KÜRESEL DÜZENDE SAFLARIN
YENİDEN BELİRLENMESİNE DOĞRU
Zbigniew
Brzezinski (Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezinde
danışman ve 1977-1981 döneminde Amerikan başkanı Jimmy Carter’ın milli güvenlik
müsteşarı)
The American
Interest, 17.4.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Küresel siyasi gücün yeniden
dağılımı ve Ortadoğu’daki şiddet içeren siyasi uyanışın beş temel gerçekliği,
küresel alanda safların yeniden belirlenmesine doğru gidildiğinin bir işareti.
Beş temel gerçeklikten ilki şu:
ABD hala dünyanın siyasi, iktisadi ve askeri olarak en güçlü yapısı olmakla
birlikte, bölgesel dengelerdeki karmaşık jeopolitik kaymalar karşısında, artık
küresel emperyal bir güç değil. Ama diğer büyük güçler de değiller.
İkincisi, Rusya emperyal
gerilemesinin son çırpınış aşamasını yaşıyor. Eğer ki akıllıca davranmazsa
Rusya’nın sancılı bir sürecin sonunda önde gelen bir Avrupalı ulus-devlet
olmaktan başka kaçarı yok. Ancak hâlihazırda gerek eski geniş imparatorluğunun
güneybatısındaki bazı eski Müslüman vatandaşlarını gerekse Ukrayna, Belarus,
Gürcistan ve Baltık ülkelerini gereksiz yere kendine yabancılaştırıyor.
Üçüncüsü ABD’nin sonunda dengi ve
muhtemelen de rakibi olacak Çin, yavaş yavaş da olsa istikrarlı bir şekilde
yükseliyor. Şu anda ABD’ye açıkça meydan okumamak için dikkatli davranıyor.
Oldukça sınırlı olan donanma gücünü sabırla geliştirmeye çalışırken askeri
olarak da yeni nesil silahlarla başarı sağlama arayışında.
Dördüncüsü, Avrupa’nın küresel
bir güç olma ihtimali yok. Ama ulus-aşırı tehditlerle mücadelede başı çekerek
yapıcı bir rol oynayabilir. Ayrıca Avrupa, siyasi ve kültürel açıdan müttefik
olduğu ABD’nin Ortadoğu’daki temel çıkarlarının da destekçisi ve NATO içinde
Avrupa’nın göstereceği sabır Rusya-Ukrayna krizinin nihai yapıcı çözümünde
oldukça hayati.
Beşincisi, vakti zamanında
sömürgecilik tecrübesini yaşamış Müslümanlar arasındaki mevcut şiddet içeren
siyasi uyanış, aslında bir bakıma, Avrupalı güçler tarafından zaman zaman kanlı
bir şekilde bastırılmalarına karşı gecikmiş bir cevap niteliğinde. Ertelenen
ama derinden hissedilen haksızlık ve adaletsizlik ile dini motivasyonun iç içe
geçerek kaynaşması, çok sayıda Müslüman’ı dış dünyaya karşı birleştirirken;
aynı zamanda Batı’yla hiçbir alakası olmayan, İslam’ın kendi içinde yaşadığı
tarihi-mezhepçi ayrışma yüzünden son dönemde tarihi bir kinle dolup taşma hali
de İslam’ı kendi içinde bölüyor.
Bütüncül bir çerçeve içinde bu
beş gerçeklik bize şunu söylüyor: ABD, küresel güç mimarisinin yeniden
şekillenmesinde öncü bir rol oynamalıdır ki böylece Müslüman dünyada ve
ötesinde patlayan şiddet (bu, gelecekte muhtemelen Üçüncü Dünya ülkelerine de
yansıyacaktır) küresel düzeni bozmadan kontrol altına alınabilsin. Bu beş
gerçekliğin her birini kısaca ele alarak yeni mimarinin taslağını çizmemiz
mümkün.
Birincisi, ABD Ortadoğu’daki
mevcut şiddetin etkin bir şekilde üstesinden ancak –farklı düzeylerde Rusya’yı
ve Çin’i de dahil eden– koalisyonlar kurarak gelebilir. Böyle bir koalisyonun
şekillenebilmesi için de öncelikle Rusya, –başta Ukrayna, Gürcistan ve Baltık
ülkeleri olmak üzere– komşularına karşı tek taraflı kuvvet kullanmaktan
vazgeçirilmeli ve Çin’in de küresel alandaki hırslarına –Ortadoğu’da yükselen
bölgesel kriz karşısında bencilce pasif kalmak suretiyle– siyaseten ve
iktisaden ulaşabileceği fikrinin [yanlışlığını] görmesi sağlanmalı. Bu
basiretsiz, miyop politika dürtüleri, ileri görüşlü bir vizyona kanalize
edilmeli.
İkincisi, Rusya tarihinde ilk defa
gerçek anlamda milli bir devlete dönüşüyor. (…) SSCB’nin dağılması
sonrası bağımsızlığını ilan eden Rus olmayan “cumhuriyetler” şu anda
bağımsızlıklarını konsolide ediyorlar ve hem Batı hem de Çin –farklı
bölgelerde, faklı şekillerle– bu yeni gerçekliği Rusya’nın aleyhine istismar
ediyor. Bu arada Rusya’nın kendi geleceği, –bütünleşen bir Avrupa’nın parçası
olacak şekilde– büyük ve etkili bir ulus-devlet olma becerisine bağlı. Bunu
yapmamasının, –geçmişte Moskova’nın Pekin’e dayattığı “eşit olmayan” antlaşmaları
gücü arttıkça hatırlamaya başlayan– Çin’den gelecek toprak-nüfus baskına karşı
Rusya’nın direnme kabiliyetini son derece olumsuz şekilde etkileyebilir.
Üçüncüsü, Çin’in büyük iktisadi
başarısı sabırlı olmasını ve siyasi acelenin toplumsal tükenişe yol açtığının
farkına varmasını gerektiriyor. Yakın gelecekte Çin’in yapabileceği en iyi
siyasi şey, Ortadoğu’dan dışarıya doğru yayılan küresel kaosu kontrol altına
almak için ABD’nin ana ortağı haline gelmesi. Eğer ki bu kaos kontrol altına
alınamazsa hem Rusya’nın güneydeki ve doğudaki hem de Çin’in batıdaki
topraklarına bulaşacaktır. Orta Asya Cumhuriyetleriyle, güneybatı Asya’nın
Müslüman devletleriyle (bilhassa Pakistan’la) ve özellikle de (stratejik
araçları ve iktisadi önemi dikkate alınarak) İran’la yürüttüğü yakın
ilişkileri, Çin’in bölgesel jeopolitik yayılmasındaki doğal hedefleridir. Ama
bunlar aynı zamanda küresel Çin-Amerikan uzlaşmasının da hedefleri haline
gelmelidir.
Dördüncüsü, Ortadoğu’ya kısmi bir
istikrar, yerel silahlı birlikler toprak bölüşümünden kendilerinin de istifade
edeceklerine kâni olana kadar gelmeyecektir. Bunların barbarca hareket etme
kabiliyetleri, ancak ve ancak ABD-Rusya-Çin işbirliğine dayanan etkili –ama
aynı zamanda dikkatli– bir baskıyla ve bu sayede bölgenin nispeten
kurumsallaşmış devletlerinin (yani İran, Türkiye, İsrail ve Mısır’ın) daha
sorumlu bir şeklide kuvvet kullanmasını sağlayarak kontrol altına alınabilir.
Bu ikinci gruptaki bölgesel güçler daha seçici bir Avrupa desteğini de
almalıdır. Normal şartlarda Suudi Arabistan bu listede önemli bir oyuncu
olabilirdi; ama Suudi yönetiminin –her ne kadar ülke içinde iddialı modernleşme
çabalarına girişse de– Vehhabi fanatizmini teşviki sürdürme yönündeki mevcut
eğilimi, Suud’un bölgede yapıcı bir rol oynama kabiliyetine ilişkin ciddi
şüpheler uyandırıyor.
Beşincisi, Batı dışı dünyanın
yeni yeni siyasi uyanış yaşayan kitlelerine de özel olarak odaklanmak lazım.
Uzunca bir süredir baskılanan siyasi hafızalar, Ortadoğu’da İslami radikalliğin
harekete geçirdiği, büyük ölçüde ani ve çok şiddetli bir uyanışı tetikledi.
Bugün Ortadoğu’da yaşananlar, belki de önümüzdeki yıllarda Afrika, Asya ve
hatta Batı Yarımküre’de sömürgeciliği yaşamış yerli halklar arasında ortaya
çıkacak daha geniş bir [uyanış] olgu[su]nun daha henüz başlangıç
safhası da olabilir.
Sömürgeciler ve onlarla
bağlantılı çoğunluğu Batı Avrupa’dan gelen servet avcıları tarafından işlenen
dedelerine-atalarına yönelik periyodik katliamlar, sömürgeleştirilen halkların
son birkaç yüzyıldır –İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin suçlarıyla mukayese
edilebilecek ölçüde– kıyıma maruz kalmalarıyla sonuçlandı: Yüz binlerce ve
hatta milyonlarca kurban… Geciken kin ve acıyla beslenen siyaseten kendi
hakkını arama hali, şu anda sadece Ortadoğu’da değil, muhtemelen diğer bölgelerde
de ortaya çıkmaya başlayan ve intikam arzusuyla yanıp tutuşan güçlü bir damar.
Verilerin çoğu tam doğru
olmamakla birlikte toplu olarak değerlendirildiğinde oldukça şok edici. Hadi
birkaç örnek verelim. 16. yüzyılda büyük ölçüde İspanyol kâşiflerin getirdiği
hastalık sonucu, bugünkü Meksika topraklarında bulunan Aztek İmparatorluğu’nun
nüfusu 25 milyondan yaklaşık 1 milyona düştü. Benzer şekilde, Kuzey Amerika’da
tahminen yerli nüfusun %90’ı Avrupalı yerleşimcilerle kurdukları temasın ilk
beş yılında –yine büyük ölçüde hastalıklardan– hayatlarını kaybetti. 19.
yüzyılda savaşlar ve zorunlu yeniden iskân politikaları sonucu 100 bin kişi
daha öldü. 1857 Hint İsyanı’na misilleme olarak İngilizlerin 1857-1867 arasında
Hindistan’da 1 milyon sivili katlettiği tahmin ediliyor. (…) Belçika Kralı
Leopold II’nin şahsi mülkü olan Kongo’da 1890-1910 yılları arasında 10 ila 15
milyon insan katledildi. Vietnam’da son tahminlere göre 1955-1975 arasında 1
ila 3 milyon sivil öldürüldü.
Müslüman dünyaya gelince, Rus
Kafkasya’sında 1864-1867 arasında yerel Çerkez nüfusun %90’ı zorunlu tehcire
tabi tutulurken 300 bin ila 1,5 milyon Çerkez ya açlıktan hayatını kaybetti ya
da öldürüldü. Yine 1916-1918 arasında 300 bin Müslüman Türk’ün Rus yönetimi
tarafından Orta Asya dağlarına ve Çin’e doğru sürülmesi sırasında on binlerce
Müslüman öldürüldü. Endonezya’da 1835-1840 arasında Hollandalı işgalciler
tahminen 300 bin kişiyi katletti. Cezayir’de 1830-1845 arasında 15 yıl süren iç
savaşta Fransız vahşeti, açlık ve hastalık yüzünden 1,5 milyon Cezayirli
hayatını kaybetti ki bu rakam o dönemde nüfusun yarısına tekabül ediyordu.
Komşu Libya’da İtalyanlar [Bingazi merkezli] Sireneyka/Berka bölgesinde
yerli ahaliyi toplama kamplarına yerleştirdi ve 1927-1934 arasında tahminlere
göre 80 ila 150 bin kişi bu kamplarda hayatını kaybetti.
Daha yakın döneme gelirsek,
Afganistan’da 1979-1989 arasındaki Sovyet işgalinde SSCB’nin yaklaşık 1 milyon
sivili öldürdüğü tahmin ediliyor; 20 yıl sonra bu defa ABD 15 yıldır devam eden
Afganistan Savaşı’nda 26 bin sivili öldürdü. Geçtiğimiz 13 yılda Irak’ta ABD ve
müttefikleri tarafından 165 bin sivil katledildi. (Avrupalı sömürgeciler ile
ABD ve müttefiklerinin Irak ve Afganistan’da mâl oldukları can kaybı arasındaki
bu büyük fark; kısmen, tam isabetle [hedef alarak] kuvvet kullanma
imkanı sağlayan teknolojik ilerlemeden, kısmen de dünyadaki normatif [değerler]
atmosfer[in]e kayıştan kaynaklanıyor olabilir.) Bu mezalimin ölçeği
kadar şok edici diğer bir boyut da Batı’nın bütün bunları çarçabuk unutuvermiş
olması!
Bugünün postkolonyal dünyasında
yeni bir tarihi anlatı ortaya çıkıyor. Müslüman ülkelerde ve diğerlerinde
Batı’ya ve onun sömürgeci mirasına karşı duyulan derin nefret, kendi mahrumiyet
duygularını ve öz saygınlıklarını görmezden gelmeyi meşrulaştırmak için
kullanılıyor. (…)
Müslüman dünyada ve diğer
yerlerde bu hatıraların gittikçe daha fazla zihinlerde canlanması, geçmişin
hala daha günümüzü nasıl etkilediğini ortaya koyuyor; ama tabii ki bütün bunlar
bugün Ortadoğu’da yaşanan saldırgan davranışları meşrulaştırmaz.
Bütün bunların ışığında,
başlangıç itibarıyla sınırlı bir bölgesel uzlaşmaya doğru gidilecek uzun ve
sancılı yol, ABD, Rusya, Çin ve ilgili Ortadoğu ülkeleri için mümkün olan tek
seçenek. Daha geniş bir çerçevede bölgesel istikrarı şekillendirirken ABD’nin
yeni bazı ortaklarla (özellikle de Rusya ve Çin’le) işbirliğine dayalı
ilişkiler kurmak için sabırla uğraşması ve daha kurumsallaşmış, tarihi kökleri
olan Müslüman devletlerle (Türkiye, İran, Mısır ve eğer dış politikasını Vehhabi
radikalliğinden ayrıştırabilirse Suudi Arabistan’la) beraberce adımlar atması
gerekecek. Bölgenin eski egemen güçleri olan Avrupalı müttefiklerimizin de bu
anlamda katkıları olabilir.
ABD’nin –ülke içindeki
izolasyoncuların da teşvikiyle– Müslüman dünyadan tamamen el etek çekmesi
(mesela İsrail ile İran veya Suudi Arabistan ile İran arasında savaş veyahut
Mısır’ın Libya’ya kapsamlı bir müdahalesi gibi) yeni savaşlara yol açabilir ve
bu da ABD’nin küresel olarak istikrara kavuşturucu rolüne ilişkin çok daha
derin bir güven krizi yaratır. Böyle bir gelişmeden –her ne kadar küresel
düzenin bizatihi kendisi en öncelikle jeopolitik darbeyi alacak olsa da–
jeopolitik olarak faydalanacak taraflar, farklı ama hiç beklenmedik şekillerde,
Rusya ve Çin olabilir. En az diğerleri kadar önemli olan son hususa gelince, bu
şartlar altında bölünmüş ve korku içindeki Avrupa, şu andaki 28 üyesini, yeni
patronlar ararken ve daha güçlü üçlü arasında [Z.T.K. ABD, Çin ve
Rusya’yı kastediyor] [birbirine] alternatif ve farklı kombinasyonlarla [ilişkiler
ağı kurmak için] birbiriyle yarışırken bulacaktır.
Yapıcı bir Amerikan siyaseti uzun
vadeli bir vizyonla sabır içinde yönlendirilmeli. Rusya’nın (muhtemelen Putin
sonrası) etkili bir dünya gücü olarak tek yerinin önünde sonunda Avrupa
olduğunu yavaş yavaş fark etmesini sağlayacak sonuçların peşinden gitmeli. Yine
Çin’in Ortadoğu’daki artan rolünün ve Ortadoğu krizleriyle baş etmek için
geliştirilen Amerikan-Çin ortaklığının, müteakip süreçte iki gücün beraberce
küresel istikrarı şekillendirme becerisi olup olmadığını ortaya koyan önemli
bir test alanı haline geleceği konusunda bir farkındalık oluşturulmalı.
Yapıcı bir vizyonun alternatifi
ve bilhassa askeri ve ideolojik bakımdan tek taraflı bir sonuç dayatma arayışı,
ancak ve ancak süreğen ve kendi kendini tahrip eden bir abesle iştigalle
sonuçlanır. ABD için bu, sürekli çatışmaya, tükenmişliğe ve belki de 20. yüzyıl
öncesinin izolasyonculuğuna moral bozucu bir şeklide geri dönüşe yol açabilir.
Rusya için ise bu, bir ölçüde Çin üstünlüğüne boyun eğme ihtimalini artıracak
büyük bir mağlubiyet anlamına gelebilir. Çin için de sadece ABD’yle değil, aynı
zamanda ya Japonya ya Hindistan ya da her ikisiyle de birden –ve belki de
hepsiyle ayrı ayrı– savaşa girmeye bir işaret olabilir. Her durumda, kendini
erdemli addeden fanatizmin eşliğinde Ortadoğu üzerinden verilen etnik, dini
kılıflı savaşların giderek uzaması, gerek bölge içinde gerekse dışında gittikçe
daha fazla kanın akmasına ve her yerde merhametsizliğin artmasına yol açacaktır.
Vaka şu ki ABD dünya sahnesine
çıkıncaya kadar gerçek anlamda “egemen” bir küresel güç hiçbir zaman olmamıştı.
Emperyal Büyük Britanya böyle bir güç olmaya yaklaşmıştı; ama önce Birinci,
ardından da İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte sadece batmakla kalmadı, aynı
zamanda rakip bölgesel güçlerin ortaya çıkmasına da yol açtı. Sonuçta ortaya
çıkan yeni küresel realite, ABD’nin aynı anda hem en zengin hem de askeri
açıdan en güçlü oyuncu olarak dünya sahnesinde yerini alması oldu. 20. yüzyılın
kalan kısmında hiçbir güç onunla boy ölçüşebilir bir hale gelemedi bile.
Artık bu çağ da kapanıyor. Yakın
gelecekte hiçbir devletin ABD’nin iktisadi-mali üstünlüğüyle aşık atma ihtimali
olmasa da, yeni silah sistemleri bir anda bazı devletlere ABD’yle ortak bir
kısasa kısas [denkleminde] intihar etme veya hatta onu [yani ABD’yi]
mağlubiyete uğratma araçlarını bahşedebilir. Spekülatif ayrıntılara girmeden,
bazı devletlerin bir anda ulaştığı askeri kapasiteyle ABD’yi askeri açıdan
büyük ölçüde geride bırakması Washington’ın küresel rolünün sonuna işaret
edecektir. Sonuç ise çok büyük bir ihtimalle küresel kaos olacaktır. İşte tam
da bu yüzden ABD’nin, bölgesel ve ardından da küresel istikrarı sağlama
arayışında bir ortak olarak en azından iki potansiyel tehditten [Rusya veya
Çin’den] birini yanına çekecek bir siyaset izlemesi ve böylece en az
öngörülebilir ama potansiyel olarak en muhtemel rakibinin yayılmasını kontrol
altına alması lazım. Şu anda yayılma ihtimali daha fazla olan güç Rusya, ama
daha uzun vadede bu, Çin de olabilir.
Gelecek yirmi yıl daha geleneksel
ve alışık olduğumuz siyasi saflaşmanın son aşaması olabileceğinden buna karşı
cevap şimdiden şekillendirilmelidir. Zira 21. yüzyılın geri kalan kısmında
insanlık, çevresel meydan okumaların birikmesi yüzünden giderek daha fazla
hayatta kalma mücadelesiyle meşgul olacaktır. Bu meydan okumalara karşı da
ancak ve ancak uluslararası uzlaşmanın arttığı bir ortamda etkili ve sorumlu
bir şekilde cevap üretilebilir. Ve bu uzlaşma da acil bir yeni jeopolitik
çerçeve ihtiyacının farkına varan bir stratejik vizyona dayanmak zorundadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder