15 Aralık 2017 Cuma

D.HEARST: TRUMP ABBAS İLE ABDULLAH'A NASIL İHANET ETTİ?




David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 14.12.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

21 Ağustos 1969’da Denis Rohan isimli bir Avustralya vatandaşı, Haçlılara karşı önderlik ettiği askeri seferberlikle Müslümanların kahramanına dönüşen Selahaddin-i Eyyubî (1137-1193)’nin Mescid-i Aksa’ya bir hediyesi olan 800 yıllık ahşap minberi ateşe vermişti. Akıl hastası olarak nitelenmekle birlikte Rohan ilahi emre riayet ettiği düşüncesindeydi. Bütün bunlar, Yahudilerin caminin yıkıntıları üzerine [Süleyman] Mabedini inşa etmesini sağlamak ve böylelikle İsa Mesih’in [yeryüzüne] ikinci gelişini çabuklaştırmak içindi.

Harekete geçirici bir etki
Kadim minberi ve tavanın bir kısmını yakan kundaklama eylemi [Müslümanları] harekete geçirici bir etki yaptı. Bir ay sonra Müslüman ülkelerin 12 lideri ve temsilcisi Fas/Rabat’ta bir araya gelerek İslam Konferansı Teşkilatı (İKT)’nın temellerini attı.
Günümüzde üye sayısı 57’ye çıkmış bulunan teşkilat 13 Aralık Çarşamba günü İstanbul’da toplandı. Tıpkı 48 sene evvel olduğu gibi, Mescid-i Aksa yine onları harekete geçirici temel faktördü. Bu defa Mescid-i Aksa, Avustralyalı bir Evanjelik Hristiyan’ın saldırısına uğramak yerine, Amerika’da benzer inançtan mesihçi Hristiyanları tatmin etmeye çalışan bir Amerikan başkanınca tehdit edildi.
Zirve bir dizi hedefi başardı. Filistin devletinin başkenti olarak Doğu Kudüs’ü tanımak gibi bir tarihî karar almak suretiyle 57 ülkeyi, İsrail’in açıkça dillendirdiği Kudüs şehrini birleştirme niyetine karşı durur hale getirdi.
Bu adım, ağır bir diplomatik topun –İsrail ve ABD’nin irade ve isteğinden bağımsız şekilde– dünyada yuvarlanmaya başlamasını sağladı. Top, Asya’dan Latin Amerika ve Afrika’ya kadar her yere yuvarlanabilir. Bu durum diğer devletlerin büyükelçiliklerini sessiz sedasız Kudüs’e taşımalarını zorlaştıracaktır.
Bugün Amerikan Başkan Yardımcısı Mike Pence’in İsrail’e ziyaretini ertelemesi boşuna değil.
Bu zirve, 2011’den bu yana bölgeyi kasıp kavuran halk devrimi dalgası olan Arap Baharı ve [2014’ten itibaren de] Irak ile Suriye’de İslam Devleti’nin yönetimi[yle meşguliyet] yüzünden gündemden düşen Filistin’i bir kez daha İslam dünyasının merkezine yerleştirdi.
Ayrıca bu zirve, geçtiğimiz mayıs ayında Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın Riyad’da Donald Trump onuruna düzenlediği konferansı da gözden düşürmüş oldu.
İslamcı aşırıcılık konusunda Müslüman liderlere nutuk atan bir Amerikan başkanının yerine bu defa Müslüman liderler Trump’a kendi fundamentalizmini anlatarak fırça çektiler. Gölgede bırakılmak üzere olduklarının farkına varan Suudiler paniklediler.
İstanbul’a alt seviyeden Evkaf Bakanı’nı yolladılar, kendi medya organlarında bu zirveye ilişkin tüm yayınları kestiler ve el-Cezire’nin Kudüs protestolarına ilişkin yayınlarının şiddete teşvik işlevi gördüğüne dair bir başka hikâyeyi devreye soktular.

Açık çek yok
Daha da önemlisi, Arap devletlerinin saflarını yeniden belirlemelerinin temellerini İstanbul’un atmasıydı. Bu zirve, Batı yanlısı iki kilit Arap liderin –Ürdün Kralı Abdullah ile Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın– Washington’daki geleneksel müttefiklerine karşı isyanını teşhir etti.
Kral Abdullah, İsrail’i tanıyan ikinci Arap ülkesinin lideriydi; Abbas ise ömrünü, artık son nefesini veren iki devletli çözümü müzakereye adamış Filistin’in lideriydi.
İstanbul’da yaşanacakların önemini fark eden Suudi Arabistan ve Mısır, Abdullah ile Abbas’ın zirveye gidişini durdurmak için var gücüyle uğraştı. Abdullah ve Abbas, basında da yer aldığı gibi, Kahire’ye acil bir toplantı için çağrıldı. Sadece Abbas davete icabet etti. Konuyu çok yakından bilen ve fakat adının yazılmasını istemeyen kaynaklardan aldığım bilgilere göre, Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi, Filistin heyetinin İstanbul’a gitmemesi ve böylece konferansının önemini azaltması için Abbas’a baskı yaptı. İstanbul davetini geri çevirmesine yardımcı olmak için Abbas’ın felç geçirdiğine dair yalan haberler dahi yayıldı. Abbas bunu hiç dikkate almadı.
Bu arada Kral Abdullah da Riyad’a çağrıldı ve burada da, aldığım bilgilere göre, ona İstanbul’a gitmemesi söylendi. Kral Abdullah birkaç saat Riyad’da kaldı ve ardından İstanbul’a gitti.
Onların zirveye katılmaları hem Suudi Arabistan’a hem de ABD’ye birer mesajdı: Riyad’ın Trump’la anlaşması Ürdün ve Filistin tarafından kabul edilmedi ve bu çıkışlarıyla onlar Müslüman ülkelerin desteğini aldılar. Diğer bir deyişle verilen mesaj şuydu: Bilgimiz haricinde İsrail’le müzakere yürütmenize açık çek yok.
Hatıra fotoğrafında her iki lider de ateş soluyan İslamcı eğilimli Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la omuz omza durmak suretiyle isyanlarını ve öfkelerini kamuoyuna açık açık gösterdiler.
Abdullah, Erdoğan’ın şu cümlelerini dinlerken güçlü bir şekilde kafasını sallayarak desteğini gösteriyordu: “Buradan bir kez daha ifade ediyorum ki, Kudüs bizim kırmızı çizgimizdir. Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra’nın içinde bulunduğu Harem-i Şerif, 144 dönüm alanıyla ebediyete kadar Müslümanlara ait kalacaktır. İslam ülkeleri olarak başkenti Kudüs olan egemen ve bağımsız Filistin Devleti talebinden asla vazgeçmeyeceğiz. Hepimizin geleceğini ilgilendiren bu duruma seyirci kalamayız.”
Ardından Abbas hayatının konuşmasını yaptı. İki devletli çözüm için bastırmakla geçen ömrünün temel misyonunu mahvettiği için ABD’ye alabildiğine yüklendi. Dedi ki Kudüs [kararı] tüm kırmızı çizgileri geçti. Kalıcı bir barış anlaşması imzalanmadan tam bağımsız bir devlet ve tüm uluslararası örgütlere üyelik arayışına girmeme konusunda Washington’la vardığı centilmenlik anlaşması ifşa etmiş oldu ve bunu yırtıp atma aşamasına geçti.
Bu da demek oluyor ki Filistin’in eli, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde İsrail’e karşı dava açmakta bundan böyle serbest olacak. Ve üçüncüsü, Abbas, BM Güvenlik Konseyi’ne kendi kararlarını ihlal ettiği gerekçesiyle ABD’yi şikâyet edecek, ki Abbas’ın iddiasına göre, Washington buna karşı oy kullanamayacak.

İhanet eylemi
Abdullah da Abbas da Erdoğan’ın doğal müttefikleri değil. Bundan iki sene evvel Ürdün Kralı Abdullah, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın bölgesel düzen için teşkil ettiği tehditleri Amerikan Kongresi liderlerine anlatmak için Washington’a uçmuştu [Z.T.K. David Hearst’ün bu konuya değindiği daha evvelki bir yazısını okumak için TIKLAYINIZ]. Hamas’ın rekabetini şiddetle hisseden Abbas, defalarca el-Fetih’i milli birlik hükümetinden geri çekmeye kalkıştı.
Acaba hangi kuvvet, bütün bölgedeki safları değiştirebileceğini bile bile bu iki lideri İstanbul’daki konferansa gitmeye sevk etti? İslamcılarla yan yana olmaktan duydukları doğal gönülsüzlüklerini aşmaya sevk eden güçlü saikler olmalı.
Her iki lider de son Pew anketine göre bölgenin en popüler lideri olarak görülen Erdoğan’a ve Rusya’dan sonra bölgenin en etkili gücü olarak kabul gören Türkiye’ye yüzlerini döndüler.
İç siyaset bunda etkili. Her ikisi de kendi caddelerinde biriken öfkenin yoğunluğunu biliyorlar. Başkent Amman son on yılların en büyük eylemlerine sahne oldu. Ürdün nüfusunun yarıdan çoğu Filistinli mülteci ve bunların arasında 1967 Savaşı’ndan sonra Kudüs’ten çıkarılanlar da var. Başkent Amman’da yaşayanların ekseriyeti ya Filistinli mülteciler ya da Ürdün vatandaşlığı almış Filistinliler.
Her iki lider de Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararını siyasi bir ihanet olarak görüyor. Abbas için bu, nihai anlaşmaya varmadan Filistin davasını Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşımamayı içeren Washington’la vardığı sözlü anlaşmaya bir ihanet.
Abdullah için ihanetin boyutu bundan daha aşağı kalır değil. Ürdün’ün Harem-i Şerif’in muhafızı rolü öylesine geçici ve arızi bir durum değil. Barış anlaşmalarında, özellikle de Kral Hüseyin’in İsrail Başbakanı İzak Rabin’le imzaladığı 1994 tarihli Vadi Araba Antlaşması’nda bu rol açıkça yazıyor.
Yine Kral Hüseyin, 1988’de Ürdün’ün Batı Şeria üzerindeki hak iddiasından vazgeçip FKÖ’yü Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanıdığını duyurduğunda, ülkesinin Mescid-i Aksa’nın muhafızı konumunu sürdürmesinde ısrarcı olmuştu.

Şahsi boyut
Ancak gerek Abbas’ın gerekse Abdullah’ın dargınlıklarının üçüncü nedeni, diğer hepsinden çok daha ilginç: Şahsi boyut. Öfkeleri hakiki. Abbas’ın nazarında Trump, bir Filistin devletinin kurulmasına yönelik on yıllardır sarf edilen çabalara ihanet etti.
Abbas [Filistin toprakları üzerinde giderek] genişleyen bir İsrail karşısında enayi rolü oynadı ve [Yahudilerin] asla terk etmeyeceği topraklar üzerinde İsrail’in kanunlarını uygulamak suretiyle bu rolün bedelini günbegün ödedi.
Abdullah için bu, daha ziyade Haşimi ailesine bir hakaret. Bir kraliyet mensubuyla yaptığım uzun görüşmenin ardından bende bu kanaat hâkim olmuştu. Haşimiler, İslam’ın her üç kutsal beldesinin de –yani Mekke, Medine ve Kudüs’ün– muhafızı oldukları geçmişi hala daha hatırlıyorlar.
Bu tarih 1924 yılıydı, Osmanlı’ya karşı [1916’da] Büyük Arap İsyanını ilan eden Arap lider Hüseyin bin Ali el-Haşimi’nin Mekke ve Medine’yi kontrolü altına aldığı [Z.T.K. ve Türkiye’de Hilafet’in ilgasından birkaç gün sonra kendisini bütün Müslümanların halifesi olarak ilan ettiği] yıl… Aynı yıl Kudüs halkı ona şehri kontrol etme hakkını vermişti. Ancak 1924’ün sonuna doğru Hüseyin, Hicaz’ı Suudi sultanı Abdülaziz bin Suud’a kaptırdı [Z.T.K. ve İngilizlerin yardımıyla sürgüne giderek canını kurtardı].
Ürdün, büyük dedesi Abdullah’ın [Z.T.K. yani Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu ve bugünkü Ürdün kralının babasının dedesi Abdullah’ın] fitilini ateşlediği, bugün hala “Büyük Arap İsyanı” olarak anılan süreçten geriye tek kalan [Haşimilerin kontrolündeki belde]. Haşimi ailesinin geriye kalan tek dini meşruiyet kaynağı da Mescid-i Aksa’nın muhafızlığı. [Z.T.K. Haşimilerin Hicaz krallığı 1924-1925’te Suudilerin saldırısıyla, Irak krallığı da 1958’de askeri darbeyle devrilecekti.]
32 yaşındaki yeni yetme Suudi veliaht prensi, Filistin lideri Abbas’a Kudüs’ü ve mültecilerin geri dönüş hakkını unutmasını söylerken [Z.T.K. David Hearst’ün bu konuya değindiği daha evvelki yazısını okumak için TIKLAYINIZ] Haşimilerin bilicinde tarih yeniden canlanmaktaydı. Haşimiler, Suudi Ailesiyle kan davalarını ve yıllar yıllar önce üç kutsal beldeden ikisini yitirmiş olmalarını unutmuş değiller. Hala daha bunun acısı yüreklerinde taze.
Yani Kudüs, sadece yabancı bir ülkedeki bir dış mesele değil, aynı zamanda bu ülkelerdeki yöneticilerin meşruiyetlerinin de bir sınaması/ölçüsü. Aile tarihi Abdullah’a şunu salık veriyor: Yöneticiler olarak meşruiyetlerinin temel bir unsurunun ellerinden kayıp gitmesine izin verdiklerinde onu ebediyen kaybetmiş olurlar.

Kaybeden taraf?
Ürdün Kralı Abdullah’ın tercihi kendi risklerini de içinde barındırıyor. Şüpheciler, onun bir kez daha yanlış ata oynadığını söyleyebilirler. Bütün servet, askerî kuvvetin çoğu ve ileri teknoloji karşı eksenin –yani Suudi Arabistan, BAE, İsrail ve ABD’nin– kontrolünde. Bu ülkeler bir araya geldiklerinde güçlü bir eksen oluşturuyorlar.
Ancak babası Kral Hüseyin’in de tahtta kaldığı o upuzun süreçte [1952-1999], tam üç defa, bir Arap lider olarak kendi sezgilerini dinleyerek kazanan tarafta durmayı nasıl reddettiğini hatırlayacaktır.
1967’de İsrailliler Kral Hüseyin’i uyardığı halde o dinlememiş ve eski düşmanı Mısır lideri Cemal Abdünnasır’la uzlaşmıştı [Z.T.K. Mayıs 1967’de bir savunma ve askeri işbirliği anlaşması imzalamıştı]. Ürdün eski enformasyon bakanlarından Leyla Şaraf bir el-Cezire belgeselinde şöyle demişti: “Hüseyin için bu savaşın dışında kalma seçeneği yoktu. Eğer bunu yapsaydı herkes [Arapların] yenilgisinden onu sorumlu tutup suçlayacaktı.” [Z.T.K. Tıpkı 1948 Savaşı’ndaki ve öncesindeki politikalarıyla Ürdün Kralı’nın ihanetle suçlanarak 1951’de öldürülmesi gibi…]
Hüseyin, 1973’te Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ile Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esed’in [İsrail’e karşı] başlattığı savaşta Suriye’ye Golan Tepeleri’nde yardımcı olması için askerî birliklerini yolladı. Yine 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’nda Hüseyin, Irak lideri Saddam Hüseyin’e destek verdi [Z.T.K. Bunun bedeli olarak Suudi Arabistan Amman yönetimine tüm maddi yardımlarını kesti, Kuveyt ve diğer Körfez ülkelerinden kovulan yüz binlerce Filistinli buraya sığındı ve Ürdün büyük bir ekonomik krize girdi].
Ürdün, yenilgiye doğru gittiklerini bile bile her defasında Arap kardeşleriyle birlikte saf tuttu. Hüseyin, 1967 Savaşı’ndaki yenilginin boyutunu önceden görememişti, ama Ürdün’ün kaybedeceğini biliyordu [Z.T.K. 1967 Savaşı’nda altı günde İsrail üç Arap ülkesinin ordularını etkisizleştirerek topraklarını üç kat genişletecek, 1948’den beri Amman’ın kontrolünde bulunan Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü işgal edecekti]. Niçin? Çünkü aksini yapmak çok daha büyük ve belki de varoluşsal bir riske maruz kalmak anlamına geliyordu. Abdullah’ın şu an kendisini içinde bulduğu konum işte tam da bunun bir benzeri.
Trump’ın açıklamasının Ürdün için en kötü yanı, Amerikan Başkanı’nın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımanın sahadaki gerçekliği yansıttığı konusundaki ısrarıydı. Trump -her biri İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhakını reddeden- hukukilik/meşruiyet, uluslararası hukuk, antlaşmalar ve BM kararları gibi şeyleri umursamıyor bile.
Bu, İsrail’in kabul edilemez şekilde fetihle ve yerleşimlerle Kudüs’te tesis ettiği “fiili gerçekliğin” bir dönüşüm daha geçirmesi.

Bunu yazacağımı asla düşünmezdim ama bir kerecik olsun Ürdün Kralı Abdullah ve Filistin Devlet Başkanı Abbas Arap liderleri payesini kazandılar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder