15 Mart 2016 Salı

R.KAPLAN - ORTADOĞU’DA İMPARATORLUĞUN KALINTILARI



ORTADOĞU’DA İMPARATORLUĞUN KALINTILARI
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazar, Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli üyesi)
Foreign Policy, 25.5.2015


Tercüme: Zahide Tuba Kor

Emperyalizmin namı artık kötüye çıksa da tarihin kayıt altına alındığı/arşivlendiği çok uzun devirler boyunca imparatorluklar ekseriyetle en doğal yönetim biçimi olarak tebarüz etti ve imparatorlukların çöküşü, ister antik çağlardan 20. asra kadar Çin’de ve Hint yarımadasında, isterse Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde Avrupa’da olsun hep kirli bir iş olageldi.
Bugün Arap dünyasında gördüğümüz kimi yerlerde kaosun da eşlik ettiği erime hakikaten emperyalizmin nihai sonuna işaret ediyor. (…)
Ortadoğu’da hâlihazırda üç emperyal sistemin çöküşüne şahit oluyoruz.
Birincisi, Ortadoğu’daki mevcut kaos gösteriyor ki bölge, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne halen daha bir çözüm bulamamış durumda. Yüzlerce yıldır Sünniler ve Şiiler, Araplar ve Yahudiler, Müslümanlar ve Hristiyanlar Bilad-i Şam ve Mezopotamya coğrafyasında çok az toprak ihtilafına düştüler. Hepsi de kendilerini birbirlerine karşı koruyan İstanbul’daki bir emperyal egemenin hâkimiyeti altındaydı. Bu düzen 1918’de çöktü, hangi toprağı kimin kontrol edeceğine dair ulusal, etnik ve mezhebi ihtilaflar şeytanını ortaya salarak. 
İkincisi, önce Saddam Hüseyin’in devrilmesini müteakip Irak’ın ve ardından Arap Baharının akabinde de Suriye’nin içeriden patlaması ve İslam Devletinin yükselişi, Batı emperyalizminin Doğu Akdeniz’de inşa ettiği sınırların sonunu getirdi.
Bütün bu gelişmelere karşı Amerikan Başkanı Obama’nın uzakta durma yaklaşımı, bölgeyi düzenlemede ve istikrarını sağlamada ABD’nin büyük güç rolünün artık sonuna gelindiğinin bir göstergesi. Hatırlayın, ABD İkinci Dünya Savaşı sonundan bu yana sadece ismi olup cismi olmayan bir dünya imparatorluğuydu. (…)
Üçüncüsü, zayıflayan ve ardında bir kaos bırakan sadece emperyal güçler değil. Saddam Hüseyin’in Irak’ta, Kaddafi’nin Libya’da devrilmesi ve Suriye’de Esed rejiminin savaş halindeki bir devletçiğe dönüşmesi, sömürgecilik sonrası diktatörlük çağının da sonunu getirdi; zira onların iktidarları, emperyalizm mirasıyla organik olarak bağlantılıydı. Nihayetinde bu diktatörler Avrupalıların çizdiği sınırlarda hüküm sürüyorlardı. Bu emperyal sınırlar etnik ve mezhepsel çizgide ayarlanmadığından diktatör rejimler toplumsal bölünmüşlüğü aşmak için seküler kimliklere ihtiyaç duydular. Bütün bunlar şiddetle yok edilmiş durumda artık.
Yazık ki sözde Arap Baharı, özgürlüklerin doğuşu değil, merkezi otoritenin çöküşüne işaret ediyor. (…)
Mevcut altüst oluştan etkilenen devletler ikiye ayrılabilir. Birincisi, çok eskilere giden medeniyet grupları; bir şekilde antik çağa kadar geri gidebilen bu devletler, mezhep ve etnisiteyi aşan seküler kimlikler içinde geliştiler. (…) Fas, Tunus ve Mısır tarihsel açıdan tanımlanabilir devletler. Arap Baharında nasıl bir kargaşa ve rejim değişimi yaşarlarsa yaşasınlar devlet olarak kimlikleri hiç tartışmaya açılmadı. Bu devletlerdeki mesele, “kim yönetecek”, “ne tür bir yönetim kurulmalı” sorularına odaklandı. (…)
İkinci grup daha istikrarsız; coğrafi tanımlanırlıkları muğlak olup kimlikleri de [ilk gruba kıyasla] çok daha zayıf ve aslında Avrupalı emperyalistlerin icat ettiği kimliklere sahipler. Libya, Suriye ve Irak bu kategoride. Kimlikler kırılgan olduğundan bu ülkeleri bir bütün olarak ayakta tutmak için otoriterliğin en boğucu şekli uygulandı. Kaddafi, Esed ve Hüseyin rejimlerinin aşırı [baskıcı] tabiatlarının kökenindeki sebep de işte buydu. (…) Esasen Fransızlarca icat edilen suni bir devlet olan Cezayir de yabancı ve verimsiz bir otoriter yönetim tecrübesi yaşadı ve şu anda Cumhurbaşkanı Bouteflika’nın sağlığının bozulması nedeniyle belirsiz bir geçiş süreci içinde. Ürdün de muğlak coğrafi sınırlara sahip; ama Haşimi yönetiminin dehasıyla ve bu küçük ülkeye ABD ve İsrail’den gelen ekonomik ve güvenlik desteği sayesinde yönetimi ılımlı. Yemen ise kadim bir medeniyete sahip olsa da engebeli topografyası nedeniyle farklı krallıklar arasında hep bölünegeldiğinden bu coğrafyayı tek bir idari birim altında yönetmek neredeyse hep imkansızdı.
Ancak boğucu totaliter rejimler muğlak coğrafyalara sahip bu suni ülkeleri kontrol edebildi. Bu rejimler çöktüğünde de geriye tam anlamıyla bir başıboşluk kaldı. Zira tepedeki rejim ile alttaki aşiretler ve geniş aileler arasındaki tüm aracı sosyal ve siyasal örgütlenme çeşitleri çoktan bu rejimler tarafından “temizlenmişti”. Bu suni devletlerde Batı emperyalizmi sona erdiğinde geriye kalan tek karşılık/çözüm totaliterlik oldu ve şu anda totaliterliğin çöküşü Ortadoğu’daki kaosun temel sebebi.
Bu muğlak coğrafi tanımların/yapıların erimesi/iflası ve kadim medeniyet gruplarının [ilkine kıyasla] kısmen zayıflaması, [eşzamanlı olarak] İran, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi yerli bölgesel güçlerin yükselişini sağladı. İran hem büyük ve kadim bir dünya medeniyeti hem de acımasız ve radikalleşmiş bir devlet-altı yapı konumunda. Bu da onun bölge çapında dinamik etkinliğini sağlayan şey. (…)
(…) İran nükleer yakıt çevrimini gayet iyi öğrendi, Yakın Doğu’daki radikal ve militer [kendisine] vekil güçleri eğitti ve baş düşmanı ABD’yle maharetle bir müzakere yürüttü. Böylece İran Osmanlı, Avrupa ve Amerikan imparatorluklarının ortadan kalkmasıyla geride kalan boşluğu kısmen miras almış oldu.
Yeni mezhepçi Ortadoğu’da İran Şii iktidar düğümü iken Suudi Arabistan da Sünnilerin düğümü konumunda. Ancak İran’a kıyasla Suud suni bir oluşum. (…)
(…) Eğer bu İran-Batı uzlaşması gerçekleşirse –her ne kadar nükleer meseleyle sınırlı olsa da– daha genel bir Amerikan-İran yakınlaşmasının başlangıcı olarak görülecektir: yani bölgesel bir tanımlamayla, zayıflayan emperyal gücün [ABD’nin] yükselen yerli bir gücü [İran’ı] kabullenmesi.  
ABD’nin nükleer anlaşma sonrası İran’ı kontrol altında tutabilmek için sadece Suudi Arabistan’ı değil, aynı zamanda Mısır ve Türkiye’yi de desteklemeye ihtiyacı var. Askeri diktatör Sisi’nin kontrolündeki Mısır’ın güvenlik birimleri, zaten sessiz sedasız İsrail güvenlik birimleriyle Gazze, Sina ve diğer bölgelerde müttefik. ABD’nin Suud’u desteklemek için, İran karşıtı bölgesel bir müttefik olarak –demokratik olsun olmasın– güçlü bir Mısır’a ihtiyacı var. Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığındaki Türkiye, normalde Amerikan yanlısı bir ülke olarak görülmemekle birlikte, güçlü bir Türkiye de İran’ın gücünü dengelemeye yardımcı olacaktır. Bu coğrafi ve tarihi açıdan şanslı güçler arasında devam eden bölgesel hakimiyet mücadelesi, yeni post-emperyal düzeni belirleyecektir.
2017’de başa geçecek yeni Amerikan başkanı, Batılı emperyal nüfuzu –tabii ki bir başka isim altında– yeniden tesis etmeye çalışabilir. Ama Ortadoğu’da merkezi otoritenin çöküşü yüzünden zorlanacaktır. Bölge çapında güçlü Arap diktatörlükleri Amerikan çıkarları için de uygundu (…). Mevcut kaos, sadece bir güvenlik krizi ve insani kriz değil, aynı zamanda Amerikan güç projeksiyonu önünde ciddi bir zorluk.
Bu yüzden Ortadoğu’nun kısa ve orta vadeli geleceğinde amansız bir mücadele olma ihtimali yüksek. Sünni İslam Devleti [IŞİD’i kastediyor]  İran’ın Şii milisleriyle savaşıyor, tıpkı (…) İran-Irak Savaşı yıllarında olduğu gibi. Bu savaş, kısmen Reagan yönetiminin kasten müdahil olmama kararıyla, uzadıkça uzamıştı. [Reagan’ın bu kararı da] zayıf emperyal yönetimin diğer bir yansımasıydı; her ne kadar bu sayede Reagan, Avrupa’ya odaklanarak Soğuk Savaş’ın sona ermesine katkıda bulunan başarılı bir örnek sergilemiş olsa da.

O zamanlar savaş devletler arasındaydı, ama artık devlet-altı yapılar arasında. Emperyalizm düzen sunar, modası batmış olsa da. Şu andaki meydan okuma, demokrasi inşasından ziyade düzeni yeniden kurmak. Zira düzen olmadan hiç kimse için özgürlük olamaz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder