David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian
gazetesi eski dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 14.12.2017
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
NOT: Lütfen kaynak
göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız,
alıntılamayınız, yayınlamayınız
21 Ağustos 1969’da
Denis Rohan isimli bir Avustralya vatandaşı, Haçlılara karşı önderlik ettiği
askeri seferberlikle Müslümanların kahramanına dönüşen Selahaddin-i Eyyubî
(1137-1193)’nin Mescid-i Aksa’ya bir hediyesi olan 800 yıllık ahşap minberi
ateşe vermişti. Akıl hastası olarak nitelenmekle birlikte Rohan ilahi emre
riayet ettiği düşüncesindeydi. Bütün bunlar, Yahudilerin caminin yıkıntıları
üzerine [Süleyman] Mabedini inşa etmesini sağlamak ve böylelikle İsa
Mesih’in [yeryüzüne] ikinci gelişini çabuklaştırmak içindi.
Harekete geçirici
bir etki
Kadim minberi ve
tavanın bir kısmını yakan kundaklama eylemi [Müslümanları] harekete
geçirici bir etki yaptı. Bir ay sonra Müslüman ülkelerin 12 lideri ve
temsilcisi Fas/Rabat’ta bir araya gelerek İslam Konferansı Teşkilatı (İKT)’nın
temellerini attı.
Günümüzde üye
sayısı 57’ye çıkmış bulunan teşkilat 13 Aralık Çarşamba günü İstanbul’da
toplandı. Tıpkı 48 sene evvel olduğu gibi, Mescid-i Aksa yine onları harekete
geçirici temel faktördü. Bu defa Mescid-i Aksa, Avustralyalı bir Evanjelik
Hristiyan’ın saldırısına uğramak yerine, Amerika’da benzer inançtan mesihçi
Hristiyanları tatmin etmeye çalışan bir Amerikan başkanınca tehdit edildi.
Zirve bir dizi
hedefi başardı. Filistin devletinin başkenti olarak Doğu Kudüs’ü tanımak gibi
bir tarihî karar almak suretiyle 57 ülkeyi, İsrail’in açıkça dillendirdiği
Kudüs şehrini birleştirme niyetine karşı durur hale getirdi.
Bu adım, ağır bir
diplomatik topun –İsrail ve ABD’nin irade ve isteğinden bağımsız şekilde–
dünyada yuvarlanmaya başlamasını sağladı. Top, Asya’dan Latin Amerika ve
Afrika’ya kadar her yere yuvarlanabilir. Bu durum diğer devletlerin
büyükelçiliklerini sessiz sedasız Kudüs’e taşımalarını zorlaştıracaktır.
Bugün Amerikan
Başkan Yardımcısı Mike Pence’in İsrail’e ziyaretini ertelemesi boşuna değil.
Bu zirve, 2011’den
bu yana bölgeyi kasıp kavuran halk devrimi dalgası olan Arap Baharı ve [2014’ten
itibaren de] Irak ile Suriye’de İslam Devleti’nin yönetimi[yle
meşguliyet] yüzünden gündemden düşen Filistin’i bir kez daha İslam
dünyasının merkezine yerleştirdi.
Ayrıca bu zirve,
geçtiğimiz mayıs ayında Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın Riyad’da
Donald Trump onuruna düzenlediği konferansı da gözden düşürmüş oldu.
İslamcı aşırıcılık
konusunda Müslüman liderlere nutuk atan bir Amerikan başkanının yerine bu defa
Müslüman liderler Trump’a kendi fundamentalizmini anlatarak fırça çektiler.
Gölgede bırakılmak üzere olduklarının farkına varan Suudiler paniklediler.
İstanbul’a alt seviyeden
Evkaf Bakanı’nı yolladılar, kendi medya organlarında bu zirveye ilişkin tüm
yayınları kestiler ve el-Cezire’nin Kudüs protestolarına ilişkin
yayınlarının şiddete teşvik işlevi gördüğüne dair bir başka hikâyeyi devreye
soktular.
Açık çek yok
Daha da önemlisi,
Arap devletlerinin saflarını yeniden belirlemelerinin temellerini İstanbul’un
atmasıydı. Bu zirve, Batı yanlısı iki kilit Arap liderin –Ürdün Kralı Abdullah
ile Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın– Washington’daki geleneksel müttefiklerine
karşı isyanını teşhir etti.
Kral Abdullah,
İsrail’i tanıyan ikinci Arap ülkesinin lideriydi; Abbas ise ömrünü, artık son
nefesini veren iki devletli çözümü müzakereye adamış Filistin’in lideriydi.
İstanbul’da
yaşanacakların önemini fark eden Suudi Arabistan ve Mısır, Abdullah ile
Abbas’ın zirveye gidişini durdurmak için var gücüyle uğraştı. Abdullah ve
Abbas, basında da yer aldığı gibi, Kahire’ye acil bir toplantı için çağrıldı.
Sadece Abbas davete icabet etti. Konuyu çok yakından bilen ve fakat adının
yazılmasını istemeyen kaynaklardan aldığım bilgilere göre, Mısır Cumhurbaşkanı
Abdülfettah es-Sisi, Filistin heyetinin İstanbul’a gitmemesi ve böylece
konferansının önemini azaltması için Abbas’a baskı yaptı. İstanbul davetini
geri çevirmesine yardımcı olmak için Abbas’ın felç geçirdiğine dair yalan
haberler dahi yayıldı. Abbas bunu hiç dikkate almadı.
Bu arada Kral
Abdullah da Riyad’a çağrıldı ve burada da, aldığım bilgilere göre, ona
İstanbul’a gitmemesi söylendi. Kral Abdullah birkaç saat Riyad’da kaldı ve
ardından İstanbul’a gitti.
Onların zirveye
katılmaları hem Suudi Arabistan’a hem de ABD’ye birer mesajdı: Riyad’ın
Trump’la anlaşması Ürdün ve Filistin tarafından kabul edilmedi ve bu
çıkışlarıyla onlar Müslüman ülkelerin desteğini aldılar. Diğer bir deyişle
verilen mesaj şuydu: Bilgimiz haricinde İsrail’le müzakere yürütmenize açık çek
yok.
Hatıra fotoğrafında
her iki lider de ateş soluyan İslamcı eğilimli Türkiye Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’la omuz omza durmak suretiyle isyanlarını ve öfkelerini
kamuoyuna açık açık gösterdiler.
Abdullah,
Erdoğan’ın şu cümlelerini dinlerken güçlü bir şekilde kafasını sallayarak
desteğini gösteriyordu: “Buradan bir kez daha ifade ediyorum ki, Kudüs bizim
kırmızı çizgimizdir. Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra’nın içinde bulunduğu
Harem-i Şerif, 144 dönüm alanıyla ebediyete kadar Müslümanlara ait kalacaktır.
İslam ülkeleri olarak başkenti Kudüs olan egemen ve bağımsız Filistin Devleti
talebinden asla vazgeçmeyeceğiz. Hepimizin geleceğini ilgilendiren bu duruma
seyirci kalamayız.”
Ardından Abbas
hayatının konuşmasını yaptı. İki devletli çözüm için bastırmakla geçen ömrünün
temel misyonunu mahvettiği için ABD’ye alabildiğine yüklendi. Dedi ki Kudüs [kararı]
tüm kırmızı çizgileri geçti. Kalıcı bir barış anlaşması imzalanmadan tam
bağımsız bir devlet ve tüm uluslararası örgütlere üyelik arayışına girmeme
konusunda Washington’la vardığı centilmenlik anlaşması ifşa etmiş oldu ve bunu
yırtıp atma aşamasına geçti.
Bu da demek oluyor
ki Filistin’in eli, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde İsrail’e karşı dava açmakta
bundan böyle serbest olacak. Ve üçüncüsü, Abbas, BM Güvenlik Konseyi’ne kendi
kararlarını ihlal ettiği gerekçesiyle ABD’yi şikâyet edecek, ki Abbas’ın
iddiasına göre, Washington buna karşı oy kullanamayacak.
İhanet eylemi
Abdullah da Abbas
da Erdoğan’ın doğal müttefikleri değil. Bundan iki sene evvel Ürdün Kralı
Abdullah, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın bölgesel düzen için teşkil ettiği
tehditleri Amerikan Kongresi liderlerine anlatmak için Washington’a uçmuştu [Z.T.K.
David Hearst’ün bu konuya değindiği daha evvelki bir yazısını okumak için
TIKLAYINIZ].
Hamas’ın rekabetini şiddetle hisseden Abbas, defalarca el-Fetih’i milli birlik
hükümetinden geri çekmeye kalkıştı.
Acaba hangi kuvvet,
bütün bölgedeki safları değiştirebileceğini bile bile bu iki lideri
İstanbul’daki konferansa gitmeye sevk etti? İslamcılarla yan yana olmaktan
duydukları doğal gönülsüzlüklerini aşmaya sevk eden güçlü saikler olmalı.
Her iki lider de
son Pew anketine göre bölgenin en popüler lideri olarak görülen Erdoğan’a ve
Rusya’dan sonra bölgenin en etkili gücü olarak kabul gören Türkiye’ye yüzlerini
döndüler.
İç siyaset bunda
etkili. Her ikisi de kendi caddelerinde biriken öfkenin yoğunluğunu biliyorlar.
Başkent Amman son on yılların en büyük eylemlerine sahne oldu. Ürdün nüfusunun
yarıdan çoğu Filistinli mülteci ve bunların arasında 1967 Savaşı’ndan sonra
Kudüs’ten çıkarılanlar da var. Başkent Amman’da yaşayanların ekseriyeti ya
Filistinli mülteciler ya da Ürdün vatandaşlığı almış Filistinliler.
Her iki lider de
Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararını siyasi bir ihanet
olarak görüyor. Abbas için bu, nihai anlaşmaya varmadan Filistin davasını
Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşımamayı içeren Washington’la vardığı sözlü
anlaşmaya bir ihanet.
Abdullah için
ihanetin boyutu bundan daha aşağı kalır değil. Ürdün’ün Harem-i Şerif’in
muhafızı rolü öylesine geçici ve arızi bir durum değil. Barış anlaşmalarında,
özellikle de Kral Hüseyin’in İsrail Başbakanı İzak Rabin’le imzaladığı 1994
tarihli Vadi Araba Antlaşması’nda bu rol açıkça yazıyor.
Yine Kral Hüseyin,
1988’de Ürdün’ün Batı Şeria üzerindeki hak iddiasından vazgeçip FKÖ’yü Filistin
halkının tek temsilcisi olarak tanıdığını duyurduğunda, ülkesinin Mescid-i
Aksa’nın muhafızı konumunu sürdürmesinde ısrarcı olmuştu.
Şahsi boyut
Ancak gerek Abbas’ın
gerekse Abdullah’ın dargınlıklarının üçüncü nedeni, diğer hepsinden çok daha
ilginç: Şahsi boyut. Öfkeleri hakiki. Abbas’ın nazarında Trump, bir Filistin
devletinin kurulmasına yönelik on yıllardır sarf edilen çabalara ihanet etti.
Abbas [Filistin
toprakları üzerinde giderek] genişleyen bir İsrail karşısında enayi rolü
oynadı ve [Yahudilerin] asla terk etmeyeceği topraklar üzerinde
İsrail’in kanunlarını uygulamak suretiyle bu rolün bedelini günbegün ödedi.
Abdullah için bu, daha
ziyade Haşimi ailesine bir hakaret. Bir kraliyet mensubuyla yaptığım uzun
görüşmenin ardından bende bu kanaat hâkim olmuştu. Haşimiler, İslam’ın her üç
kutsal beldesinin de –yani Mekke, Medine ve Kudüs’ün– muhafızı oldukları geçmişi
hala daha hatırlıyorlar.
Bu tarih 1924 yılıydı,
Osmanlı’ya karşı [1916’da] Büyük Arap İsyanını ilan eden Arap lider
Hüseyin bin Ali el-Haşimi’nin Mekke ve Medine’yi kontrolü altına aldığı [Z.T.K.
ve Türkiye’de Hilafet’in ilgasından birkaç gün sonra kendisini bütün
Müslümanların halifesi olarak ilan ettiği] yıl… Aynı yıl Kudüs halkı ona
şehri kontrol etme hakkını vermişti. Ancak 1924’ün sonuna doğru Hüseyin,
Hicaz’ı Suudi sultanı Abdülaziz bin Suud’a kaptırdı [Z.T.K. ve
İngilizlerin yardımıyla sürgüne giderek canını kurtardı].
Ürdün, büyük dedesi
Abdullah’ın [Z.T.K. yani Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu ve bugünkü
Ürdün kralının babasının dedesi Abdullah’ın] fitilini ateşlediği, bugün
hala “Büyük Arap İsyanı” olarak anılan süreçten geriye tek kalan [Haşimilerin kontrolündeki belde]. Haşimi ailesinin geriye kalan tek dini meşruiyet kaynağı da Mescid-i
Aksa’nın muhafızlığı. [Z.T.K. Haşimilerin Hicaz krallığı 1924-1925’te
Suudilerin saldırısıyla, Irak krallığı da 1958’de askeri darbeyle
devrilecekti.]
32 yaşındaki yeni
yetme Suudi veliaht prensi, Filistin lideri Abbas’a Kudüs’ü ve mültecilerin
geri dönüş hakkını unutmasını söylerken [Z.T.K. David Hearst’ün bu
konuya değindiği daha evvelki yazısını okumak için TIKLAYINIZ]
Haşimilerin bilicinde tarih yeniden canlanmaktaydı. Haşimiler, Suudi
Ailesiyle kan davalarını ve yıllar yıllar önce üç kutsal beldeden ikisini
yitirmiş olmalarını unutmuş değiller. Hala daha bunun acısı yüreklerinde taze.
Yani Kudüs, sadece
yabancı bir ülkedeki bir dış mesele değil, aynı zamanda bu ülkelerdeki
yöneticilerin meşruiyetlerinin de bir sınaması/ölçüsü. Aile tarihi Abdullah’a
şunu salık veriyor: Yöneticiler olarak meşruiyetlerinin temel bir unsurunun
ellerinden kayıp gitmesine izin verdiklerinde onu ebediyen kaybetmiş olurlar.
Kaybeden taraf?
Ürdün Kralı
Abdullah’ın tercihi kendi risklerini de içinde barındırıyor. Şüpheciler, onun
bir kez daha yanlış ata oynadığını söyleyebilirler. Bütün servet, askerî
kuvvetin çoğu ve ileri teknoloji karşı eksenin –yani Suudi Arabistan, BAE,
İsrail ve ABD’nin– kontrolünde. Bu ülkeler bir araya geldiklerinde güçlü bir
eksen oluşturuyorlar.
Ancak babası Kral
Hüseyin’in de tahtta kaldığı o upuzun süreçte [1952-1999], tam üç defa,
bir Arap lider olarak kendi sezgilerini dinleyerek kazanan tarafta durmayı
nasıl reddettiğini hatırlayacaktır.
1967’de İsrailliler
Kral Hüseyin’i uyardığı halde o dinlememiş ve eski düşmanı Mısır lideri Cemal
Abdünnasır’la uzlaşmıştı [Z.T.K. Mayıs 1967’de bir savunma ve askeri
işbirliği anlaşması imzalamıştı]. Ürdün eski enformasyon bakanlarından
Leyla Şaraf bir el-Cezire belgeselinde şöyle demişti: “Hüseyin için bu
savaşın dışında kalma seçeneği yoktu. Eğer bunu yapsaydı herkes [Arapların]
yenilgisinden onu sorumlu tutup suçlayacaktı.” [Z.T.K. Tıpkı 1948
Savaşı’ndaki ve öncesindeki politikalarıyla Ürdün Kralı’nın ihanetle suçlanarak
1951’de öldürülmesi gibi…]
Hüseyin, 1973’te
Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ile Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esed’in [İsrail’e
karşı] başlattığı savaşta Suriye’ye Golan Tepeleri’nde yardımcı olması için
askerî birliklerini yolladı. Yine 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’nda Hüseyin,
Irak lideri Saddam Hüseyin’e destek verdi [Z.T.K. Bunun bedeli olarak
Suudi Arabistan Amman yönetimine tüm maddi yardımlarını kesti, Kuveyt ve diğer
Körfez ülkelerinden kovulan yüz binlerce Filistinli buraya sığındı ve Ürdün
büyük bir ekonomik krize girdi].
Ürdün, yenilgiye
doğru gittiklerini bile bile her defasında Arap kardeşleriyle birlikte saf
tuttu. Hüseyin, 1967 Savaşı’ndaki yenilginin boyutunu önceden görememişti, ama
Ürdün’ün kaybedeceğini biliyordu [Z.T.K. 1967 Savaşı’nda altı günde
İsrail üç Arap ülkesinin ordularını etkisizleştirerek topraklarını üç kat
genişletecek, 1948’den beri Amman’ın kontrolünde bulunan Batı Şeria ve Doğu
Kudüs’ü işgal edecekti]. Niçin? Çünkü aksini yapmak çok daha büyük ve belki
de varoluşsal bir riske maruz kalmak anlamına geliyordu. Abdullah’ın şu an
kendisini içinde bulduğu konum işte tam da bunun bir benzeri.
Trump’ın
açıklamasının Ürdün için en kötü yanı, Amerikan Başkanı’nın Kudüs’ü İsrail’in
başkenti olarak tanımanın sahadaki gerçekliği yansıttığı konusundaki ısrarıydı.
Trump -her biri İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhakını reddeden- hukukilik/meşruiyet,
uluslararası hukuk, antlaşmalar ve BM kararları gibi şeyleri umursamıyor bile.
Bu, İsrail’in kabul
edilemez şekilde fetihle ve yerleşimlerle Kudüs’te tesis ettiği “fiili
gerçekliğin” bir dönüşüm daha geçirmesi.
Bunu yazacağımı
asla düşünmezdim ama bir kerecik olsun Ürdün Kralı Abdullah ve Filistin Devlet
Başkanı Abbas Arap liderleri payesini kazandılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder