28 Nisan 2020 Salı

B.NAFİ: SALGIN SONRASI NE TÜR BİR DÜNYA BEKLENEBİLİR?




SALGIN SONRASI NE TÜR BİR DÜNYA BEKLENEBİLİR?

Beşir Nafi (Arap dünyasının önde gelen düşünürlerinden tarih profesörü; eş-Şark Forum ve el-Cezire Araştırma Merkezi kıdemli araştırmacısı; Londra Üniversitesi’ne bağlı Birkbeck College ve Muslim College’da ders veriyor)
Al Sharq Forum, 25.4.2020

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme Al Sharq Forum web sitesinde 25.4.2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Çok uzun olduğundan bloguma yedi bölümden sadece üçünü yüklediğim bu önemli yazının PDF’sine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: 

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Giriş
Covid-19 salgınının modern dünyanın geleceği, uluslararası sistemin dayandığı kurumlar ve rejimler konusunda geniş çaplı bir tartışma dalgası başlatması şaşırtıcı değil. Bu, en azından insan ve toplum bilinci açısından eşi görülmemiş bir salgın. İnsanoğlunun hafızasında 14. yüzyılın ortalarında görülen vebadan tutun 1918-1920’deki İspanyol gribine kadar bugünkünden çok daha şiddetli ve feci salgınlar kayıtlı. Ancak geçmişteki salgın dönemlerinde ne bugünkü gibi hızlı ve dakik iletişim araçları vardı ne de insanların devletlerinden beklentileri şu anki seviyedeydi. Covid-19 virüsünün Çin dışına yayılmasından haftalar sonra onlarca, hatta yüzlerce milyon insan salgının yayılmasını ve insani, toplumsal ve iktisadi etkilerini somut ve gerçekçi bir şekilde tecrübe etmeye başladı.
10 Nisan itibarıyla koronavirüs 1,5 milyondan fazla insanı etkiledi (ki henüz muayene olup teşhis konmamış ve bu nedenle resmî rakamlara eklenmemiş hastalığın bulaştığı çok daha fazla kimse var); 100.000’i aşkın insan hayatını kaybetti; yeryüzünde hayatı, savaş rüzgârlarının kasıp kavurmadığı kadar kırıp geçirdi.  Şimdiye kadar en fazla Kuzey Yarımküre etkilenmiş gibi görünse de salgın vakası olduğunu bildiren ülke sayısı 200’ü aştı. Bu ülkelerin en az üçte biri, salgını kontrol altına alabilmek ümidiyle Mart ayının ilk yarısından itibaren ardı ardına toplumsal ve iktisadi faaliyetleri tamamen veya tamamına yakınını durdurduğunu ve sosyal mesafe kurallarını katı bir şekilde uygulayacağını açıkladı. İstanbul, Londra ve Paris’ten tutun New York’a kadar dünyanın doğusundan batısına 21. yüzyıl resmini sunan hayat dolu büyük şehirleri korku, endişe ve belirsizlikle kaplı sessiz metropollere dönüştü.
Son birkaç haftadır siyaset bilimciler, tarihçiler, filozoflar ve uluslararası ilişkiler uzmanları salgın sonrası nasıl bir dünyanın doğacağı sorusu üzerinde merakla duruyorlar. Acaba dünya ve uluslararası sistem daha iyiye doğru bir değişime mi şahit olur, yoksa salgın korkusu sona erdikten sonra insanlık eski haline mi döner? Salgın devlet aygıtını, devletin halkıyla ilişkisini ve devletlerin birbirleriyle ilişkilerini ne ölçüde yeniden şekillendirir? Dünyayı ağır bir iktisadi durgunluğa sürüklediğinden artık hiç şüphe duyulmayan salgının temelini atabileceği iktisadi model nedir? 1990’lardan bu yana hızla gelişen küresel ilişkilerin kaderi nedir? Salgının bizzat kendisi, dünyanın birliğine ve halkların eşitliğine trajik bir tanık değil midir?
Bunlar, salgın sonrası dünyayla ilgili tartışma sayfalarını işgal eden ve aşağıdaki tartışmada ele alınacak önemli konulardan bazıları. Ancak bu konuları ele almadan evvel, belki de bilinenleri ve salgının gidişatıyla ilgili bilinmeyenleri çıkarımlar yapıp tahmin etmeye ve salgının dünyayla, dünya devletleri ve halklarıyla bağlantısını keşfetmeye çalışmak lazım.

Salgın ve Dünya: Birlik de Değiliz, Eşit de (PDF’den ulaşabilirsiniz)

Neoliberal Ekonomi İçin Büyük Buhran ve Artan Durgunluk (PDF’den ulaşabilirsiniz)

Küreselleşme Ütopyası (PDF’den ulaşabilirsiniz)

Devlet, Halk ve Aralarındaki İlişkiler
Devlet egemenliği kavramı, 1648 Vestfalya Barışı sonrası dönemde doğdu; ancak devlet 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar merkezi bir kontrol ve tahakküm kurumuna dönüşmeye başlamadı. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başları, devlet kurumunun olgunlaşmasına, devletin uluslararası sistemin temel birimine dönüşmesine ve -yavaş yavaş- güç ve yeteneklerini en üst düzeye çıkarmaya dönük bir araçtan başlı başına bir amaca ve zaman zaman da kudretli bir seküler tanrıya dönüşmesine tanıklık etti.
Sağlam bir kanuni yapıya sahip anayasal demokratik devletlerde yasama erki devletin hükmedici, düzenleyici ve gözetleyici kapasitesini güçlendirmek için kullanıldı. Diktatörlüklerde aynı amaçlara ulaşmak için esasen kanuna hiç ihtiyaç duyulmadı. Kriz, savaş ve -gerçek veya hayali- tehdit gibi dönemler, devletin ilerleyişi ve yükselişi karşısında toplumun direncindeki düşüş hesaba katıldığında, devlet kontrolünü ve tahakkümünü yeniden pekiştirmek için bulunmaz birer fırsattır. Geçen yüzyıl boyunca dünya, -devletin halkın tehlikelerden korunma arzusunun odağı haline geldiğinde- bir yandan devlet kurumunun gücü ve kontrol seviyesi diğer yandan kriz, savaş ve tehdit dönemleri arasında diyalektik bir ilişkiye şahit oldu.
Devletin birincil görevi, halkını tehlikeden korumaktır; kriz dönemlerinde devletin -halkın rızası ve kabulüyle- genellikle olağanüstü yetkiler kazanma yoluna başvurması alışılmıştır. Ancak tarihi tecrübe kriz, savaş ve tehdit dönemlerinin sona ermesinin devletin bütün bu yetkilerinden vazgeçeceği anlamına gelmediğini, aksine her zaman bu yetkilerinden bazılarını sürdürdüğünü ortaya koymaktadır. Böylece devlet kurumu, kriz dönemlerinden çok daha güçlü ve kontrol ve tahakküm kurabilir şekilde çıkmakta; sonuçta halkın devlete bağımlılığı artmakta ve müstakbel kriz, savaş ve tehdit hallerinde devletin koruma kabiliyetini sabırsızlıkla beklemektedir.
Şüphesiz ki devlet aygıtı, geçtiğimiz birkaç ay içinde salgınla mücadele için kendi kendine edindiği -ve salgın uzadığı takdirde elde edebileceği yeni- yetkilerin bir kısmını, krizin sona ermesinin ardından bırakacak. Ancak bu yetkileri tamamıyla bırakmayacağı da kesin. “Teröre karşı savaş” olarak bilinen [11 Eylül sonrası] yıllarda devlet kurumunun bilhassa ulaşım, seyahat, eğitim ve modern teknolojilerin kullanımı alanlarında edindiği düzenleyici/gözetleyici yetkilerin çoğu hala daha yürürlükte.
Öte yandan salgın, ayrıcalıklı ulusal boyutuyla devletin rolünü uluslararası alanda yeniden pekiştirmek için bir başka fırsat sunuyor. Sosyal Demokrat olan Almanya eski Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, “Otuz yıl boyunca devleti küçültmek için çalıştık” şeklindeki anlamlı sözüyle, gelecek nesillerin bu kadar naif olmayacağına işaret etti.  Gerçek şu ki salgın, devletler arasındaki ilişki konusunda çelişkili çağrışımları beraberinde getirdi. Bir yandan salgın, ne kadar güçlü ve kapasiteli olursa olsun bir ülkenin, -salgınlardan, iklim değişikliğinden ve küresel ekonominin çarklarının durdurulmasından kaynaklanan krizlerin de aralarında olduğu- küresel nitelikli bir krize tek başına karşı koyamayacağını ortaya çıkardı. Öte yandan salgın, ulus-devletin çatışmacı eğilimini ve -salgınla mücadele için gerekli sıhhi ve tıbbi malzeme ve ekipmanı elde etmek amacıyla- çoğu zaman gayri ahlaki ve gayri insani rekabetlere dalma dürtüsünü daha da körükledi.
G20 liderlerinin uzaktan toplantıları da dahil büyük devletlerin liderleri arasında temaslar gerçekleşmesine rağmen şu aşikâr ki, salgınla mücadele ulusal temelde gerçekleşmekte ve ne hastalığa en iyi tedaviyi belirlemek ve Covid-19 virüsüne karşı aşı geliştirmek için ne de salgının beklenen sonuçlarının kontrol altına alınması için gereken iktisadi tedbirler üzerinde uzlaşma noktasında hiçbir düzeyde uluslararası koordinasyon bulunmuyor. Salgın geriledikten sonra devletlerin, halklarının temel ihtiyaçlarında kendi kendine yeterlilik seçeneğine öncelik vermeleri ve böylece karşılıklı bağımlılık söylemlerinin azalması bekleniyor.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi bölgesel örgütlerin kapsamının ve çalışmalarının sürekli genişlemesi, ulus ötesi şirketlerin ortaya çıkması (ki yanlış bir şekilde çokuluslu şirketler olarak bilinirler) ve küreselleşme söyleminin cazibesi ulus-devletin gerilediğine ve önemi ve rolünün azaldığına dair bir inancın doğmasına katkıda bulundu. Ancak son on yıl, ulus-devletin gerilediğine dair bahislerin aceleci olduğunu somut bir şekilde gösterdi. Bazı Avrupa Birliği ülkelerinde sağcı güçlerin iktidara gelmesi, birçok bölgesel örgütün gücü ve etkinliğindeki sürekli düşüş ve Amerikan başkanlık seçimlerinde “Önce Amerika” programının zaferi esasında ulusdevletin gerilemesine dair hesapların doğru olmadığını ortaya döktü. Büyük ekonomilere sahip devletler arasındaki keskin ticari gerilimler, çok geçmeden ulus-aşırı şirketlerin gerçek büyüklüğünü gözler önüne serdi ve nihayetinde bu şirketler bir ulusal kökene de dayandıklarından ait oldukları ana ülkeye ve kararına isyan etmelerini zorlaştırdı. Salgının yaptığı, en az on yıl önce hızlıca başlayan uluslararası ilişkiler alanına “devletin geri dönüş” eğilimini pekiştirmek oldu.

Kritik Jeopolitik Değişimler? (PDF’den ulaşabilirsiniz)

Salgın Sonrası Dünya
Lenin günün birinde şöyle demiş: “On yıllar vardır, hiçbir şey olmayan; haftalar vardır, on yıllar yaşanan.” Şüphesiz Ocak ayı sonundan bugüne uzanan salgın haftaları, dünyanın belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana benzerini hiç görmediği birtakım yıkıcı gerçeklere tanıklık etti. Salgın hem hayatın bizzat kendisi hem ekonomi, toplum ve psikoloji hem de siyaset, sosyopolitik modeller ve uluslararası ilişkiler üzerinde muhtelif etkiler bırakacak. Ancak salgın sonrası dünyanın önceki dünyadan tamamen farklı olacağını söylemek abartı olur.
Kesin olan şu ki salgın, yıllardır belirginleşmekte olan siyasi, iktisadi ve uluslararası eğilimleri hızlandırmaktan başka bir şey yapmayacak, doğuracağı yepyeni değişkenler olacak ve rejimler, ilişkiler ve eğilimler somut bir değişime şahit olmayacak. Dünya, etkisi ülkeden ülkeye farklılaşacak (ve salgının şiddetiyle değil, devletin salgını atlatma kapasitesiyle orantılı olarak) çok ciddi bir iktisadi krizle karşı karşıya ve bunun siyasi çalkantılara yol açabileceği ise tartışmasız bir gerçek. Ancak devletin geri dönüşü, bölgesel sistemlerin rolünün azalması ve hedeflerinin küçülmesi ve uluslararası sistemin çok-kutupluluğa doğru kayışına dair göstergeler, en azından yıllardır dünyada birden fazla mekânda kaydedilmekteydi. Öte yandan bölgesel ve uluslararası rekabet ve mücadele seviyesindeki yükselişin aynen devam etmesi ve salgının uluslararası ilişkilerin daha insani ve adil temeller üzerinde yeniden inşası umudunun sadece bir umut olarak kalması çok daha muhtemel.
Salgının tozu dumanı arasında ve ayrımcılık yapmadan sınırlara, sınıflara ve toplumsal bileşenlere ihtiyaç duyuluyor gibi görünürken, yaygın musibet ve kayıp hissinin bazılarında trajedinin rahminden daha iyi bir dünya doğacağı beklentisine yol açması şaşırtıcı değil. Ancak geçmişteki insanlık tecrübeleri bu iyimser beklentileri her zaman doğrulamıyor. Bazı tarihçiler 14. yüzyılın ortasındaki vebanın feodal sistemin sonunu ve modern dünyanın doğuşunu tetiklediğine inanıyor. Ancak dünyadaki büyük krizlerin en yakın dönemdeki hatıraları farklı sonuçlar ortaya koyuyor.
Tüm trajik etkisiyle Birinci Dünya Savaşı, insanoğlunu daha rasyonel ve uluslararası ilişkileri de daha adil hale getirmedi. Aslına bakarsanız, birinci savaşın sonundaki barış, içinde ikinci savaşın tohumlarını taşıyordu ve ardında çatışmalar ve savaşlarla dolu bir Ortadoğu bıraktı. Küresel durgunluğa yol açan 1929’daki Büyük Buhran, Nazizmin yükselişini hazırlayan faktörlerden biriydi; tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin hızla maliyeti yüksek ve tehlikeli bir Soğuk Savaş’a ve Avrupa kıtası dışında bir dizi bölgesel savaşa yol açması gibi. Hiç şüphesiz bu son derece vahim bir salgın; ama görünen o ki modern insan, hayat tarzının, birlikteliğinin ve ilişkilerinin felaketvari sonuçlarını görmek için gerekli hikmet ve olgunluk seviyesine henüz ulaşabilmiş değil.


G.FRIEDMAN: BÜYÜK BUHRAN’DA NE YAŞANDI? BİR BENZERİ KAPIDA MI?




BÜYÜK BUHRAN’DA NE YAŞANDI? BİR BENZERİ KAPIDA MI?

George Friedman (Jeopolitik öngörüleriyle meşhur Amerikalı stratejist ve siyaset bilimci; Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi; geçmişte Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanıydı)
Geopolitical Futures, 21.4.2020

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 28.4.2020 tarihinde yayınlanmıştır.

İngilizcesi “Recession and Depression” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

Spot: İktisadi durgunluk ve buhran arasındaki farklar neler? Hangisine yakınız? Büyük Buhran ve bunalımlar hangi siyasi liderleri yarattı? Tarihte buhran ve bunalımdan çıkışın yolu ne oldu? Koronavirüs salgınıyla savaş arasında benzerlik var mı? Dünya bunalım noktasında mı? George Friedman’ın analizi…

Koronavirüsün yol açtığı belirsizlik içinde dünyada dengeler altüst olmuş durumda. Salgını kontrol altına almaya dönük tedbirlerin de tetiklemesiyle dünya iktisadi durgunluğa çoktan girdi. Ancak daha vahimi olabilir mi? Geçen yüzyılda iki savaş arası dönemde yaşanan ve on yıl sonra tarihin en kanlı savaşını tetikleyen 1929 Büyük Buhranı’nın bir benzeri kapıda mı?
Bu önemli konuyu, jeopolitik öngörüleriyle meşhur bir stratejist olan George Friedman, kurucusu ve başkanı olduğu Geopolitical Futures adlı web sitesinde 21 Nisan’da yayınlanan “Durgunluk ve Bunalım” başlıklı yazısında ele almış. Daha evvel Friedman 1996’da kurduğu Stratfor’un başkanlığını 19 yıl boyunca yürütmüştü.
Friedman, iktisadi durgunluğu iş döngüsünün acı verici ama hayati bir parçası; buhranları ise iktisadi olayların değil, savaşlar veya hastalık gibi -ekonomilerin yanı sıra insanlığın çok büyük bir kısmını kırıp geçiren- harici saiklerin bir sonucu olarak görüyor. Tam da bu yüzden “Hâlihazırda iktisadi bunalım içinde miyiz yoksa durgunlukta mıyız?” sorusu, yazara göre, salt akademik bir konu değil, aynı zamanda insanlığın karşı karşıya kaldığı en önemli soru. Zira bunalımdan kurtulmak, durgunluğa kıyasla, çok daha uzun ve sancılı bir süreç olacaktır.
Friedman’a göre, bunalımlar salt iktisadi saikli gelişmeler olmadığından derinliğini sadece iktisadi tedbirlerle ölçmek yetersizdir. Çünkü bir bunalımın ölçüsü, bir neslin umutlarını ve hayallerini ne denli yıktığıyla bağlantılıdır; normalde kolay erişilebilir olanı akıl almaz şekilde çok uzak kılar, başarılı insanları alıp sefalete düşürür.

Bunalımlar savaş mı doğurur?
“ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndaki son bunalımından doğdu” diyen Friedman, üzerinden neredeyse yüzyıl geçen bu bunalımın bir savaşla patlak verdiğini ve yine bir savaşla çözüldüğünü hatırlatıyor ve şöyle devam ediyor:
“Birinci Dünya Savaşı Avrupa’nın ekseriyetinde büyük bir bunalım yarattı. Almanya bilhassa Versay [Barış] Antlaşması’yla gaddarca parçalandı; ama İngiltere, Rusya ve Polonya da farklı şekillerde enkaza döndü. Bunalımın nedeni, dört yıl boyunca çoğunluğunu gelecek nesillerin oluşturduğu en az 20 milyon Avrupalının hayatını kaybetmesiydi. Dört yıl boyunca ekonomiler silah ve mühimmat üretimine odaklandı. Savaş sonrası nevrozu yaşayan askerler, -endüstriyel planları sadece savaşa odaklı olan ve sevgili hemşehrilerinin teşekkürlerine mazhar oldukları- savaş sonrası dumura uğramış ülkelerine geri döndüler. Hayal ettikleri geleceklere dönemediler, ama sonra savaşa gitmeyenlerin de geleceği paramparça oldu.”
İktisatçıların 1920’lerde iktisadi büyümenin kaydedildiği dönemlere işaret etmeyi sevdiklerini, ancak ara ara yaşanan bu büyümenin kendi bunalım tanımını hiçbir şekilde etkilemediğini belirtiyor. Zira Friedman, ayakkabı mağazasına sahip olma ümidindeki bir askerin cepheden vatanına döndüğünde artık ayakkabıların satın alınmayıp sadece tamir edilebildiği bir ülkede kendini bulması örneği üzerinden “kayıp nesil”lere işaret ediyor.
[1917-1918 arasında] Sadece bir yıl savaşan ve ekonomisi işleyen ABD’nin bir istisna oluşturduğuna dikkat çekiyor. “Hayalleri büyük ölçüde canlı kaldı, ama bir süreliğine” diye ekliyor. Zira “Avrupa’daki bunalımın devam etmesi ABD’nin ihracatçı rolünü sürdüremeyeceği anlamına geliyordu. Bunun yerine, Amerikalılardan daha düşük ücretlerle çalışan Avrupalılar, ABD’de Amerikan ürünlerinin fiyatlarını kırdırıp yok pahasına sattırdı. Washington’ın cevabı, küresel ticaretin yapısını değiştiren ve ABD’yi de zayiata uğrayanlar listesine ekleyen Avrupa mallarına karşı gümrük vergisi koymak oldu.”

Büyük Buhran hangi liderleri yarattı?
Yazar, 1929 Büyük Buhranı’nı yaşayan bu neslin İkinci Dünya Savaşı’nı büyük umut olarak gördüğünü hatırlatıyor ve şöyle devam ediyor:
“Bunalımlar siyasi bir olay haline gelir. Böyle zamanlarda iyi iş çıkaran ve bunalımın sürmesini isteyenler vardır. Bir bunalımın alttan alta yaşandığını anlayamayacak kadar çok zengin ya da fakir olanlar da vardır. Ve iki tür siyasetçi öne çıkar: [Kendine] sanki ne yapacağını biliyormuş süsü verip kimsenin bunu fark etmeyeceğini zanneden ve zamanın ruhuna uymayan eski ideolojiye başvuranlar yahut bir kriz anında insanların durumu umursayan ve plan yapanlar etrafında toplanacağını bilen az sayıda siyasetçi.”
Bu siyasetçi tipolojisi üzerinden buhrandan etkilenen ülkeleri şu şekilde değerlendiriyor:
“Bu ikinci gruptaki politikacılardan biri de Lenin’di. Rusya tamamen paramparça olmuştu. Liderler durumu umursamamıştı. Lenin ise umursamıştı ve ne yapacağını da biliyordu. Şu meşhur sözü söylemişti: ‘Kabuğunu kırmadan pasta yapamazsın.’ (…) Ancak Rusya için yapılabilecek çok az şey vardı.”
“Almanya’da işsizliğin sorunun temeli olduğunu kabul eden ve faşizmi buna bir çözüm olarak sunan bir lider vardı; tabii hayati olan, suçlanacak bir günah keçisi eşliğinde. İşletmeleri olduğu gibi yerinde bırakarak ekonomiyi millileştirdi ve çılgınca alkışlar altında Yahudileri hain olarak belirledi.”

Bunalıma çare teşvik paketi mi savaş mı oldu?
Yazar, -Hitler ve Lenin gibi- canavarvari olanların bunalımlarda başarıya ulaştığı, -ABD ve diğer Avrupa liderleri gibi- dürüst ve terbiyelilerin ise bunalımın saldığı güçleri kontrol edemediği iddiasında. Bu bağlamda ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in [Büyük Buhran’ın yaralarını sarmak ve ekonomiyi kurtarmak amacıyla 1933-1939 yılları arasında yaptığı bir dizi program, kamu projesi, mali reform ve düzenlemeleri içeren] ‘Yeni Anlaşması (New Deal)’nın da bazılarına yaradığını, ancak gerçeği değiştirmediğini vurguluyor.
“İkinci Dünya Savaşı tüm zamanların en büyük teşvik paketini sundu. (…) Sonunda çözüm Merkez Bankası değil, silahlı kuvvetler tarafından bulundu.” diye ekliyor. Ardından İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan Soğuk Savaş sürecini anlatıyor:
“İkinci Dünya Savaşı, ABD hariç, bunalımı sona erdirmedi. Avrupa bir kez daha bunalıma düştü. Çin ve Japonya enkaza dönmüştü. Ben çocukken malların üzerindeki ‘Made in Japan’ ibaresi gülüşmelere yol açar, ucuz ve beş para etmez mal diye düşünülürdü. Çözüm, Amerikalıların Sovyetlerden korkması ve müttefikler için yardım paketleri ve ABD’ye ucuz mal satma hakkı vermesi sayesinde geldi. Avrasya’nın kalifiye işçileri, ya Sovyetler tarafından nesiller boyu bunalıma sürüklenecekler ya da Amerikalılar tarafından toparlanmaları sağlanacaktı. Bunalımlar ile savaş ihtimali bir kez daha kol kolaydı.”

Koronavirüs kriziyle savaş arasındaki benzerlikler neler?
Yazar, şu an yaşadığımız koronavirüs krizi ile savaş arasında yine benzerlikler olduğunu savunuyor: “Devlet, sonuçlarını dikkate almadan insanları seferber ediyor. İşgücünün tamamı ya da büyük bir kısmı işinden uzaklaştırılıyor. Okullar kapalı. En önemlisi korkuyoruz. (…) Düşman, virüsten kaynaklı ölüm. Eğilip siper alıyoruz; savaşın kuralı, zafer için ödenmeyecek hiçbir bedel yoktur.”
Friedman, bu benzerliği kursa da savaşta zafer ile koronavirüse karşı zaferin zannettiğimizden çok farklı olduğu kanaatinde. Virüsün kendi başına veya bir aşıyla ortadan kalkması ve dünyanın eski haline dönmesi beklense de “Savaşlarda ve bunalımlarda sorun şu ki, dünya bir daha eski haline geri dönmez” diyor. En hafif haliyle hayatta kalanların hayallerini değiştirmek zorunda kalacaklarını vurguluyor.

Henüz bütün dünya bunalım noktasında değil
Friedman henüz [bir bütün olarak] bunalım noktasına ulaşılmadığı kanaatinde. Ancak dünyanın bir kısmı bu noktaya ulaşmış olabilir diye de not düşüyor. “Aşıların ve açılımların aciliyeti, kırılma noktasına ulaşıldığı korkusunu yansıtıyor, ancak ABD hakkındaki kitabımda [Sessizlik Öncesi Fırtına: Amerika’nın Uyumsuzluğu, 2020’lerin Eli Kulağındaki Krizi ve Ötesindeki Zafer] yazdığım gibi biz, benzersiz şekilde yaratıcı bir halkız ve bu da nihayetinde teknik bir mesele.” diyor.
Friedman yazısını şöyle tamamlıyor: “Yine de maziyi hatırda tutmak faydalı olur. 20. yüzyılın ilk yarısında ekonomi, savaşın bir esiriydi ve dönemin tarih kitaplarındaki iddiaların aksine, belirleyici olan iktisat teorisi değildi. Siyasi sistemler ödenecek bedele karar veriyordu ve bu bedel can kaybı açısından muazzamdı. Bütün bu denklemde de iç karartıcı gerçeklik şu ki, tıp mesleğinin olağanüstü bir yöntemi olmadığı sürece, ölümü kabul etmeden bunu çözmek zor olacaktır.”

24 Nisan 2020 Cuma

R.HAASS: KÜRESEL SALGIN TARİHİ YENİDEN ŞEKİLLENDİRMİYOR, HIZLANDIRIYOR




KÜRESEL SALGIN TARİHİ YENİDEN ŞEKİLLENDİRMİYOR, HIZLANDIRIYOR

Richard N. Haass (Dış İlişkiler Konseyi başkanı; daha evvel Amerikan dışişleri bakanlığı politika planlama direktörü, Amerikan Başkanı George W. Bush’un Kuzey İrlanda özel elçisi ve Afganistan’ın Geleceği koordinatörü idi)
Foreign Affairs, 7.4.2020

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 16.4.2020 tarihinde yayınlanmıştır.

İngilizcesi “The Pandemic Will Accelerate History Rather Than Reshape It” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Spot: Korona sonrası dünya kimi düşünürlere göre radikal kopuşlar ve değişimler yaşayacak. Bazılarıysa, mevcut ve pek de iyimser olmayan eğilimlerin derinleşeceğini öngörüyorlar. İşte onlara göre, küresel güç mücadelelerinden yeni dengelere, Çin’in gücünden mültecilerin durumuna göre bizi bekleyen dünya…

Koronavirüs salgını ile birlikte bireyin hayatından toplumlara, devletlere ve uluslararası sisteme kadar büyük bir dönüşümün içindeyiz. Dünyayı nelerin beklediğine yönelik analizler birçok yazıya konu oluyor. Kimi yazarlar radikal kopuşlar ve değişimler öngörürken, kimileri de on küsur yıldır dünyada mevcut temel eğilimlerin çok daha ileri boyutlara taşınacağını savunuyorlar.
Bu ikinci grubun önde gelen isimlerinden biri, hâlihazırda Dış İlişkiler Konseyi Başkanı olan Richard N. Haass. 7 Nisan’da Foreign Affairs’te “Küresel Salgın, Tarihi Yeniden Şekillendirmek Yerine Hızlandıracak” başlıklı bir makale kaleme alan Haass, 2001-2003 yılları arasında Amerikan dışişleri bakanlığı politika planlama direktörlüğü, ardından Amerikan Başkanı George W. Bush’un Kuzey İrlanda özel elçisi ve Afganistan’ın Geleceği koordinatörü olarak görev yapmış bir isim.
“Her bakımından büyük bir krizden geçiyoruz; dolayısıyla bunun modern tarihin bir dönüm noktası olacağını öngörmek doğal” diye yazısına başlayan Haass, koronavirüsün dünyayı kökten değiştireceğini iddia eden uzmanların aksine, pandemi sonrası dünyanın öncesinden radikal biçimde farklı olacağını beklemiyor.
Ona göre Covid-19 dünya tarihinin temel istikametini çok fazla değiştirmeyecek ama hızlandıracak.
“Pandemi ve gösterilen reaksiyon, günümüz jeopolitiğinin temel özelliklerini ortaya döküyor ve pekiştiriyor. Sonuçta bu kriz, bir dönüm noktasından ziyade, dünyanın son on yıllarda ilerlediği güzergâhta bir ara istasyon olacağa benziyor.”
Yazara göre krizin ne zaman sona ereceğini öngörebilmek için henüz oldukça erken. Ancak krizden doğacak dünya bilindik olacak.
Zayıflayan Amerikan liderliğisarsılan küresel iş birliği, büyük güç anlaşmazlıkları… Bütün bunlar daha Covid-19 ortaya çıkmadan evvelki uluslararası ortamın özellikleriydi ve pandemi bunları çok daha keskin bir şekilde açığa çıkardı. Bunların gelecekteki dünyanın çok daha belirgin birer özelliğine dönüşmesi muhtemel.”

Amerika-sonrası dünya
Yazara göre mevcut krizin bir özelliği Amerikan liderliğinin bariz bir şekilde eksikliği.
“ABD, virüsle ve iktisadi etkileriyle mücadele etmek için dünyayı ortak bir çaba etrafında toplayabilmiş değil. Keza içerideki problemle baş etmek üzere dünyayı kendi liderliğini izlemesi için harekete geçirmiş de değil. Diğer ülkeler kendi başlarının çaresine bakıyor veya salgının tepe noktasını geride bırakmış Çin gibi ülkelerden yardım istiyor.”
Haass’a göre, eğer ki bu krizin akabindeki dünya ABD’nin gittikçe daha az hükmettiği bir dünya olacaksa bu gidişat zaten yeni değil; en az on yıldır bu zaten besbelli:
“Bu bir bakıma Fareed Zakaria’nın deyimiyle ‘ötekinin yükselişi’nin (özellikle de Çin’in) bir sonucu. ABD’nin mutlak iktisadi ve askeri gücü artmaya devam etse de [ötekinin yükselişi] mukayeseli üstünlüğünde bir düşüşü beraberinde getirdi. Ama bu, düşen Amerikan kapasitesinden ziyade bocalayan Amerikan iradesinin bir sonucu.”
Bu bağlamda “Amerikan Başkanı Barack Obama Afganistan’dan ve Ortadoğu’dan geri çekilişe nezaret etti. Donald Trump da düşmanlarıyla mücadelede çoğunlukla iktisadi gücü kullandı. Bununla birlikte Suriye’deki Amerikan mevcudiyetini temelde sonlandırdı ve şu an Afganistan’da da aynısını yapmaya çalışıyor; çok daha önemlisi, ittifaklara da ABD’nin temel ulus-üstü meselelere eğilmekte geleneksel liderlik rolünü sürdürmeye de pek ilgi göstermedi.”
“Bu değişim beklentisi, Trump’ın ‘Önce Amerika’ mesajının çekiciliğinin büyük bir parçasıydı; ABD’nin yurt dışına daha az yönelip enerjisini iç meselelere odaklaması halinde daha güçlü ve daha müreffeh olacağını vaat ediyordu. Bu görüşte örtük olan husus, ABD’nin dünyada yaptıklarının çoğunun savurganca, gereksiz ve içerideki refahla bağlantısız olduğu varsayımıydı.”
Yazara göre pandemi, içerideki refahın dünyanın geri kalanından nasıl etkilendiğine ışık tutmak yerine, birçok Amerikalının zihninde ‘Önce Amerika’ mesajında örtük olan varsayımı güçlendirecek.
Haass’a göre Amerikan politika tercihleri kadar önemli olan diğer bir boyut da ABD örnekliğinin gücü. “COVID-19 dünyayı kasıp kavurmadan çok önce Amerikan modelinin cazibesinde keskin bir düşüş zaten vardı. Müzminleşen siyasi tıkanıklık, silahlı şiddet, 2008 küresel finansal krizine yol açan kötü yönetim, her türlü uyuşturucu madde salgını ve daha niceleri sağ olsun, ABD’nin temsil ettiği şeyler gittikçe cazibesini yitirdi. Federal hükümetin pandemiye karşı yavaş, tutarsız ve çoğu zaman beceriksizce tutumu, ABD’nin yolunu kaybettiğine dair yaygın kanaati pekiştirecek.”

Anarşik toplum
Haass, zayıflayan Amerikan liderliği boyutunu ele aldıktan sonra sarsılan küresel iş birliğine giriyor. Ona göre, bir ülkede başlayan ve dünya çapında büyük hızla yayılan bu salgın, küreselleşmenin bir tercih değil, bir gerçeklik olduğunun kanıtı. Ancak eksik olan şey, en ufak bir anlamlı küresel reaksiyonun bulunmaması. Dünya Sağlık Örgütü’nün adeta ilgisizliği, küresel yönetişimin zayıflığını ortaya döküyor.
Haass küresel iş birliğindeki sarsıntının yeni olmadığını şöyle anlatıyor:
“Pandemi bu gerçekliği gün gibi açık hale getirse de altta yatan şu cereyanlar çoktandır vardı: Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir ülkenin kendi başına başarılı bir şekilde mücadele edemeyeceği küresel meydan okumaların ortaya çıkması ve küresel örgütlerin de bu meydan okumalara yetişmekteki başarısızlığı. Gerçekten de küresel meseleler ile bunları giderme kapasitesi arasındaki boşluk, pandeminin ölçeğini açıklamakta çok yardımcı oluyor.
Pandemiye verilen temel reaksiyon uluslararası değil, ulusal, hatta yerel düzeyde. Kriz geçtikten sonra ise vurgu ulusal toparlanmaya kayacak. Bu bağlamda mesela iklim değişikliğiyle mücadele için pek bir istek ve şevk görmek zor, hele de -yanlış bir şekilde- daha acil olanlara el atmak için rafa kaldırılabilecek uzak bir sorun olarak görülmeye devam ederse…”

Büyük güç anlaşmazlığı
Haass, uzunca bir süredir yaşanan büyük güç anlaşmazlıkları boyutuna şöyle giriyor:
“Mevcut karamsarlığın bir nedeni, küresel meydan okumaların çoğuyla baş edebilmek için dünyanın en güçlü iki ülkesi arasında iş birliğinin elzem olması, ancak ABD-Çin ilişkilerinin yıllardır giderek kötüleşmesi. Pandemi iki ülke arasındaki sürtüşmeyi artırıyor.”
Washington’da birçokları pandemiden Çin hükümetini sorumlu tutarken, Pekin’in şu an kendisini pandemiyle başa çıkmak için başarılı bir model olarak sunma ve bu anı dünya üzerindeki etkisini yaymak için bir fırsat olarak kullanma girişimi, yazara göre, yalnızca Amerikan düşmanlığına katkıda bulunacak. Bu arada mevcut krizle ilgili hiçbir şey, Çin’in ABD’nin Asya’daki varlığının tarihî bir anomali olduğu görüşünü değiştirmeyecek veya ticaret, insan hakları ve Tayvan da dahil olmak üzere Amerikan politikasına ilişkin bir dizi konudaki kızgınlığını azaltmayacak.
Yazar, Amerikan ve Çin ekonomilerinin birbirine bağımlılığının bu süreçten nasıl etkileneceğine dair öngörülerine de yer vermiş:
“İki ekonominin ‘ayrıştırılması’ fikri, ABD’de birçok temel üründe potansiyel düşmana çok bağımlı olunduğu ve Çin casusluğu ve fikri mülkiyet hırsızlığına aşırı yatkın hale gelindiği korkusuyla pandemiden önce kayda değer bir ilgi görmüştü. Ayrıştırma güdüsü, pandeminin bir sonucu olarak ve kısmen de Çin hakkındaki endişeler nedeniyle artacak. Yerli üretimi teşvik etme arzusunun yanı sıra tedarik zincirlerinin kesintiye uğrama potansiyeline yeniden odaklanılacak. Küresel ticaret kısmen toparlanacak, ancak ticaretin çoğu piyasalardan ziyade hükümetler tarafından yönetilecek.”

Mülteci akınlarına direnç
Peki ya 2015’ten bu yana dünya gündemine damgasını vuran mülteci akınları pandemiden nasıl etkilenecek? Haass’ın öngörüleri şu şekilde:
“Gelişmiş dünyanın çoğunda -en azından son beş yıldır görülen bir eğilim olan- büyük göçmen ve mülteci kitlelerini kabul etmeye karşı direniş, pandemiyle birlikte daha da yoğunlaşacak. Bu, kısmen bulaşıcı hastalıkları ithal riskiyle ilgili endişeden, kısmen de yüksek işsizliğin toplumları yabancıları kabul etmeye karşı temkinli kılmasından kaynaklanacak. Ekonomiler artık nüfuslarını besleyemezken -zaten tarihi seviyelerde olan- yerinden edilmişlerin ve mültecilerin sayısının önemli ölçüde artmaya devam etmesine karşı muhalefet de paralel şekilde artacaktır.”
Yazar, bütün bunların sonuçta hem yaygın insani acılar hem de devletler üzerinde altından kolay kolay kalkamayacakları büyük yükler oluşturacağı ve başarısız devlet olgusunu giderek yaygınlaştıracağı kanaatinde:
“Devletin zayıflığı zaten onlarca yıldır var olan önemli bir küresel sorundu; ancak pandeminin ekonomik maliyeti çok daha zayıf veya başarısız devletler yaratacak. Bunun tırmanacak bir borçlanma meselesiyle daha da kötüleşeceği neredeyse kesin: Dünyanın büyük bir kısmında kamu borçları ve özel borçlar zaten görülmemiş seviyelerdeydi; artık sağlık harcamalarını karşılamak ve işsizleri desteklemek için hükümet harcamalarına duyulan ihtiyaç borçların fırlamasına neden olacak. Özellikle gelişmekte olan dünya, karşılayamayacağı muazzam ihtiyaçlarla yüz yüze kalacak ve gelişmiş ülkelerin içerideki talepler karşısında dışarıya yardım etmeye istekli olup olmayacağını göreceğiz. Küresel toparlanmayı engelleyebilecek artçı şoklar ihtimali -Hindistan, Brezilya, Meksika ve bütün Afrika kıtasında- hakikaten var.”
Haass’a göre, COVID-19’un Avrupa’ya ve kıta üzerinden [dünyaya] yayılması, Avrupa projesinin ivme kaybına işaret ediyor. “Ülkeler pandemiye ve onun iktisadi etkilerine çoğunlukla tek başlarına çözüm üretmeye çalışıyor. Ancak Avrupa entegrasyonu süreci, -Brexit’in alenen gösterdiği gibi- bu krizden çok önce enerjisini tüketmişti. Pandemi sonrası dünyada temel soru şu olacak: Ülkeler kendi sınırları üzerindeki kontrolün virüsün yayılma hızını yavaşlatıp yavaşlatamayacağını sorgularken, acaba sarkaç Brüksel’den ulusal başkentlere doğru ne ölçüde salınmaya devam edecek?”
Peki ya demokrasinin ve özgürlüklerin akıbeti ne olacak? Yazara göre pandemi, son 15 yıldır belirgin olan demokratik gerilemeyi daha da pekiştirecek. “İster nüfus hareketliliğini kısıtlamak isterse iktisadi yardım sağlamak amacıyla olsun, toplumlarda hükümet rolünün artması için çağrılar yapılacak. Sivil özgürlükler, birçokları tarafından bir savaşzede, kriz anında karşılanamayacak bir lüks muamelesi görecek. Bu arada Rusya, Kuzey Kore ve İran gibi liberal olmayan ülkelerin tehditleri devam edecek.”

Çok daha büyük bir kargaşa içinde dünya
Yazar, 2017 yılı başında Kargaşa İçinde Bir Dünya: Amerikan Dış Politikası ve Eski Düzenin Krizi başlıklı bir kitap yayınladığını hatırlatıyor. “Kitap dünyada azalan Amerikan rolünün yanı sıra büyük güç rekabetinin arttığı, nükleer silahların yayıldığı, zayıf devletlerin ortaya çıktığı, mülteci dalgalarının kabardığı ve milliyetçiliğin yükseldiği bir dünya manzarası çiziyordu. Pandemi sonucunda değişecek şey, kargaşa gerçeği değil, kargaşanın ölçeği.”
Yazara göre ideal olan, krizin beraberinde daha sağlam bir uluslararası düzen inşa etme taahhüdünü getirmesi; ancak günümüz dünyası böyle şekillenmeye elverişli değil: “Güç, daha evvel hiç olmadığı kadar çeşitli -hem devlet hem de devlet dışı- aktörlerin ellerinde dağılmış halde. Fikir birliği ekseriyetle mevcut değil. Yeni teknolojiler ve meydan okumalar, onlarla baş etme konusundaki kolektif kabiliyeti aştı. Hiçbir ülke 1945’teki ABD’nin konumuna sahip değil.”
“Üstelik ABD, Afganistan ve Irak’taki iki uzun savaşın getirdiği tükenmişlik ve ülke içinde artan ihtiyaçlar yüzünden şu an öncü bir uluslararası rol üstlenmeye hazır ve istekli değil. Kasım ayındaki başkanlık seçimlerini eski Başkan Yardımcısı Joseph Biden gibi bir dış politika “gelenekçi”si kazansa dahi Kongre’nin ve halkın direnişi, dünyada geniş çaplı Amerikan rolüne tam anlamıyla geri dönmeyi engelleyecek. Ve ne Çin ne de başka herhangi bir ülke, ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurma arzusuna ve yeteneğine sahip değil.”
Yazısının sonunda Haass, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra beliren komünist tehdide karşı koyma zaruretinin, Amerikan halkını, ülkelerinin dünya çapında öncü bir rol üstlenmesini desteklemeye sevk ettiğini hatırlatıyor. Bazı uzmanlar, Çin tehdidinin bugün benzer bir şekilde Amerikan halkının desteğini harekete geçirebileceğini savunsa da Haass, konuya başka bir boyuttan bakarak itiraz ediyor: “Çin’e karşı koymaya dayalı bir dış politika, günümüz dünyasını şekillendiren küresel meydan okumaların üzerine eğilmek için pek uygun değil.”
Yazar ayrıca küresel sorunlarla mücadeleyi ABD dış politikasının merkezine koymayı Amerikan halkına pazarlamanın zor olacağını da vurguluyor ve şu önemli tespitle yazısını sonlandırıyor: “Buna göre dikkate alınması gereken daha uygun örnek, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönem değil, -Amerikan müdahilliğinin azaldığı ve uluslararası çalkantıların arttığı- Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönem olabilir. Hani derler ya, gerisi zaten malumunuz.”

E.KOLBERT: MİKROPLAR DA TARİH YAZAR



MİKROPLAR DA TARİH YAZAR

Elizabeth Kolbert (1999’dan beri New Yorker dergisi yazarı ve “Altıncı Yok Oluş: Doğal Olmayan Bir Tarih” kitabıyla 2015’te Pulitzer Ödülü’nü kazandı)
New Yorker, 30 Mart 2020

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 8.4.2020 tarihinde yayınlanmıştır.

İngilizcesi “Pandemics and the Shape of Human History” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Tarihi yalnızca insanlar değil, mikroplar da yazar. Roma İmparatorluğu’nun çökmesinin, sömürgeciliğin, Rus Devrimi’nin hangi pandemilerle nasıl bir ilişkisi var? Hangi salgınlar, tarihin hangi dönüm noktasına yol açtı?

Tarih bize sadece geçmişte olan biteni anlatmaz, aynı zamanda geleceğin anahtarlarını sunar. Geleceği öngörebilmek için bugünü bilmek yetmez, öncelikle geçmişi sebep-sonuç ilişkileri içinde iyi anlamak lazım.
Koronavirüs salgınıyla olağanüstü bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde salgınlar tarihine ve salgınların tetiklediği siyasi, iktisadi, toplumsal dönüşümlere odaklanmak orta ve uzun vadede nelerle karşılaşma ihtimalimiz olduğunu kestirebilmemiz açısından önem taşıyor. Zira bu salgının toz bulutu dağıldığında ne denli derin ve kapsamlı bir dönüşümden geçtiğimizi idrak edeceğiz.
1999’dan beri New Yorker dergisi yazarı olan ve Altıncı Yok Oluş: Doğal Olmayan Bir Tarih kitabıyla 2015’te Pulitzer Ödülü’nü kazanan Elizabeth Kolbert, 30 Mart tarihinde tam da bu konuda bir yazı kaleme aldı.
Kolbert, “Pandemiler ve İnsanlık Tarihinin Şekli” başlıklı New Yorker yazısında Jüstinyen dönemindeki veba salgınından bu yana geçen 1500 yılda yaşanan veba, çiçek hastalığı, kolera pandemilerine ve siyasal-toplumsal sonuçlarına odaklanıyor.
Makale, tarihte ilk pandemi kabul edilen, 541 yılında Mısır’ın kuzeydoğusunda başlayıp ertesi yıl Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u vuran vebayla başlıyor. Tarihçi Prokopius’un dilinden hastalığı şöyle anlatıyor:
“Ateşle hafif bir şekilde başlayan hastalıkta birkaç gün içinde bubonik/hıyarcıklı vebanın klasik semptomları beliriyor ve bundan sonra ciddi ağrı çekilirken hastaların kimisi komaya giriyor kimisi şiddetli bir hezeyan yaşıyordu. Çoğu kan kusuyordu. Hastaya bakanlar ‘sürekli bir tükenme haline giriyordu. Bu nedenle herkes bakıcılara da hastalar kadar acıyordu. Kimin can vereceğini kimin iyileşeceğini hiç kimse bilmiyordu.”
Yazar, vebanın Doğu Roma’nın başkentindeki etkilerine girmeden evvel, dönemin imparatoru Jüstinyen’in tarihçiler tarafından ‘bugüne kadar yaşamış en büyük devlet adamlarından biri’ olarak görüldüğünü vurguluyor. Neredeyse 40 yıl hüküm süren Jüstinyen’in saltanatının ilk bölümünü, başka bir tarihçinin ‘Roma tarihinde neredeyse benzersiz bir eylem fırtınası’ olarak tanımladığına dikkat çekiyor. Nitekim Jüstinyen, vebanın başkente ulaşmasından evvelki 15 yılda Roma kanunlarını sistemleştirdi, Perslerle barış yaptı, Doğu İmparatorluğu’nun mali idaresini elden geçirdi ve Ayasofya’yı inşa etti.
Kolbert, tarihçi Prokopius’tan şunları aktarıyor: “İmparator terk edilmiş ve yokluk içindekilerin cesetlerinin toprağa gömülmesinin masraflarını karşıladı. Ama ölüm oranı çok yüksek olduğundan yetişmek imkansızdı.” Prokopius, ölümlerin günde 10.000’i aştığını söylese de Kolbert bunun teyidinin mümkün olmadığını vurguluyor. Jüstinyen’in diğer bir çağdaşı olan Efesli John’dan ise -bir anda hastalığın vurma ihtimali karşısında- ‘Kimse adının yazılı olduğu bir etiket yanında olmadan kapıdan dışarı çıkmıyordu’ alıntısını yapıyor. Nihayetinde cesetler şehrin kıyısındaki istihkamlara atılmış.
Yazar, vebanın güçlüyü de güçsüzü de aynı şekilde vurduğunu, Jüstinyen’e bile bulaştığını belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Şanslı olduğundan hayatta kaldı ama yönetimi bir daha gerçek anlamda belini doğrultamadı. Jüstinyen’in generalleri Roma İmparatorluğu’nun batısının çoğunu Gotlar, Vandallar ve diğer muhtelif barbarlardan geri almıştı. 542 sonrası İmparator asker toplamakta ve onlara maaş ödemekte zorlandı. Generallerinin boyun eğdirdiği topraklar isyana başladı.”
Kolbert, vebanın 543’te Roma şehrine ulaştığını ve 544’te İngiltere’ye kadar vardığını; salgının 558’de İstanbul’da bir kez daha patlak verdiğini, 573’te üçüncü ve 586’da dördüncü defa şehri vurduğunu belirtiyor.
Yazar, bu pandeminin dünya tarihinin en önemli imparatorluklarından biri olan Roma’yı nasıl sarstığını ve güç dengelerini değiştirdiğini şöyle anlatıyor:
“Jüstinyen Vebası olarak bilinen bu yangın 750’ye kadar kendi kendine sönmedi. O noktaya kadar yeni bir dünya düzeni oluştu. Güçlü bir yeni din, İslam doğdu ve bu dinin müntesipleri, Arap Yarımadası’nın yanı sıra Jüstinyen imparatorluğunun büyük bir bölümünü de içine alan toprakları yönetti. Bu arada Batı Avrupa’nın çoğu Frankların kontrolü altına girdi. Roma nüfusu (…) yaklaşık 30.000’e düştü. Acaba salgın kısmen de olsa bundan sorumlu mu? Eğer öyleyse, tarih sadece insanlar değil, aynı zamanda mikroplar tarafından da yazılıyor demektir.”

Benekli canavar
Kolbert vebanın ardından ‘benekli canavar’ diye anılan çiçek hastalığına giriyor. 20. yüzyılın ortalarında ölümcül olmaktan çıkana kadar belki de dünyada 1 milyardan fazla insanı öldürmüş olabileceği ve tam olarak bilinmese de virüsün hayvanların evcilleştirilmeye başlandığı dönemde ilk kez insanlara bulaşmış olabileceği tahminine yer veriyor. Konuyla ilgili şu bilgileri aktarıyor:
“M.Ö. 1157’de ölen V. Ramses de dâhil Mısır mumyalarında çiçek hastalığı belirtileri bulundu. Romalılar, bugünkü Bağdat yakınlarında 162 yılında Partlarla savaşmaya gittiğinde bu hastalığı kapmışa benziyor. (…) 180 yılında ölen ‘Beş İyi İmparator’un sonuncusu Marcus Aurelius da çiçek hastalığına kurban gitmiş olabilir.”
Kolbert, East Stroudsburg Üniversitesi biyoloji profesörü Joshua S. Loomis’in Salgınlar: Mikropların Etkileri ve İnsanlık Üzerindeki Güçleri kitabından hastalıkla ilgili şu bilgileri aktarıyor:
“15. yüzyıla kadar çiçek hastalığı Avrupa ve Asya çapında sık görülen bir hastalık haline geldi (…). Ölümle sonuçlanma ihtimali %30 gibi korkunç bir orandı; küçük çocuklar arasında ise bu oran çok daha yüksekti, hatta bazı yerlerde %90’dan fazlaydı.” Loomis’in kitabındaki, “Tehlike öylesine ciddiydi ki, ebeveynler doğan evlatlarına isim koymak için genellikle çiçek hastalığını geçirip kurtulmalarına kadar bekliyorlardı” bilgisine de yer veriyor. Kurtulanlar kalıcı bağışıklık kazansa da çoğu kör veya korkunç şekilde yara bere içinde kalıyormuş.

Salgınlar ve sömürgecilik
Kolbert, yazısının devamında salgınların Amerika kıtalarında yaşayan yerli halkları nasıl kırıp geçirdiğini ve bu ‘Yeni Dünya’da sömürgeciliğin gelişimini nasıl etkilediğini şöyle anlatıyor:
“Tarihçi Alfred W. Crosby, hem ‘Kolomb Takası’ ifadesini hem de ‘risk altındaki nüfusların kendilerini vuran hastalıklarla daha önce hiçbir temasının bulunmaması ve bu yüzden bağışıklık bakımından neredeyse tamamen savunmasız olması’ anlamına gelen ‘bakir toprak salgını’ tabirini ilk kez ortaya atan kişi. Amerika kıtalarında ilk ‘bakir toprak salgını’, Crosby’nin bir başka deyimiyle ‘ilk Yeni Dünya salgını’ 1518 yılı sonuna doğru başladı. O yıl, muhtemelen İspanya’dan biri Haiti adasına çiçek hastalığını taşıdı. Bu, Kolomb’un adada karaya oturmasından çeyrek yüzyıl sonraydı ve yerli Taíno nüfusu çoktan azalmıştı. Benekli canavar kalan yerlilerin kökünü kuruttu.”
Çiçek hastalığı Haiti’den Porto Riko’ya yayılmış. İki yıl içinde, bugün Mexico City olarak bilinen Azteklerin başkenti Tenochtitlan’a ulaşmış ve bu gelişme İspanyol komutan Hernán Cortés’in 1521’de başkenti ele geçirmesine imkan vermiş. Yazar, bir İspanyol rahipten -durumun vahametini ortaya döken- şöyle bir alıntı da yapıyor: ‘Birçok yerde evlerdeki bütün bireyler ölüyor ve muazzam sayıda ölüyü gömmek imkansız olduğundan evleri üzerlerine yıkılıyordu.’
Kolbert şöyle devam ediyor: “Çiçek hastalığı İspanyollardan önce İnka İmparatorluğu’na ulaşmış gibi görünüyor; salgın bir yerleşimden diğerine İspanyol konkistadorlardan [Amerika kıtalarının büyük bölümünü istila edip İspanyol egemenliği altına alan askerler, kâşifler ve maceracılardan] daha hızlı ilerliyordu.”
İlk Yeni Dünya pandemisinde kaç kişinin öldüğü bilinmiyor. Çünkü yazarın aktardığına göre, hem kayıtlar baştan savmaymış hem de Avrupalılar beraberlerinde kızamık, tifo ve difteri de dahil daha birçok hastalığı getirmiş. Ve bu ithal mikroplar toplamda muhtemelen on milyonlarca insanı öldürmüş.
Kolbert, Wisconsin-Madison Üniversitesi’nden emekli profesör William M. Denevan’ın kitabından ‘Amerika’nın keşfini, dünya tarihinin muhtemelen en büyük demografik felaketi izledi’ satırlarına yer veriyor. Zira Denevan’a göre bu felaket, sadece Avrupa ve Amerika’da değil, Afrika’da da tarihin akışını değiştirmiş; işgücü eksikliğiyle karşı karşıya kalan İspanyollar gittikçe daha fazla köle ticaretine yönelmiş.

Tarihte karantina
Yazar, salgınlara karşı yönetimlerin aldıkları önlemlerden, özellikle de karantina uygulamasından da söz ediyor. Karantina kelimesinin İtalyanca 40 kelimesinden geldiğini hatırlatıyor ve Yale Üniversitesi’nden emekli tıp tarihi profesörü Frank M. Snowden’ın Salgınlar ve Toplum: Kara Ölümden Günümüze kitabına atıfla, 40 gün süren karantina uygulamasının tıbbi gerekçelere değil, Tevrat ve İncil’de arınma bağlamında 40 gün-40 geceye sıkça referans yapılmasına dayandığını belirtiyor. En eski resmî karantinalar, 1347-1351 yılları arasında Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birini öldüren ve ‘ikinci veba salgını’ olarak tarihe geçen Kara Ölüm’e karşı bir önlem olarak getirilmiş.
Yazar, 15. yüzyılda salgının yeniden alevlendiği bir sırada Venediklilerin ücra adalarda tecrit alanları kurarak gelen gemileri demir atmaya zorladıklarını anlatıyor. Snowden’a göre, bu tedbirler ‘kurumsallaşmış halk sağlığı’nın ilk formları olup modern devletin ‘iktidarın yavaş yavaş genişlemesi’ni meşrulaştırmasına da yardımcı olmuş.
İkinci pandeminin Avrupa’daki son büyük salgınlarından biri 1720’de Marsilya’da meydana gelmiş. Ancak salgını kontrol altına alma çabalarının etkili olup olmadığı bir yana, Snowden’ın ifadesiyle ‘kaçınma, direniş ve isyan’ı kışkırtmış. Zira halk sağlığı tedbirleri, tıpkı şu anki gibi, din ve gelenekle çatışıyormuş. Sevdiklerinden koparılma korkusu birçok aileyi vakaları gizlemeye itmiş. Ve kuralları uygulamakla yükümlü olanların da halkı korumak genellikle umurlarında değilmiş.

Pandemi ve isyanlar
Yazar, daha yakın bir tarihte, 1800’lü yıllarda ortaya çıkan ve birçok isyanı tetikleyen ürkütücü salgın hastalıklardan kolerayla yazısına devam ediyor.
“Kolera bakterisi (…) insanlık tarihi boyunca Ganj Deltası’yla sınırlıydı. 1800’lere gelindiğinde buharlı gemiler ve sömürgecilik kolera bakterisinin yayılmasını sağladı. İlk kolera salgını 1817’de Kalküta yakınlarında patlak verdi. Karadan günümüz Tayland’ına ve gemiyle de Umman’a, oradan da Zanzibar’a taşındı. İkinci kolera pandemisi 1829’da yine Hindistan’da başladı. Rusya’dan Avrupa’ya ve oradan da ABD’ye doğru yol aldı. Pek de sınıf ayrımı yapmayan veba ve çiçek hastalığının aksine, kirli gıda veya su yoluyla bulaşan kolera, esasen şehirlerdeki gecekondu mahallelerinin bir hastalığıydı.”
“İkinci pandemi Rusya’yı vurduğunda, Çar I. Nicholas katı karantinalar kurdu. Böylelikle yayılmayı yavaşlatmış olabilir, ancak salgına yakalanmış olanlara yardım etmek için hiçbir şey yapmadı. Loomis’e göre durum, sağlık yetkililerinin kolera kurbanları ile diğer hastaları aynı yere doldurmasıyla daha da kötüleşti. Doktorların kasten hastaları öldürmeye çalıştığı söylentileri yayıldı. 1831 baharında St. Petersburg’da isyanlar başladı.”
Ertesi bahar Liverpool’da da kolera isyanları baş göstermiş. Benzer isyanlar Aberdeen, Glasgow ve Dublin’de yaşanmış… Beşinci pandemi sırasında 1890’larda en şiddetli kolera isyanlarından biri, şu an Ukrayna sınırları içinde bulunan Donetsk şehrinde patlak vermiş. Çok sayıda dükkan yağmalanmış, evler ve işletmeler ateşe verilmiş. Bu şiddet karşısında St. Petersburg’daki Rus yetkililer ‘kanunsuzluğu’ teşvik etmekle suçlanan işçilerin üzerlerine gidip göz açtırmamış. Ancak Loomis’e göre, baskı ve sıkı önlemler daha fazla iç kargaşaya, bu da yönetimin daha fazla baskısına yol açmış ve sonunda kolera, dolambaçlı bir şekilde Rus Devrimi için ‘sahnenin kurulması’na yardımcı olmuş.

Yakın dönemli salgınlar ve yabancılar
Yedinci kolera salgını 1961’de Endonezya’nın Sulawesi adasında başlamış. Müteakip on yılda Hindistan’a, Sovyetler Birliği’ne ve birçok Afrika ülkesine yayılmış. Sonraki çeyrek yüzyılda kitlesel salgınlar olmamış. 1990’lı yıllara gelindiğinde, kolera 1991’de Peru’yu vurarak 3500 kişinin hayatına mal olmuş; 1994’teki diğer bir salgında ise bugünün Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 12.000 kişi hayatını kaybetmiş.
Kolera bir kez daha Ekim 2010’da Haiti kırsalında -hem de 7.0 şiddetindeki depremin ülkeyi enkaza çevirmesinden dokuz ay sonra- patlak vermiş, sonra hızla başkent Port-au-Prince ve diğer büyük şehirlere yayılmış. Başlangıçta inkar edilse de bu kolera salgının kaynağı, Birleşmiş Milletler’in Nepal’den gelen barışı koruma birliklerini barındıran bir askeri üsmüş. Buna bir tepki olarak Cap-Haïtien şehrinde isyanlar çıkmış. Salgın sırasında 800.000 Haitili hastalığa yakalanmış ve bunlardan yaklaşık 10.000’i ölmüş.
Kolbert yazısının son bölümünde tarih boyunca insanların salgınlar için sık sık içlerindeki yabancıları suçladığına dikkat çekiyor:
“Salgınlar tabiatı gereği bölücüdür. İyi günde yardım için başvurabileceğiniz komşunuz, salgın döneminde bir enfeksiyon kaynağı haline gelebilir. Günlük hayatın alışkanlıkları hastalığı bulaştırma fırsatlarına, karantinayı uygulayan devlet yetkilileri de birer baskı unsuruna dönüşür.” diyor ve Profesör Snowden’ın kitabından, Kara Ölüm sırasında Strazburg Yahudilerinin başına gelenleri şöyle aktarıyor:
“Yerel yetkililer, bu ölümcül vebadan -Yahudiler su kuyularını zehirledi söylentileriyle- onların sorumlu olduğunda karar kıldılar ve Yahudilere bir seçenek sundular: Ya ihtida edecekler ya da öleceklerdi. Yarısı ilk seçeneği tercih etti. [Hristiyanlığa ihtida etmeyenler ise] 14 Şubat 1349’da ‘tek tek toplanıp Yahudi mezarlığına götürüldü ve diri diri yakıldı’. Papa VI. Clement, Yahudilerin de vebadan öldüğünü ve kendi kendilerini zehirlemelerinin mantıklı olmadığını belirten papalık emirnameleri yayınlasa da pek bir şey değişmedi. 1349’da Frankfurt, Mainz ve Köln’deki Yahudi topluluklar yok edildi. Şiddetten kaçmak için Yahudiler toplu halde Polonya ve Rusya’ya göç ederek Avrupa’nın nüfus yapısını kalıcı olarak değiştirdi.”
Kolbert, her salgın hastalığın birbirinden farklı siyasal sonuçlar ürettiğini yazısının sonunda şu şekilde örneklendiriyor: “Kolera isyanları sırasında insanlar dışarıdakileri değil, içeridekileri suçladılar; hedef alınan kitle, doktorlar ve hükümet yetkilileriydi. Çiçek hastalığı, İspanyolların Aztek ve İnka İmparatorluklarını ele geçirmesini sağladı; ancak diğer salgın hastalıklar sömürge güçlerinin mağlubiyetine yol açtı. Mesela Haiti Devrimi sırasında 1802’de Napolyon bu Fransız kolonisini yaklaşık 50.000 askerle geri almaya çalıştı. Ancak askerlerinin o kadar fazlası sarı hummadan öldü ki bir yıl sonra bu girişimden geri adım attı ve ayrıca Louisiana toprağını Amerikalılara satmaya karar verdi.”