İSLAM AVRUPA’YI
NASIL YARATTI?
Robert Kaplan (Amerikalı
dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)
The Atlantic,
Mayıs 2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Avrupa özünde İslam tarafından
tanımlanmıştır. Ve şimdi de İslam yeniden tanımlanıyor.
Erken antik çağda ve sonrasında
asırlarca Avrupa kelimesi, Akdeniz’i veya Romalıların meşhur deyimiyle Mare
Nostrum (Bizim Deniz’i) çevreleyen dünya anlamına geliyordu. Bu
çerçevede Kuzey Afrika’yı da içeriyordu. Gerçekten de MS 5. yüzyılın başlarında
Saint Augustine bugünkü Cezayir topraklarında yaşarken Kuzey Afrika tıpkı
İtalya veya Yunanistan kadar Hristiyanlığın bir merkeziydi. Ancak İslam’ın 7.
ve 8. asırlarda Kuzey Afrika’daki hızlı yükselişi buradaki Hristiyanlığı adeta
yok etti ve böylece Akdeniz havzasını iki medeniyet arasında bölerek “Orta
Deniz”i birleştirici bir güç olmaktan çıkararak zorlu bir sınıra dönüştürdü.
Bundan sonra, İspanyol filozof José Ortega y Gasset’in deyimiyle, “tüm Avrupa
tarihi Kuzeye doğru büyük göçe dönüştü.”
Roma İmparatorluğu’nun
çözülmesinden sonra bu kuzeye doğru göç, Batı medeniyetinin temellerini atan
Germen halklarla (Gotlar, Vandallar, Franklar ve Lombardlar) karşılaştı – Yunan
ve Roma klasik mirası çok daha sonra yeniden keşfedilecekti. Modern Avrupa
devlet sisteminin ortaya çıkışı daha asırlar alacaktı. Feodalizmin karşılıklı
mutabakata dayalı al-ver süreci mutlakıyetçilikten bireyselciliğe doğru kayışa
yol açarken, yavaş yavaş erken modern dönem imparatorluklarının ve zamanla da
milliyetçiliğin ve demokrasinin önünü açtı. Bu süreçte yeni özgürlükler
Aydınlanma’nın kök salmasına imkan verdi. Kısaca, “Batı”nın Kuzey Avrupa’da
ortaya çıkması, (her ne kadar çok yavaş ve zorlu bir şekilde de olsa) İslam’ın
Akdeniz dünyasını bölmesinden sonra gerçekleşti.
İslam, Avrupa’yı coğrafi olarak
tanımlamaktan çok daha fazlasını yaptı. İngiliz tarihçi Denys Hay, muhteşem ama
pek bilinmeyen 1957’de yayınlanmış Avrupa: Bir Fikrin Ortaya Çıkışı
başlıklı kitabında, Avrupa birliği [fikri]nin İslam’a karşı
“kaçınılmaz/çaresizce muhalefet” ifade eden Hristiyanlık âlemi (Christendom)
kavramıyla başladığını ve bu kavramın Haçlı Seferleri’yle zirveye çıktığını
yazıyor. Akademisyen Edward Said bu noktayı daha da ileri götürerek 1978’de
kaleme aldığı Oryantalizm kitabında İslam’ın Avrupa’yı –neye karşı
olduğunu göstermek suretiyle– kültürel olarak tanımladığını belirtiyor. Diğer
bir deyişle Avrupa’nın kimliği, büyük ölçüde, çevresinde bulunan Müslüman Arap
dünyasına karşı üstünlük duygusu üzerinden inşa edildi. Emperyalizm bunun en
nihai ifadesiydi: (…)
Klasik coğrafya, terörizmin ve
göçün Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz ile Avrupa’yı yeniden birbirine bağlamasıyla
ağırlığını bir kez daha ortaya koydu.
Postkolonyal dönemde Avrupa’nın
kültürel üstünlük duygusu, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’in yeni polis
devletleri tarafından desteklendi. Bu diktatörlüklerin halklarını Avrupalı
sömürgecilerin sun’i olarak çizdiği güvenli sınırlar içine hapsetmesi sayesinde
Avrupalılar, büyük göçlere yol açabilecek yılan hikâyesine dönen bir demokratik
tecrübe ihtimalinden endişe duymaksızın, Araplara insan hakları dersi
verebildiler. Tam da Araplar insan haklarından mahrum oldukları için
Avrupalılar kendilerini daha üstün hissettiler ve emniyetlerini sağlama
aldılar.
İslam, vakti zamanında oluşmasına
yardımcı olduğu şeyin [yani Avrupa kimliğinin] şimdi dağılmasına katkıda
bulunuyor. Terörizm ve insan göçüyle Akdeniz havzasının iki tarafı birleşirken
klasik coğrafya doğal bir şekilde ağırlığını bir kez daha koyuyor. Kıta tabii
ki daha evvel farklı grupları içine alıp eritti. Aslında Avrupa hep doğudaki
nüfus patlamalarından dramatik bir şekilde etkilenegeldi: Ortaçağlarda
Avrasya’nın derinliklerinden çok büyük sayıda Slavlar ve Macarlar orta ve doğu
Avrupa’ya göç ettiler. Ama daha sonra bunlar Hristiyanlığı benimsediler ve
kuzeyde Polonya’dan güneyde Bulgaristan’a kadar siyasi yönetimler kurarak,
kanlı da olsa, gelişmekte olan Avrupa devlet sistemine ayak uydurabildiler.
Soğuk Savaş sırasında Fransa’ya göçen Cezayirli ve Almanya’ya giden Türk ve
Kürt misafir işçilere gelince, aslında bunlar mevcut göç dalgasının daha
kontrol edilebilir öncüleri niteliğindeydi.
Bugün Hristiyan olmak gibi bir
arzusu olmayan yüz binlerce Müslüman, iktisaden istikrarlı Avrupa devletlerine
sızmaya çalışıyor; ama bu, zaten kırılgan olan toplumsal barışı tehdit ediyor.
Her ne kadar Avrupa elitleri, onlarca yıldır din ve etnisitenin gücünü inkâr
eden idealist bir söylem tuttursalar da tam da bu iki güç Avrupa devletlerinin
kendi iç bütünlüğünü sağlayan unsurlardı.
Bu arada savaşın ve devletlerin
çöküşünün tetiklediği yeni göç dalgası, emperyal merkezle eski sömürgeleri
arasındaki ayrımı silikleştiriyor. Oryantalizm, kozmopolitan etkileşimin ve
karşılaştırmalı çalışmaların olduğu bir dünyada yavaş yavaş buharlaşıyor.
Avrupa, bir zamanlar hükmettiği medeniyetten gelen tehdide karşı koymak için
aşırı sağ ve aşırı sol üzerinden milli-kültürel kimlikleri sun’i bir şekilde
yeniden inşa ederek karşılık veriyor.
Tüm etnik ve toprak
ihtilaflarıyla birlikte tarihin sonu fikrinin bir fantezi olduğu ortaya çıksa
da bu farkına varma milliyetçiliğe geri dönüş için bir bahane sayılamaz.
Müslüman-mülteci akını karşısında Avrupa’nın hasret kaldığı kültürel saflık [Z.T.K.
arı, katışıksız anlamında saflık], insan etkileşimlerinin arttığı bir dünyada
artık imkânsız.
“Batı”nın, eğer coğrafyanın
ötesinde bir anlamı varsa o da, giderek daha kapsayıcı bir liberalizm ruhuyla
kendini dışa vurur. Tıpkı 19. yüzyılda feodalizme geri dönüş olmadığı gibi
şimdi de –felakete davetiye çıkarmadan– milliyetçiliğe geri dönüş olamaz. Büyük
Rus entelektüellerden Alexander Herzen’in de dediği üzere “Tarih geri dönmez…
Tüm eski duruma geri dönüşler, tüm restorasyonlar hep gerçeği gizlemektir.”
O halde şu soru sorulmalı:
Medeniyetsel açıdan Roma’nın yerine ne geçecek? Said’in de ortaya koyduğu
üzere, her ne kadar imparatorlukların birtakım kötülükleri olsa da Akdeniz
çevresinde devasa çok-etnili alanları yönetebilme becerisiyle –mevcut yönetim
tarzlarında bulunmayan– bir çözüm sunuyor.
Avrupa, İslam dünyasını dinamik
bir şekilde bünyesine katabilmek için, kıtanın kuzeyinde yükselen –ihtiyaçlar
hiyerarşisinde bireysel hakların ve failliğin en üstte yer aldığı– hukuk
devletine dayalı mevcut sisteme bağlılığı da sulandırmadan, artık başka yollar
bulmalı. Eğer ki evrensel değerler yönünde gelişmezse, oluşan boşluğu sadece
ideolojilerin ve kaba milliyetçiliklerin cinneti dolduracak. Bu da Avrupa’da
“Batı”nın bitiş işareti olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder