ALEKSANDER WAT’IN
ÜTOPİK İDEOLOJİLER TECRÜBESİ DÜNYAYA GERİ Mİ DÖNÜYOR?
Robert Kaplan (Amerikalı
dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)
The American
Interest, 10.10.2015
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Siber, biyolojik, çevresel veya
hatta nükleer tehditten daha beter olan bizim en kötü varoluşsal korkumuz
nedir? Dehşet verici bir gücün ellerinde ütopik bir ideoloji tehdididir. Zira
ütopyalar bizatihi mükemmel siyasi ve manevi planlar olup onlara ulaşmak için
totaliterlikten kitlesel katliama kadar her yol ahlaki olarak meşrulaştırılır.
Peki ama, 20. yüzyıldaki sonuçları ortadayken, bireysel düzeyde ütopik
ideolojiler niye hala cazip? Cazibesinin temel nedeni ruhlarda bıraktığı
etkidir ve bunu iyi anlarsak eğer, çağımızın ütopik totaliterliğin canlanmasına
ne kadar elverişli olduğu da zihinlerde netleşir.
(…)
20. yüzyılın Polonyalı büyük şair
ve entelektüeli Aleksander Wat’a göre, komünizm ve özellikle de Stalinizm
“olumsuzlanmaya/yok sayılmaya küresel bir tepkiydi… Bütün hastalık, her şeyi
kuşatıcı/kapsayıcı bir şeye olan açlıktan, ihtiyaçtan doğdu.” Problem “her
şeyin aşırı fazlalığıydı. Çok fazla insan, çok fazla fikir, çok fazla kitap,
çok fazla sistem.” Bununla kim baş edebilirdi ki?
(…)
Kitabının başlığı olan Benim
Yüzyılım: Polonyalı Bir Entelektüelin Odyssey’i (My Century: The Odyssey
of a Polish Intellectual), ne abartılı ne de salt kendine işaret eder
nitelikte. Wat ve ailesi 20. yüzyılın tüm dehşetini bizzat yaşadı. Wat’ın
ailesi Orta Avrupalıydı ve tarihi “Yahudilik, Katoliklik ve ateizmin sınır
hattı”ndaydı. Söylediğine göre antisemitizm Sovyet hapis hayatının kalıcı bir
parçasıydı. Wat’ın ağabeyi Treblinka’da, küçük kardeşi ise Auschwitz’de can
verdi. Wat’ın kendisi de İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yedi yıl
Lubyanka da dâhil Sovyet hapishanelerinde ve Orta Asya’nın çöllerinde sürgünde
geçti. Stalin’den arındırma sürecinin akabinde 1957’de Doğu Bloku’nda kamusal
hayata girdi ve on yıl sonra Fransa’da intihar etti.
(...) Bütün bu işkenceler,
sürgünler, hapis hayatları ... 20. yüzyılda milyonların hayatını tasvir
ediyordu aslında; bütün bunlar ve daha fazlası ütopik ideolojilerin bir
neticesiydi.
Diyebilirsiniz ki “Ama 20. yüzyıl
nev-i şahsına münhasırdı; Hitler ve Stalin ölçeğinde diktatörler ancak bin
yılda bir gelir.” Wat’ın hikayesi geçen yüzyıl hakkında bunaltıcı bir klasik;
bugünle ne alakası var?
Gerçekten de [Z.T.K. İkinci
Dünya Savaşı sırasında Alman işgali altındaki Avrupa topraklarında Yahudileri
tamamen yok etmeye dönük bir Alman planı olan] Nihai Çözüm, nev-i şahsına
münhasırdı ve muadilleri de yok. Stalin’in terör aygıtı, sanayileşmiş ve
ideolojik dehşeti itibarıyla da tekti. (…) Ama aynı zamanda 21. yüzyılın 20.
yüzyıldan radikal bir şekilde farklı olduğuna –ki bir dereceye kadar bu gayet
doğrudur– ve dolayısıyla radikal biçimde farklı patolojiler ortaya çıkacağına
dair de bir kanaat var. Bu yüzden de Hitler’i ve Stalin’i bir girizgah değil de
bir geçmiş gibi araştırıyoruz. Ürkütücü dinozorlar gibi nesilleri tükendi. En
azından yaygın kanaate göre artık bunlar birer tehdit değil.
20. yüzyıl büyüklük
çağıydı: kuvvet kullanımını tekeline alan büyük askeri aygıtlarıyla büyük
endüstrileşmiş devletler – ki bu özellikleriyle söz konusu devletler büyük
kötülüklerin anası olabilir durumdaydılar. Ancak 21. yüzyıl küçüklük
çağı: post-endüstriyel siber araçlar ve iletişim araçlarıyla devlet gücünün
aşınması – ki bu araçlar gücü devletsiz grupların eline vererek devletlerin
tahakkümünü azaltmakta. Bu yüzden bugün artık kaos korkusu totaliterlik
kaosunun yerini aldı. Arap Stalin olan Saddam Hüseyin tasvir edilemeyecek denli
gaddar bir liderdi, ama ardından Irak’ta ortaya çıkan anarşi çok daha beter
oldu. (…)
Peki ama ya bu, hikayenin tamamı
değilse? Ya Stalinist ideolojinin psikolojik cazibesini anlatırken Wat, bize
çağımıza dair de ikazlarda bulunuyorsa? Ya süregelen kaosa üretilen cevap bizi
20. yüzyılın ideolojik yoğunluğuna geri götürürse? Yeni Hitlerlerden veya yeni
Stalinlerden veyahut onların hastalıklı çeşitlerinden bahsetmiyorum.
Günümüz dünyasında gerçekten de
yeni ütopik ideolojiler yığınının vakti gelmiş olabilir. 20. yüzyılın başlarına
kıyasla bugün çok daha fazla uyarıcının bombardımanı altındayız: Eğer ki Wat’ın
döneminde gerçekten çok fazla kitap ve fikir, çok fazla insan ve sistem var
idiyse, yine de onlar bugün bizim başa çıkmamız gereken miktara kıyasla oldukça
küçük sayılır. (…) Martin Heidegger’e göre teknoloji, aşırı kullanımından
dolayı yol açtığı zihnî ızdırap ve kafa karışıklığıyla hakiki bir amaçtan
yoksun. Bu yüzden geleneksel siyasetlerin tatmin edemeyeceği hayatlarımıza
çaresizce, bir an evvel mana katmamız gerekiyor. (…)
Bir de yalnızlık duygusu var. (…)
Hannah Arendt, devamında diyor ki totaliterlik, –muhtemel en kötü sonuca lineer
tarzda ulaştıracak şekilde çıkarımlar yapan– yalnız aklın ürünüdür ve bu yüzden
“[totaliterlik] bu hakikatten [yani yalnızlıktan] intiharvari bir
kaçıştır.” (…) Hâlihazırda insanlar daha evvel hiç olmadığı kadar yalnız olup
totaliter yalnız aklın semptomlarına (...) çok daha yatkın vaziyetteler.
Batı’dan Ortadoğu’ya, Rusya’dan
Çin’e dünyanın her yerinde insanlar, akıl sağlıklarını teskin etmek için bir
şeylere inanmaya son derece açlar. Uygun şartlar altında yeni dini ekolleri [benimsemeye]
tehlikeli bir şekilde hazırlar. Bugün Batı’daki yeni moda veya kült olarak
gelip geçici şeyler daha az istikrarlı ve daha kaotik toplumlarda radikalliğe
dönüşebilir.
Jet çağı elitlerinin bu gidişatı
yatıştırmakta veya dönüştürmekte pek de bir faydası olmayacaktır. Kozmopolitan,
giderek milliyetsizleşen, daha evvel hiç olmadığı kadar belli bir
ülkeye/toprağa veya mahalli aidiyetlere bağlı olmayan elitler, 7/24 kendi
işledikleri bilgi akışının tadını çıkarıyorlar. Her biri son derece parlak
zekâlı! Hiçbir şeye inanmadıkları halde her şeyi analiz edebiliyorlar ve
pasaportunu taşıdıkları ülkeye bağlılık hisleri gittikçe azalıyor. Bu kökünden
uzaklaşma hali, onları, ruhlarındaki boşluğu ve anlamsızlık duygusunu doldurmak
üzere yeni bir bütünlük (totality) ve yeni bir ekol özlemiyle yanıp
tutuşan ve isyan eden sözde avam kitlelerden hayret ve şok içinde kendilerini
tamamen ayrıştırmalarını sağlıyor.
İslam Devleti’nin yükselişi –ve
lideri Ebubekir el-Bağdadi–, 20. yüzyıl totaliterlerinin ayak izini takip eden
hastalık çeşitlerinin [21. yüzyıldaki] ilk belirtileri olarak
görülebilir. Bağdadi, Arap Baharı ve ABD’nin Irak’ı işgalinin yarattığı kaos
ortamında ortaya çıktı. Arap Baharı aslında, başlangıçta Batılı elitlerin ilan
ettiği üzere (…) demokrasinin bir yükselişi değil, daha ziyade siyasi ve ahlaki
otoritenin köklü bir kriziydi. (…) Bu şartlar ancak ve ancak yeni otoriterlik
çeşitlerine yol açar. Aleksander Wat’ın da muhtemelen farkına vardığı üzere,
anarşi ne kadar kötü olursa ve ne kadar uzun sürerse, otoriterliğin bu yeni
formlarının da daha ütopik ve milenyumcu olma ihtimali o kadar yükselir.
2011 başında Tahrir’de Batılı
gazetecilerin aklını çelen Kahire’deki liberal eğilimli elit, daha sonra Mısır
demokrasisinin Müslüman Kardeşler formatında tetiklediği kaosu azıcık
hissettiğinde yeni Firavunvari diktatör Abdülfettah es-Sisi’yi hemencecik kabul
edeceklerdi. Ama Mısır ciddi bir endişe kaynağı değil. Zira Mısır coğrafyası
kadim medeniyetlere ev sahipliği yapan Nil Vadisi çevresinde şekillendiğinden
buradaki devletin uzun ve doğal bir meşruiyet geleneği var ve bu yüzden ülkeyi
bir arada tutmak için boğucu otoriterlik şekillerine/araçlarına ihtiyaç yok.
Libya, Suriye ve Irak gibi ülkelerin ise kadim coğrafi devletlere göre
sınırları tanımlanmadığından hayatta kalabilmeleri için totaliterliğe kayan çok
daha aşırı otoriterlik çeşitlerine maruz kalmaları kaçınılmaz. Muammer Kaddafi,
Hafız ve Beşşar Esed ile Saddam Hüseyin rejimlerinin ideolojik yoğunluğunun
ardındaki temel sebep de işte buydu. Suriye ve Irak’ın sosyalist Baas
rejimleri, Ortadoğu’ya taşınan Avrupa’daki ütopik ideolojilerin bir çeşidiydi
aslında. Totaliterlik en tepedeki rejimle en aşağıdaki aşiret ve büyük aile
yapısı arasında kalan diğer her türlü siyasi örgütlenmeyi tamamen yok
ettiğinden Libya, Suriye ve Irak’ta rejimlerin çöküşünün sonucu anarşi oldu;
bundan sonra da liberal demokrasilere değil, diktatörlüğün yeni formlarına
evirileceklerdir. Ve buralardaki kaosun derinliği ve çapı Mısır’ın son dönemde
yaşadığından katbekat fazla olduğundan Libya, Suriye ve Irak’taki yeni
diktatörlüklerin şeklinin de –doğası itibarıyla– ütopik olma eğilimi önümüzde
bir tehdit olarak duruyor.
2003’ten beri Irak’ta insanlar,
(benim de hata yaparak desteklediğim) Amerikan işgali ve ardından da alelacele
geri çekilişi yüzünden Hobbes’çu barbarlığı ve onuru ve emniyeti yitirme halini
bizzat tecrübe ettiler. Iraklıların bu tecrübesi, hem Almanların Hitler’den
evvel yaşadıklarından çok daha derin hem de Lenin ile Stalin’e yol açan Ramanov
hanedanlığının çöküşü ve müteakip iç savaşta Rus bireylerin çektiğinden çok
daha büyüktü. 2011’den beri Libya ve Suriye Irak’ın tecrübe ettiğinin bir
benzerini yaşadı. (…)
Peki ama teknoloji insanları
birbiriyle iletişim halinde tutarak ve böylece tek ses haline getirerek
güçlendirmiyor mu? Tam da işte bu tek ses olma hali bir tehlikedir. İnternet
özgürlüğü bir kibirdir, kendini beğenmişliktir. İnsanların çoğu kendi
düşüncelerini kendilerinin şekillendirdiğini zannediyor; ama hakikat şu ki
düşüncelerinin çoğu, onlar adına düşünen başkaları tarafından hazırlanıyor.
İnternette yayılan bazı öğretiler veya blog veya tweetler 21. yüzyılda
bireyselciliğin geldiği noktanın acı bir yansımasıdır. Elektronik yığınlar,
totaliterliğin yeni ideolojilerinin yolunu hazırlayan yalnızlığın bir yok
sayımıdır. Savaş, suç ve kaos yüzünden her türlü bireysel onurun kökünden
kazındığı ülkelerde elektronik takipçiler yığınını bir düşünün; buralarda aşırı
dindarlığın postmodern formu tahayyül edilebilecek her derde deva tek ilaçtır.
Gerek Sünni gerekse Şii dünyada
İslam Devleti ve diğer cihatçı hareketlerin yükselişi, emperyal ve postemperyal
dönemde yepyeni bir olgu sayılmaz. Paris’te yaşayan, uluslararası politika
hakkında yazan deneyimli bir eleştirmen olan William Pfaff, 19. yüzyılda iki
defa yaşanan (…), çoğu kez kaybedilmiş altın çağı yeniden inşa etmeyi arzulayan
radikal popülist hareketlerin yükselişini incelemiş. Pfaff’ın tespitlerinden
hareketle diyebiliriz ki, Batı’da bizim “terörist” deyip geçtiğimiz Uganda
merkezli Tanrı’nın Direniş Ordusu ve Nijerya merkezli Boko Haram aslında
modernizmle küreselleşmenin ikiz tehditlerine karşı koyan birer kurtuluşçu
milenyum hareketleri.
Küreselleşmenin ivme kazanması,
toprağa ve etnisiteye olan geleneksel somut bağları sulandırarak ütopik
ideolojileri açığa çıkarma potansiyeline sahiptir; ortaya çıkan kısmi boşlukta
daha soyut ideallerin ve ütopya silahlarının cazibesi daha da artacaktır. Bizi
endişelendirmesi gereken sadece Ortadoğu değil. Çin de şu anda gelişmekte olan
bir ülkeden bir ulusal güvenlik devletine doğru dönüşüyor ve önümüzdeki
yıllarda büyüyen iktisadi problemleri karşısında milliyetçilikle merkezi
kontrolün yeni ve tehlikeli bir karışımını benimseyebilir. Rus lider Vladimir
Putin ise Rusya’nın zayıflayan toplumsal ve iktisadi şartlarına bir cevap
olarak kendisinden daha sağda konumlanan liderlerin baskısı altında; gelecekte
çok daha ileri düzeyde bir yabancı düşmanlığının ve milliyetçiliğin öncüsü olabilir.
Küreselleşme çağında sadece din değil, aynı zamanda milliyetçilik de çok da
ideolojik, liberal olmayan ve soyut bir hale bürünebilir.
(…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder