7 Mart 2018 Çarşamba

J.L.SHAPIRO: ÇİN İLE JAPONYA ARASINDA YAKLAŞAN ÇATIŞMA




ÇİN İLE JAPONYA ARASINDA YAKLAŞAN ÇATIŞMA
Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü)
Geopolitical Futures, 6.12.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

Daha 19. yüzyılda Çin ile Japonya’nın kıyıda ihmal edilmiş bölgeler olduğunu unutmak doğal. Doğu Asya’nın [bugünkü] büyük güçleri o denli kendi hallerinde ve teknolojik açıdan ilkeldiler ki Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel şöyle demişti: “Doğu Asya’nın o engin sahası, genel tarihî gelişme çizgisinden ayrışmış/sapmış durumda.” Onun bu tasviri bugün gülünç görünüyor. Çin ve Japonya hâlihazırda dünyanın en büyük ikinci ve üçüncü ekonomisi. Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında bölgesel hegemonya arzusu ve akabinde iktisaden yeniden inşası dünyayı derinden etkiledi. Çin’in komünizm altında birleşmesi ve geçtiğimiz on yılda bölgesel güç peşinde koşması da bundan daha az önemli değil.
Ancak Pekin ile Tokyo, 1800’lerden beri biriktirdikleri bütün o güce ve servete/zenginliğe rağmen, bölgede hâkimiyet iddiasında bulunacak kadar güçlü olamadı. (…) Çin ve Japon kalkınması dış güçlerin insafına kalmış şekilde ilerledi. Japonya bunu kırmaya çalıştı ve İkinci Dünya Savaşı sırasında neredeyse bu noktaya ulaştı; ancak sonunda ABD tarafından engellendi. Niceleri tarafından dünyanın muazzam süper gücü olarak çoktandır kutsanıp yağlanan Çin hala daha bölünmüş bir ülke. Sahil bölgelerinde var olan hesapsızca zenginliği iç kesimlerde bulmak zor.
Bu durum değişmeye başladı – ve Pyongyang yönetiminin fırlatılabilir nükleer silahlar üretme arayışı üzerinden ABD ile Kuzey Kore’nin karşı karşıya gelmesi de bu değişimin boyutunu gösteriyor. ABD, –kötü beslenen ve dünyadan tecrit edilmiş yaklaşık 25 milyon nüfuslu fakir, totaliter bir devlet olan– Kuzey Kore’nin Amerikan ana karasını vurabilme kapasitesine sahip nükleer silahlar edinmesini istemiyor. Washington yönetimi, eğer Pyongyang bu silahların peşinde koşmayı sürdürürse Kuzey Kore’yi hak ettiği her türlü cezaya çarptırmakla tehdit ediyor; ama Kuzey Kore’nin gözü hala korkmuş değil. Kuzey Kore bunu, Devlet Başkanı Kim Jong Un deli olduğu için değil, başına her ne gelirse gelsin ayakta kalacağını düşündüğü için yapıyor.
Bu oynanan öyle çok da kötü bir bahis olmayabilir. Kim’in bakış açısından Kuzey Kore’nin nükleer füze geliştirmesini durdurmanın sadece iki yolu var: ABD, rejimi ya yok eder ya da bu denemeleri sürdürmesinin doğrudan bekasına meydan okuyacağına ikna eder. (Bunun işe yaraması için de rejimin, yok edilebileceğine inanması lazım.)
Amerikan yönetimi, BM’de istediği herkese veryansın edebilir; ama kulak asılmayacaktır. Kim Jong Un’a karşı suikasta teşebbüs edebilir; bir başkası yerini alacaktır. Yine ABD, Çin’in Kuzey Kore’ye yakıt satmasını yasaklayabilir; ama Kuzey Koreliler, zaten çok da fazla benzin kullanmıyorlar ve dahası, ülkelerini savunmak için çokça şeyi feda edeceklerini zaten gösterdiler.

Bir adım yaklaşmak
Fakat ABD, Kim rejimini yerinden edebilir mi veya en azından Pyongyang, Washington’ın bunu yapabileceğini düşünür mü? Bunu söylemek zor. Rejimi söküp atmanın sadece iki yolu var: Birincisi, ABD’nin kendi muazzam nükleer [silah] deposunu kullanması ki bu durumda kitle imha silahlarının kullanımında bir örneklik teşkil edeceğinden bunu tercih etmeyecektir. İkincisi, Kuzey Kore’yi topyekûn istila ve işgal ki bu da ABD’nin kapasitesini zorlayacak ve arzu edilen sonucu vermeyecektir. ABD, Kuzey Korelileri sahada yenilgiye uğratabilir; ama Vietnam ve Irak savaşlarının da gösterdiği gibi düşmanı savaşta yenmek zafer kazanmakla aynı anlama gelmez. Ve tabii bir de –ABD’nin en son Kore Yarımadası’nda savaştığı 1950 yılında Pyongyang’ın yardımına koşmuş– Çin meselesi var ve eğer ki ABD muazzam bir kuvvetle Kuzey Kore’ye ön-alıcı bir saldırı gerçekleştirirse aynı senaryo tekrarlanabilir.


Sınırlı askerî saldırılar diğer bir ihtimal. Siyaseten cazip olabilir belki ama bu yöntem Kuzey Kore’nin nükleer programını yok etmeyip sadece geciktirecektir. Ve bu da emin olun Pyongyang’ın itibarını/inandırıcılığını artıracaktır. Siyasi liderliği saf dışı bırakmayı başaramayan her Amerikan saldırısı, Kuzey Kore kırsalında çarpıtılarak “haydutvari Amerikan emperyalistlerine karşı bir zafer” olarak propaganda malzemesine dönüşecektir.
Bu da Amerikan gücünün boyutu ve sınırı. ABD dünyada doğrudan Amerikan müdahalesine dayanmayan bir dış politika uygulama mücadelesi veriyor. Söylemesi kolay, yapması zor, hele de mevzubahis olan nükleer savaşsa… Biz analistler, Kuzey Kore’nin asla ve kat’a nükleer silahlarını kullanmayacağını, çünkü bunun kendi yok oluşuna davetiye çıkarmak anlamına geleceğini istediğimiz kadar haykırıp duralım, karar verici makamlarda değiliz. Nihayetinde haksız çıkmanın yükünü taşıyacak olan da bir değiliz.
Kuzey Kore’nin stratejisinin ardındaki deha işte bu. Hedef, ABD’yi tepki vermesi için kışkırtmak ve ardından Amerikan tepkilerini destek kazanmak için kullanmak. Bu strateji çalışıyor. ABD, Kuzey Kore’nin nükleer silaha sahip olmasına izin vermeyeceğini defaatle söyledi. Eğer ki Kuzey Kore nükleer silah elde ederse Amerikan güvenlik garantisinin ne faydası kalır? Eğer ki ABD, Kim rejimini yok etmeden Kuzey Kore’ye saldırırsa –ki ben rejimi yok edebileceğine inanmıyorum– bu durumda Pyongyang, mevcut politikasını sürdürürken emperyalistleri yenilgiye uğrattığını söyleyebilir. Eğer ki ABD, Kuzey Kore’nin nükleer denemelerini durdurması karşılığında Güney Kore’deki birliklerini geri çekmeyi kabul ederse, bu durumda Pyongyang nihai hedefi olan, kendi yönetimi altında Kore Yarımadası’nı birleştirmeye bir adım daha yaklaşmış olacaktır.

Konuşmuyor, Yapıyor
Her senaryonun sonucu aynı: ABD tek başına Doğu Asya’da koşulları dayatamaz. Kuzey Kore’yi dize getiremez. Çin’e istemediği bir şeyi zorla yaptıramaz. Hatta müttefiki Güney Kore’yi sanki ön-alıcı bir askerî seçenek masadaymış gibi bir görüntü vermeye ikna edemez. Japonya, ABD’nin yapamadığı tüm bu şeylere bakıyor ve 1945’ten beri ilk kez karanlığa sürükleyecek bir soruyu kendisine sormak zorunda kalıyor: Tokyo eğer ki Amerikan güvenlik garantilerine bel bağlayamazsa bu durumda Japon politikası ne olmalı?
Kuzey Kore Krizi, Washington’ın ikilemlerini/açmazlarını yaratan vaka olmayabilir ama –daha evvel hiç görülmedik biçimde– Çin’e yarayacak şekilde bu zaafını açığa çıkardı. ABD, bölgede herhangi bir aktörün kendi gücüne meydan okumasını önlemek için Doğu Asya’da bir ittifak ağı kurmak amacıyla kan dökmüş ve hesapsızca para akıtmıştı. Ve bu nedenle Amerikan stratejisini test eden Kuzey Kore değil, bölgenin büyük gücü Çin. Zaten iktisadi bir dev yaratık olan Çin hızla askerî kapasitesini geliştiriyor. Yeni ilan edilen diktatör-devlet başkanı Şi Cinping, Çin ekonomisinin muazzam dönüşümüne öncülük etmeye niyetleniyor, ki eğer başarırsa Çin’i, geçtiğimiz 400 yıla kıyasla çok daha kendine güvenen ve siyaseten istikrarlı bir hale getirecek. Çin’in hala daha kat etmesi gereken uzunca bir yol var, ama kısa vadede Çin’in gücü artıyor. Güney ve Doğu Çin Denizlerinde Çin’in maceracılığı, Asya çevresindeki stratejik yatırımları ve donanmasının süregelen gelişimi hep artan gücünü doğrar nitelikte.



Daha üstün hale gelmesi Çin’i kaçınılmaz şekilde Japonya’yla savaşa sokacaktır. Bu türden bir çatışma yeni bir şey de değil; bu medeniyetler savaşlardan nasiplerini hep aldılar. 20. yüzyılda Japonya’nın Çin’i işgalinin vahşeti –ki bu işgal için Kore bir hazırlık sahası olmuştu– hala daha Çinlilerin ve Korelilerin zihninde tazeliğini koruyor. Ancak çatışmanın şartları bu defa farklı. Öyle ki Çin ve Japonya’nın her ikisi de güçlü. 20. yüzyılın başlarında Japonya, Orta Krallığı ele geçirmeye kalkıştığında Çin’in sözde fatihlerinin çoğunun karşılaştığı zorlukları keşfetmiş oldu; ama Japonya o dönemde açık ara daha üstün bir güçtü. Bugün ise hangisinin daha güçlü olduğunu söylemek zor. Çin çok daha büyük bir nüfusa sahip; ama Japonya çok daha istikrarlı ve çok daha iyi askerî ve teknik kapasiteye sahip. Bu da kendi içinde dengeli bir rekabet potansiyeli taşıyor.


Dahası Çin ve Japonya boyun eğdirilmekten artık korkmuyorlar. Bu zaten malumun ilamı bir gözlem gibi görülebilir; ama aslında Sanayi Devrimi’nden bu yana ilk kez her iki devlet de kendi kararlarını kendileri alıp hedeflerini önceden açıklar hale geldiler. Geçmişte birkaç kez hedeflerine ulaşmanın eşiğine gelmişlerdi hiç şüphesiz. Japonya Pasifik’in hâkimi olmak üzereydi ki sonunda ABD tarafından [Z.T.K. atom bombalarıyla] boyun eğdirildi. Çin tam anlamıyla bütünleşmek için Tayvan’ı fethetmek istedi; ancak Tayvan Boğazı’na Amerikan 7. Filosu’nun gelişi Çin yönetiminin hayallerini suya düşürdü.



Asya üzerinde eli kulağındaki Çin-Japon rekabetinin ilk işaretleri şimdilerde su yüzüne çıkmaya başladı. Japonya Başbakanı Şinzo Abe ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in kısa süre evvel birbirlerine söylediklerini unutun gitsin; yaptıkları açıklamalar hakikati ortaya çıkarmaya değil gizlemeye dönüktü. Söyleme değil eylemlerine bakın. Çin, Manila yönetimini ayartıp ABD’den uzaklaştırmak için Filipinler’e önemli finansal ve siyasal yatırımlar yapıyor; Japonya da orada askerî yardımı ve desteğiyle, aynı zamanda kendi iktisadi teşvikleriyle bulunuyor. Çin, Myanmar’la ilişkileri geliştirmenin stratejik potansiyelini görüyor; Japonya da –Çin’in sıklıkla iliştirdiği türden koşullar olmaksızın– yardım ve yatırım vaatleriyle sahnede yerini alıyor. Ana-akım medyada Çin’in –mükemmel halkla ilişkiler kabiliyetinin bir göstergesi olan– Tek Kuşak Tek Yol İnisiyatifi çokça işleniyor. Japonya’nın Trans-Pasifik Ortaklığını diriltmek, Afrika ve Asya ülkelerine 200 milyar dolardan fazla yatırım sözü vermek ve Asya Kalkınma Bankası, Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı ve Japonya Altyapı İnisiyatifi’ni içeren çeşitli girişimleri ilan etmek suretiyle yaptığı karşı-hamlelerini incelemek için harcanan vakitse çok daha sınırlı. Çin, diğer güçleri Güney Çin Denizi’nden koparmak için gözdağı veriyor; ama Japonya, Doğu Çin Denizi’nde sindirilemeyecek. Bu arada Japonya, Çin’in gücünü geleneksel karasal alanıyla sınırlı tutmak için ABD-Japonya-Hindistan-Avustralya’dan müteşekkil Dörtlü Güvenlik Diyaloğu’nun savunucusu.
Çatışma yavaş yavaş gelişecek. Bunun dış hatları şu an şekillenmekte. ABD Asya’da öyle tamamen kayıplara karışacak değil; Washington’ın hala daha oynayacağı önemli bir rolü var ve Kuzey Kore Krizi’ni nasıl yöneteceği, uzun vadede bölgesel güç dengesinin belirlenmesine çok katkısı olacak. Ancak önümüzdeki birkaç yılda ABD gücünün sınırlarına ulaşmaya başlayacak ve bu durumda kaba güç yerine ilişkileri ustaca manipüle eden yeni bir strateji izleyecek. Çin ile Japonya’nın artık dünya tarihinden koparılmayacakları, tarihi kendi kavramlarıyla şekillendirecekleri bir döneme girildiğini görecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder