SALGIN
SONRASI NE TÜR BİR DÜNYA BEKLENEBİLİR?
Beşir Nafi (Arap dünyasının önde gelen
düşünürlerinden tarih profesörü; eş-Şark Forum ve el-Cezire Araştırma Merkezi
kıdemli araştırmacısı; Londra Üniversitesi’ne bağlı Birkbeck College ve Muslim
College’da ders veriyor)
Al Sharq
Forum, 25.4.2020
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu tercüme Al Sharq Forum web
sitesinde 25.4.2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Çok uzun olduğundan bloguma yedi bölümden sadece üçünü
yüklediğim bu önemli yazının PDF’sine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve
infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.
Giriş
Covid-19 salgınının modern dünyanın
geleceği, uluslararası sistemin dayandığı kurumlar ve rejimler konusunda geniş
çaplı bir tartışma dalgası başlatması şaşırtıcı değil. Bu, en azından insan ve
toplum bilinci açısından eşi görülmemiş bir salgın. İnsanoğlunun
hafızasında 14. yüzyılın ortalarında görülen vebadan tutun 1918-1920’deki
İspanyol gribine kadar bugünkünden çok daha şiddetli ve feci salgınlar kayıtlı.
Ancak geçmişteki salgın dönemlerinde ne bugünkü gibi hızlı ve dakik iletişim
araçları vardı ne de insanların devletlerinden beklentileri şu anki
seviyedeydi. Covid-19 virüsünün Çin dışına yayılmasından haftalar sonra onlarca,
hatta yüzlerce milyon insan salgının yayılmasını ve insani, toplumsal ve
iktisadi etkilerini somut ve gerçekçi bir şekilde tecrübe etmeye başladı.
10 Nisan itibarıyla koronavirüs 1,5
milyondan fazla insanı etkiledi (ki henüz muayene olup teşhis konmamış ve bu
nedenle resmî rakamlara eklenmemiş hastalığın bulaştığı çok daha fazla kimse
var); 100.000’i aşkın insan hayatını kaybetti; yeryüzünde hayatı, savaş
rüzgârlarının kasıp kavurmadığı kadar kırıp geçirdi. Şimdiye kadar en
fazla Kuzey Yarımküre etkilenmiş gibi görünse de salgın vakası olduğunu
bildiren ülke sayısı 200’ü aştı. Bu ülkelerin en az üçte biri, salgını kontrol
altına alabilmek ümidiyle Mart ayının ilk yarısından itibaren ardı ardına
toplumsal ve iktisadi faaliyetleri tamamen veya tamamına yakınını durdurduğunu
ve sosyal mesafe kurallarını katı bir şekilde uygulayacağını açıkladı.
İstanbul, Londra ve Paris’ten tutun New York’a kadar dünyanın doğusundan
batısına 21. yüzyıl resmini sunan hayat dolu büyük şehirleri korku, endişe ve
belirsizlikle kaplı sessiz metropollere dönüştü.
Son birkaç haftadır siyaset bilimciler,
tarihçiler, filozoflar ve uluslararası ilişkiler uzmanları salgın sonrası nasıl
bir dünyanın doğacağı sorusu üzerinde merakla duruyorlar. Acaba dünya ve
uluslararası sistem daha iyiye doğru bir değişime mi şahit olur, yoksa salgın
korkusu sona erdikten sonra insanlık eski haline mi döner? Salgın devlet
aygıtını, devletin halkıyla ilişkisini ve devletlerin birbirleriyle
ilişkilerini ne ölçüde yeniden şekillendirir? Dünyayı ağır bir iktisadi
durgunluğa sürüklediğinden artık hiç şüphe duyulmayan salgının temelini
atabileceği iktisadi model nedir? 1990’lardan bu yana hızla gelişen küresel
ilişkilerin kaderi nedir? Salgının bizzat kendisi, dünyanın birliğine ve
halkların eşitliğine trajik bir tanık değil midir?
Bunlar, salgın sonrası dünyayla ilgili
tartışma sayfalarını işgal eden ve aşağıdaki tartışmada ele alınacak önemli
konulardan bazıları. Ancak bu konuları ele almadan evvel, belki de bilinenleri
ve salgının gidişatıyla ilgili bilinmeyenleri çıkarımlar yapıp tahmin etmeye ve
salgının dünyayla, dünya devletleri ve halklarıyla bağlantısını keşfetmeye
çalışmak lazım.
Salgın ve Dünya: Birlik de Değiliz, Eşit
de (PDF’den ulaşabilirsiniz)
Neoliberal Ekonomi İçin Büyük Buhran ve
Artan Durgunluk (PDF’den
ulaşabilirsiniz)
Küreselleşme Ütopyası (PDF’den ulaşabilirsiniz)
Devlet, Halk ve Aralarındaki İlişkiler
Devlet egemenliği kavramı, 1648 Vestfalya
Barışı sonrası dönemde doğdu; ancak devlet 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar
merkezi bir kontrol ve tahakküm kurumuna dönüşmeye başlamadı. 19. yüzyıl ve 20.
yüzyılın başları, devlet kurumunun olgunlaşmasına, devletin uluslararası
sistemin temel birimine dönüşmesine ve -yavaş yavaş- güç ve yeteneklerini en
üst düzeye çıkarmaya dönük bir araçtan başlı başına bir amaca ve zaman zaman da
kudretli bir seküler tanrıya dönüşmesine tanıklık etti.
Sağlam bir kanuni yapıya sahip anayasal
demokratik devletlerde yasama erki devletin hükmedici, düzenleyici ve gözetleyici
kapasitesini güçlendirmek için kullanıldı. Diktatörlüklerde aynı amaçlara
ulaşmak için esasen kanuna hiç ihtiyaç duyulmadı. Kriz, savaş ve -gerçek veya
hayali- tehdit gibi dönemler, devletin ilerleyişi ve yükselişi karşısında
toplumun direncindeki düşüş hesaba katıldığında, devlet kontrolünü ve
tahakkümünü yeniden pekiştirmek için bulunmaz birer fırsattır. Geçen yüzyıl
boyunca dünya, -devletin halkın tehlikelerden korunma arzusunun odağı haline
geldiğinde- bir yandan devlet kurumunun gücü ve kontrol seviyesi diğer yandan
kriz, savaş ve tehdit dönemleri arasında diyalektik bir ilişkiye şahit oldu.
Devletin birincil görevi, halkını
tehlikeden korumaktır; kriz dönemlerinde devletin -halkın rızası ve kabulüyle-
genellikle olağanüstü yetkiler kazanma yoluna başvurması alışılmıştır. Ancak
tarihi tecrübe kriz, savaş ve tehdit dönemlerinin sona ermesinin devletin bütün
bu yetkilerinden vazgeçeceği anlamına gelmediğini, aksine her zaman bu
yetkilerinden bazılarını sürdürdüğünü ortaya koymaktadır. Böylece devlet
kurumu, kriz dönemlerinden çok daha güçlü ve kontrol ve tahakküm kurabilir
şekilde çıkmakta; sonuçta halkın devlete bağımlılığı artmakta ve müstakbel
kriz, savaş ve tehdit hallerinde devletin koruma kabiliyetini sabırsızlıkla
beklemektedir.
Şüphesiz ki devlet aygıtı, geçtiğimiz
birkaç ay içinde salgınla mücadele için kendi kendine edindiği -ve salgın
uzadığı takdirde elde edebileceği yeni- yetkilerin bir kısmını, krizin sona
ermesinin ardından bırakacak. Ancak bu yetkileri tamamıyla bırakmayacağı da
kesin. “Teröre karşı savaş” olarak bilinen [11 Eylül sonrası] yıllarda devlet
kurumunun bilhassa ulaşım, seyahat, eğitim ve modern teknolojilerin kullanımı
alanlarında edindiği düzenleyici/gözetleyici yetkilerin çoğu hala daha
yürürlükte.
Öte yandan salgın, ayrıcalıklı ulusal
boyutuyla devletin rolünü uluslararası alanda yeniden pekiştirmek için bir
başka fırsat sunuyor. Sosyal Demokrat olan Almanya eski Dışişleri Bakanı Sigmar
Gabriel, “Otuz yıl boyunca devleti küçültmek için çalıştık” şeklindeki anlamlı
sözüyle, gelecek nesillerin bu kadar naif olmayacağına işaret etti.
Gerçek şu ki salgın, devletler arasındaki ilişki konusunda çelişkili
çağrışımları beraberinde getirdi. Bir yandan salgın, ne kadar güçlü ve
kapasiteli olursa olsun bir ülkenin, -salgınlardan, iklim değişikliğinden ve
küresel ekonominin çarklarının durdurulmasından kaynaklanan krizlerin de
aralarında olduğu- küresel nitelikli bir krize tek başına karşı koyamayacağını
ortaya çıkardı. Öte yandan salgın, ulus-devletin çatışmacı eğilimini ve
-salgınla mücadele için gerekli sıhhi ve tıbbi malzeme ve ekipmanı elde etmek
amacıyla- çoğu zaman gayri ahlaki ve gayri insani rekabetlere dalma dürtüsünü
daha da körükledi.
G20 liderlerinin uzaktan toplantıları da
dahil büyük devletlerin liderleri arasında temaslar gerçekleşmesine rağmen şu
aşikâr ki, salgınla mücadele ulusal temelde gerçekleşmekte ve ne hastalığa en
iyi tedaviyi belirlemek ve Covid-19 virüsüne karşı aşı geliştirmek için ne de
salgının beklenen sonuçlarının kontrol altına alınması için gereken iktisadi
tedbirler üzerinde uzlaşma noktasında hiçbir düzeyde uluslararası koordinasyon
bulunmuyor. Salgın geriledikten sonra devletlerin, halklarının temel
ihtiyaçlarında kendi kendine yeterlilik seçeneğine öncelik vermeleri ve böylece
karşılıklı bağımlılık söylemlerinin azalması bekleniyor.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi bölgesel
örgütlerin kapsamının ve çalışmalarının sürekli genişlemesi, ulus ötesi
şirketlerin ortaya çıkması (ki yanlış bir şekilde çokuluslu şirketler olarak bilinirler)
ve küreselleşme söyleminin cazibesi ulus-devletin gerilediğine ve önemi ve
rolünün azaldığına dair bir inancın doğmasına katkıda bulundu. Ancak son on
yıl, ulus-devletin gerilediğine dair bahislerin aceleci olduğunu somut bir
şekilde gösterdi. Bazı Avrupa Birliği ülkelerinde sağcı güçlerin iktidara
gelmesi, birçok bölgesel örgütün gücü ve etkinliğindeki sürekli düşüş ve
Amerikan başkanlık seçimlerinde “Önce Amerika” programının zaferi esasında
ulusdevletin gerilemesine dair hesapların doğru olmadığını ortaya döktü. Büyük
ekonomilere sahip devletler arasındaki keskin ticari gerilimler, çok geçmeden
ulus-aşırı şirketlerin gerçek büyüklüğünü gözler önüne serdi ve nihayetinde bu
şirketler bir ulusal kökene de dayandıklarından ait oldukları ana ülkeye ve
kararına isyan etmelerini zorlaştırdı. Salgının yaptığı, en az on yıl önce
hızlıca başlayan uluslararası ilişkiler alanına “devletin geri dönüş” eğilimini
pekiştirmek oldu.
Kritik Jeopolitik Değişimler? (PDF’den ulaşabilirsiniz)
Salgın Sonrası Dünya
Lenin günün birinde şöyle demiş: “On
yıllar vardır, hiçbir şey olmayan; haftalar vardır, on yıllar yaşanan.”
Şüphesiz Ocak ayı sonundan bugüne uzanan salgın haftaları, dünyanın belki de
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana benzerini hiç görmediği birtakım yıkıcı
gerçeklere tanıklık etti. Salgın hem hayatın bizzat kendisi hem ekonomi, toplum
ve psikoloji hem de siyaset, sosyopolitik modeller ve uluslararası ilişkiler
üzerinde muhtelif etkiler bırakacak. Ancak salgın sonrası dünyanın önceki
dünyadan tamamen farklı olacağını söylemek abartı olur.
Kesin olan şu ki salgın, yıllardır
belirginleşmekte olan siyasi, iktisadi ve uluslararası eğilimleri
hızlandırmaktan başka bir şey yapmayacak, doğuracağı yepyeni değişkenler olacak
ve rejimler, ilişkiler ve eğilimler somut bir değişime şahit olmayacak. Dünya,
etkisi ülkeden ülkeye farklılaşacak (ve salgının şiddetiyle değil, devletin
salgını atlatma kapasitesiyle orantılı olarak) çok ciddi bir iktisadi krizle
karşı karşıya ve bunun siyasi çalkantılara yol açabileceği ise tartışmasız bir
gerçek. Ancak devletin geri dönüşü, bölgesel sistemlerin rolünün azalması ve
hedeflerinin küçülmesi ve uluslararası sistemin çok-kutupluluğa doğru kayışına
dair göstergeler, en azından yıllardır dünyada birden fazla mekânda
kaydedilmekteydi. Öte yandan bölgesel ve uluslararası rekabet ve mücadele
seviyesindeki yükselişin aynen devam etmesi ve salgının uluslararası
ilişkilerin daha insani ve adil temeller üzerinde yeniden inşası umudunun
sadece bir umut olarak kalması çok daha muhtemel.
Salgının tozu dumanı arasında ve
ayrımcılık yapmadan sınırlara, sınıflara ve toplumsal bileşenlere ihtiyaç duyuluyor
gibi görünürken, yaygın musibet ve kayıp hissinin bazılarında trajedinin
rahminden daha iyi bir dünya doğacağı beklentisine yol açması şaşırtıcı değil.
Ancak geçmişteki insanlık tecrübeleri bu iyimser beklentileri her zaman
doğrulamıyor. Bazı tarihçiler 14. yüzyılın ortasındaki vebanın feodal sistemin
sonunu ve modern dünyanın doğuşunu tetiklediğine inanıyor. Ancak dünyadaki
büyük krizlerin en yakın dönemdeki hatıraları farklı sonuçlar ortaya koyuyor.
Tüm trajik etkisiyle Birinci Dünya Savaşı,
insanoğlunu daha rasyonel ve uluslararası ilişkileri de daha adil hale
getirmedi. Aslına bakarsanız, birinci savaşın sonundaki barış, içinde ikinci
savaşın tohumlarını taşıyordu ve ardında çatışmalar ve savaşlarla dolu bir
Ortadoğu bıraktı. Küresel durgunluğa yol açan 1929’daki Büyük Buhran, Nazizmin
yükselişini hazırlayan faktörlerden biriydi; tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nın sona
ermesinin hızla maliyeti yüksek ve tehlikeli bir Soğuk Savaş’a ve Avrupa kıtası
dışında bir dizi bölgesel savaşa yol açması gibi. Hiç şüphesiz bu son derece
vahim bir salgın; ama görünen o ki modern insan, hayat tarzının,
birlikteliğinin ve ilişkilerinin felaketvari sonuçlarını görmek için gerekli
hikmet ve olgunluk seviyesine henüz ulaşabilmiş değil.