerdir.
İslam Devleti veya ona halef bir yapının zamanla İsrail’i tehdit eden büyük bir güç olarak ortaya çıkması mümkün. Ama bana göre bu büyük bir tehdit değil. Nihai olarak ortaya çıkacak güç Türkiye’dir. Türk hükümetinin halihazırdaki karmaşık hesapları her ne olursa olsun, güney sınırı boyunca devam eden bir kaosu kalıcı olarak kabullenemez. Ruslar bölgeyi sükunete kavuşturmaktan acizler ve nihayetinde –bölgeye Rus müdahilliği, ikmal hatlarının Boğazlar üzerinden geçmesini gerektirdiğinden- Türkiye’nin güvenliği için de bir tehdit. ABD yeni bir Irak’ın tekerrürüne izin vermeyecektir; Irak’ta kararlı bir düşmana karşı sınırlı bir güçle sınırsız bir işgal savaşını yürütmek zorunda kalmıştı.
Bu da bölgeyi istikrara kavuşturmaktan çıkarı olan iki güç olduğu anlamına geliyor: Türkiye ve İran. Türkiye büyük bir güç; İran ise daha zayıf olsa da sahaya önemli bir kuvvet salabilir durumda. Her ikisi de bir Arap devleti değil ve her ikisi de mevcut çatışmanın sonucunda önceki devletlerden daha büyük bir ulus-devletin –yani 1950’lerin sonunda modern Mısır’ın kurucusu Cemal Abdünnasır’ın inşa etmeye çalıştığı Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin gerçek bir biçiminin-  ortaya çıkabileceğinden kaygılı. Bunun alternatifi ise, hiç beklenmedik sonuçlarıyla, giderek tırmanan sürekli bir kaos hali olacaktır. Suriye ve Irak’ın Lübnan modelini takip etmesi her iki Arap olmayan gücü de endişelendirecektir. İran’ın Irak’ta derin çıkarları var. Türkiye de Suriye’de derin bir çıkar gütmek/yakından ilgilenmek zorunda kalacaktır, bilhassa istikrara kavuşmaya başladıkça.
Bu, İsrail’in problemi. İsrail için ideal durum halihazırdaki durumun devam etmesi. Ancak eğer ki bölge giderek istikrar kazanacak olursa, İsrail’e düşman bir birleşik Arap devletinin ortaya çıkması, Türkiye ve İran müdahalesine kıyasla daha az imkan dahilinde. Her iki durumda da İsrail’in stratejik pozisyonu erimeye başlayacaktır. Şu anda İran’ı dikkate almaması/önemsememesi halinde İsrail, uzun vadeli niyetleri net/belirgin olmayacak güçlü bir Türkiye’yle yüz yüze gelecektir. Savunmacı bir problemi çözmek için taarruza geçtiğinde de savunmacı problemler birikmeye başlayacak ve daha fazla taarruz operasyonlarını gerektirecektir.
Mevcut durum tabiatı gereği sürdürülemez. Mantıki sonuç ise Türkiye ve İran’ın muhtemel hasım devletlerin ortaya çıkmasını engellemek için müdahil olmasıdır. Bu durumda Türk askeri birlikleri bir yerden sonra İsrail sınırına uzanacaktır. Buna Ürdünlülerin nasıl karşılık vereceğini de Mısır’ın yükselen bir Türkiye’ye tepkisini de tahmin edemeyiz. Problem şu ki İsrail başka ülkelerin hareketlerini hesaplayamaz durumda. Kaos sayesinde güçlü bir pozisyonda olduğu ise aşikar. Ama işte tam da bu kaos çok daha ciddi bir stratejik tehdit yaratabilir. Mevcut kaos ya rakiplerin uzlaşması ve yeni ve daha bütünleşmiş bir ulus-devletin doğmasıyla ya da diğer bölgesel güçlerin müdahalesini tetikleyecek Lübnanvari bir çözümle sonuçlanacaktır.
Bundan sonra, daha evvel belirttiğim gibi, İsrail-Mısır ve İsrail-Ürdün ilişkilerinin geleceği son derece önemli bir ulus-devletin niyeti ve kapasitesine bağ(ım)lı hale gelecektir. Türkler, fiiliyatta –rakiplerinden kendisini korumak için çeşitli yönlerden olaylara müdahale eden- Osmanlı İmparatorluğu modelini takip edeceklerdir. Tahminim o ki müdahale vakti geldiğinde Türkiye İsrail’i bir rakip olarak görecektir.

Şimdiye kadar İsrail, sınırlarında zayıf ulus-devletlerle yaşıyordu ve ABD’yle yakın ilişkileri sürdürüyordu. Şimdi ise çatışmacı bir sınırla ve ABD’yle zayıflayan bir ilişkiyle karşı karşıya. Bence bu, fırtına öncesi bir sessizlik hali; öyle bir fırtına ki 10 yıl veya daha sonra gelecek dahi olsa [şimdikinden] daha az tehlikeli olmayacak. İsrail ya doğusunda birleşik bir Arap oluşumuyla ya da kuzeyinde Türkiye’yle yüz yüze kalacak. Türk inkişafına/gelişimine ilişkin Amerikan görüşünü de [şimdiden] tahmin edemeyiz. Mesela ABD Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesini teşvik ediyor. Aşikar ki ABD, Türkiye’yi bu problemi çözmede bir anahtar, İsrail’i ise daha az önemi haiz bir aktör olarak görüyor. Bu tarz şeyler devletler arasında değişebilir ama bu, İsrail’in en uyanık ve temkinli olması gereken fikir olmalıdır.


SPIEGEL - SURİYE İÇİN ÜMİTLER KESİLİYOR



BATI’NIN HATALARININ SAVAŞI: HALEP’LE BİRLİKTE SURİYE İÇİN ÜMİTLER KESİLİYOR
SPIEGEL Online International ekibinin ortak yazısı: Benjamin Bidder, Katrin Kuntz, Juliane von Mittelstaedt, Christian Neef, Maximilian Popp, Christoph Reuter, Mathieu von Rohr, Christoph Schult, Holger Stark, Wladimir van Wilgenburg ve Bernhard Zand
SPIEGEL Online International, 17.2.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Halep bir süredir korkunç bir yer ve durumun bu kadar kötüleşebileceğini tahmin eden çok azdı. Ama işler her zaman daha da kötüye gidebilir – işte bu, kanlı çatışmada hayatta kalmaya çalışanların artık öğrendikleri bir ders. Sokaklarda cesetlere, açlığa ve her an ölüm tehlikesiyle burun buruna yaşamaya artık alışan insanların dersi…
Halep hastanelerinden birinde çalışan genç Doktor Hamza, “Son iki haftadır öncekilerin tamamından daha da feci bir kabus içinde yaşıyoruz” diyor. Başlangıçta, 2011’de, göz yaşartıcı bomba veya polis copundan kaynaklanan basit yaraları tedavi ediyorlarmış. 2012’de rejimin varil bombalarıyla birlikte yaralar daha da ciddileşmiş. Ama şimdi Rus hava saldırılarıyla birlikte doktorlar tam bir acil durum halinde. Her 2-3 saatte bir savaş uçakları apartmanlar, okullar ve klinikler de dahil henüz yıkılmamış her ne varsa hedef alarak şehri bombalıyor. Yasaklı misket bombalarını da sık sık kullanıyorlar.
Eskiden günde 10 ciddi yaralı gelirken şimdi bu sayının 50’ye kadar yükseldiğini söyleyen Hamza ekliyor: “Zamanımızın çoğu, ailelere gömmeleri için vermek üzere ceset parçalarını seçip ayıklamakla geçiyor.” “Rus füzeleri 35 metrelik alanda bulunan herkesi paramparça ediyor” diyor.
“Bir gün 22 sivilin cesedi geldi. Ondan evvelki gün 20 yaralı çocuk vardı. 7 yaşındaki hayatını kaybetti, 8 yaşındaki ise sol bacağını kaybetti.” Dedi ki “Ruslar, çocuklar sabah okula doğru giderlerken saldırdı.” “Bütün bunların üstesinden gelebilmek için yıllar yılı terapiye ihtiyacımız olacak” diye de ekledi.
Hastanede çalışan sadece 7 doktor kaldı. Hamza diyor ki “Rusların şehri bombalamaya başlamasından bu yana daha da fazla doktor kaçtı. Tüm Halep’te kalan doktor sayısı yaklaşık 30.” (…)

Küresel jeopolitiğin Sıfır Noktası
(…)
(…) Suriye uzun yıllar boyunca Somali benzeri bir çökmüş devlet statüsüyle yüzleşecek.
Savaş çoktandır salt Suriyelilerin savaşı olmaktan çıktı. Rusya’nın süper güç konumuna geri dönme arzusu, giderek otoriterleşen Türkiye, kararsız Amerikan dış politikası, Kürt çatışması, İran ile Suud arasındaki büyük düşmanlık, İslamcı terör ve bölünüp krize saplanmış AB’nin acizliğinin kötü bir karışımıyla Suriye, küresel jeopolitiğin Sıfır Noktasına dönüştü.
Suriye’deki savaş bir iç savaştan bir dünya savaşına dönüşmüş durumda.
Bu savaş, milyonlarca mülteci akını, Paris’te terör saldırıları ve Tunus ile İstanbul’da turistlere yönelik terör saldırıları formatında Avrupa’ya kadar uzandı. Yıllardır Batı’nın liderliğini yürüten, Avrupa güvenliğinin garantörü Washington, savaşa müdahil olmayı reddediyor. Bu yüzden Halep, Rusya’nın Batı’yla ilişkilerinin bir test alanı, demokrasinin itibarı için bir ölçü çubuğu ve ahlak temelli dış politikanın etkinliğinin bir turnusol kağıdı mesabesinde.

Putin: 1, Dünya: 0
Putin çatışmanın kazananlarından biri gibi görünüyor. Suriye’deki çatışmanın kontrolü artık onun ellerinde. Eğer onun bombardıman uçakları, askeri danışmanları ve özel kuvvetleri olmasa zayıflamış durumdaki Suriye ordusu tek bir adım dahi ilerleme kaydedemezdi. Zaten Putin’i eylül ayı sonunda Suriye’ye müdahil olmaya iten saik de Esed’in artık aşikar hale gelen yenilgisiydi. (…)
(…) Putin, Amerikan süper gücünü sıkıntıya soktu, BM’nin tüm itibarını sarstı ve Rusya’yı Ortadoğu’da etkili bir aktöre dönüştürdü.
Ayrıca onun kanlı operasyonları, on binlerce insanın evlerinden kaçmasına yol açtı ve böylece AB ile Türkiye arasındaki çatışmayı daha da artırdı, Avrupa’daki bölünmeyi derinleştirdi ve kıtanın aşırı sağcı popülist partilerini beklenmedik zirvelere taşıdı. Bütün bunlar Moskova’nın hesaplarını doğrulayan ve gerçekleşmesini arzu ettiği yan etkilerdi: Avrupa’yı yaralayan her şey Rusya’yı güçlendirir.
Berlin yönetimi de Putin’in Suriye’ye müdahalesinin müttefiki Esed’e destek vermekten –ve salt Ortadoğu’dan- daha fazlasını ihtiva ettiğine artık ikna olmuş durumda. Putin’in asıl hesabı Avrupa olup kendisine uygulanan yaptırımları sonlandırtmak ve Rusya’nın nüfuz alanını kabul ettirtmek istiyor. Sosyal Demokratların dış politika sözcüsü Alman milletvekili Niels Annen “Putin AB’yi istikrarsızlaştırmak için kasten mülteci krizini kışkırtıyor. Bu, Rusya’nın hibrid savaşının bir parçası” diyor.
İslam Devleti’ne karşı savaşta Rusya’nın [Batı’nın] bir müttefik olmadığı giderek daha da netleşiyor. Rusya, daha ziyade, gerektiğinde şiddet yoluyla hedeflerine ulaşmaya istekli bir düşman.
(…)
Moskova’daki Dışişleri Bakanlığı, Rusya’nın tarihi gururunun ve yeni keşfedilen kendine güveninin bir karışımı. (…)
Dışişleri Bakan Yardımcısı Gennady Gatilov, Ortadoğu’nun önümüzdeki yıllarda da Rus dış politikasının odağı olacağını belirtti. O, Moskova’nın bölgede özel bir sorumluluğu olduğu, ülkesinin “coğrafi ve tarihi açıdan” Ortadoğu ülkelerine “daha yakın” durduğu ve “bölgenin zihniyetini Batı’dan daha iyi anladıkları, en azından kendi iradelerini bölge halklarına hiçbir zaman dayatmaya kalkışmadıkları” inancında. Bu yorumun hedefi Washington. Ama Suriye dramasında Moskova’nın başka bir önemli hasmı daha var: Türkiye. “Recep Tayyip Erdoğan’ın hırsları tehlikeli ve Batı’nın bunu fark etmesi lazım”, diyor Gatilov.
Acaba Moskova bir iyi niyet jesti olarak ateşkes müzakerelerinde bombardımanı askıya alacak mı? Gatilov başını sallıyor: Hayır, hava saldırıları sürmeli, “hatta ateşkes olsa dahi. Ateşkesin mantığı, müzakerelerden gerçek anlamda çıkarı bulunan tüm tarafları içermek olmalı, teröristleri içermemeli.”

Rus saldırganlığı
Şu anda Lazkiye’de konuşlanmış Rus askeri sayısı yaklaşık 3000 ve Rus jetleri eylül ayı sonundan beri toplamda 7300 sorti yaptı. Gündüz vakti Hmeymim hava üssünden her 20 dakikada bir, bir Sukhoi savaş uçağı havalanıyor ve Kremlin’in kontrolündeki medya her gün başarı haberleri veriyor: “Halep’te teröristler ağır darbe aldı!” ve “Gittikçe daha fazla gönüllü Esed’e katılıyor!”. Esed’in ilerleyen birliklerinin videoları kilise müzikleri eşliğinde yayınlanıyor.
Ama büyük ölçüde İranlılardan ve Lübnanlılardan müteşekkil Esed’e sadık birlikler, uzunca bir süredir çok yavaş ilerleme kaydettiğinden artık onlara Rus birlikleri de destek veriyor. (…)
Sadece birkaç gün içinde Rus saldırıları, Esed rejiminin yıllardır kaydedebildiğinden daha fazla başarı sağladı ve ayrıca Suriye’de Tahran’ın nüfuzunu azalttı. Şu anda Şam’da en güçlü adam Putin ve öyle görünüyor ki vakti zamanında Çeçenistan’da uyguladığı stratejinin bir benzerini uyguluyor: geriye hiçbir insan, hiçbir direniş ve siyasi herhangi bir alternatif bırakmayıncaya dek her şeyi tarumar etmek. Böylece Putin ileride kendi tercihlerine uygun bir lideri başa geçirebilecek. 
Batı korku, öfke ve dehşet içinde Putin’in yeni dış politika stratejisinin sonucu olan acımasızlığı seyretmekte. Evet bu, uzunca bir süredir Putin’in konuşmalarında veya Kremlin’le müttefik düşünce kuruluşlarının yazılarında ana hatlarıyla çizilen bir strateji. Savunma Bakanlığı eski üst düzey yetkilisi ve halihazırda Moskova’daki Jeopolitik Meseleler Akademisi başkanı olan emekli General Leonid Ivashov, haftalar evvel, 2016’nın “Rusya’nın Ortadoğu’da liderlik rolünü üstleneceği, böylece Batı’ya meydan okuyup medenileş(tir)me azmini yeniden tesis edeceği ve nihayetinde bağımsız bir jeopolitik aktöre dönüşeceği” karar yılı olacağını ilan etti. Dedi ki, Rusya hedeflerini yeniden tanımladı ve artık Batı’yla arasına mesafe koyacak ve böylece ABD’nin hegemon rolünü kıracak. Ivashov, Ortadoğu’nun çatışmanın odağı olacağı inancında.
Putin böyle bir şeyi asla ulu orta söylemez, ama öyle görünüyor ki o da benzer şekilde düşünüyor. Dış politika vizyonunu takip ederken hiçbir zaman tereddüt göstermedi. Geçmişte 2008’de Gürcistan’ın ve daha sonra Ukrayna Krizi’nin ardından şimdi sıra Suriye’ye geldi.

Merkel “İnsanların ızdırabından dehşete kapıldı”
(…)
Putin’le baş etmeye sıra geldiğinde NATO dahi son dönemde stratejisini değiştirdi. Şu anda Batı ittifakı Ege’de göçmen kaçakçılarıyla mücadele operasyonuna hazırlık yapıyor ve doğudaki NATO üyesi devletlere ilave askeri birlikler konuşlandırmayı düşünüyor. Temmuz ayı başında yapılacak NATO zirvesi öncesinde doğudaki her ittifak üyesine yaklaşık 1000 kadar askeri birlik gönderilmesi planı tamamlanmış olacak. Her iki hedef de esasen Putin’e yönelik bir mesaj olarak anlaşılmalı: NATO hem mülteci krizi hem de doğudaki provokasyonlara karşı adım atıyor. Eski bir Soğuk Savaş kavramı olan caydırıcılık, bu tartışmada yeniden hayat buluyor.
Ancak Suriye’de İslam Devleti’ne karşı yoğunlaşan hava savaşında Rusya’yla doğrudan karşı karşıya gelme tehlikesi de arttı. Son aylarda tekrarlanan hava sahası ihlallerine şahit olduk; kasım ayında Türklerin Rus askeri jetini vurması bu bağlamda en ciddi olaydı.
Ankara o dönemde NATO’dan yardım istemekten kaçındı. Ama eğer Rus provokasyonları devam ederse Türk hükümeti NATO Antlaşması’nın 5. maddesinin hayat geçirilmesini talep edebilir. Eğer bu kabul edilirse Batı ittifakı kendisini Rusya’yla askeri yüzleşmenin eşiğinde bulacaktır.
Halep’teki durum, Batı ile Rusya arasında onlarca yıldır görülmemiş bu tarz bir tırmanmayı tetikleyebilir.
Hâlihazırda Halep ve çevresinden gelen mülteciler, tam da bu tehlikenin en fazla olduğu noktada kamp kurmuş durumdalar, yani Suriye-Türkiye sınırında. (…)
(…)

Obama’nın Sessizliği
(…)
Aşikar ki bu aşamada ABD’nin -isyancılara gönülsüzce silah ve eğitim desteği verme ve müzakerelere bel bağlama dışında- başka hiçbir stratejisi yok. Ama gelinen nokta bunların hiçbirinin meyvelerini vermediğini de gösteriyor.
(…)

Esed’in “Merkezî Suriye” stratejisi
Esed’in şu andaki hedefi, nüfusun büyük bir kısmının yaşadığı “merkezî Suriye” denebilecek kısmı askeri olarak ele geçirmek. Eğer bunu başarırsa eli güçlü bir şekilde müzakere masasına oturacak ve kendi şartlarını dayatabilecek.
(…)

Acaba Obama ümidini kaybetmiş durumda mı?
Putin Suriye’ye müdahale ettiğinde Obama, Ortadoğu’daki krizi çözebilme ümidini kaybetmiş görünüyordu, tabii eğer –daha önce böyle bir ümidi- var idiyse. Ruslarla bir yüzleşmeden korkuyor, ama aynı zamanda İran’la nükleer anlaşmanın başarısı için Moskova’ya muhtaç olduğu için de endişeli.
(…)
Şu anda Obama’nın Suriye stratejisi neredeyse tamamen İslam Devleti’yle savaştan ibaret (…) ve İslam Devletini ABD’nin ulusal güvenliğine yönelik bir tehdit olarak görüyor.
(…) Aynı zamanda bu, tuhaf bir işbölümünü gerektiriyor: ABD Suriye’nin doğusunda İslam Devleti’ni bombalarken Esed ve Putin ülkenin kalan kısmını yeniden ele geçiriyor. Suriyelilerin çoğuna göre bu, aralarında bir işbirliği olduğunun göstergesi.
Aynı zamanda ABD, isyancıları Cenevre’de başarısız olan müzakere masasına geri dönmeye zorlamak için onlara askeri yardımı kesti ve müttefiklerini de aynısını yapmaya zorladı. Hem Esed’le hem de İslam Devleti’yle savaşmakta olan isyancılar küstürüldü, kızdırıldı ve ümitleri yitirtildi. Halep’te Fetih Tugayı’ndan İsmail Naddaf şaşkın bir şekilde soruyor: “Obama, yapması gereken tüm şeyin Putin veya Esed’i samimi bir şekilde [müzakere masasına] davet etmek olduğuna inanmakta nasıl bu denli naif olabilir?” Ve ekliyor: “ABD hiçbir zaman Esed’i devirmek istemedi. İstedikleri müzakereydi, ama bu da hayali. Esed müzakere etmez.”

“Biz katledilirken seyirci kalmak”
(…)
Diplomasinin de bir bedeli vardır, hele de başarısızlığa uğradığında. Batı’nın pasifliğinin bedeli Suriye’deki halkın yaşadığı bitmek tükenmek bilmeyen acılar, Putin’in güçlenmesi, Avrupa içinde bölünme ve radikallerin yükselişi oldu.
Geçmiş beş yılda Suriye’deki olayların akışını başka bir yöne çevirme fırsatı vardı. Batı, hele de ABD isyancıları destekte çok daha kararlı olabilirdi ve onlara gerekli ekipmanı sağlayabilirdi. Ülkenin belirli kısımlarında uçuşa yasak bölgeler oluşturabilir ve böylece sayısız insana kaçma yerine ülkede kalma imkanı sunulabilirdi. Ve Washington kimyasal silah kullanımı kırmızı çizgisi aşılırsa bunun sonuçları olacağı tehdidinin gereğini 21 Ağustos 2013’te rejim mevkilerine ve askeri üslere hava saldırıları düzenlemek suretiyle yerine getirilmeliydi.
O dönemde henüz hiçbir şey için geç sayılmazdı.

Moskova’yla tavuk oyunu oynamak
(…)
(…) ABD’nin bir işgal ordusuna öncülük etme gibi bir planı yok, en azından Obama’nın görev süresinin sonuna kadar. Muhtemelen 2017’den itibaren Beyaz Saray’a daha müdahaleci bir başkan gelecek. Ama o zamanda kadar Esed zaferini ilan edebilir. Ve bu zaferin çok, hem de çok kaybedeni olacaktır.
İsyancıların neredeyse tamamı ve mültecilerin çoğu Sünni çoğunluğa mensup. Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi’nden Ortadoğu uzmanı Nicholas Heras, Esed’in stratejisinin mihenk taşının ülkedeki nüfus yapısını değiştirmek olduğuna inanıyor. Heras kısa süre evvel BuzzFeed’e dedi ki “Esed rejimi çok net bir yıkım ve nüfustan arındırma stratejisi güdüyor. Gerek Esed rejimi gerekse Rusya gayet iyi anlamış durumda ki savaşı kazanabilmeleri için isyancı hareketlere destek veren yerel halkı imha etmeleri gerekiyor.” Bundan sonra bazı isyancılar el-Kaide veya İslam Devleti saflarına katılırlarsa bu zaten Esed’e yarayacaktır; zira bu durum Suriye cumhurbaşkanını “iki şerden ehveni” olarak görme eğilimini artıracaktır. Ama bu, 2011 öncesine geri dönüş anlamına gelmeyeceği gibi mültecilerin geri dönüşü için gerekli güvenliği ve istikrarı da tesis edemeyecektir. Nefret son derece güçlü, yıkım devasa ve Esed’in gizli servisinden gelecek intikam ve zulüm korkusu çok büyük. Geriye kalan isyancılar ise acı bir yıpratma savaşını daha uzun yıllar sürdürebilirler.
(…)
Nereye baksam insanların yüzündeki korkuyu görüyorum.

7 Şubat pazartesi günü Halep’in sivillerin yaşadığı Sakhur bölgesindeki caddeye birçok bomba düştüğünü hatırlıyor Zuhair. “Korkunçtu. Cesetlerin parçaları her yere yayılmıştı; burada bir el, orada bir baş, bir ayak, bir gövde… Ve insanlar durmaksızın yürüyordu, neredeyse hiç kimse şok olmuş görünmüyordu ve hiç kimse durmuyordu” diyor ve soruyor: “Canavarlara mı dönüştük? Yoksa bizi kuşatan cinnet halinin ortasında normal kalabilme yolumuz ancak bu mu?”


B.HONG - ÇİN ORDUSU KÜRESEL YAYILMASINI SÜRDÜRÜYOR



YAVAŞÇA VE İNATLA ÇİN ORDUSU KÜRESEL YAYILMASINI SÜRDÜRÜYOR
Brendon Hong
The Daily Beast, 29.2.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Amerikan, Fransız, Alman, İtalyan ve Japon askeri üslerine ev sahipliği yapan Afrika Boynuzu’nun minik ülkesi Cibuti şimdi bir de Çin ordusunu ağırlamak üzere. Geçen kasım ayında Çin ile Cibuti, -ağustos ayında bir Amerikan ileri karakolunun tahliye edildiği ülkenin kuzeyindeki Obock bölgesinde- bir donanma üssü kurma konusunda anlaştı.
Mevcut Amerikan üssü Camp Lemmonier’in ABD’ye maliyeti, gerek verilen kira gerekse kalkınma yardımı olarak toplamda 70 milyon dolar. Çin ise 10.000 askerini konuşlandıracağı üs karşılığında Cibuti’yle Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’yı birbirine bağlayan 3 milyar dolarlık demiryolu inşasını tamamlama ve Cibuti limanını 400 milyon dolar yatırımla genişletip modernize etme sözü verdi.
Bu, Çin’in denizaşırı ilk askeri üssü olacak. Çinli yetkililer, üssün bir lojistik ve tedarik merkezi olacağını söylüyor, kulağa gayet masum gelecek şekilde. Ama üssün yeri son derece stratejik bir noktada (…)
Aslında her kim Cibuti’nin stratejik pozisyonunu kontrol ederse küresel ticaretin kilit bir geçidini kontrolü altında tutuyor demektir.
(…)
Çin’in Cibuti’deki bu yeni üssü Afrika ve Ortadoğu politikasından bağımsız değil. Geçtiğimiz aralık ayında Devlet Başkanı Xi Jinping Çin’in Afrika’daki ortaklarına 60 milyar dolar vaat etti. Ertesi ay da Suudi Arabistan, Mısır ve İran’ı ziyaret etti.
Yıllardır Suudi Arabistan, Çin’in en büyük ham petrol tedarikçisi olageldi (şimdi ise zaman zaman Rusya bu alanda Suud’un karşısına bir rakip olarak çıkıyor) ve 2014’te iki ülkenin ticaret hacmi 69 milyar dolara ulaştı. Çin, [Mısır’ın eriyen] döviz rezervine destek için Mısır Merkez Bankasına 1 milyar dolar borç verecek. Yine Xi, İran’a yaptırımların kalkmasının ardından Tahran’ı ziyaret eden ilk devlet başkanı oldu ve gelecek 10 yıl boyunca ticaret hacmini 600 milyar dolara çıkarmak üzere toplamda 17 anlama imzaladılar.
Ticaretin ötesinde Pekin artık Ortadoğu jeopolitiğine de ilgi duyuyor. (…)
Cibuti’deki yeni üs, Çin donanmasının yayılmasının bir unsuru olarak da görülebilir; anavatana yakın coğrafyadaki toprak ihtilaflarının ve -Çin ticaretinin bir milli güvenlik meselesi olarak görüldüğü bölgelerde ve kendi arka bahçesinde- Amerikan nüfuzuna karşı atak yapma arzusunun da tetiklediği bir yayılma…
(…)
Kongre’nin talebiyle Pentagon’un, Asya-Pasifik bölgesinde Amerikan stratejisinin bağımsız bir göz tarafından değerlendirilmesi için görevlendirdiği Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi ocak ayında raporunu yayınladı. Rapor Güney Çin Denizi’nin –çok sayıda Çin uçak gemisinin devreye girmesiyle- 2030’a kadar “adeta bir Çin gölü”ne dönüşeceği konusunda uyarıyor.
(…)
Nihayetinde Çin’in Cibuti üssü Xi’nin “Tek Kuşak Tek Yol” inisiyatifinin bir parçası niteliğinde. Yüzeysel olarak bakıldığında Çin ile birçok ticaret ortağı arasında iktisadi bağları derinleştirme projesi gibi gözükse de Çin’in inşa etmekte olduğu, genişlettiği veya ilgilendiği limanlar dizisine dikkatle bakmak gerekir.
Sri Lanka’nın başkentinde inşa ettiği Colombo Liman Şehri ki liman işletilmeye başlandığında Çin, bu liman şehrinin asıl sahibi haline gelecek. Bangladeş’in Chittagong limanını dönüştürmeyi istiyor (ama Japonya buraya çoktandır el attığından bunu gerçekleştiremeyebilir.) Pakistan’daki serbest ticaret bölgesi Gwadar Limanını bir Çin devlet şirketi 40 yıllığına kiraladı. Petrol ve doğalgaz boru hattını güvence altına almak için Burma’daki Maday Adasındaki bir limana 2,5 milyar dolarlık yatırım yaptı. Seyşeller’de korsanlıkla mücadele operasyonlarında yakıt ikmali noktası olarak bir limanı kullanıyor. (…)
10 yıl evvel hazırlanan Booz Allen Hamilton raporu, büyük deniz geçiş noktalarında ve stratejik yerlerde sıralanan bu limanlara “inci dizilen bağ” adını vermişti. 
Şimdi ise Çin ordusunun batıya doğru yayıldığını görüyoruz. Çin, dış politikasında başka devletlerin içişlerine karışmama prensibini sürdürdüğünü söylese de askeri birliklerinin Cibuti’ye ayak basmasıyla görülecek ki Xi’nin “Tek Kuşak Tek Yol” iktisadi planının aslında güçlü bir askeri bileşeni var. Çin küresel denizcilik rotalarında iktisadi ve askeri hakimiyet kurma çabasıyla aslında tedirgin/rahatsız edici bir örnek teşkil ediyor.

(…)


J.COHEN - RUSYA İSRAİL İÇİN MANTIKLI BİR İŞ ORTAĞI OLABİLİR



RUSYA İSRAİL İÇİN MANTIKLI BİR İŞ ORTAĞI OLABİLİR
Josh Cohen
Reuters-The Great Debate, 23.2.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

İsrail eski başbakanlarından Golda Meir’in meşhur bir yakınması vardır: Musa Ortadoğu’da petrolün olmadığı bir yere getirmek için bizi tam 40 yıl boyunca çölde dolaştırdı. Ama Akdeniz’de Tamar adı verilen büyük bir doğalgaz alanının keşfedildiği 2009 yılıyla birlikte bu tamamen değişti.  Bir sonraki yıl daha da büyüğü, Leviathan, keşfedildi ve yeni bir büyük alanın daha keşfedildiği bu yılın ocak ayında ilan edildi. 32 trilyon metreküpe ulaşan İsrail’in doğalgaz kaynakları kendisine 150 yıl yetecek kadar çok ve uygun bir ortağın bulunmasıyla bu gazın dış pazarlara açılması öngörülüyor.
(…) Peki nereye ihraç edilecek? (…)
İsrailli yorumcular önümüzde duran üç ana ortağı tartışıyor: Mısır, Yunanistan ve Türkiye. Her birinin avantajları ve dezavantajları söz konusu. Netleşmeyen ama İsrailli yetkililerin üzerinde düşünmesi gereken seçeneklerden biri de Rusya. Rus enerji devi Gazprom’a işi vermek tartışmalı olacağı gibi tabii ki tek başına bağımsız bir çözüm de olamaz; ama İsrail’in güvenliğini artırarak daha geniş çerçevede jeopolitik pozisyonunu güçlendirebilecektir.
Rusya İsrail’in doğalgaz işine girmek istiyor. Moskova, hem bütçesine bir para kaynağı hem de jeopolitik bir kozu olarak Gazprom’a bel bağlıyor. Ruslar hiç şüphesiz İsrail gazının Gazprom’unkiyle rekabetini tercih etmeyecektir. Bu konu bilhassa Gazprom’un ana pazarı olan ve Rusya’nın korumaya çalıştığı Avrupa pazarı için geçerli.
Son dört yıldır Rusya İsrail’in gaz piyasasına girmek için birçok girişimde bulundu. (…)
Rusya’nın İsrail gazından çıkarı anlaşılabilir, ama İsrail’in bundan çıkarı ne? Konuyu öğrenmeye yeni başlayanlar için belirteyim ki Putin’in liderliği altında İsrail-Rusya ilişkileri güçlendi. İsrail ile Obama yönetimi arasında süregelen gerginlik dikkate alındığında İsrail’in Rusya, Çin veya Hindistan gibi diğer büyük güçlerle ilişkilerini geliştirmeye devam etmesi çok da kötü bir seçenek değil.
İkincisi, Rus ordusu İsrail’in kuzey sınırına iyice yerleşmiş durumda ve Putin Moskova’nın Ortadoğu’daki siyasi ve askeri nüfuzunu genişletmeye kararlı. Sınırında Rus varlığı İsrail’i için için yiyor/endişelendiriyor. Üst düzey bir İsrailli yetkili dedi ki “Artık hepimiz, havada, karada ve denizde askerleriyle kalmaya niyetli görünen Rus ayısıyla baş etmek zorundayız.”
Ancak İsrailli liderler milli güvenlikle ilgili reelpolitik bir görüşü benimsiyor ve Netanyahu Suriye’de Rus varlığına ilişkin İsrail’in güvenlik kaygılarını, özellikle de İsrail’in kırmızı çizgisi olan İran veya Suriye’nin Hizbullah’a gelişmiş silahlar yollamasını, Moskova’yla askeri koordinasyon ve ortak çıkar arayışları üzerinden ele almayı tercih ediyor. Bu bağlamda İsrail’in doğalgaz endüstrisine Rusları davet, -Putin’i bölgede İsrail’in temel güvenlik çıkarlarına öncelik vermeye sevk ederek- İsraillilere müthiş bir koz sağlayacaktır.
Son olarak, İsrail’in enerji sektöründe Gazprom’a bir rol vermek İsrail’in Akdeniz’deki doğalgaz sondaj altyapısının güvenliğini sağlamakta doğrudan bir rol oynayabilir. İsrail gelecekteki bir savaşta Hizbullah’ın bu altyapıyı hedef alabileceğine inanıyor – ki Hizbullah lideri de bu yönde zaten tehditler savurdu- ve İsrail ordusu kısa süre evvel doğalgaz sondaj platformlarını korumak için gemiler satın aldı. İsrail’in elektriğinin yarısı Tamar alanındaki doğalgazdan üretiliyor ve bu alandan doğalgaz tek bir boru hattıyla ülkeye taşınıyor ki bu, İsrail’in enerji güvenliği için muazzam bir risk.
Rusları davet bu problemi bir çırpıda çözebilir. Zira Hizbullah, Rusların “Şii ittifakı”nın kilit bir parçası ve dolayısıyla Moskova örgüt üzerinde ciddi bir koza sahip. Dolayısıyla Hizbullah’ın İsrail doğalgaz altyapısına dokunmamasını sağlayabilir. Hele de bu sondaj alanlarında Rus vatandaşları görev alırsa ne İran ne de Hizbullah Rus sivillerin hayatını riske atıp de bu tesislere saldırabilir.
Putin de bunun gayet farkında. Leviathan sahasında Gazprom’la işbirliği yapılmasına izin vermesi için Netanyahu’yla lobi yaparken Putin, “kimse bize bulaşamaz” diyerek radikal grupların İsrail’in doğalgaz tesislerine saldırılarını engelleme sözü vermişti (…) İsrail bu teklifi düşünmeli ve Putin’e şöyle bir karşılıklı ticaret teklif etmeli: Hizbullah ve İran’a karşı özel güvenlik çıkarımızı kabul etmeniz ve ayrıca Akdeniz’deki doğalgaz altyapımızın güvenliğini sağlamanız karşılığında, kritik hedeflerinizden birine ulaşmanızı, yani İsrail gazının Avrupa’ya satışına Gazprom’un da dahil edilmesini sağlayacağız.
Açıkçası Rus-İsrail doğalgaz ortaklığı bir dizi gizli tehlikelerle dolu. Birincisi, ABD Gazprom’un İsrail doğalgaz zenginliğine dahil olmasından hiç hoşlanmayacaktır. Washington ile Moskova arasındaki gerilimler sürüyor; hem ABD hem de AB Gazprom’un nüfuzunu azaltmaya çalışıyor. ABD Gazprom’la çalışmaması için İsrail’e yoğun bir baskı yapacaktır.
Rusya da dünyanın en iyi iş ortaklarından biri değil. Putin Gazprom’u muhaliflerine karşı bir silah olarak kullanıyor. İsrail hükümeti bu tarz taktiklerin kendisine karşı kullanılmayacağını teminat altına almalı ve doğalgazının Kremlin’in jeopolitik oyunlarına dayanak olmasını engellemelidir.
Son olarak Rusların dahil edilmesi İsrail’in gaz ihracatına tam bir çözüm sunmaktan oldukça uzak. Rusya’nın iktisaden zor durumda olması bir yana, İsrail’in doğalgaz akışını azamiye çıkarabilmek için Türkiye gibi bir büyük müşteriyle de anlaşması lazım. Gazprom İsrail’in doğalgaz oyununun ancak küçük bir parçası olabilir ama Rus güvenlik garantileri İsrail’in temel milli güvenlik çıkarlarını artıracaktır.

İşte bu yüzden İsrailli siyasi ve askeri stratejistler doğalgaz bulmacasına Rusya’yı da katmayı düşünmeliler.


F.LUKYANOV: KAYIP 25 YIL



KAYIP 25 YIL
Fyodor Lukyanov (Russia in Global Affairs baş editörü)
Global Brief, 19.2.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…)
Kırım’ı topraklarına katma nedenini açıklarken Rus lider Putin, –SSCB dağıldıktan sonra Rusya sınırlarının dışında kalan yoldaşlara karşı bir sorumluluk anlamına gelen- “Rus dünyası” kavramını ortaya attı. Hiç şüphe yok ki Ruslar 1991’de dünyanın en fazla bölünmüş halkı haline geldiler, 25 milyonluk bir nüfusun bir anda yabancıya dönüşmesiyle. (…)
Dikkatlice bakıldığında görülür ki bu, Rus izolasyonculuğuna doğru bir adım değil, diğer tüm politika inisiyatifleri pahasına, Rus devlet sisteminin ülke içinde konsolidasyonu sağlamaya dönük bir adımdır. Tabii ki olayların gelişimi bu mantığı net bir şekilde değiştirdi. Kremlin sonunda şu sonuca vardı: İkincil önemi haiz Avrasya sahasındaki (Ukrayna çatışması) şansı, birincil önemdeki Ortadoğu sahasına (Suriye) aktif bir şekilde müdahile etmediği takdirde zaman içinde giderek azalacaktır.
Günümüz Rusya’sının asıl problemi [içine düştüğü] fikrî krizdir, yani bir gelecek vizyonunun olmamasıdır. Fikrî arayışı perestroika ile son buldu. SSCB’nin son dönemlerinde entelektüel hayat çok canlıydı. Tüm sıkıntılarına rağmen Sovyet projesi hep oldukça etkileyici bir projeydi ve onu dönüştürme çabaları da benzer şekilde muazzamdı. Hatta dünyanın dört bir yanında yankı bulmuştu. Bu yüzden de eski fikirlerin yenilenmesi, gerek ülke içinde gerekse uluslararası alanda sıcak tartışmaları beraberinde getirmişti. (…) Diğer bir deyişle Kremlin, Sovyet devletini değiştirerek dünyayı değiştirmeye niyetlenmişti. Bu, tabii ki Gorbaçov’un büyük planıydı.
Ancak SSCB’nin yıkılmasıyla küresel hedefler de eriyip gitti. Rusya kendi problemlerine odaklanmaya başladı (…). Derin fikirler artık bir öncelik olmaktan çıkarak iktisadi ve siyasi ayakta kalma temel önceliğe dönüştü. Ayakta kalma zorunluluğu yavaş yavaş hazırlıksız pragmatizmi beraberinde getirdi ve buna devlet sistemini tamir edip güçlendirme ihtiyacı eşlik etti.  Bu kısmen başarıldı, ama Rusya’nın küresel düşünme kabiliyeti zamanla yok oldu.
(…) SSCB’nin çöküşünün ardından Rusya, başlangıçta –Batılı kavramlar alanına girebileceği umuduyla- bile isteye diğer ülkeleri takip etti. Ancak kendi başarısızlığının beslediği bir hınçla zaman içinde giderek daha fazla kabuğuna çekildi. Bu kin ve hınç, sınırlarının ötesine bakma ilhamı vermeyen bir korumacı ve savunmacı ideolojinin temellerini attı.
Perestroika ve bugünün Rusya’sı birbirine tam zıt konumda. 1980’lerin sonlarındaki iyimserlik ve idealizm 2010’ların ortalarının kasvetli realizmiyle tam bir tezat içinde. Ama ortak bir nokta söz konusu: Her iki durumda da siyaset ekonomiyi gölgede bıraktı; her ne kadar zayıflayan iktisadi temel ile hırslı siyasi üstyapı arasındaki boşluk, milli zafiyetin/kırılganlığın çok açık bir kaynağı olsa da.
2015’te siyasi mantık iktisadi hesaplara baskın çıkmakla kalmadı, dış politika da iç politikadan daha önemli bir hal aldı. Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürmesinin ardından Ankara’yla bağların aniden kopması bunun bir göstergesi. Kremlin bu adımıyla milli itibarın ticari mülahazalardan daha önemli olduğunu ortaya koydu. Aslında milli itibar, artık milli düşünce ve milli kimliğin yerini alıyor.
Rus toplumu ve devletini birbirine bağlayabilecek unsurların arayışı, 2012’de Putin halkın protesto gösterileri arasında devlet başkanlığını yeniden ele alırken başlamıştı. 2011 sonunda başlayan Moskova’daki gösteriler, daha fazla sivil ve siyasi özgürlükler ve yönetim sisteminde derin/ciddi reformlar yapılmasında ısrarcı –aralarında milliyetçilerle solcuların da olduğu- belirli gruplar ve burjuva mensuplarını bir araya getirmişti. Yüzeysel modernleşme Dmitry Medvedev’in devlet başkanlığı sırasında başlamıştı. Daha sonra birdenbire kesilerek ağızlarda garip bir tat bıraktı. Ama -1990’ların iktisadi bunalımı ve Rusların ayakta kalma mücadelesini takiben yaşanan- 2000’lerdeki görece pervasızca/hesapsızca tüketim döneminin sonunu getirdi. Trajik 1990’lar da perestroikanın sonunu getirmişti, ülkenin geleceğine dair tartışmaları sonuçsuz bırakarak.
Bugünden bakıldığında, 1980’li yılların sonları Rus tarihinde geçici/kısa ömürlü bir intermezzo (iki perde arası oynanan oyun/çalınan müzik) olarak görülüyor. Buna rağmen, daha evvel belirttiğim gibi, gerileyen Sovyet imaratorluğu sürekli değişken bir karmaşanın ortasında dahi büyük [fikri] tartışmalarla kaynıyordu; devlet, toplum ve uluslararası camianın temel konularını farklı açılardan keşfetmeye ve geleceğe yönelik yapılması gereken görevleri belirlemeye çalışarak.
SSCB’nin çöküşü bu süreci kesintiye uğrattı ve yerini güç ve mülkiyet mücadelesi aldı. Çeyrek yüzyılın ardından kesintiye uğrayan Sovyet dönemi tartışmalarının artık kaldığı yerden yeniden başlaması gerektiği çok açık. Bunun ilk göstergesi 2012-2013’te halkın haletiruhiyesine son derece hassas olan Putin’in muntazaman ideolojik ve ahlaki meseleler hakkında konuşmaya başlamasıydı. Muhafazakâr yazarlara atıfları ve geleneksel değerleri canlandırma çabası aslında siyasi yapının alenen görünmemekle birlikte bariz bir talebiydi.
Ukrayna Krizi bu süreci baltaladı. Krizin patlak vermesinden itibaren Rus devleti, acil durum hissiyatıyla hareket etti ve sürekli değişken haldeki duruma irticalî/anlık karşılıklar verdi. Kalıcı meselelerin tartışılması, acilen halkın seferber edilmesi zarureti karşısında bir kenara itildi ve bu seferberlik hali da tabii ki “kan ve toprak”a başvurarak başarıldı. 2011 sonunda orta sınıf Rusların Moskova’ya karşı gösterileriyle ortaya çıkan toplumsal bölünme “Rus dünyası” kavramıyla tamir edilemezken, yeni ortaya çıkan durum milli ruh halini dramatik bir şekilde değiştirdi: Daha evvel Putin’e “savaş açan” bazı eski muhalifler artık şikayetlerinden vazgeçtiler; Kremlin’e eskisinden de fazla muhalif olan azınlık ise daha da marjinalleşti. [Böylece iç] konsolidasyon başarıldı.
[Putin] olağanüstü dış faktörlerden faydalanarak içerideki tabanını güçlendirdi. Paradoksal bir şekilde dış politika, iç kalkınma için gerekli şartları oluşturmak suretiyle temel amacını gerçekleştirmiş oldu. Dış tehditlere karşı koymadaki başarı ve devletin uluslararası alanda büyük bir oyuncu olabileceğini ispatlaması, iç istikrar ve meşruiyetin zaruri bir şartına dönüştü. (…)
Ukrayna Krizi ve “Rus dünyası” söylemi birlikte, daha geniş bir kimlik tartışmasının parçası haline geldi. Birbirine hep yakın olagelmiş Ruslarla Ukraynalıların ayrışması, sancılı Rus (ve aslında Ukrayna) milli kimlik arayışına bir ihanetti. Ama Ukrayna trajedisiyle canlanan milliyetçi tutkular adeta patlamaya hazırdı ve Kremlin kısa sürede bunu fark ederek gaz pedalından ayağını çekti.
Suriye operasyonu ise tamamen farklı bir olay olup süper güç statüsünü yeniden elde etme milli hedefiyle bağlantılıdır. Rusya, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ABD’nin başlıca imtiyazı haline gelen bir alana -yani düzeni yeniden tesis için gereken her yerde kuvvet kullanmaya- bir anda girişiverdi. Kuvvet kullanma, Moskova’nın düzenli bir şekilde bu tarz misyonları yürütme kapasitesini; bu alanda Batı’ya işbirliği teklifi de [Batı’yla] eşdeğer statüde olduğunu gösteriyor. Moskova’nın bu statüyü kabul etmeyenlerle ilişkileri bir anda değiştirmeye hazır olması ise kendine güvenin bir yansıması.
Ancak bu, Sovyet modeline bir geri dönüş anlamına gelmez. SSCB, sık sık “kuşatılmış müstahkem kale” bahanesinin farklı versiyonlarını kullanmak suretiyle, aktivist bir dış politika yürütüyordu. Ancak Sovyet devletinin iç sistemi, dış politikaya değil, katı bir sosyoekonomik yapıya dayanıyordu. Dışa yayılma büyük ölçüde ideolojiyle sürdürülüyordu ki bu da zaman içinde daha genel bir ABD’yle rekabet stratejik içgüdüsüne dönüştü.
Tuhaf görünmekle birlikte mevcut durum Gorbaçov dönemiyle paralellikler arz ediyor. Gorbaçov’un başarısızlığı, büyük ölçüde, -merkeze almış olduğu halde- dış politikasının iç[eride aldığı] inisiyatifler kadar başarılı görünmemesinden kaynaklanıyordu. Onun temel tezinin adı şuydu: Perestroika: Ülkemiz ve Tüm Dünya için Yeni Düşünce. [Ama fiiliyatta] “tüm dünya” hızlıca “ülkemiz”i gölgeledi. “Kendimizi değiştirerek dünyayı değiştirme” fikri tersyüz oldu – SSCB’nin içindeki gelişmeler Sovyet liderinin başlattığı küresel dönüşümün bir fonksiyonu haline dönüştü. (…) Bugünün dünyası ise 30 sene evveline kıyasla çok daha istikrarlı ve iç değişim için küresel dönüşüme bağımlılık çok daha riskli.
Tabii ki bugünle Gorbaçov çağı arasındaki temel farklılık, günümüz Rus liderlerinde hayalden, bilhassa [dışarıda] takip edilecek iyi örnekler olduğu yanılsamasından hiçbir eser olmaması. Hatırlayın, SSCB’nin son dönem entelektüelleri Batı’ya bir model ümidiyle bakarlarken, Sovyet liderliği iki sistemin birbirine yakınlaşabileceğine inanıyordu. Gorbaçov yeni dünya düzeninin Doğu ile Batı’nın tamamen eşit temelde entegrasyonuyla ortaya çıkacağını düşünüyordu (…) Ama SSCB’nin dağılması eşitlik fikrinin sonunu getirdi. Varoluşsal bir krizin sancılarıyla doğan Yeni Rusya artık Batı (ve Doğu) tarafından yeni dünya düzeninin muhtemel bir ortak kurucusu olarak görülmüyordu.
(…)
Bugün Rus stratejik düşüncesindeki diğer bir önemli faktör de Batı’nın rasyonalitesine güvensizlik. Genel hissiyat, ABD ve Avrupa’daki sağduyunun/mantığın ideolojikleşmiş bir kibre ve sol-liberal siyaseten doğruluğun (political correctness) da sınırsız bir tahakküme yol açtığı yönünde. Bunun sonuçları –mantıksız müdahalelerle yerle bir edilen- Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar her yerde görülüyor. (…) Dolayısıyla artık Avrupa bir ilham kaynağı olarak görülemez, henüz onun yerini alacak hiçbir alternatif olmasa da.
Son 25 yıldır ne olmak ve ne yapmak istediğini henüz hala tam olarak oturtamamış durumdaki Rusya sancılı dönüşümler yaşarken, uluslararası sistem de çalkantılı savrulmalardan geçiyor. Doğru düzgün bir tek kutuplu dünya inşa edilmedi; çok başlı bir sistem ortaya çıktığında da mevcut kurumlar etkin bir şekilde işleyemeyecek. Bunun en canlı kanıtı, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden en fazla istifade eden kurum olan ve gelecek dünya düzeninin prototipi olmaya aday sayılan AB’nin yaşadığı derin kriz. Gelinen noktada yazık ki AB, kendi içine büzülüp büyük değişimlere ayak uydurmakta başarısız kalan bu devasa entegrasyon projesini kurtarmaya çalışıyor.
NATO ise daha da ilginç bir dönüşümden geçiyor. Soğuk Savaş’tan galip çıkıp tam hareket serbestisi elde etmiş bir örgüt olarak temel varoluş nedenini bir türlü belirleyemiyor. (…) Alan dışında kuvvet kullanarak sorumluluk üstlenme tecrübesi bugüne kadar başarısızlıktan felakete doğru kaydı. Ukrayna Krizi sırasında Rusya’ya karşı durarak bir nebze birlik sağlamayı başardı ama bu da fazla uzun sürmeyecek. Rusya bir SSCB olmadığından ne kadar çabalarsa çabalasın Batı’ya Sovyetlerle eşdeğer bir tehdit oluşturamaz. Ayrıca radikal İslam ve Çin’in geri dönüşü gibi büyük stratejik meydan okumaların üzerine Soğuk Savaş çizgisinde işleyen bir NATO’yla gidilemez.
Kısaca günümüz Rusya’sı, kendi imajı ve tamamen öngörülemez bir dünyada gelecekte edineceği yer konusunda henüz karar vermiş değil. [Rusya’nın] (tüm ülkeler kriz içinde olduğundan) bir yol gösterici/aydınlatma feneri olarak kullanacağı hiç kimse yok, (eski topluluklar ve rejimler parçalandığından ve yenileri de halen daha oluşum aşamasında olduğundan) aralarına katılabileceği bir [devlet veya örgüt tarzı] yapı yok ve kendi büyük projesini başlatmak için gerçek bir –mali veya entelektüel- kaynağı da yok. Dolayısıyla mevcut gidişat, taktik değil, -hiçbir şeyin öngörülemeyeceği inancından hareketle- daha ziyade kaderci bir gidişat. Bu mantıkla devlet işini yürütmenin tek yolu, her türlü meydan okumaya çok hızlı ve kararlı bir şekilde karşılık vermeye hazır olmaktır. Ve bu da herhangi bir acil duruma karşı tüm milli kapasiteyi arttırmak anlamına gelmektedir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle başlayan dönem tüm tezahürleriyle son eriyor. Batı için o döneme zafer coşkusu damgasını vurmuştu. Rusya için ise bu, stratejik mağlubiyetten kaynaklanan aşağılanma acısının hissedildiği bir dönem oldu. Her iki hissiyat da [her iki tarafı] açmaza sürükledi ve ufukta herhangi bir çıkış görünmüyor – her ne kadar böyle bir çıkışın acilen bulunması gerekse de.


M.TRUDOLYUBOV - DIŞ POLİTİKALARIN ÇATIŞMASI



DIŞ POLİTİKALARIN ÇATIŞMASI
Maxim Trudolyubov (Rus gazetesi Vedomosti’nin yazarı ve eski editörü, Kennan Enstitüsü kıdemli üyesi)
Wilson Center, 16.2.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…)
(…) İster kasıtlı olsun isterse zorunluluktan, Kremlin’in şimdiye kadar Suriye’de başarabildiği sonuç, Ukrayna’daki başarısının aslında bir benzeri. Brookings Enstitüsü Direktörü Strobe Talbott bu durumu, “Putin’in yeni hamleleri/gambitleri” –yani “sözde bir ateşkes [ilanı], fiili bir bölünme [yaratma] ve bir Rus nüfuz alanı [oluşturma]- olarak açıkladı.
New York Times yazarlarından Roger Cohen, bu hafta yayınlanan yazısında Putin’in Suriye’de galibiyetini ilan etti. (…) Keza The Wall Street Journal başyazısının başlığı da “Putin’in Suriye zaferi” idi: “Geçen yıl Moskova Suriye’ye ayak bastığında Sayın Obama’nın tahmin yürüttüğü gibi bu, Rusya’nın bir ‘bataklığı’ değil. Sayın Putin, Doğu Akdeniz’deki stratejik pozisyonunu sert ama sınırlı bir askeri müdahaleyle konsolide etti… Önümüzdeki ay yapılacak müzakerelerde çatışmayı ‘dondurabilir’, tıpkı 2008’deki Gürcistan işgalinde ve geçen yılki Minsk Anlaşması’yla Ukrayna’nın doğusunda uyguladığı taktik gibi.”
(…)
(…) Daha ilginç olan ise Rusya tarafında Batı’dakine denk zafer kutlamaları yok.
Amerikalı yorumcular ülkelerinin dış politikasının övünülecek bir tarafı olmadığını düşünebilirler. Ama zafer kazandığı zannedilen Rusya’nın da övünecek bir şeyi yok. Rus yetkililerden hiçbiri, Moskova’nın dış politika hedeflerinden, yani başka ülkelerin topraklarından parçalar koparmak, sözde ateşkesler sahneye koymak veya dondurulan çatışmalar ve ekonomik kara delikler yaratmakla böbürlenmeyecektir. Rusya’nın yarattığı kanundışı bölgeler/alanlar listesi oldukça kabarık; ama Rusya açıkça bunun [hedeflediği] bir politikası olduğunu kabul edemez ve etmeyecektir de.
Kremlin’e yakın yetkililer ve yorumcular kendilerini muzaffer değil, baskıya uğrayan ve yanlış anlaşılan taraf olarak görüyorlar. (…)
Batı’daki birçoklarının saldırganca olmakla birlikte başarılı bulduğu dış politika, anlaşılan o ki Moskova’da Batı fesadına ve Rusya’da rejimi değiştirme çabasına karşı bir dış savunma hattı olarak görülüyor. Batı’da birçoklarının kasti kara delikler üretme stratejisi olarak gördüğü şey, aslında Kremlin’in algıladığı meydan okumalara karşı siyasi sistemini ümitsizce savunma girişiminin bir sonucu olabilir.
(…) Rusya, müzakere pozisyonunu güçlendirmek için sahada emrivakilerle değişiklikler yaratmak üzere güç kullanmaya bel bağladı.
Kremlin’in dış politika takım çantası oldukça sınırlı. Moskova gönülsüzce de olsa yumuşak güce yönelmeye zaman zaman kalkıştı; ama bu hiçbir zaman stratejik veya inandırıcı olmadı. Kırım’ın ilhakından ve bir dizi tek taraflı adımdan sonra Moskova ile Batı arasındaki güven düzeyi, belki de “ilk” Soğul Savaş’ın zirveye ulaştığı dönemdeki kadar düşük.
Karşılıklı güvenin veya inandırıcılığın yokluğunda Kremlin, Rusya’nın çevresindeki çatışmaları içten içe kaynar halde tutmayı tercih ediyor. Isıyı artırıp azaltabilmek Moskova’nın halen elinde duran birkaç inandırıcı dış politika manivelasından biri. Ancak bu ilkel araca sürekli bel bağlamanın bedeli, Rus toplumunun komşuları Gürcistan, Ukrayna, Kazakistan ve hatta Belarus’tan sürekli uzaklaşması/kopması anlamına geliyor. Aynı şekilde Moskova, Sünni güçler arasından bilhassa Suudi Arabistan ve Türkiye gibi zorlu/dişli düşmanlar kazanmayı da artık başardı. Suriye’deki durumun Ukrayna’dan çok farklı olduğu akılda tutulmaya değer. Rusya’nın Ukrayna’ya müdahil olduğu düzeyde Türkiye de Suriye’ye müdahil.
Moskova ile Washington’ın dış politikaları çok farklı iki siyasi söylemin dışa vurumu. Putin’in dış politikası, yıllar yılı Batı’yla çevrelenmenin ve algılanan aşağılanma duygusunun bir ürünü. Moskova’nın üzerinde çokça titizlendiği iç reformlardan biri ordunun reformu oldu ve kısmen bunu başardı da. Kremlin “Rusya’nın geri döndüğü”nü dünyaya ispatlamaya hevesli. Bunun dışında her şey ikincil önemde ve Rus toplumu da bu konuda mutabık görünüyor.
Amerika’nın durumu ise neredeyse tam aksi yönde. Obama’nın dış politikası, yıllar yılı [iç] kaynakların dış gayeler/ülküler uğruna (Afganistan’a bitmek tükenmek bilmeyen müdahillik, Irak’ta “üç trilyon dolarlık savaş”) tüketildiği algılamasıyla şekillendi. Mevcut Beyaz Saray’ın gerek “saçma sapan işler yapmayın” gerekse “arkadan yönetme” yaklaşımının tüm gayesi, aslında çatışmalardan tedrici bir şekilde çıkıp iç meselelere odaklanmaktı.

Rusya ve ABD siyaseten ve hatta iktisaden zıt yönlerde ilerliyorlar. Her iki taraf da ayrı telden çalıp kör dövüşü yapıyor. (…)


R.HAASS - AVRUPA’NIN KUSURSUZ FIRTINASINI İDARE ETMEK



AVRUPA’NIN KUSURSUZ FIRTINASINI İDARE ETMEK
Richard N. Haass (Amerikalı diplomat ve Dış İlişkiler Konseyi başkanı)
Project Syndicate, 2.10.2015

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Çinliler hep Çincede kriz ve fırsat kelimelerinin tek bir karakter [aynı] olduğunu söylerler. Kriz ile fırsatın çoğunlukla el ele gittiği doğru olmakla birlikte Avrupa’nın mevcut şartlarını bir fırsat olarak görmek zor.
Avrupa’nın karşı karşıya olduğu mevcut durumun çok zor/çetrefilli olmasının nedenlerinden biri hiç beklenmedik olmasından kaynaklanıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin üzerinden 70 yıl, Soğuk Savaş’ın bitmesinin üzerinden çeyrek yüzyıl ve Balkan Savaşlarının üzerinden de yaklaşık 20 yıl geçti ve bir anda Avrupa’nın siyasi, iktisadi ve stratejik geleceği, sadece bir yıl evvel tahmin edilenden çok daha fazla belirsiz gibi görünüyor.
Endişelenmek için bir neden daha var: Avrupa sadece tek bir krizle değil, birçok krizlerle yüz yüze. Bunlardan ilki ekonomik: Sadece mevcut büyümenin yavaşlaması realitesi değil, ama her şeyden evvel iş dünyasında çoğunlukla yatırımdan ve işe alımdan vazgeçirten politikalar yüzünden süresiz olarak yavaş büyüme beklentisinin artması. Avrupa kıtasında hem sağ hem de sol kanattan popülist siyasi partilerin yükselişi halkın hayal kırıklığının ve korkularının bir kanıtı.
Avrupa’nın ekonomisiyle ilgili işleri daha da kötüleştiren şey, onlarca yıl evvel ortak bir mali politika olmaksızın ortak paranın tedavüle sokulması oldu. Birçok ülkede mali disiplin ortadan kalktı; Yunanistan en yakın [dönemdeki] kazazede, ama sonuncusuymuş gibi de görünmüyor.
İkinci kriz Rusya’nın Ukrayna’daki adımlarından kaynaklanıyor. Rusya Kırım’dan vazgeçecek gibi görünmüyor ve Ukrayna’nın doğusu ile Baltık ülkelerindeki niyetlerine dair sorular giderek artıyor. Sonuç olarak, savunma harcamalarının az olduğu ve askeri müdahale için halk desteğinin büyük ölçüde bulunmadığı bir dönemde jeopolitik Avrupa’ya geri dönmüş oldu.
Üçüncü ve en ivedi kriz, Ortadoğu ve diğer bölgelerden kitlesel mülteci akınından kaynaklanıyor. İnsan akışı AB üyeleri arasında yeni çatlaklara yol açıyor ve uzun süredir AB’nin özünü oluşturan açık sınırlar ve hareket serbestisi prensibi konusunda sorular giderek artıyor.
Almanya ve birkaç ülke, hayranlık verse de sürdürülebilir olmayan bir şekilde bu meydan okuma karşısında sorumluluk almaya gönüllü oldu. Günlük yaklaşık 8000 mülteci –modern dönem Volkerwanderung’ı-, kısmen ülkelerindeki zor şartlardan kısmen de Almanya’nın onları ülkesine almakta istekli olmasından dolayı Almanya’ya giriyor. Bu sayıda bir kitlenin bakımı, işe alımı ve entegrasyonu kısa bir süre sonra fiziksel kapasitenin, mali kaynakların ve halkın hoşgörüsünün sınırlarını aşacak. Aşikar ki eğer kamu politikası, mülteci krizinin sebeplerine değil de sonuçlarına odaklanırsa başarılı olamaz. Etkisi en olumlu olacak değişim, Şam’da Suriye halkının büyük bir kısmı için kabul edilebilir ve ABD ve Avrupa için de tatmin edici bir ortak olacak yeni bir yönetimin ortaya çıkması. Maalesef ki bu ancak İran ve Rusya’nın desteği/teşviki/lütfuyla gerçekleşebilir ki onlar da Esed’in gitmesi için çalışma değil, ona desteği artırma eğiliminde.
Öte yandan diğer adımlar durumu iyileştirecektir. Çok sayıda mülteciye ev sahipliği yapan Avrupa ve Ortadoğu’daki ülkelere uluslararası mali desteği artırmak bunlardan biri. İdeal olarak böyle bir destek, daha fazla ülkeyi Almanya örneğini takip etme konusunda ikna edecektir.
Diğer bir işe yarar gelişme, Suriye içinde insanların güvenli şekilde bir araya gelebileceği yerleşim alanları oluşturmak. Bu ise ABD ve diğerlerinin askeri desteğiyle Kürt güçlerden veya seçilmiş Arap aşiretlerinden yerel yardım almayı gerektiriyor.
Gerek Suriye’ye cihatçıların gerekse kuzeye [Avrupa’ya] doğru mültecilerin akışını azaltmak için Türkiye’yle yeni bir kapsamlı anlaşma yapmak da gerekiyor. Kriz geçene kadar Türkiye’nin Avrupa’yla uzun vadeli ilişkileri meselesi bir kenara bırakılarak, sınırlarında daha sıkı denetim karşılığında Türkiye’ye mali ve askeri yardım yapılacaktır.
ABD’nin yardım konusunda özel bir yükümlülüğü söz konusu. Irak, Suriye ve Ortadoğu’nun diğer yerlerinde hem yaptıklarıyla hem de yapmayı başaramadıklarıyla Amerikan dış politikasının mülteci kaçışına yol açan sonuçlarda sorumluluğu var.
ABD’nin aynı zamanda krizle boğuşan Almanya ve Avrupa’ya yardım noktasında stratejik çıkarı var. Avrupa hala dünya ekonomisinin dörtte birini elinde tutuyor ve ABD’nin de en baş jeopolitik ortağı. Ekonomi ve güvenlik alanındaki meydan okumaların yanı sıra nüfus açısından da meydan okumalarla yüzleşen Avrupa’nın etkili bir müttefik olmaya ne gücü ne de isteği kalacaktır.
Bütün bunların arasında zaman her şeyin özüdür. Avrupa, bilhassa da Almanya statükoyu sürdüremez. Suriye sorununa çözümü beklemek bir cevap değildir; daha küçük adımlar Avrupa’nın çıkmazını çözemeyecek olsa da onu yönetilebilir hale getirebilir.



R.HAASS - ABD İÇİN EN BÜYÜK TEHDİT İÇ İHTİLAFLAR



ABD İÇİN EN BÜYÜK TEHDİT İÇ İHTİLAFLAR
Richard N. Haass (Amerikalı diplomat ve Dış İlişkiler Konseyi başkanı)
New York Times, 2.9.2015

Tercüme: Zahide Tuba Kor

ABD’ye yönelik temel ulusal güvenlik tehdidi olmaya aday birçok konu var: İslam Devleti ve daha geniş anlamıyla terörizm, daha iddialı bir Çin, revizyonist bir Rusya, İran, Kuzey Kore, iklim değişikliği ve ebola benzeri salgın hastalıklar.
Bütün bu tehditler dikkate alınmalı. Ama bana göre Amerika’ya yönelik en büyük tehdit çok daha farklı bir şey: kendi iç ihtilaflarımız. Beyaz Saray ile Kongre arasında, aynı zamanda siyasi partilerin içinde ve vatandaşlar ile hükümetleri arasındaki ihtilaflarımız. Bunun bir sonucu da ABD’nin ulusal güvenliği için ihtiyaç duyduğu kaynaklara sahip olmaması – elindeki mevcut kaynakları da çoğunlukla stratejik ihtiyaçlardan ziyade siyasi ihtiyaçları karşılamak için harcaması.
(…)

Sonuç, kendisini taklit etmek isteyenlere bir örneklik teşkil etmeyi başaramayan, olması gerekenden daha zayıf bir ülke. İç ihtilaflarımız bizi daha az güvenilir kılıyor ve bu da dostlarımızın işleri/meseleleri kendi ellerine almalarına ve hasımlarımızın da korkulacak fazla bir şey olmadığı kanaatiyle bize meydan okumalarına yol açıyor. Buna ek olarak, dünyada neyin ABD için bir öncelik teşkil ettiğine dair bir uzlaşı olmaması da çok daha düzensiz bir dünyaya yol açıyor; zira en güçlü ülke, diğer hiçbir ülkenin yapamayacağı liderliğe oynayamıyor.