30 Nisan 2016 Cumartesi

R.KAPLAN - ÜTOPİK İDEOLOJİLER NİYE HALA CAZİP?


ALEKSANDER WAT’IN ÜTOPİK İDEOLOJİLER TECRÜBESİ DÜNYAYA GERİ Mİ DÖNÜYOR?

Robert Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)
The American Interest, 10.10.2015


Tercüme: Zahide Tuba Kor

Siber, biyolojik, çevresel veya hatta nükleer tehditten daha beter olan bizim en kötü varoluşsal korkumuz nedir? Dehşet verici bir gücün ellerinde ütopik bir ideoloji tehdididir. Zira ütopyalar bizatihi mükemmel siyasi ve manevi planlar olup onlara ulaşmak için totaliterlikten kitlesel katliama kadar her yol ahlaki olarak meşrulaştırılır. Peki ama, 20. yüzyıldaki sonuçları ortadayken, bireysel düzeyde ütopik ideolojiler niye hala cazip? Cazibesinin temel nedeni ruhlarda bıraktığı etkidir ve bunu iyi anlarsak eğer, çağımızın ütopik totaliterliğin canlanmasına ne kadar elverişli olduğu da zihinlerde netleşir.

(…)
20. yüzyılın Polonyalı büyük şair ve entelektüeli Aleksander Wat’a göre, komünizm ve özellikle de Stalinizm “olumsuzlanmaya/yok sayılmaya küresel bir tepkiydi… Bütün hastalık, her şeyi kuşatıcı/kapsayıcı bir şeye olan açlıktan, ihtiyaçtan doğdu.” Problem “her şeyin aşırı fazlalığıydı. Çok fazla insan, çok fazla fikir, çok fazla kitap, çok fazla sistem.” Bununla kim baş edebilirdi ki?

(…)
Kitabının başlığı olan Benim Yüzyılım: Polonyalı Bir Entelektüelin Odyssey’i (My Century: The Odyssey of a Polish Intellectual), ne abartılı ne de salt kendine işaret eder nitelikte. Wat ve ailesi 20. yüzyılın tüm dehşetini bizzat yaşadı. Wat’ın ailesi Orta Avrupalıydı ve tarihi “Yahudilik, Katoliklik ve ateizmin sınır hattı”ndaydı. Söylediğine göre antisemitizm Sovyet hapis hayatının kalıcı bir parçasıydı. Wat’ın ağabeyi Treblinka’da, küçük kardeşi ise Auschwitz’de can verdi. Wat’ın kendisi de İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yedi yıl Lubyanka da dâhil Sovyet hapishanelerinde ve Orta Asya’nın çöllerinde sürgünde geçti. Stalin’den arındırma sürecinin akabinde 1957’de Doğu Bloku’nda kamusal hayata girdi ve on yıl sonra Fransa’da intihar etti.

(...) Bütün bu işkenceler, sürgünler, hapis hayatları ... 20. yüzyılda milyonların hayatını tasvir ediyordu aslında; bütün bunlar ve daha fazlası ütopik ideolojilerin bir neticesiydi.

Diyebilirsiniz ki “Ama 20. yüzyıl nev-i şahsına münhasırdı; Hitler ve Stalin ölçeğinde diktatörler ancak bin yılda bir gelir.” Wat’ın hikayesi geçen yüzyıl hakkında bunaltıcı bir klasik; bugünle ne alakası var?

Gerçekten de [Z.T.K. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgali altındaki Avrupa topraklarında Yahudileri tamamen yok etmeye dönük bir Alman planı olan] Nihai Çözüm, nev-i şahsına münhasırdı ve muadilleri de yok. Stalin’in terör aygıtı, sanayileşmiş ve ideolojik dehşeti itibarıyla da tekti. (…) Ama aynı zamanda 21. yüzyılın 20. yüzyıldan radikal bir şekilde farklı olduğuna –ki bir dereceye kadar bu gayet doğrudur– ve dolayısıyla radikal biçimde farklı patolojiler ortaya çıkacağına dair de bir kanaat var. Bu yüzden de Hitler’i ve Stalin’i bir girizgah değil de bir geçmiş gibi araştırıyoruz. Ürkütücü dinozorlar gibi nesilleri tükendi. En azından yaygın kanaate göre artık bunlar birer tehdit değil.

20. yüzyıl büyüklük çağıydı: kuvvet kullanımını tekeline alan büyük askeri aygıtlarıyla büyük endüstrileşmiş devletler – ki bu özellikleriyle söz konusu devletler büyük kötülüklerin anası olabilir durumdaydılar. Ancak 21. yüzyıl küçüklük çağı: post-endüstriyel siber araçlar ve iletişim araçlarıyla devlet gücünün aşınması – ki bu araçlar gücü devletsiz grupların eline vererek devletlerin tahakkümünü azaltmakta. Bu yüzden bugün artık kaos korkusu totaliterlik kaosunun yerini aldı. Arap Stalin olan Saddam Hüseyin tasvir edilemeyecek denli gaddar bir liderdi, ama ardından Irak’ta ortaya çıkan anarşi çok daha beter oldu. (…)

Peki ama ya bu, hikayenin tamamı değilse? Ya Stalinist ideolojinin psikolojik cazibesini anlatırken Wat, bize çağımıza dair de ikazlarda bulunuyorsa? Ya süregelen kaosa üretilen cevap bizi 20. yüzyılın ideolojik yoğunluğuna geri götürürse? Yeni Hitlerlerden veya yeni Stalinlerden veyahut onların hastalıklı çeşitlerinden bahsetmiyorum.

Günümüz dünyasında gerçekten de yeni ütopik ideolojiler yığınının vakti gelmiş olabilir. 20. yüzyılın başlarına kıyasla bugün çok daha fazla uyarıcının bombardımanı altındayız: Eğer ki Wat’ın döneminde gerçekten çok fazla kitap ve fikir, çok fazla insan ve sistem var idiyse, yine de onlar bugün bizim başa çıkmamız gereken miktara kıyasla oldukça küçük sayılır. (…) Martin Heidegger’e göre teknoloji, aşırı kullanımından dolayı yol açtığı zihnî ızdırap ve kafa karışıklığıyla hakiki bir amaçtan yoksun. Bu yüzden geleneksel siyasetlerin tatmin edemeyeceği hayatlarımıza çaresizce, bir an evvel mana katmamız gerekiyor. (…)

Bir de yalnızlık duygusu var. (…) Hannah Arendt, devamında diyor ki totaliterlik, –muhtemel en kötü sonuca lineer tarzda ulaştıracak şekilde çıkarımlar yapan– yalnız aklın ürünüdür ve bu yüzden “[totaliterlik] bu hakikatten [yani yalnızlıktan] intiharvari bir kaçıştır.” (…) Hâlihazırda insanlar daha evvel hiç olmadığı kadar yalnız olup totaliter yalnız aklın semptomlarına (...) çok daha yatkın vaziyetteler.

Batı’dan Ortadoğu’ya, Rusya’dan Çin’e dünyanın her yerinde insanlar, akıl sağlıklarını teskin etmek için bir şeylere inanmaya son derece açlar. Uygun şartlar altında yeni dini ekolleri [benimsemeye] tehlikeli bir şekilde hazırlar. Bugün Batı’daki yeni moda veya kült olarak gelip geçici şeyler daha az istikrarlı ve daha kaotik toplumlarda radikalliğe dönüşebilir.

Jet çağı elitlerinin bu gidişatı yatıştırmakta veya dönüştürmekte pek de bir faydası olmayacaktır. Kozmopolitan, giderek milliyetsizleşen, daha evvel hiç olmadığı kadar belli bir ülkeye/toprağa veya mahalli aidiyetlere bağlı olmayan elitler, 7/24 kendi işledikleri bilgi akışının tadını çıkarıyorlar. Her biri son derece parlak zekâlı! Hiçbir şeye inanmadıkları halde her şeyi analiz edebiliyorlar ve pasaportunu taşıdıkları ülkeye bağlılık hisleri gittikçe azalıyor. Bu kökünden uzaklaşma hali, onları, ruhlarındaki boşluğu ve anlamsızlık duygusunu doldurmak üzere yeni bir bütünlük (totality) ve yeni bir ekol özlemiyle yanıp tutuşan ve isyan eden sözde avam kitlelerden hayret ve şok içinde kendilerini tamamen ayrıştırmalarını sağlıyor.

İslam Devleti’nin yükselişi –ve lideri Ebubekir el-Bağdadi–, 20. yüzyıl totaliterlerinin ayak izini takip eden hastalık çeşitlerinin [21. yüzyıldaki] ilk belirtileri olarak görülebilir. Bağdadi, Arap Baharı ve ABD’nin Irak’ı işgalinin yarattığı kaos ortamında ortaya çıktı. Arap Baharı aslında, başlangıçta Batılı elitlerin ilan ettiği üzere (…) demokrasinin bir yükselişi değil, daha ziyade siyasi ve ahlaki otoritenin köklü bir kriziydi. (…) Bu şartlar ancak ve ancak yeni otoriterlik çeşitlerine yol açar. Aleksander Wat’ın da muhtemelen farkına vardığı üzere, anarşi ne kadar kötü olursa ve ne kadar uzun sürerse, otoriterliğin bu yeni formlarının da daha ütopik ve milenyumcu olma ihtimali o kadar yükselir.

2011 başında Tahrir’de Batılı gazetecilerin aklını çelen Kahire’deki liberal eğilimli elit, daha sonra Mısır demokrasisinin Müslüman Kardeşler formatında tetiklediği kaosu azıcık hissettiğinde yeni Firavunvari diktatör Abdülfettah es-Sisi’yi hemencecik kabul edeceklerdi. Ama Mısır ciddi bir endişe kaynağı değil. Zira Mısır coğrafyası kadim medeniyetlere ev sahipliği yapan Nil Vadisi çevresinde şekillendiğinden buradaki devletin uzun ve doğal bir meşruiyet geleneği var ve bu yüzden ülkeyi bir arada tutmak için boğucu otoriterlik şekillerine/araçlarına ihtiyaç yok. Libya, Suriye ve Irak gibi ülkelerin ise kadim coğrafi devletlere göre sınırları tanımlanmadığından hayatta kalabilmeleri için totaliterliğe kayan çok daha aşırı otoriterlik çeşitlerine maruz kalmaları kaçınılmaz. Muammer Kaddafi, Hafız ve Beşşar Esed ile Saddam Hüseyin rejimlerinin ideolojik yoğunluğunun ardındaki temel sebep de işte buydu. Suriye ve Irak’ın sosyalist Baas rejimleri, Ortadoğu’ya taşınan Avrupa’daki ütopik ideolojilerin bir çeşidiydi aslında. Totaliterlik en tepedeki rejimle en aşağıdaki aşiret ve büyük aile yapısı arasında kalan diğer her türlü siyasi örgütlenmeyi tamamen yok ettiğinden Libya, Suriye ve Irak’ta rejimlerin çöküşünün sonucu anarşi oldu; bundan sonra da liberal demokrasilere değil, diktatörlüğün yeni formlarına evirileceklerdir. Ve buralardaki kaosun derinliği ve çapı Mısır’ın son dönemde yaşadığından katbekat fazla olduğundan Libya, Suriye ve Irak’taki yeni diktatörlüklerin şeklinin de –doğası itibarıyla– ütopik olma eğilimi önümüzde bir tehdit olarak duruyor.

2003’ten beri Irak’ta insanlar, (benim de hata yaparak desteklediğim) Amerikan işgali ve ardından da alelacele geri çekilişi yüzünden Hobbes’çu barbarlığı ve onuru ve emniyeti yitirme halini bizzat tecrübe ettiler. Iraklıların bu tecrübesi, hem Almanların Hitler’den evvel yaşadıklarından çok daha derin hem de Lenin ile Stalin’e yol açan Ramanov hanedanlığının çöküşü ve müteakip iç savaşta Rus bireylerin çektiğinden çok daha büyüktü. 2011’den beri Libya ve Suriye Irak’ın tecrübe ettiğinin bir benzerini yaşadı. (…)

Peki ama teknoloji insanları birbiriyle iletişim halinde tutarak ve böylece tek ses haline getirerek güçlendirmiyor mu? Tam da işte bu tek ses olma hali bir tehlikedir. İnternet özgürlüğü bir kibirdir, kendini beğenmişliktir. İnsanların çoğu kendi düşüncelerini kendilerinin şekillendirdiğini zannediyor; ama hakikat şu ki düşüncelerinin çoğu, onlar adına düşünen başkaları tarafından hazırlanıyor. İnternette yayılan bazı öğretiler veya blog veya tweetler 21. yüzyılda bireyselciliğin geldiği noktanın acı bir yansımasıdır. Elektronik yığınlar, totaliterliğin yeni ideolojilerinin yolunu hazırlayan yalnızlığın bir yok sayımıdır. Savaş, suç ve kaos yüzünden her türlü bireysel onurun kökünden kazındığı ülkelerde elektronik takipçiler yığınını bir düşünün; buralarda aşırı dindarlığın postmodern formu tahayyül edilebilecek her derde deva tek ilaçtır.

Gerek Sünni gerekse Şii dünyada İslam Devleti ve diğer cihatçı hareketlerin yükselişi, emperyal ve postemperyal dönemde yepyeni bir olgu sayılmaz. Paris’te yaşayan, uluslararası politika hakkında yazan deneyimli bir eleştirmen olan William Pfaff, 19. yüzyılda iki defa yaşanan (…), çoğu kez kaybedilmiş altın çağı yeniden inşa etmeyi arzulayan radikal popülist hareketlerin yükselişini incelemiş. Pfaff’ın tespitlerinden hareketle diyebiliriz ki, Batı’da bizim “terörist” deyip geçtiğimiz Uganda merkezli Tanrı’nın Direniş Ordusu ve Nijerya merkezli Boko Haram aslında modernizmle küreselleşmenin ikiz tehditlerine karşı koyan birer kurtuluşçu milenyum hareketleri.

Küreselleşmenin ivme kazanması, toprağa ve etnisiteye olan geleneksel somut bağları sulandırarak ütopik ideolojileri açığa çıkarma potansiyeline sahiptir; ortaya çıkan kısmi boşlukta daha soyut ideallerin ve ütopya silahlarının cazibesi daha da artacaktır. Bizi endişelendirmesi gereken sadece Ortadoğu değil. Çin de şu anda gelişmekte olan bir ülkeden bir ulusal güvenlik devletine doğru dönüşüyor ve önümüzdeki yıllarda büyüyen iktisadi problemleri karşısında milliyetçilikle merkezi kontrolün yeni ve tehlikeli bir karışımını benimseyebilir. Rus lider Vladimir Putin ise Rusya’nın zayıflayan toplumsal ve iktisadi şartlarına bir cevap olarak kendisinden daha sağda konumlanan liderlerin baskısı altında; gelecekte çok daha ileri düzeyde bir yabancı düşmanlığının ve milliyetçiliğin öncüsü olabilir. Küreselleşme çağında sadece din değil, aynı zamanda milliyetçilik de çok da ideolojik, liberal olmayan ve soyut bir hale bürünebilir.

(…)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder