İSRAİL-BAE ANLAŞMASI: DÜZMECE BARIŞ ENDÜSTRİSİ CANLANIYOR
Jonathan Cook (2001’den beri Nasıra’da yaşayan ve Filistin-İsrail çatışmasıyla ilgili üç kitabı bulunan İngiliz gazeteci)
Middle East Eye, 15.8.2020
Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 20.8.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-strateji/israil-bae-anlasmasi-duzmece-baris-endustrisi-canlaniyor/
İngilizcesi “How the Israel-UAE deal puts the bogus peace industry back in business” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ.
NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle
rica olunur.
NOT: Çeviriyi fazla uzun yaptığım için Fikir Turu bazı yerlerini kısalarak yayınladı. Burada daha uzun halini yayınlıyorum; Fikir Turu’nda yer almayan kısımlar bordo renklidir.
Özet: Bölgede barış vizyonu ile sunulmaya çalışılan
İsrail-BAE anlaşması gerçekte neyi hedefliyor? Trump ve Netanyahu ne kazandı?
Anlaşma, Filistinliler için neden acı zafer? İsrail ile anlaşmak için sırada
hangi Körfez ülkesi var?
13
Ağustos’ta Amerikan Başkanı Donald Trump’ın ‘harika bir iş başardık’ diye
İsrail-BAE ilişkilerinin normalleşeceğini, diğer Arap ve Körfez ülkelerinin de
bu kervana katılacağını duyurması aslında malumun ilamıydı. Zaten uzunca bir
süredir Körfez ile İsrail hemen her alanda birlikte iş tutuyordu. Bunun en
görünür meyvesi 2013’teki Sisi darbesiydi.
Bir
küresel halkla ilişkiler kampanyası olarak ‘İbrahim Mutabakatı’ adıyla üç
tek-tanrılı dinin uzlaşması gibi sunulan ABD-İsrail-BAE anlaşmasının
zamanlaması, nedenleri ve sonuçları çokça tartışıldı, tartışılacak.
Bu
konuda önemli yazılardan biri, Jonathan Cook tarafından 15 Ağustos’ta
“İsrail-BAE Anlaşması Düzmece Barış Endüstrisini Nasıl Yeniden İşe Koşuyor?”
başlığıyla Middle East Eye sitesinde yayınlandı. 2001’den beri İsrail’in
kuzeyindeki tarihi ve Hristiyanlık açısından dini önemi haiz bir kasaba olan
Nasıra’da yaşayan ve Filistin-İsrail çatışmasıyla ilgili üç kitabı bulunan
İngiliz gazeteci Jonathan Cook, Middle East Eye sitesi için çok önemli
yazılar kaleme alıyor.
Yazar,
“Bu hafta -Körfez devletiyle ‘tam normalleşme’ karşılığında İsrail’in Batı
Şeria’nın bir kısmını yasadışı ilhak tehdidini geçici olarak ‘askıya alması’nı
içeren- İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasındaki anlaşmadan
çıkarılacak bir sonuç varsa o da şudur: Barış endüstrisi yeniden işe koyuldu.”
diye yazısına başlıyor. Ardından, sonu gelmeyen Oslo Anlaşmalarının aksine, bu
defaki ‘Ortadoğu barışı’nın tamamen Filistinlilerin yokluğunda işleyen bir
süreç olduğuna dikkat çekiyor.
‘Dışarıdan
İçeriye’ Stratejisi
Yazar,
bu son ‘barış süreci’ni şöyle tanımlıyor:
“Bu
barış süreci, Filistinliler ile -Washington’ın bölgedeki vekili- İsrail arasında
değil, İsrail ile ABD’ye sadık petrol zengini Arap devletleri arasında. İsrail
düşmanı oldukları numarasına artık bir son vermelerini sağlayan bir süreç. Bu,
Filistinlilerin devletleşme mücadelesine destek verdikleri yalanını artık
bırakabilecekleri anlamına geliyor.”
“Bu,
bilfiil hem işgali hem de on yıllardır Filistin topraklarını çalmak için
İsrail’in inşa ettiği onlarca yasadışı Yahudi yerleşimini otomatik olarak
onaylayan bir barış süreci… Bu, zahiri hedefi, işgali kalıcı olarak sona
erdirmekten İsrail’in zaten çalmış olduğu Filistin topraklarını kalıcı olarak
ilhak etme arzusunu -biraz daha uzun süre- ertelemeye dönüştüren bir barış
süreci... Kısacası bu, BAE önderliğindeki Arap devletlerinin Filistinlilere
karşı savaşta resmen İsrail’e katıldığı bir barış süreci…”
Yazar bu
gelişmeyi, Trump’ın damadı ve Ortadoğu danışmanı Jared Kushner’in başlattığı
sözde ‘yüzyılın anlaşması’nın bir devamı olarak görüyor. Başından beri
Kushner’in şahsen yakın olduğu Körfez’e yönelerek ‘dışarıdan içeriye’
stratejisini geliştirmeye çalıştığını vurguluyor. Bu da yazara göre, Trump’ın
‘barış planı’nı imzalatmak için petrol zengini Körfez’den başlayarak mümkün
olduğunca çok Arap rejimini devşirmek ve bunlara, Filistinlilerin İsrail
diktasına boyun eğmelerini sağlamak için ağırlıklarını koydurtmak ve paralarını
kullanmak anlamına geliyor.
Suudiler
sırada mı?
Yazar
şöyle devam ediyor: “Sürecin nasıl işlediğini sezen Mahmud Abbas’ın
kontrolündeki Filistin Yönetimi daha başlarda Trump planına dahil olmayı
reddetti ve kısa süre sonra Washington ile tüm bağlantısını kesti. Ama bu
hiçbir fark yaratmadı. Zira bu, Filistin halkının geleceklerine ilişkin
pazarlığa katılmalarına ihtiyaç duyulmayan bir barış planıydı.”
İsrail’le
barış noktasında BAE’yi Bahreyn ve Umman’ın izlemesinin muhtemel olduğunu
belirten yazar, asıl darbenin Suudi Arabistan olacağını vurguluyor. Cook’a
göre, Riyad yönetimi, muhtemelen BAE ile anlaşmanın nasıl karşılandığını görmek
için bekliyor; BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid en-Nahyan’ın Riyad yeşil
ışık yakmadan bu adımı attığını düşünmek de zor.
Cook, Suudi Arabistan’ın 2002’deki barış planına sözü getiriyor:
“2002’de bir önceki Suudi kralı Abdullah, İsrail’in işgal altındaki topraklarda
Filistin devletini kabul etmesi karşılığında Arap devletleri tarafından
tanınmasını teklif eden bir bölgesel barış anlaşmasını ortaya atmıştı. Bu
teklif, İsrail ve Washington’ın maskesini düşürmüştü. İsrail liderleri Suudi
planını görmezden gelmiş ve Tel Aviv’in izinden giden ABD liderleri de barış
anlaşmasının temeli olarak bu cesur Suudi teklifini geliştirme fırsatını
değerlendirmeyi reddetmişti.”
[Yazarın eksik bıraktığı bir nokta var ki onu da biz
tamamlayalım. Suudi barış planının Arap Birliği Zirvesi’nde onaylanmasından
sadece ve sadece iki gün sonra İsrail, Batı Şeria’ya 1967’den sonraki en büyük
kara ve hava operasyonunu (Koruyucu Kalkan Operasyonu) başlatmış, tüm Filistin
şehirlerine tanklarıyla girmiş ve Filistin lideri Arafat’ı karargahında
kuşatarak bir kısmını yıkmış, tüm elektrik, su ve telefon bağlantısını kesmişti.
Arafat, ölümünden kısa bir süre önce ayrılabildiği bu karargahında tam 2,5 sene
boyunca tecrit altında kalmıştı.]
Biden da güverteye atladı
Cook,
Trump yönetimi altında işlerin Filistinliler için hızla kötüleştiğini şöyle
anlatıyor: “Milyonlarca mülteci yardımlardan mahrum kaldı, Amerikan
büyükelçiliği Kudüs’e taşındı, İsrail’in Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ni
yasadışı ilhakı onaylandı ve yasadışı yerleşimler genişlemeye devam etti.”
Ancak
yazara göre her kim, -Trump’ın Kasım ayındaki başkanlık seçimlerini
kazanamayacağı varsayımıyla- bunun topal ördek bir başkanın basitçe bocalayıcı
ve mantıksızca son hamlesi olduğunu düşünüyorsa hayal kırıklığına uğraması
muhtemeldir. Zira Demokrat rakibi Joe Biden da heyecanla güverteye atlayarak
anlaşmayı ‘cesurca ve son derece ihtiyaç duyulan bir devlet adamlığı adımı’
olarak niteledi.
Acı
zafer
Yazar
bunu bir anlamda Filistin liderliği için bir zafer olarak görüyor, ama acı bir
zafer. Zira Filistinlilerin -ABD’nin dayattığı Oslo barış sürecinde uzun süreli
işbirliğinden sonra- Trump planına katılmayı reddetmesi, yazara göre,
ABD-İsrail’in gerçek gündemini faş etti.
Cook,
yaklaşık çeyrek asırdır gündemde olan Oslo barış sürecini, en başından itibaren
Filistinlilerin anavatanlarında haysiyet içinde yaşama haklarını ortadan
kaldırmak için tasarlanmış bir plan olarak görüyor. “Oslo Anlaşmalarının en
iyimser yorumuna göre bile, Filistinlilere geçmişteki anavatanlarından
ellerinde kalan parçalar üzerinde egemen bir devlet görüntüsüne asla izin
verilmeyecekti. Sınırları, hava sahaları, elektromanyetik spektrumu veya diğer
devletlerle diplomatik ilişkileri üzerinde hiçbir kontrolleri olmayacaktı. Ve
elbette, bir orduları olmasına kesinlikle izin verilmeyeceklerdi.”
“Barış
süreci hep İsrail’in tüm topraklar üzerinde kontrolünü sürdürmesiyle ilgiliydi,
bir kısım Filistinlinin de orada hapsolmuş şekilde, bağımlı bir halk olarak
yaşamasına izin verilecekti. Ya İsrail’e tabiiyetlerini gönüllü olarak kabul
ederler ya da ruhlarını ezmek için İsrail’den gelecek daha fazla baskıya maruz
kalırlardı.”
Cook’a
göre Washington ve Körfez’deki siyasetçiler ve diplomatlar bunu bir ‘barış
süreci’ olarak pazarlayarak dünyayı aldatmak isteseler bile artık bütün bunlar
gizlenmiyor. “İsrail, ABD ve BAE tarafından gönderilen mesaj, savaş suçları
işlemenin ve uluslararası insani hukuku ihlal etmenin uzun vadede büyük
kazançlar sağlayabileceği yönünde.”
Ortak
bir gündem
Yazar
Cook, ABD-İsrail-Körfez arasındaki ortak gündeme sözü getiriyor:
“Sünni
Körfez uzunca bir süredir Ortadoğu’daki ABD-İsrail güvenlik bağlantısına tam
dahil olmayı istiyordu. ABD, İsrail ve Körfez ülkeleri, hem İran’a hem de onun
Lübnan ve Suriye’den Irak ve Yemen’e kadar uzanan bölgedeki Şii dindaş
gruplarına karşı derin bir düşmanlığı paylaşıyorlar. İsrail, bu Şii aktörlere
karşı; çünkü kendisine ve Washington’ın bölge petrolünü kontrole dayalı
emperyal tasarımlarına direnmeye en hazır grup olduklarını ispatladılar.”
“Bu
arada, Sünni İslam’ın doğum yeri ve sözde onurunun koruyucusu olarak Körfez,
bölgedeki mezhepsel hegemonyasını güvence altına alma noktasında ayrı bir
çıkara sahip. Körfez ülkeleri, kâh Suriye ve Irak’taki vekiller aracılığıyla
kâh Yemen’deki gibi doğrudan bölgedeki savaşlara daha aktif bir şekilde müdahil
olurken son yıllarda İsrail ile yarı gizli de olsa yakın bağlar
geliştiriyorlar. Dolayısıyla ABD-İsrail istihbaratına ve gelişmiş askeri
teknolojisine daha fazla erişim elde edebilmek için normalleşmeyle ilişkileri
halka duyurmakta istekli oldular.”
Emperyal
gündem
Yazar,
anlaşmanın yumuşak ve olumlu diplomatik ifadeleri bir yana, şu hedefi
saklamadığını vurguluyor: “‘Diplomatik, ticari ve güvenlik işbirliğini
genişletmek’ üzere yeni bir ‘Ortadoğu için Stratejik Gündem’ geliştirilecek.
ABD, İsrail ve BAE ‘bölgedeki tehditlere ve fırsatlara ilişkin benzer bir bakış
açısının yanı sıra istikrarı teşvik için ortak bir taahhüdü paylaşır’.”
BAE,
ilhakı erteletmek suretiyle kendisini Filistin davasının ve iki devletli
çözümün savunucusu olarak sunsa bile, yazara göre, Körfez’in avantajları daha
derinlerde:
“Washington’ın
emperyal gündemi, özellikle Ortadoğu gibi petrol zengini bir bölgede sonu
gelmez savaşları ve ‘savunma’ sanayii için sonsuz kârları meşrulaştırmak üzere
kaçınılmaz olarak düşmanlara ihtiyaç duyuyor ve onları besliyor.
Körfez
ülkeleri, ABD -petrol sıkıntısı, küresel iklimde bir bozulma ve Çin’in bir
süper güç olarak yükselişiyle- daha dalgalı sulara doğru ilerlerken, bu
askeri-endüstriyel bölünmüşlüğün doğru tarafında olmak istiyor.”
Diplomatik
darbe
Cook,
konunun Amerika iç siyasetiyle bağlantısına da giriyor. Yazara göre, gerek
Avrupa ve Arap başkentlerinin itirazları gerekse koronavirüs pandemisinin
İsrail içinde öncelikleri hızla değiştirmesi nedeniyle ilhak politikasını
sürdürmek Trump yönetimi için beklediğinden çok daha zor oldu. Dolayısıyla
“Kaybedeceği tahmin edilen başkanlık seçimine aylar kala Trump, fazlaca ses
getiren ‘yüzyılın anlaşması’ ile çok şey vaat edip çok az şey başardıktan sonra
Ortadoğu’da diplomatik bir darbeye ihtiyaç duydu. Ve şimdi istediğine ulaştı.
Bu hamle, İsrail’e kendini adamış ve onun istediği her şeyi destekleyen geniş
Hıristiyan evanjelik seçmen tabanını yatıştırıp gönlünü alacak. (…) Bu ‘tarihi
barış anlaşması’, seçim gezilerinde Trump’ı geniş seçmen kitlelerine ABD’nin
büyük devlet adamlarından biri olarak satmak için kullanılabilir.”
Savaş
hatlarını keskinleştirmek
Yazara göre, Washington’daki gerek Cumhuriyetçi gerekse Demokrat
dış politika seçkinleri için bu anlaşmanın daha geniş faydaları var. Zira
uzunca bir süredir, ABD’nin en güvenilir iki bölgesel müttefikinin alenen
işbirliği yapmasını sağlayarak İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki bağları
güçlendirmek istiyorlardı.
Yazar,
Washington nezdinde bu anlaşmanın faydalarını şöyle sıralıyor:
“Körfez
ülkeleri, Suriye’den Yemen’e Ortadoğu’daki savaşlara daha derinden ve alenen
karıştıkça, onları İsrail’le müttefik kılan bu anlaşma, (…) bölgenin savaş
hatlarını keskinleştirecek ve -umulduğu gibi- bu teokratik diktatörlüklere daha
fazla meşruiyet kazandıracak.”
“İsrail,
işgalini sağlamlaştırırken, daha fazla Filistin toprağını çalarken ve
Filistinlilere yönelik baskısını yoğunlaştırırken ABD de, BAE’yle -ve daha
sonra diğer Körfez ülkeleriyle- anlaşmanın bir kez daha makul bir maskeleyici
hikâye sunacağı umudunda.”
“Washington’ın
-Filistin liderleri, güya kendileri için neyin iyi olduğunu anlayamayacak kadar
beyinsiz olsalar bile- Filistinliler için en iyisinin peşinde ‘dürüst bir
arabulucu’ olduğuna dair hayali iddialarını yeniden canlandırmasına imkan
verecek.”
“Filistin
liderliğini Körfez’le -ve petrol zengini komşularına husumete cesaret edemeyen
Ürdün ve Mısır gibi diğer Arap devletleriyle- karşı karşıya getirmek,
Filistinlileri daha da yalnızlaştıracak. Bundan böyle -çok daha inandırıcı bir
şekilde- en iyi ihtimalle barışın iflah olmaz muhalifleri yahut direnirlerse
teröristler olarak sunulabilirler.”
Netanyahu
paçayı kurtardı
Cook,
anlaşmanın İsrail Başbakanı Netanyahu açısından neden önemli olduğunu da şöyle
anlatıyor:
“Başı
iyice belada olan Netanyahu, bu anlaşmanın kendisini düştüğü çukurdan çıkarması
umudunda. Sağ kanat dahil İsrail toplumunun geniş kesimlerini bir araya getiren
bir protesto dalgasıyla mücadele ediyor. Daha evvel görülmemiş bir yolsuzluk
davasıyla karşı karşıya. Covid-19 salgınıyla baş etme biçimi giderek
felaketvari bir görüntü arz ediyor. İsrail ekonomisi içeriden patlıyor.
Bu
bağlamda Batı Şeria’nın ilhakına odaklanması İsrail halkının çoğunu kendisine
yabancılaştırdı ve hatta -sadece bölgenin büyük bir kısmını değil, tüm Filistin
topraklarını isteyen- yerleşimcileri de tatmin edemedi. BAE’yle ve dolaylı
olarak Körfez’in geri kalanıyla bir anlaşma, rağbet görmeyen bir ilhak
planından geri adım atmasına izin veriyor.
Netanyahu
uzun bir süredir kendisini Bay Güvenlik olarak, yani İsrail çıkarlarının hamisi
ve küresel alanda çarpıcı hamleler yapabilen tek lider olarak ilan ediyordu.
Burada her ikisini de yapmış görünüyor. Hatta siyasi muhaliflerini bile
başarısını övmek zorunda bıraktı.
Netanyahu,
yerleşimciler arasındaki destekçilerini yatıştıracak şekilde ilhakın hala
‘masada’ olduğunu iddia ederken bütün bunların altından kalkmayı da başardı.
Anlaşma,
hazırlık yaptığı söylenen kış aylarındaki bir seçimi kazanmasına nihayet zemin
hazırlayabilir.”
Ödenecek
bir bedel yok
Cook
yazısını şöyle bağlıyor: “Hiç şüphesiz, ilhaktan -geçici veya başka bir
şekilde- vazgeçilmesi, İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’da daha fazla
Filistin toprağını ele geçirmesini de, sonu gelmeyen etnik temizlik
kampanyasını da kesintiye uğratmayacak. Netanyahu İsraillilere haklı olduğunu
gösterdi. İsrail uluslararası hukuku ihlal edebilir, toprak çalabilir, savaş
suçları işleyebilir; Batı ile Arap devletleri bunların hepsini sindirecektir.
İsrail davranışları karşılığında hiçbir bedel ödemek zorunda kalmayacaktır.”
“Netanyahu
için Filistinliler pahasına Körfez ile strateji bir ittifak, her zaman işgal
altındaki toprakları ele geçirmekten çok daha fazlası oldu. Onun bölge vizyonunun
merkezinde, küresel Amerikan gücünün yanında bölgesel bir hegemon olarak hizmet
eden, Ortadoğu’da varlığını güvence altına almış, ıslah olmamış, maksimalist,
etnik üstünlükçü bir İsrail devleti yer alıyor. Şimdi bu anlaşmayla Netanyahu,
bitiş çizgisinin artık görüş alanı içinde olduğuna inanıyor.”