POSTEMPERYAL ÇAĞ
Robert Kaplan (Amerikalı
dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)
The National
Interest, Mayıs-Haziran 2016 sayısı
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
(...) Gerçekten de 20. yüzyıl Avrupa’sında
yaşanan dehşetin arka planında –Nazi karşıtı Avusturya Yahudi’si bir
entelektüel olan Joseph Roth’un İmparator’un İflası kitabında işaret
ettiği üzere– imparatorlukların çökerek tek-etnili devletlerin yükselişi ve
geleneksel kralın gücünün yerine geçen faşist ve komünist liderler vardı.
Roth’un diğer bir önemli eseri olan
The Radetzky March’ta ayrıntılı değindiği üzere, imparatorlukların
kötülükleri olmakla birlikte, bilhassa Avrupa gibi farklı halkların bir arada
yaşadığı geniş topraklarda istikrarı ve düzeni sağlamada icra ettikleri tarihi
fonksiyonları inkâr edilemez. İmparatorlukların yerine ne geçecek? Michael
Lind’in işaret ettiği üzere bugün –kurallara dayalı uluslararası sistemden
NATO, AB, IMF gibi bir yığın ulus-üstü ve çok-uluslu örgütlere kadar– küresel
düzenin temel dayanakları, imparatorluğun fonksiyonlarını icra etmeye
çalışıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana sessiz sedasız işleyen bu süreçte
deniz yollarını, boğazları, hidrokarbon kaynaklarına erişimi koruyan ve genel
olarak dünyanın bir ölçüde güvenliğini sağlayan Amerikan gücünün –askeri,
iktisadi ve diplomatik anlamda– payı inkâr edilmez bir gerçek. Yüksek
prensipler içermemesi hasebiyle bu görevler gayriahlaki görünmekle birlikte,
onsuz da herhangi bir yerde ahlaki adım atmanın imkanı kalmaz. Bu, geleneksel
emperyalizm değil, onun çok daha insani halidir.
ABD halen daha dünya üzerindeki
en güçlü tek devlet olsa da ezici üstünlüğü gittikçe azalıyor. Yeni
demokrasilerde merkezi otoritenin dağılması, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kaosun
yayılması ve bölgesel hegemonlar olarak Rusya, Çin ve İran’ın yükselişi hep
Amerikan güç projeksiyonunu sınırlandırıyor. Bu aslında bir yüzyıldır devam
edegelen bir sürecin parçası. Birinci Dünya Savaşı sonunda çok-etnili
imparatorluklar dağıldı. İkinci Dünya Savaşı sonunda İngilizlerin ve
Fransızların deniz aşırı imparatorlukları aynı akıbete uğradı. Soğuk Savaş’ın
sonu, Doğu Avrupa ve Avrasya’nın bir kısmında Sovyet İmparatorluğu’nun
çöküşünün ilanı oldu. 21. yüzyılın başları Irak, Suriye ve Libya gibi
postemperyal, sun’i devletlerde diktatörlerin devrilmesine veya aşınmasına
sahne oldu. Şimdi de askeri birlikleri ve diplomatlarıyla kendisini adeta bir
imparatorluk konumunda gören Amerikan emperyalvari yapısı artık sona doğru
yaklaşıyor.
Amerikan gücünün bu kısmi geri
çekilişinin hem uluslararası hem de iç sebepleri var: Uluslararası düzeyde
hızlı şehirleşme, nüfus artışı ve doğal kaynak sıkıntısı dünyanın her yerinde
merkezi otoritelerin gücünü aşındırdı. İletişim devrimi sayesinde bireysel
bilincin yükselişi de bu gidişata ivme kattı. ABD artık geçmişte alıştığı
şekilde diğer devletlerin kararlarını etkileyemez durumda. Bu arada gerek
şiddet içeren milenyumcu hareketlerin gerekse bölgesel hegemonların
olgunlaşması, ABD’nin güç projeksiyona yönelik doğrudan tehditler arasında.
İçeride ise Amerikan toplumunu dönüştürmek isteyen Obama yönetimi, denizaşırı
büyük karışıklıklara müdahil olmaktan kaçındı ve başta İran olmak üzere
hasımlarıyla ilişkileri iyileştirme arayışına girdi. Bu, emperyal yorgunluğun
bir işareti – ve iyi bir şey olduğu iddia edilse de aslında Amerikan gücünü
kurgulayıcı değil sınırlandırıcı bir etkiye sahip. Diğer bir deyişle bu,
ABD’nin artık dünya düzenini tesis rolünü gittikçe daha az üstleneğine bir
işaret. Aslına bakarsanız bu, tek bir başkanın da işi değil. İkinci Dünya
Savaşı ve Soğuk Savaş boyunca devam eden hiperaktif bir dönemin ve bunların
Balkanlarda ve Ortadoğu’daki uzun artçı şoklarının ardından Amerikan dış
politikasında yeni bir aşamanın başlangıcı. Ülke içindeki kargaşa ve kontrol
edilmesi hiç de kolay olmayan karışıklıklar ve dışarıdaki isyan hali
Washington’ı [masrafları ve sorumlulukları] azaltmaya doğru itiyor.
Dünya düzensizliği bundan böyle
artacak. Afrika ve Ortadoğu’daki küçük ve orta ölçekli devletlerin zayıflaması
ve dağılması, Avrasya’nın coğrafi yapısının dayandığı daha büyük devletlerde,
yani Rusya ve Çin’de de anarşivari gelişmelere yol açacak. Bu yeni bölgesel
hegemonların dıştaki saldırganlıkları ise kısmen iç zafiyetlerinden
kaynaklanıyor. Toplumsal istikrarlarının doğrudan bağlı olduğu iç
ekonomilerinde baş gösteren çözülmenin hızını kesmek için milliyetçiliği
kullanıyorlar. AB’ye gelince, parçalanmasa da iyice zayıf düşmüş durumda.
Bütüncül ve uyumlu bir üst kurum olmak yerine Avrupa, –Avrasya, Doğu Akdeniz ve
Kuzey Afrika’nın coğrafi akışkanlığında çözülerek– giderek daha fazla
uyumluluktan uzak bir devletler ve bölgeler karışımına dönüşecek. Rus
rövanşizmi ve Müslüman mültecilerin demografik saldırısıyla bu gidişat su
yüzüne çıktı. Tabii ki daha uzun vadede teknoloji de devreye girecek.
Stratejist T.X.Hammes’in de işaret ettiği üzere, ucuz insansız hava
araçlarının, siber savaşların, üç boyutlu (3D) baskının/yazıcının vd. bir
noktada birleşmesi, gücün –emperyalvari birkaç elde toplanması yerine– birçok
devlet ve devlet-dışı aktör arasında dağılmasını sağlayacak.
Karşılaştırmalı
anarşi adını verdiğim bir çağa giriyoruz ve bu, Soğuk Savaş ve
sonrası dönemdekine kıyasla çok daha yüksek düzeyli bir anarşi olacak.
Nihayetinde küreselleşme ve
iletişim devrimi, jeopolitiği etkisizleştirmek yerine daha da güçlendirdi.
Artık dünya haritası çok daha küçük ve çok daha fazla klostrofobik vaziyette;
bu yüzden toprak üzerinde çok daha gaddarca rekabet ediliyor ve her bölgesel
çatışma daha evvel hiç olmadığı kadar birbirini etkiliyor. Suriye’deki bir
çatışma Avrupa’daki bir terör saldırısıyla iç içe geçiyor; Rusya’nın Suriye’ye
müdahalesi Avrupa ve Amerika’nın Ukrayna siyasetini etkiliyor. Bütün bunlar,
çok-uluslu imparatorlukların artık ortadan kalktığı ve en totaliter rejimlerin
–resmi sınırların etnik ve mezhepsel yapıyla uyuşmadığı– kurmaca devletlerde
hüküm sürdüğü bir dönemde yaşanıyor. Netice ise vahşi bir rekabet içinde ulusal
ve ulus-altı grupların yıkıcı bir kargaşası. Ve bu yüzden de jeopolitik –yani
toprak ve güç savaşı– şu anda sadece devletler arasında değil, aynı zamanda
devletlerin kendi içinde de yaşanıyor. Kültürel ve dini farklılıklar bilhassa
alevlendiriliyor: gruplar arası farklılıklar küreselleşmenin potasında erise de
daha kör/pervasız ve ideolojik bir formatta yeniden şekillendiriliyor. Bugün
yaşanan bir medeniyetler çatışması değil, daha ziyade sun’i olarak yeniden inşa
edilen medeniyetlerin çatışmasıdır. İslam’ı kendi başına temsil etmekten uzak
İslam Devleti’ne bir bakın; aslında İslam’ın bir kıvılcımla diktatörlüklere
benzeyişinin ve internet ile sosyal medya kitle histerisinin bir ürünü. Kimliklerin
postmodern yeniden icadı ise jeopolitik bölünmüşlüğü daha da içinden çıkılmaz
bir hale sokuyor.
Bütün bu süreçte teknoloji
coğrafyayı silikleştirmeyip daha da belirginleştiriyor. Sadece Çin ve
Hindistan’a bakmak yeterli. Antik çağda Budizmin yayılması ve 19. yüzyılda
Afyon Savaşları dışında tarih boyunca Çin ve Hindistan’ın Himalayaların
ayırdığı iki gelişen medeniyet olarak birbiriyle pek de bir ilişkisi/alıp
veremediği yoktu. Ancak teknolojik ilerlemeler mesafeleri çökertti.
Hindistan’ın kıtalararası balistik füzeleri artık Çin’i vurabilir ve Çin savaş
uçakları Hint Yarımadası hava sahasını delip geçebilir. Hint savaş gemileri
Güney Çin Denizi’ne konuşlanmış durumda ve Çin savaş gemileri de Hint Okyanusu
boyunca askeri tatbikatlar düzenliyor. Artık Çin ile Hindistan arasında yeni
bir stratejik coğrafya söz konusu. Jeopolitik, geçmiş yüzyılların bir kalıntısı
olmak yerine, daha evvel hiç olmadığı kadar yerkürenin daha da sımsıkı örülen
bir özelliğine dönüştü. Hindistan şimdi Vietnam ve Japonya’da yeni müttefikler
kazanmaya çalışıyor; Çin de Rusya ve İran’la yakın ilişkiler kurma arayışında.
Aslında salt bölgesel olan
problemler yok artık; zira Rusya, Çin ve İran gibi yerel hegemonlar dünya
çapında siber saldırılar ve terörizmle meşguller. Dolayısıyla krizler aynı anda
hem bölgesel hem de küresel bir boyutta. Savaşlar ve devletlerin çöküşü
sürdükçe duymamız gereken korku, yatıştırmadan/bastırmadan ziyade başı dertte
olan söz konusu rejimlerin sert düşüşü olmalı. Şunu biliyoruz ki Irak ve
Suriye’de totaliter rejimlerin yumuşak inişini sağlamak imkansızdı. ABD Irak’ı
işgal etti ama Suriye’de kenara çekildi; sonuç ise neredeyse aynı oldu. Her iki
ülkede de hayatını kaybeden yüz binlerce insan ve boşluğu dolduran radikal
gruplar var.
Diğer bir konu da şu. Unutmayın
ki küreselleşme, ille de büyüme veya istikrarla değil, ama büyük ekonomik ve
kültürel bağlarla yakından alakalı. Dolayısıyla ekonomik durgunluk jeopolitik
istikrarsızlığı artırabilir. Ve aslında bu, halihazırda tam da yaşanan şey.
Mesela Afrika’yı ele alalım. Afrika, üretim sektöründeki gelişmelerden ziyade
hammadde fiyatlarındaki yükseliş sayesinde yıllarca istikrarlı bir iktisadi
büyüme yaşamıştı. Şu anda sadece hammadde fiyatları düşmüyor, aynı zamanda
–büyüme oranı ciddi bir şekilde düşen– Çin’in Afrika’daki altyapı yatırımları
da azalıyor. Dolayısıyla Asya’daki ekonomik değişimler Afrika’nın istikrarını
tehlikeye atıyor. Bir de Sahra Afrika’sında saldırılar düzenleyen çeşitli
radikal İslamcı hareketler sözkonusu. Aslında bu, –iletişim devriminin
milenyumcu İslam anlayışını zayıf ve çökmüş devletlere doğru taşıdığı– Afrika
anarşisinin son aşaması. Aşikar ki ABD’nin bütün bunlar üzerindeki etkinliği
çok az.
Sonuçta, [dünyada meydana
gelen] her şey, daha evvel hiç olmadığı kadar birbiriyle bağlantılı; dünya
çapında barışın teminatı gece bekçisi[nin rolü] [Z.T.K. ABD’yi
kastediyor] de gittikçe azalıyor. Hiyerarşiler her yerde çöküyor. ABD’deki
ön seçimlere bakmak bile yeterli; aşağıdan gelen isyana karşı Amerikan siyasi müessesesinin
hiçbir cevabı yok. Bu arada (…) Apsen ve Davos gibi yerlerdeki elitlerin nüfuz
kurma veya hatta [olan biteni] idrak etme mücadelesi vereceği umumi bir
populist anarşi 21. yüzyılın tanımlanmasına yardımcı olacak. Erken modern ve
modern tarihin çok-uluslu imparatorluklarına da Soğuk Savaş’ın ideolojik
bölünmüşlüğüne de bundan sonra hor görülmekten ziyade nostaljiyle bakılacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder