30 Nisan 2016 Cumartesi

R.KAPLAN - İSLAM AVRUPA’YI NASIL YARATTI?


İSLAM AVRUPA’YI NASIL YARATTI?

Robert Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)
The Atlantic, Mayıs 2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Avrupa özünde İslam tarafından tanımlanmıştır. Ve şimdi de İslam yeniden tanımlanıyor.

Erken antik çağda ve sonrasında asırlarca Avrupa kelimesi, Akdeniz’i veya Romalıların meşhur deyimiyle Mare Nostrum (Bizim Deniz’i) çevreleyen dünya anlamına geliyordu. Bu çerçevede Kuzey Afrika’yı da içeriyordu. Gerçekten de MS 5. yüzyılın başlarında Saint Augustine bugünkü Cezayir topraklarında yaşarken Kuzey Afrika tıpkı İtalya veya Yunanistan kadar Hristiyanlığın bir merkeziydi. Ancak İslam’ın 7. ve 8. asırlarda Kuzey Afrika’daki hızlı yükselişi buradaki Hristiyanlığı adeta yok etti ve böylece Akdeniz havzasını iki medeniyet arasında bölerek “Orta Deniz”i birleştirici bir güç olmaktan çıkararak zorlu bir sınıra dönüştürdü. Bundan sonra, İspanyol filozof José Ortega y Gasset’in deyimiyle, “tüm Avrupa tarihi Kuzeye doğru büyük göçe dönüştü.”

Roma İmparatorluğu’nun çözülmesinden sonra bu kuzeye doğru göç, Batı medeniyetinin temellerini atan Germen halklarla (Gotlar, Vandallar, Franklar ve Lombardlar) karşılaştı – Yunan ve Roma klasik mirası çok daha sonra yeniden keşfedilecekti. Modern Avrupa devlet sisteminin ortaya çıkışı daha asırlar alacaktı. Feodalizmin karşılıklı mutabakata dayalı al-ver süreci mutlakıyetçilikten bireyselciliğe doğru kayışa yol açarken, yavaş yavaş erken modern dönem imparatorluklarının ve zamanla da milliyetçiliğin ve demokrasinin önünü açtı. Bu süreçte yeni özgürlükler Aydınlanma’nın kök salmasına imkan verdi. Kısaca, “Batı”nın Kuzey Avrupa’da ortaya çıkması, (her ne kadar çok yavaş ve zorlu bir şekilde de olsa) İslam’ın Akdeniz dünyasını bölmesinden sonra gerçekleşti.

İslam, Avrupa’yı coğrafi olarak tanımlamaktan çok daha fazlasını yaptı. İngiliz tarihçi Denys Hay, muhteşem ama pek bilinmeyen 1957’de yayınlanmış Avrupa: Bir Fikrin Ortaya Çıkışı başlıklı kitabında, Avrupa birliği [fikri]nin İslam’a karşı “kaçınılmaz/çaresizce muhalefet” ifade eden Hristiyanlık âlemi (Christendom) kavramıyla başladığını ve bu kavramın Haçlı Seferleri’yle zirveye çıktığını yazıyor. Akademisyen Edward Said bu noktayı daha da ileri götürerek 1978’de kaleme aldığı Oryantalizm kitabında İslam’ın Avrupa’yı –neye karşı olduğunu göstermek suretiyle– kültürel olarak tanımladığını belirtiyor. Diğer bir deyişle Avrupa’nın kimliği, büyük ölçüde, çevresinde bulunan Müslüman Arap dünyasına karşı üstünlük duygusu üzerinden inşa edildi. Emperyalizm bunun en nihai ifadesiydi: (…)

Klasik coğrafya, terörizmin ve göçün Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz ile Avrupa’yı yeniden birbirine bağlamasıyla ağırlığını bir kez daha ortaya koydu.

Postkolonyal dönemde Avrupa’nın kültürel üstünlük duygusu, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’in yeni polis devletleri tarafından desteklendi. Bu diktatörlüklerin halklarını Avrupalı sömürgecilerin sun’i olarak çizdiği güvenli sınırlar içine hapsetmesi sayesinde Avrupalılar, büyük göçlere yol açabilecek yılan hikâyesine dönen bir demokratik tecrübe ihtimalinden endişe duymaksızın, Araplara insan hakları dersi verebildiler. Tam da Araplar insan haklarından mahrum oldukları için Avrupalılar kendilerini daha üstün hissettiler ve emniyetlerini sağlama aldılar.

İslam, vakti zamanında oluşmasına yardımcı olduğu şeyin [yani Avrupa kimliğinin] şimdi dağılmasına katkıda bulunuyor. Terörizm ve insan göçüyle Akdeniz havzasının iki tarafı birleşirken klasik coğrafya doğal bir şekilde ağırlığını bir kez daha koyuyor. Kıta tabii ki daha evvel farklı grupları içine alıp eritti. Aslında Avrupa hep doğudaki nüfus patlamalarından dramatik bir şekilde etkilenegeldi: Ortaçağlarda Avrasya’nın derinliklerinden çok büyük sayıda Slavlar ve Macarlar orta ve doğu Avrupa’ya göç ettiler. Ama daha sonra bunlar Hristiyanlığı benimsediler ve kuzeyde Polonya’dan güneyde Bulgaristan’a kadar siyasi yönetimler kurarak, kanlı da olsa, gelişmekte olan Avrupa devlet sistemine ayak uydurabildiler. Soğuk Savaş sırasında Fransa’ya göçen Cezayirli ve Almanya’ya giden Türk ve Kürt misafir işçilere gelince, aslında bunlar mevcut göç dalgasının daha kontrol edilebilir öncüleri niteliğindeydi.

Bugün Hristiyan olmak gibi bir arzusu olmayan yüz binlerce Müslüman, iktisaden istikrarlı Avrupa devletlerine sızmaya çalışıyor; ama bu, zaten kırılgan olan toplumsal barışı tehdit ediyor. Her ne kadar Avrupa elitleri, onlarca yıldır din ve etnisitenin gücünü inkâr eden idealist bir söylem tuttursalar da tam da bu iki güç Avrupa devletlerinin kendi iç bütünlüğünü sağlayan unsurlardı.

Bu arada savaşın ve devletlerin çöküşünün tetiklediği yeni göç dalgası, emperyal merkezle eski sömürgeleri arasındaki ayrımı silikleştiriyor. Oryantalizm, kozmopolitan etkileşimin ve karşılaştırmalı çalışmaların olduğu bir dünyada yavaş yavaş buharlaşıyor. Avrupa, bir zamanlar hükmettiği medeniyetten gelen tehdide karşı koymak için aşırı sağ ve aşırı sol üzerinden milli-kültürel kimlikleri sun’i bir şekilde yeniden inşa ederek karşılık veriyor.

Tüm etnik ve toprak ihtilaflarıyla birlikte tarihin sonu fikrinin bir fantezi olduğu ortaya çıksa da bu farkına varma milliyetçiliğe geri dönüş için bir bahane sayılamaz. Müslüman-mülteci akını karşısında Avrupa’nın hasret kaldığı kültürel saflık [Z.T.K. arı, katışıksız anlamında saflık], insan etkileşimlerinin arttığı bir dünyada artık imkânsız.

“Batı”nın, eğer coğrafyanın ötesinde bir anlamı varsa o da, giderek daha kapsayıcı bir liberalizm ruhuyla kendini dışa vurur. Tıpkı 19. yüzyılda feodalizme geri dönüş olmadığı gibi şimdi de –felakete davetiye çıkarmadan– milliyetçiliğe geri dönüş olamaz. Büyük Rus entelektüellerden Alexander Herzen’in de dediği üzere “Tarih geri dönmez… Tüm eski duruma geri dönüşler, tüm restorasyonlar hep gerçeği gizlemektir.”

O halde şu soru sorulmalı: Medeniyetsel açıdan Roma’nın yerine ne geçecek? Said’in de ortaya koyduğu üzere, her ne kadar imparatorlukların birtakım kötülükleri olsa da Akdeniz çevresinde devasa çok-etnili alanları yönetebilme becerisiyle –mevcut yönetim tarzlarında bulunmayan– bir çözüm sunuyor.

Avrupa, İslam dünyasını dinamik bir şekilde bünyesine katabilmek için, kıtanın kuzeyinde yükselen –ihtiyaçlar hiyerarşisinde bireysel hakların ve failliğin en üstte yer aldığı– hukuk devletine dayalı mevcut sisteme bağlılığı da sulandırmadan, artık başka yollar bulmalı. Eğer ki evrensel değerler yönünde gelişmezse, oluşan boşluğu sadece ideolojilerin ve kaba milliyetçiliklerin cinneti dolduracak. Bu da Avrupa’da “Batı”nın bitiş işareti olacak.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder