28 Nisan 2020 Salı

B.NAFİ: SALGIN SONRASI NE TÜR BİR DÜNYA BEKLENEBİLİR?




SALGIN SONRASI NE TÜR BİR DÜNYA BEKLENEBİLİR?

Beşir Nafi (Arap dünyasının önde gelen düşünürlerinden tarih profesörü; eş-Şark Forum ve el-Cezire Araştırma Merkezi kıdemli araştırmacısı; Londra Üniversitesi’ne bağlı Birkbeck College ve Muslim College’da ders veriyor)
Al Sharq Forum, 25.4.2020

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme Al Sharq Forum web sitesinde 25.4.2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Çok uzun olduğundan bloguma yedi bölümden sadece üçünü yüklediğim bu önemli yazının PDF’sine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: 

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Giriş
Covid-19 salgınının modern dünyanın geleceği, uluslararası sistemin dayandığı kurumlar ve rejimler konusunda geniş çaplı bir tartışma dalgası başlatması şaşırtıcı değil. Bu, en azından insan ve toplum bilinci açısından eşi görülmemiş bir salgın. İnsanoğlunun hafızasında 14. yüzyılın ortalarında görülen vebadan tutun 1918-1920’deki İspanyol gribine kadar bugünkünden çok daha şiddetli ve feci salgınlar kayıtlı. Ancak geçmişteki salgın dönemlerinde ne bugünkü gibi hızlı ve dakik iletişim araçları vardı ne de insanların devletlerinden beklentileri şu anki seviyedeydi. Covid-19 virüsünün Çin dışına yayılmasından haftalar sonra onlarca, hatta yüzlerce milyon insan salgının yayılmasını ve insani, toplumsal ve iktisadi etkilerini somut ve gerçekçi bir şekilde tecrübe etmeye başladı.
10 Nisan itibarıyla koronavirüs 1,5 milyondan fazla insanı etkiledi (ki henüz muayene olup teşhis konmamış ve bu nedenle resmî rakamlara eklenmemiş hastalığın bulaştığı çok daha fazla kimse var); 100.000’i aşkın insan hayatını kaybetti; yeryüzünde hayatı, savaş rüzgârlarının kasıp kavurmadığı kadar kırıp geçirdi.  Şimdiye kadar en fazla Kuzey Yarımküre etkilenmiş gibi görünse de salgın vakası olduğunu bildiren ülke sayısı 200’ü aştı. Bu ülkelerin en az üçte biri, salgını kontrol altına alabilmek ümidiyle Mart ayının ilk yarısından itibaren ardı ardına toplumsal ve iktisadi faaliyetleri tamamen veya tamamına yakınını durdurduğunu ve sosyal mesafe kurallarını katı bir şekilde uygulayacağını açıkladı. İstanbul, Londra ve Paris’ten tutun New York’a kadar dünyanın doğusundan batısına 21. yüzyıl resmini sunan hayat dolu büyük şehirleri korku, endişe ve belirsizlikle kaplı sessiz metropollere dönüştü.
Son birkaç haftadır siyaset bilimciler, tarihçiler, filozoflar ve uluslararası ilişkiler uzmanları salgın sonrası nasıl bir dünyanın doğacağı sorusu üzerinde merakla duruyorlar. Acaba dünya ve uluslararası sistem daha iyiye doğru bir değişime mi şahit olur, yoksa salgın korkusu sona erdikten sonra insanlık eski haline mi döner? Salgın devlet aygıtını, devletin halkıyla ilişkisini ve devletlerin birbirleriyle ilişkilerini ne ölçüde yeniden şekillendirir? Dünyayı ağır bir iktisadi durgunluğa sürüklediğinden artık hiç şüphe duyulmayan salgının temelini atabileceği iktisadi model nedir? 1990’lardan bu yana hızla gelişen küresel ilişkilerin kaderi nedir? Salgının bizzat kendisi, dünyanın birliğine ve halkların eşitliğine trajik bir tanık değil midir?
Bunlar, salgın sonrası dünyayla ilgili tartışma sayfalarını işgal eden ve aşağıdaki tartışmada ele alınacak önemli konulardan bazıları. Ancak bu konuları ele almadan evvel, belki de bilinenleri ve salgının gidişatıyla ilgili bilinmeyenleri çıkarımlar yapıp tahmin etmeye ve salgının dünyayla, dünya devletleri ve halklarıyla bağlantısını keşfetmeye çalışmak lazım.

Salgın ve Dünya: Birlik de Değiliz, Eşit de (PDF’den ulaşabilirsiniz)

Neoliberal Ekonomi İçin Büyük Buhran ve Artan Durgunluk (PDF’den ulaşabilirsiniz)

Küreselleşme Ütopyası (PDF’den ulaşabilirsiniz)

Devlet, Halk ve Aralarındaki İlişkiler
Devlet egemenliği kavramı, 1648 Vestfalya Barışı sonrası dönemde doğdu; ancak devlet 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar merkezi bir kontrol ve tahakküm kurumuna dönüşmeye başlamadı. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başları, devlet kurumunun olgunlaşmasına, devletin uluslararası sistemin temel birimine dönüşmesine ve -yavaş yavaş- güç ve yeteneklerini en üst düzeye çıkarmaya dönük bir araçtan başlı başına bir amaca ve zaman zaman da kudretli bir seküler tanrıya dönüşmesine tanıklık etti.
Sağlam bir kanuni yapıya sahip anayasal demokratik devletlerde yasama erki devletin hükmedici, düzenleyici ve gözetleyici kapasitesini güçlendirmek için kullanıldı. Diktatörlüklerde aynı amaçlara ulaşmak için esasen kanuna hiç ihtiyaç duyulmadı. Kriz, savaş ve -gerçek veya hayali- tehdit gibi dönemler, devletin ilerleyişi ve yükselişi karşısında toplumun direncindeki düşüş hesaba katıldığında, devlet kontrolünü ve tahakkümünü yeniden pekiştirmek için bulunmaz birer fırsattır. Geçen yüzyıl boyunca dünya, -devletin halkın tehlikelerden korunma arzusunun odağı haline geldiğinde- bir yandan devlet kurumunun gücü ve kontrol seviyesi diğer yandan kriz, savaş ve tehdit dönemleri arasında diyalektik bir ilişkiye şahit oldu.
Devletin birincil görevi, halkını tehlikeden korumaktır; kriz dönemlerinde devletin -halkın rızası ve kabulüyle- genellikle olağanüstü yetkiler kazanma yoluna başvurması alışılmıştır. Ancak tarihi tecrübe kriz, savaş ve tehdit dönemlerinin sona ermesinin devletin bütün bu yetkilerinden vazgeçeceği anlamına gelmediğini, aksine her zaman bu yetkilerinden bazılarını sürdürdüğünü ortaya koymaktadır. Böylece devlet kurumu, kriz dönemlerinden çok daha güçlü ve kontrol ve tahakküm kurabilir şekilde çıkmakta; sonuçta halkın devlete bağımlılığı artmakta ve müstakbel kriz, savaş ve tehdit hallerinde devletin koruma kabiliyetini sabırsızlıkla beklemektedir.
Şüphesiz ki devlet aygıtı, geçtiğimiz birkaç ay içinde salgınla mücadele için kendi kendine edindiği -ve salgın uzadığı takdirde elde edebileceği yeni- yetkilerin bir kısmını, krizin sona ermesinin ardından bırakacak. Ancak bu yetkileri tamamıyla bırakmayacağı da kesin. “Teröre karşı savaş” olarak bilinen [11 Eylül sonrası] yıllarda devlet kurumunun bilhassa ulaşım, seyahat, eğitim ve modern teknolojilerin kullanımı alanlarında edindiği düzenleyici/gözetleyici yetkilerin çoğu hala daha yürürlükte.
Öte yandan salgın, ayrıcalıklı ulusal boyutuyla devletin rolünü uluslararası alanda yeniden pekiştirmek için bir başka fırsat sunuyor. Sosyal Demokrat olan Almanya eski Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, “Otuz yıl boyunca devleti küçültmek için çalıştık” şeklindeki anlamlı sözüyle, gelecek nesillerin bu kadar naif olmayacağına işaret etti.  Gerçek şu ki salgın, devletler arasındaki ilişki konusunda çelişkili çağrışımları beraberinde getirdi. Bir yandan salgın, ne kadar güçlü ve kapasiteli olursa olsun bir ülkenin, -salgınlardan, iklim değişikliğinden ve küresel ekonominin çarklarının durdurulmasından kaynaklanan krizlerin de aralarında olduğu- küresel nitelikli bir krize tek başına karşı koyamayacağını ortaya çıkardı. Öte yandan salgın, ulus-devletin çatışmacı eğilimini ve -salgınla mücadele için gerekli sıhhi ve tıbbi malzeme ve ekipmanı elde etmek amacıyla- çoğu zaman gayri ahlaki ve gayri insani rekabetlere dalma dürtüsünü daha da körükledi.
G20 liderlerinin uzaktan toplantıları da dahil büyük devletlerin liderleri arasında temaslar gerçekleşmesine rağmen şu aşikâr ki, salgınla mücadele ulusal temelde gerçekleşmekte ve ne hastalığa en iyi tedaviyi belirlemek ve Covid-19 virüsüne karşı aşı geliştirmek için ne de salgının beklenen sonuçlarının kontrol altına alınması için gereken iktisadi tedbirler üzerinde uzlaşma noktasında hiçbir düzeyde uluslararası koordinasyon bulunmuyor. Salgın geriledikten sonra devletlerin, halklarının temel ihtiyaçlarında kendi kendine yeterlilik seçeneğine öncelik vermeleri ve böylece karşılıklı bağımlılık söylemlerinin azalması bekleniyor.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi bölgesel örgütlerin kapsamının ve çalışmalarının sürekli genişlemesi, ulus ötesi şirketlerin ortaya çıkması (ki yanlış bir şekilde çokuluslu şirketler olarak bilinirler) ve küreselleşme söyleminin cazibesi ulus-devletin gerilediğine ve önemi ve rolünün azaldığına dair bir inancın doğmasına katkıda bulundu. Ancak son on yıl, ulus-devletin gerilediğine dair bahislerin aceleci olduğunu somut bir şekilde gösterdi. Bazı Avrupa Birliği ülkelerinde sağcı güçlerin iktidara gelmesi, birçok bölgesel örgütün gücü ve etkinliğindeki sürekli düşüş ve Amerikan başkanlık seçimlerinde “Önce Amerika” programının zaferi esasında ulusdevletin gerilemesine dair hesapların doğru olmadığını ortaya döktü. Büyük ekonomilere sahip devletler arasındaki keskin ticari gerilimler, çok geçmeden ulus-aşırı şirketlerin gerçek büyüklüğünü gözler önüne serdi ve nihayetinde bu şirketler bir ulusal kökene de dayandıklarından ait oldukları ana ülkeye ve kararına isyan etmelerini zorlaştırdı. Salgının yaptığı, en az on yıl önce hızlıca başlayan uluslararası ilişkiler alanına “devletin geri dönüş” eğilimini pekiştirmek oldu.

Kritik Jeopolitik Değişimler? (PDF’den ulaşabilirsiniz)

Salgın Sonrası Dünya
Lenin günün birinde şöyle demiş: “On yıllar vardır, hiçbir şey olmayan; haftalar vardır, on yıllar yaşanan.” Şüphesiz Ocak ayı sonundan bugüne uzanan salgın haftaları, dünyanın belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana benzerini hiç görmediği birtakım yıkıcı gerçeklere tanıklık etti. Salgın hem hayatın bizzat kendisi hem ekonomi, toplum ve psikoloji hem de siyaset, sosyopolitik modeller ve uluslararası ilişkiler üzerinde muhtelif etkiler bırakacak. Ancak salgın sonrası dünyanın önceki dünyadan tamamen farklı olacağını söylemek abartı olur.
Kesin olan şu ki salgın, yıllardır belirginleşmekte olan siyasi, iktisadi ve uluslararası eğilimleri hızlandırmaktan başka bir şey yapmayacak, doğuracağı yepyeni değişkenler olacak ve rejimler, ilişkiler ve eğilimler somut bir değişime şahit olmayacak. Dünya, etkisi ülkeden ülkeye farklılaşacak (ve salgının şiddetiyle değil, devletin salgını atlatma kapasitesiyle orantılı olarak) çok ciddi bir iktisadi krizle karşı karşıya ve bunun siyasi çalkantılara yol açabileceği ise tartışmasız bir gerçek. Ancak devletin geri dönüşü, bölgesel sistemlerin rolünün azalması ve hedeflerinin küçülmesi ve uluslararası sistemin çok-kutupluluğa doğru kayışına dair göstergeler, en azından yıllardır dünyada birden fazla mekânda kaydedilmekteydi. Öte yandan bölgesel ve uluslararası rekabet ve mücadele seviyesindeki yükselişin aynen devam etmesi ve salgının uluslararası ilişkilerin daha insani ve adil temeller üzerinde yeniden inşası umudunun sadece bir umut olarak kalması çok daha muhtemel.
Salgının tozu dumanı arasında ve ayrımcılık yapmadan sınırlara, sınıflara ve toplumsal bileşenlere ihtiyaç duyuluyor gibi görünürken, yaygın musibet ve kayıp hissinin bazılarında trajedinin rahminden daha iyi bir dünya doğacağı beklentisine yol açması şaşırtıcı değil. Ancak geçmişteki insanlık tecrübeleri bu iyimser beklentileri her zaman doğrulamıyor. Bazı tarihçiler 14. yüzyılın ortasındaki vebanın feodal sistemin sonunu ve modern dünyanın doğuşunu tetiklediğine inanıyor. Ancak dünyadaki büyük krizlerin en yakın dönemdeki hatıraları farklı sonuçlar ortaya koyuyor.
Tüm trajik etkisiyle Birinci Dünya Savaşı, insanoğlunu daha rasyonel ve uluslararası ilişkileri de daha adil hale getirmedi. Aslına bakarsanız, birinci savaşın sonundaki barış, içinde ikinci savaşın tohumlarını taşıyordu ve ardında çatışmalar ve savaşlarla dolu bir Ortadoğu bıraktı. Küresel durgunluğa yol açan 1929’daki Büyük Buhran, Nazizmin yükselişini hazırlayan faktörlerden biriydi; tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin hızla maliyeti yüksek ve tehlikeli bir Soğuk Savaş’a ve Avrupa kıtası dışında bir dizi bölgesel savaşa yol açması gibi. Hiç şüphesiz bu son derece vahim bir salgın; ama görünen o ki modern insan, hayat tarzının, birlikteliğinin ve ilişkilerinin felaketvari sonuçlarını görmek için gerekli hikmet ve olgunluk seviyesine henüz ulaşabilmiş değil.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder