YAZI, SUUD KAYBEDER; TURA, İRAN KAZANIR
David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü;
İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 12.9.2017
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Suudi liderlik krizi nice sürpriz
dalgalanmalarla karmakarışık bir hal alsa da görünen o ki bölgesel oyunculardan
biri her daim üstünlüğünü kanıtlıyor. Bu ülke İran.
Suudi Arabistan’ın Katar’a yönelik ablukanın
daha en başında Doha’yı işgal etme planını altüst eden faktörlerden biri, İran’ın
askerî müdahalede bulunma tehdidi. Konuyu yakinen bilen kaynaklardan anladığım
kadarıyla Riyad, sınırdan tanklarını Katar’a sokmayı düşündüğünde İran,
Doha’daki Türk askerî birliklerinin sembolik varlığından çok daha önemli bir
caydırıcı güç olduğunu ispatlamış.
Peki sonuç ne? 86.000 İranlı hacının bu yıl “iyi
bir Hac” geçirdiğinin ilanının ardından [Z.T.K. geçen sene İranlılar
hacca gitmemişti] önümüzdeki günlerde bir Suudi heyet, iki sene evvel ikili
ilişkilerin kesilmesi üzerine tahliye edilen Suudi elçilik “binalarını ziyaret
etmek” üzere Tahran’a gidecek [Z.T.K. Suudi Şii âlimlerden Nimr
en-Nimr’in idamı üzerine İran’da patlak veren gösterilerde Suudi elçilik
binalarına saldırıların ardından diplomatik ilişkiler kesilmişti].
Dahası, bir dizi ziyaretin ardından Suudi
Arabistan Bağdat yönetimiyle ilişkilerini yeniden kuruyor ve Irak İçişleri
Bakanı Kasım el-Aracî bu noktada arabuluculuk yapmayı teklif etti. El-Aracî,
İran’ın Suriye ve Irak’a askerî müdahalelerinin Napolyon’u haline gelen İran
Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’ye yakın olan
Bedr örgütünün üst düzey bir mensubu.
Aslında bu, Suudi dış politikasındaki ani
değişimleri ve sendelemeleri gözlemlemek için bir sismometre niteliğinde.
Bir taraftan Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin
Selman, savaşı İran’a taşıma tehditleri savurarak mayıs ayında “Tahran’ın nihai
hedefi kutsal beldelerin kontrolünü ele geçirmek” demiş ve uygulanacak
politikaları detaylandırmadan “Biz savaşın Suudi Arabistan toprakları içinde
olmasına izin vermeyeceğiz. Savaşın Suud değil, İran topraklarında yürümesi
için çalışacağız” diye de eklemişti. Öte taraftan Prens, Washington’da iki
emekli diplomata Yemen’den çıkmak istediğini söylemiş olup ABD’nin İran’la
diyaloga girmesinden rahatlamış durumda.
Suudi kraliyetinin düşmanı mütemadiyen şekil
değiştirip yeni yeni formlar alıyor. Kral Abdullah döneminde baş düşman Arap
Baharı ve siyasal İslam’dı. Kral Selman döneminde baş düşman önce İran’dı, daha
sonra Katar’a dönüştü. Bu makaleyi kaleme aldığım sırada Suudiler için asi
komşusunu kanunsuzluğa teşvik etmekten ve kontrol altına almaktan daha acil bir
görev yoktu. Ama yazı yayına girdiğinde bakarsınız bu durum bir kez daha
değişir. [Z.T.K. Yazar bu yazıyı kaleme alırken Katar Emiri, Suudi
Veliaht Prensini telefonla arayarak krizin çözümü için tüm tarafların
çıkarlarını güvence altına alacak şekilde diyalog masasına oturulması talebini iletmişti.
Ancak Riyad bu talebi reddetti.]
Tabii ki bu değişimlerin nedenleri var. Bir
Suudi askeri planlamacı olmak, bir dizi askerî ve stratejik yenilgiye tahammül
gösterebilmek demektir. Suud ve Katar destekli isyancılar Suriye’de kaybettiler
ve Riyad tarafından bir başlarına ortada bırakıldılar. Yemen’de iki senedir
Husilere karşı devam eden harekât askerî bir felakete dönüştü. Katar’a yönelik abluka
da bir diğer kaybeden ata oynama örneğiydi.
32 yaşındaki Suudi veliaht prensi ve savunma
bakanını destekleyenler onu pragmatik olarak tanımlıyorlar. Yaptığı her bir U
dönüşünü açıklamanın diğer bir yolu da tetiği ilk çeken olmaması gerektiğinin
fark edilmesi. Aktivist bir dış politika, eğer ki girişilen eylem istenilen
hedefe ulaşabilecekse işe yarar. Yoksa başkalarının ekmeğine yağ sürer.
Bununla birlikte, yapılan hatalardan kazanç
sağlamak da bir tecrübe gerektirir; İran buna bolca sahip olup komşularının
hatalarından istifade etmekte hepsini gölgede bırakır.
Peki İran, Sünni Arap komşuları arasında
verilen şiddetli rekabet ve mücadelelerden hükmen galip çıkmayı nasıl başardı?
11 Eylül’ün önemi
İran 20. yüzyıldan iyi bir devlet olarak çıkamamıştı.
[Z.T.K. İslam Devrimi’nin hemen ardından] Saddam Hüseyin’le sekiz
sene süren [1980-1988] ve yaklaşık 1 milyon İranlının canına mâl olan
çok şiddetli bir sınır savaşı verdi. Keza ABD’nin yaptırımlarına 20 sene
tahammül etti. 2002’de Amerikan Başkanı George W. Bush tarafından “şer
ekseni”nin bir parçası olarak ilan edildiğinde uluslararası toplumun dışına
itilmiş bir devlet görünümündeydi. Aslında 11 Eylül 2001, İran’ın stratejik
konumunu dönüştürdü. Bir anda Batı, baş etmesi gereken el-Kaide gibi çok daha
tehlikeli bir küresel tehditle karşı karşıya kaldı. Bundan sonra ABD kapıyı
biraz aralık tutarak Irak ve Afganistan’da İran’la iş tuttu. Bu aşamadan
itibaren İran’ın dış politikası ofansif bir hale bürünerek bugüne kadar geldi.
İran kendisine yönelik uluslararası tecrit
dönemini akıllıca kullandı. İç siyasette güç dengesi her ne olursa olsun
Tahran, birleşik bir merkezî komuta, net bir strateji ve öz kaynaklara bel
bağlamanın verdiği güveni geliştirdi. Füzeler gibi karmaşık silah sistemlerini
üretebileceği kendi askerî sanayi kompleksini kurdu. Bunu sürdürebilmek için
petrol sanayisine de sahipti.
11 Eylül’le birlikte aldığı an büyük ders
şuydu: Eğer ki bir millet olarak herhangi bir şeyi başarmak istiyorsan öncelikle
kendi kendini savunabilmelisin. Bu kararlılıkla bölgede hâkim askeri ve siyasi
güç haline gelme gibi bir net strateji ortaya çıktı. Suriye ve Irak’ta
stratejik derinliği sağlamaya kararlıydı. İşte şimdi tam da bunu başarmış
durumda.
İran, hedeflerinin peşinden koşarken üç taktik
uyguladı:
Birincisi, İran’ı hâmi olarak gören bölgedeki
bütün Arap gruplarla bağlarını kuvvetlendirdi. Bu Irak, Suriye ve Yemen’deki
Şii azınlıklara sadece askeri yardım sağlamak anlamına gelmiyordu. Yardım
siyasi ve örgütseldi de. İran, çürümüş Arap devletinin sağlayamadığı altyapıyı
–yani hastaneler, okullar ve yerel hizmetler ağını- sundu.
İkincisi, işgalci Amerikan ve İngiliz güçleri
geri çekilirken özellikle Irak’ın güneyinde bıraktıkları boşluğu doldurdu.
Üçüncüsü, durum el verdiğinde hasımlarıyla anlaşma
yapabilecek kadar pragmatikti.
Bu pragmatikliğine ibretlik bir örnek, İran’ın,
liderlerine ev sahipliği yaptığı [Z.T.K. mesela Usame bin Ladin’in
ailesi ve IŞİD’in nüvesi olan Mezopotamya el-Kaidesi’nin kurucusu Ebu Mus’ab
ez-Zerkavi] ve toprakları üzerinden başka ülkelere transit geçişlerine göz
yumduğu el-Kaide örgütüyle gizli ilişkileri. 11 Eylül Komisyonu raporu,
“İran’ın 11 Eylül’den evvel toprakları üzerinden el-Kaide mensuplarının
Afganistan’a giriş-çıkışlarını kolaylaştırdığına ve bunların bir kısmının
gelecekte 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirecek uçak korsanları olduğuna dair
güçlü kanıtlar” bulunduğundan bahsediyor. Geçen sene Amerikan Maliye Bakanlığı,
İran’da yaşayan üst düzey üç el-Kaide ajanına yaptırım uygulayacağını
açıklamıştı.
Bin Ladin de bu iyiliği karşılıksız bırakmadı.
2007 Ekim’inde İslam Devleti’nin nüvesi ve habercisi olan Irak İslam Devleti’ne
İran’a yönelik tehditlerini tasvip etmediğini belirten bir mektup yolladı. Bin
Ladin mektupta şöyle diyordu: “Hepimizin genel selametini etkileyen bu ciddi
meselede bizimle istişare etmediniz. Böyle önemli meselelerde bize danışmanızı
beklerdik; zira sizin de bildiğiniz gibi İran, bizim finansman sağlamamız, adam
devşirmemiz ve iletişimimizde, dahası rehine olaylarında ana arterimiz.”
İkinci örnek, İran’ın [Z.T.K. bir
zamanlar can düşmanı olan] Taliban’a gizli askerî desteği. Amerikan hava
saldırılarıyla Afganistan’ın Farah bölgesindeki üç haftalık kuşatma
kaldırıldığında hayatını kaybetmiş onlarca Taliban mensubu arasında dört tane
de İranlı üst düzey komando vardı. ABD 16 yıllık savaşında hız kaybederken
geride kimin kalacağından çıkarları olan sadece Pakistan ve Suudi Arabistan
değil. The New York Times gazetesinden Carlotta Gall’ın geçen ay
belirttiği gibi, Taliban, halen devam eden Amerikan işgalinin [ABD için]
maliyetini artırarak İran’ın çıkarları için faydalı bir vekil güce dönüşmüş
durumda. Bu, Arapların son derece aşina olduğu bir hikâye.
Nitekim son dönemde HAMAS, Suriye İç Savaşı
yüzünden İran’la altüst olan ilişkilerini yeniden tamir etmekte ve üst düzey
İranlı diplomatlar da Müslüman Kardeşler’e yardım eli uzatmaya hazır
olduklarını göstermekteler.
İran konusunda dümen kırma
Şimdi de İran’ın adımlarını Suudi Arabistan’ın
davranışlarıyla kıyaslayalım: İttifaklar kurmuyor, çok yakından kontrol etmeye
kalkıştığı kendisine vekil milisleri bir başlarına terk ediyor ve farklı
ülkelerde farklı gündemler peşinde koşuyor. Bütüncül bir stratejik vizyonu yok
ve Suudi iktidarı/gücü devlete değil bir aileye dayalı. En önemlisi de Suudi
Arabistan kendi sınırlarını kendi ordusuyla koruyamıyor.
O halde Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın
İran’la ilişkileri tamir etme çabasının ardındaki temel saik nedir? Dört
muhtemel saik sözkonusu:
Birincisi, Bin Selman’ın savaşı İran
topraklarına taşıma uyarısının hemen ardından Suudi Arabistan’ın Şiilerin yoğunlukta
olduğu Doğu Vilayeti’nde roketatarlar görülmeye ve polise karşı kullanılmaya
başlandı. Görünen o ki bu, Bin Selman’ın dikkate aldığı bir mesajdı.
İkincisi, bütün eylemlerinde aslında temel
amacı kral olmak. Önünde çok fazla meydan okuma olduğunu ve bunları asgariye
düşürmesi gerektiğini biliyor. Yemen için bir çıkış stratejisine ihtiyacı var
ve bunun için de İran’la ilişkiler hayati.
Üçüncüsü, Amerikan Başkanı Donald Trump’la
ilişkileri şimdiye kadar beklediği faydayı sağlamadı. ABD, Katar konusunda Riyad’a
beklediği desteği vermediği gibi İran’a karşı da bir adım atmış değil. Muhammed
bin Selman daha çok uzun süre bekleyebilir. Zira Trump Kuzey Kore meselesiyle
meşgul ve ABD [İran’ı hedef alan] yeni bir Ortadoğu savaşı başlatmak
için kendi içinde oldukça bölünmüş bir ülke.
Dördüncüsü ise en şaşırtıcı olanı. Katar,
Muhammed bin Selman için İran’dan daha büyük bir tehdit. Suudi kraliyet
ailesinin özellikle kaybeden taraftaki mensupları [Z.T.K. yani haziran
ayında saf dışı bırakılan eski Veliaht Prens Muhammed bin Nayif taraftarları]
arasında Katar’a daha fazla sempati duyuluyor ve yeni veliaht prens de bunun
farkında. Körfez’deki komşusu Katar’la savaşında [kendisini sağlama almak
için] İran’la ilişkilerini güçlendirmesi lazım.
Savaşı kazanmak
İran çatışmaları kazanıyor, ama şimdiye kadar
savaşı kazanmakta başarısızdı. Arap dünyasına müdahaleleri, iyileştirilmesi zor
olacak çokça bölünmeler/ihtilaflar yarattı. Bugün milyonlarca Sünni kendi
ülkesi içinde mülteci konumunda ve eğer ki Suriyeli en üst komutanlardan biri
kendi bildiğini okumaya kalkışırsa bu durum böylece sürüp gidecek.
Elit Cumhurbaşkanlığı Muhafız birliğinden
Tümgeneral İssam Zahreddin, Suriye’deki çatışmadan kaçanlara geri dönmemeleri
“tavsiye”sinde bulunup ordu bunu “unutmayacak ve affetmeyecek” diye de ekledi.
Suriye devlet kanalında dedi ki “Suriye’den
diğer ülkelere kaçanlar, sakın geri dönmeye kalkışmayın; hükümet sizi affetse
bile biz sizi asla affetmeyecek ve unutmayacağız.” Daha sonra bu açıklaması
için özür diledi ve sözlerinin yanlış yorumlandığını belirterek hedefinin
Suriyeli siviller değil, IŞİD olduğunu iddia etti. Ama mültecilerin bizzat
kendileri tümgeneralin mezhepçi ifadelerini bu şekilde anlamadı.
Mezhep çatışmalarını başlatmak kolaydır, ama
durdurmak çok daha zordur. Tarih bu noktada durmayacak ve İran, eğer ki
bölgesel barışın bir parçası olacaksa müdahalelerinin körüklediği mezhepçi
bölünmeleri nasıl iyileştireceğini düşünmek zorunda. Arap dünyasının istikrarı
İran’ın da uzun vadede çıkarına.