20 Aralık 2024 Cuma

Z.T.KOR: ESED REJİMİNİN YIKILMASI BİZE NE ANLATIYOR?


ESED REJİMİNİN YIKILMASI BİZE NE ANLATIYOR?

Zahide Tuba Kor

Röportajı yapan: Betül Sav

Fikriyat, 8 Aralık 2024

https://www.fikriyat.com/galeri/gundem/esed-rejiminin-yikilmasi-bize-ne-anlatiyor


Röportajın ses kaydını dinlemek için: “Suriye'de 61 yıllık Baas rejimi çöktü! Bundan sonra Suriye’de neler olacak?”, Fikriyat YouTube kanalı, 8.12.2024, https://www.youtube.com/watch?v=8srwSWX6Brs


NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


Esad rejiminin yıkılması bize ne anlatıyor?

Öncelikle, kan dökerek ayakta kalınamayacağını, bütün rejimlerin anlaması gerektiğini gösteriyor. Bu rejim kurulduğundan beri ayakta kalmaya odaklanmıştı. Çünkü Suriye’nin bağımsızlıktan sonraki tarihinde darbeler, karşı-darbeler veya başarısız darbe girişimleri yüzünden sürekli hükümet değişimleri yaşanıyor. Yani 1946-70 arası 21 hükümet var... Çok istikrarsız bir süreç. Dolayısıyla ne olacak bu süreçte? Esed başa geldiğinde bir daha darbe yaşanmasın diye, devrilmemek için bütün sistemi ona göre kurdu. Dolaysıyla bu rejim, tıpkı İsrail gibi taviz verme, müzakere etme, orta yol bulma diye bir anlayışa hiçbir zaman sahip olmadı. “Ya benimlesiniz ya düşmanımsınız” anlayışındaydı. Her zaman intikamcı bir rejimdi; beraber yola çıktığı Alevi arkadaşı Salah Cedid’i devirdikten sonra 1993’te ölene kadar hapiste tuttu. Dolayısıyla 1982’de Hama’da olduğu gibi ayakta kalmak için gerekirse kan dökmekten hiç çekinmedi.

Bu tecrübe bize şunu gösteriyor; akabilecek kanın en zirvesini akıttı. Bütün halkına sefalet yaşattı. En zengin kaymak tabaka dışında kendisine destek verenler dahi bugün açlar. Nüfusun yarıdan fazlasını yerinden etti. Peki sonunda ne oldu? Hiçbir şey kazanmadı. Kendisi de devrildi.

Bu, uzlaşma kültürünün hakim olması gerektiğini gösteriyor. Hem bölgesel düzeyde devletler arasında hem de devletlerin kendi içinde muhalefet ile iktidar arasında bir müzakere mekanizmasının, asgari müştereklerde uzlaşma zihniyetinin olması gerekiyor. En önemli öğrettiği şeyler bunlar...

Suriyelilerin zerre kadar ümidinin kalmadığı, tükendiği bir aşamada hiç beklenmedik bir anda bu zafer geldi. Bu bakımdan da Allah’tan ümit kesilmemesi gerektiğini, ilahi adaletin er ya da geç tecelli edeceğini ve o ilahi planda neler olduğunu bizim idrak edemeyeceğimizi gösterdi. 7 Ekim Aksa Tufanı olmasaydı biz bugün bu zaferi göremeyecektik. Dünyada birçok şey birbirine bağlı. Kula düşen hiç durmadan gayret edip geleceğe hazırlık yapmaktır ki HTŞ bu yolu takip etti. Muhalifler rejimle karşı karşıya gelmek üzere hazırlıklarını yaptı ve uygun aşama geldiğinde çok hızlı bir zafer kazandılar.

Bağımsız olmak egemen olmak değildir. İktidar olmak muktedir olmak değildir. Bir savaşı kazanmak barışı kazanmak demek değildir. Esed hiçbir zaman zafer kazanmadı. Dış müttefiklerinin yardımıyla muhalifleri ezmek kazanmak değildi. Dolayısıyla karşıdakini bastırmak da zafer anlamına gelmiyor.

Suriye zaferi; uzmanların sadece askeri-güvenlik, ekonomi-politik ve dış güçler üzerinden analiz yapmaması, sahaya da bakması gerektiğini gösterdi. Sahayı bilmeden uzman olunmaz. Eğer yıllardır analiz yapanlar sahaya da bakabilseydi, bugün yaşananlara bu denli şaşırmazlardı. Dolayısıyla bölgeye yaklaşımımızda eksiklikler olduğunu da çok net bir şekilde göstermiş oldu.

Suriye’de neler olacak, Suriye halkı gelecekti bu olanları nasıl şekillendirecek?

13 yıldır Suriye halkı, hiçbir milletin dayanamayacağı kadar büyük imtihanlara maruz kaldı. Yaşamadıkları ölüm çeşitleri kalmadı. Bu insanlar bütün ümidini yitirmişti. Dolayısıyla bu zafer öyle muazzam bir şey oldu ki yıllardır kurdukları hayal bir hafta-on gün içinde gerçekleşti. 13 yıl uğraştılar, 13 gün bile sürmedi bu zaferi elde etmek. Bu Suriyeliler için adeta bir şok terapi oldu. Bir anda moralleri düzelip, yeniden ümitlendiler. Peki sonra ne olacak?

Şimdiye kadar HTŞ çok iyi ilerledi. Geçmiş tecrübelerinden ve hatalarından çok şey öğrendiği belli. Geçmişte Suriye muhalefeti çok yanlışlar yapmıştı; çünkü siyasetin yasak olduğu bir istihbarat devletinde yaşadıklarından siyaset nasıl olur bilmiyordu. En önemli fark, bir silahlı örgüt olarak siyaseti öğrenmiş olmaları. Ayrıca girdikleri yerlerde Suriye halkının katillerinden, tecavüzcülerinden, yağmacılarından intikam almadılar. Yağma da yapmadılar. Herkesin can ve mal güvenliğini teminat altına aldılar. Bu inanılmaz bir şeydi.

Bu adımlar, iç barışı sağlayabilir türden. Ancak bu böyle de kalmayabilir. Çünkü Suriye coğrafyası çok kıymetlidir; Suriye Suriyelilere bırakılmayacak kadar önemlidir. Bölgesel güçlerin -Türkiye, İran, İsrail, Körfez’in-, hatta komşular Lübnan, Ürdün ve Irak’ın da güvenliği Suriye’den başlar. Ayrıca küresel güçlerin de mücadele alanıdır. 

Tam da bu hassas coğrafyası nedeniyle küresel ve bölgesel güçler büyük ihtimal Suriye’yi kendi haline bırakmayacak ve karıştırmaya çalışacaklardır. Mısır’daki Sisi darbesi ve Suriye’deki iç savaş tecrübesi yüzünden “Arap Baharı”nın ilk versiyonu acı bir şekilde son bulmuştu. Daha sonra 2019’da bu sefer Sudan, Cezayir, Lübnan ve Irak’ta halklar ayaklandı. Şu anki üçüncü versiyon Gazze’de Aksa Tufanı ile başladı.

Aksa Tufanı ve Hamas’ın direniş metotları diğer ülkelerdeki örgütleri etkiledi. Bunun zafere dönüştüğü ilk alan Suriye tecrübesi oldu. Tam da bu yüzden 61 yıl sonra Suriye’de Baas rejiminin devrilip yeni bir yönetimin kurulması ve başarılı olması, bölgedeki otoriter rejimlerin hepsi için bir kabus senaryosudur. Başta Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere bölge ülkeleri bu süreci baltalamak için elinden geleni yapacaktır. 2013’teki Mursi’ye darbenin arkasında Körfez’in parası ve İsrail’in aklı vardı. Yeniden benzer bir süreçle devreye girip muhaliflerin farklı kanatlarını yeni hükümete karşı kışkırtabilirler.

Türlü türlü provokasyon yapabilirler. Kritik suikastlar yapabilirler. Toplumu birbirine düşürebilirler, siyaseti karıştırabilirler. Suriye’deki bu sürecin önünde bir sürü meydan okumalar var ama şimdiye kadarki gidişat başarılıydı.

Filistin için de zafer yakın diyebilir miyiz? 

Şu an diyemem. Çünkü Trump geliyor. Trump, İsrail’den fazla İsrailcidir. Netanyahu zaten Trump gelsin diye savaşı bu kadar uzatmıştı. Çünkü onu kurtaracak tek kişi Trump’tı ve Netanyahu’nun Batı Şeria ve Doğu Kudüs’e dair bir sürü hayalleri var. Ben, Trump döneminde Batı Şeria’nın ve Doğu Kudüs’ün patlayacağını düşünüyorum. Dolayısıyla Filistinlilerin isyanı henüz bitmedi. Bu süreçte Trump’ın bir emlak kralı olduğunu unutmayın. Yatırımlar, projeler onu cezbeden şeylerden. Zaten İsrail, Gazze’nin kuzeyini insansızlaştırıp orayı yeniden işgal edip orada yeni ve gösterişli yerleşimler kurma hayalleri var. Yine Gazze’yi küçültmek isteyecekler ki Akdeniz’deki doğalgazına sahip olabilsinler.

Gazze’nin kaderi açısından pek ümitli değilim fakat şu açıdan ümitliyim; Suudi Arabistan, Suriye’de yaşananlardan sonra Trump gelir gelmez İsrail’le İbrahim Mutabakatını imzalayamayacaktır muhtemelen. Bu durum İsrail’in bölgeye dair yeni kara yolları, demir yolları, boru hatları vs. inşa etme hayallerini engelleyebilir. Ama çok bilinmezli denklemlerle karşı karşıya olduğumuzdan süreci henüz kestiremiyoruz. Çünkü dünyanın neresi ne zaman patlayacak onu da bilmiyoruz.

Küresel sistem 2008 ekonomik krizinden beri sarsılıyor. Tarihte büyük ekonomik krizler beraberinde büyük savaşları getirmiş. Bugün Ukrayna ve Suriye üzerinden yürüyen savaşlar küresel güç mücadelesinin bir uzantısı. Amerikan hegemonyası dönemi bitti. Fakat dünya nereye evrilecek bilmiyoruz. Bölgedeki hiçbir devlet istikrar içinde değil. İsrail’in bile kaderi belli değil. Gazze savaşında 1 milyon İsrailli ülkeyi terk etti. İsrail’in ordusu da, ekonomisi de zayıfladı. Ayağa kalkması kolay olmayacak. Ama bölgede en büyük zararı gören tabii ki İran, on yıllardır yürüttüğü projesi çöktü.

Ülkemizi neler bekliyor bu durumda?

Türkiye Suriye’deki süreci muhteşem bir şekilde yürüttü. Şu an için bölge üzerinde kazanan tek aktör Türkiye. Amerika-İsrail projeleri kısa vadede devreye sokulmaya çalışılabilir ama bunun tutacağını düşünmüyorum. Ama Türkiye’nin açılan önünü kesmeye kesinlikle çalışacaklardır. Tıpkı 2011 “Arap Baharı”nın tamamen Türkiye’ye yaraması karşısında küresel ve bölgesel güçlerin el ele verip Sisi Darbesi ve Suriye’deki savaş ile süreci aleyhe çevirmeleri gibi. Çünkü Mısır ile Türkiye’nin bir araya gelmesi bölgenin bütün jeopolitik denklemlerini değiştiren bir şey idi. Şu an Suriye’nin İran ve Rusya’nın nüfuz alanından çıkıp Türkiye’ninkine girmesi de aynı şekilde.

İktidara yürüyen muhalifler, Türkiye’nin nüfuzu altında olacak ve bu da Arap ülkeleri, İran, Batı ve İsrail gibi birçok aktörün işine gelmeyecek. 2011’den bu yana Orta Doğu bir satranç tahtası. Sürekli küresel, bölgesel ve yerel güçlerin hamleleri var. Yani oyun bitmiş değil. Küresel ve bölgesel sistem netleşmeden Suriye’nin kaderi tam anlamıyla netleşmiş olmayacak. Bu süreçte bizim en büyük zafiyet noktamız; ekonomimiz. Ekonomimiz üzerinden bize bir operasyon çekmeye çalışabilirler.

Son olarak şunları dile getirmek istiyorum:

Biz Suriye’yi ve Suriyelileri hiç tanımıyoruz; halkımızın zihnindeki algıların ve bilgilerin yüzde 99’u yalan ve yanlış. Güneyimizde 13 yıldır savaş var ve biz sahanın gerçeklerinden habersiziz. Bu, büyük bir ayıp. Suriye’de son 10 gündür yaşananlar çok öğretici ve algılarımızın yanlışlığını ispatlayıcı gelişmeler. Bundan sonra Suriyelilerin önemli bir kısmı yavaş yavaş ülkelerine dönecekler. Peki bizim onlar ile helalleşmemiz gerekmiyor mu? Bunca zamandır yanlış bilgiler üzerinden onları çok üzdük ve kırdık, bolca iftira attık. Bunlar, bu yaz Kayseri’de olduğu üzere bazen büyük acılara yol açtı, farkında bile değiliz.

İkincisi; İslam’ın ilk emri Oku’dur. Peki biz gerçekten okuyor muyuz? Bu okumama, araştırmama meselesini çözmemiz lazım. Hakikatin peşinden konuşmamız lazım ki zalimlerin, cahillerin ve yalancıların hikayesini tekrarlamış olmayalım. Nasıl ki Gazze bize öğretmen olduysa, Suriye’nin de bize ayna tutması ve öğretmen olması gerekiyor. 


Z.T.KOR: “2012-2015’TE ESAD REJİMİNİN DÜŞÜŞÜNÜ ENGELLEYEN İSRAİL'Dİ”

 

“2012-2015’TE ESAD REJİMİ DÜŞÜYORKEN, ABD’Yİ İKNA EDİP BUNU ENGELLEYEN İSRAİL OLDU”

Zahide Tuba Kor

Röportajı yapan: Naman Bakaç

Independent Türkçe, 18 Aralık 2024

https://www.indyturk.com/node/750726/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/zahide-tuba-kor-2012-2015te-esad-rejimi-d%C3%BC%C5%9F%C3%BCyorken-abdyi-ikna-edip

 

NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


Naman Bakaç: 2011 yılında barışçıl bir şekilde başlayıp, en son 27 Kasım 2024’te Suriye muhalefetinin yeni askeri operasyonları sonucu Baas diktatörlüğü 61 yıllık bir zaman diliminden sonra çöktü. Bu çöküş; başta Ortadoğu olmak üzere küresel bazda da jeopolitik ve sosyo-politik kırılmalara yol açacak gibi görünüyor. Bu kırılmalar; diktatörlük altında yaşayan Arap ve İslam halklarına umut ışığı olabileceği gibi, karşı devrimleri destekleyen kimi bölgesel ve küresel aktörleri de harekete geçirebilecek. Bu olgusal gerçeklere rağmen, yadsınımaz bir gerçeklik olan şey de; 60 yıldan fazladır zulüm ve işkence altında yaşayan Suriye halkının görece de olsa özgür, mutlu ve güvende olduğudur. Özgürlük ve istikrarlılık; adil ve kapsayıcı bir yönetim modelinin inşası, ilkeli olduğu kadar pragmatik bir dış siyasetle hareket eden stratejik bir akılla yönetildiği zaman, Suriye için elde edilmesi gereken en önemli vazgeçilmez hedeflerdir. 

Suriye muhalefetinin 13 yıllık mücadelesini, Baas diktasının karakteristik yönlerini, İran ve Rusya’nın Baas diktasına olan desteğinin çöküşünü, Suriye muhalefetinin stratejik bir akılla Ortadoğu şartlarını ve Suriye içi dinamikleri gözeten askeri operasyonlarını, bu operasyonun arkasındaki Suriye Milli Ordusu (SMO) ve Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) isimli yapıları, Baas diktasının çöküşünün bölge ülkelerine ve direniş hareketlerine olana yansımalarını, PKK/YPG’nin Kuzey Suriye’deki varlığı ve bundan sonra alacağı şekli konuşmak için yıllarca Suriye, Lübnan ve Filistin sahasını hem masada hem de sahada takip eden, Suriye ve Lübnan üzerine kitaplar neşreden araştırmacı-yazar Zahide Tuba Kor ile konuştuk. 

 

“BÖLGESEL GÜÇLERİN MİLLİ GÜVENLİĞİ VE RUSYA’NIN BÖLGEDE AKTÖRLÜĞÜ, SURİYE’DEN BAŞLAR”

Suriye, Lübnan ve Filistin üzerine kitapları olan, seminerler veren, makaleleri olan bir Ortadoğu uzmanı olarak 27 Kasım’da başlayan Suriye muhalefetinin Baas rejimini devirmesini, Aralık 2024’te öngörüyor muydunuz? Rusya ve eski Mossad yöneticilerinin açıklamalarında geçtiği gibi sizin için de sürpriz ve şaşırtıcı mı oldu? 

Bunu öngörebilecek kimse olduğunu düşünmüyorum. HTŞ’nin bile operasyona başlarken ki hedefi, Halep’in batı kırsalını ele geçirmek ve İdlib’e yönelik artan saldırıları caydırmaktı; rejimi düşürme arzusu hep olsa da bu hedefle yola çıkmamışlardı. 

Ama yıllardır her konuşmamda şunu belirtiyordum: Suriye fiilen üçe bölünmüş durumda; rejim İran-Rusya, muhalifler Türkiye, SDG ise ABD sayesinde ayakta; yabancı devletler desteği çektiği anda hiçbir yerel güç tek başına ayakta kalamaz; rejim savaşı kazanmış değil; savaş bitmiş de değil, sadece donduruldu.

Birkaç yıldır çok iyi bildiğim şeyler şunlardı: Rejim ve ordusu son derece güçsüzdü, ortada devlet namına bir şey kalmamıştı, zalim ve yozlaşmış çetelerin hâkimiyeti söz konusuydu, ekonomik çöküş ve devasa yolsuzluklar yüzünden rejim bölgesinde yaşayan sefalet ve baskı altındaki halk içten içe rejimden artık illallah diyordu; Rusya ve İran ile ona bağlı milislerin askeri desteği olmasa kesinlikle ayakta kalamazdı.

Rusya Ukrayna savaşıyla, İran ve Hizbullah ise İsrail’le boğuşurken ve Suriye’deki askeri birliklerinin çoğunu geri çekmek zorunda kalmışken, rejimin ayakta kalması iyice zorlaşmıştı. Ama iyice zayıflamış Esad’ın bölünmüş Suriye’nin başında kalması, sadece Rusya ve İran’ın değil, aynı zamanda ABD, AB, İsrail ve otoriter Arap rejimlerinin de menfaatineydi.

Türkiye de Astana süreci bağlamında muhaliflerin rejim bölgelerine girme arzusunu yıllardır dizginlemiş, hatta engellemişti. 

Yani dış müdahaleler kesilip ülke kendi haline bırakıldığı takdirde devrilmesi kaçınılmaz olan, ama uluslararası alanda devrilmesi istenmeyen bir rejim vardı ortada. 

Bu arada Suriye, jeopolitik olarak Ortadoğu’nun en kıymetli coğrafyasına sahiptir; tam da bu yüzden Suriye Suriyelilere bırakılmayacak kadar önemlidir. Bütün bölgesel güçlerin milli güvenliği ve bekası, Rusya’nın da bölgede aktörlüğü Suriye’den başlar.

Dolayısıyla hem jeopolitik konumu hem de 13 yıllık tecrübe ışığında -rejimin çökecek halde olduğunu bilsem de- devrilmesine dış güçlerin izin vermeyeceği kanaatindeydim.

 

“ESAD REJİMİ; MUHALİFLERLE KARADA GÖĞÜS GÖĞÜSE ÇARPIŞMAKTAN KAÇINDI, KAÇAK GÜREŞTİ”

2020’de sağlanan çatışmasızlık konseptiyle askeri olarak dur(ul)an Suriye muhalefetinin 2024’te Lübnan-İsrail anlaşmasının olduğu gün harekete geçmesini sağlayan ne tür gelişmeler yaşandı ki 27 Kasım operasyonları başladı? Suriye içi hangi dinamikler ve de Ortadoğu’daki hangi faktörler Suriye muhalefetini tekrar harekete geçirdi?

HTŞ çok daha evvel operasyona başlamak istediği halde Lübnan’da İsrail bombardımanı tüm şiddetiyle devam ederken Türkiye’nin buna izin vermediği söyleniyor. O yüzden operasyon ateşkes sonrasına denk düştü.

Bu arada HTŞ lideri, uzun zamandır rejime karşı harekete geçeceğini alenen dillendiriyordu. Gazze savaşı boyunca rejim ve hatta Rusya, İdlib’e bombardımanı kesmedi. HTŞ’nin kendine alan açmak için saldırı hazırlığı bilinmedik bir şey değildi. 

Harekete yeniden geçmeyi sağlayan dinamikler, Rusya’nın Ukrayna nedeniyle askeri varlığını çoktandır azaltması ve Wagner’in çekilmesi; İran ve Hizbullah’ın da -Gazze’de istediğini elde edemeyen ve 7 Ekim’in yıldönümü gelmeden halkına bir zafer tattırmak isteyen- İsrail’in, Lübnan’ı hedef alması yüzünden askerlerini ve milislerini Lübnan’a veya Suriye’nin güneyine sevk etmesiydi.

Bu arada birkaç yıldır Haleplilere sorduğumda bana hep şehri asıl kontrol edenin rejim değil, Hizbullah ve İran’a bağlı milisler olduğunu söylüyorlardı. Dolayısıyla yabancı unsurların çekildiği bir ortamda rejim birlikleri tutunamadı. 

Suriye ordusunun hem askeri teçhizatları eski ve yetersizdi hem de askerlerin karada savaşma arzusu yoktu. Asker maaşı 6-8 dolar kadardı; kışlalarda ortam hem hijyen hem hayat şartları bakımından kötüydü; düzgün yemek verilmiyordu.

Dahası, askerler komutanlarının rezilliklerini ve bencilliklerini görüyorlardı. Hal böyleyken neden canlarını Esad için vereceklerdi? Bir de biz Suriye savaşının mahiyetinin farkında değiliz. Rejim en baştan itibaren muhaliflerle karada göğüs göğüse çarpışmaktan kaçındı, kaçak güreşti. Ucuz savaş yöntemlerini kullandı.

Yani muhaliflerin eline geçen bölgeleri kuşatıp içeri gıda girişini engelledi, havadan Rusya ile birlikte sürekli bombaladı; karada var gücüyle savaşanlar daha ziyade Hizbullah ve İran’a bağlı farklı ülkelerden gelen milis grupları, özellikle Afgan Hazaralardı. 

Diğer dış faktör de ABD’de başkan değişimiyle bağlantılı. Amerikan seçimleri sonrası yeni başkanların göreve başlayacakları 20 Ocak’a kadarki 2,5 aylık ara dönem, yani yönetim boşluğu, statükoyu değiştirmek isteyen aktörler için bir fırsattır.

Trump’ın hem Ukrayna hem Ortadoğu savaşını sonlandırma hem de Suriye’deki varlığını gözden geçirme vaadinde bulunduğu bir süreçte bütün güçler kendi konumunu sahada tahkim etme veya statükoyu değiştirmeye çalışıyor. Suriye sahasında statüko tamamen değişti. 

 

“HTŞ’NİN, AYLAR EVVELİNDEN, YENİ BİR SİLAHLI İSYAN İÇİN GEREKLİ HAZIRLIKLARI YAPTIRDIĞI SÖYLENİYOR”

SMO ve HTŞ 27 Kasım öncesi ne tür askeri, stratejik, istihbarı ve siyasi hazırlıkları yaptığını düşünüyorsunuz? 2020-2024 arasını muhalifler nasıl değerlendirdiler? Mart 2011 yılında başlayan Suriye muhalefetinin mücadelesi ile 27 Kasım 2024 yılındaki mücadelesini karşılaştıracak olursanız benzerlik ve farklılık açısından nasıl bir tablo çizersiniz? Neyi öğrendiler, neyi düzelttiler, ne tür dersler çıkardılar ki 8 Aralık’ta 61 yıllık Baas diktasını devirebildiler? 

2011’de halkın barışçıl gösterileri rejimin bizzat yönlendirmesiyle silahlı isyana dönüşürken -ordudan ayrılan subay ve erlerin oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu dışında- eline silah alanlar sıradan esnaf ve öğrencilerdi. Hiçbir savaş deneyimleri yoktu. Stratejik perspektifleri ve taktik uzmanlıkları da yoktu. Silahları basitti, saldırıdan ziyade savunma silahlarıydı.

Rejimin asıl elinin güçlü olduğu nokta, hava hâkimiyetiydi; muhaliflere hiçbir zaman sahada dengeleri değiştirecek şekilde uçaksavarlar, taşınabilir hava savunma sistemi MANPAD’ler verilmedi. Silahlı gruplar yeterli silaha, paraya ve örgütlenmeye sahip değillerdi.

(El-Kaide/Nusra Cephesi, IŞİD ve PKK/PYD gibi kökü dışarıda olan ve bu sayede dışarıdan kaynak, silah ve militan çekebilen, örgütlenme kapasitesi yüksek ve merkeziyetçi örgütler ise 2012-2013’ten itibaren sahaya girip domine etmeye başlayacaklardı.)

Dahası, 1960’lardan itibaren siyasi hayatın ve sivil toplum faaliyetinin olmadığı istihbarat devletinde muhalifler ya yurtdışında ya da yeraltında olup siyaset oyununu bilmiyorlardı. Siyasi tecrübeleri de, tutarlı stratejileri de yoktu. Örgütlenme kapasiteleri çok zayıftı.

Dünya siyasetinin işleyişini bilmiyorlardı; bir anda karşılarında küresel ve bölgesel güçleri, yabancı diplomatları buldular ama onlarla iş tutma konusunda tecrübesizdiler; dışarıdan verilen sözlere ve vaatlere kandılar. (Bu arada sadece muhalifler değil, rejim de dışarıya bağımlıydı.)

Aynı zamanda Baas rejiminin halkı bireyleştirdiği, herhangi bir konuda ortak hareket etmelerini on yıllardır engellediği, muhbirleştirip birbirinden korkuttuğu bir ortamda muhaliflerin birlikte iş tutma tecrübesi de yoktu. Tek bir çatı altında toplanıp Esad karşısında siyaseten güçlü, alternatif ve ikna edici bir model ortaya koyamadılar. Kendi aralarında ideolojik kavgalara tutuştular. İslami muhalefetin diğerlerine kıyasla daha güçlü olması hem Batı’nın hem de otoriter Arap devletlerinin işine gelmedi. 

“REJİMİN, 13 YILDIR ’BEN GİDERSEM KAFA KESEN TERÖRİSTLER GELİR’ DİYEREK KORKUTTUĞU AZINLIKLAR BİLE HTŞ’YE ANLAŞTI”

Kökü dışarıda olan radikal grupların 2014’ten sonra sahayı domine etmesi, özellikle IŞİD’in kafa kesme görüntüleri ve çeşitli muhalif silahlı grupların suiistimalleri ve yağması halk nazarında korkuya ve güvensizliğe yol açtı. Zaten rejim baştan beri ben gidersem kaos olur, Suriye parçalanır; Kürt-Arap, Hristiyan-Müslüman, Sünni-Şii çatışması çıkar; İslamcı radikaller ülkeye hakim olur, sizi keser gibi propagandalarla azınlıkları, laikleri, üst ve üst-orta sınıf Sünnileri ikna edip yanına çekmişti. 

Ancak geçen 13 yıl içerisinde muhalefet tecrübe kazanırken, hatalarından ders çıkarırken ve eksiklerini tamamlamaya çalışırken rejim ise -tam aksine- yanlışlarında ısrar etti, uzlaşmaya hiç yanaşmadı, eksiklerinin üzerini ağır bir baskı ve zulümle örtmeye çalıştı, çelik tabanını bile bezdirdi ve iktisaden sefalete düşürdü, sürekli yalan söylediği artık görüldü. 

HTŞ’nin bugünlere yıllardır hazırlık yaptığı, askeri kapasitesini geliştirdiği aşikâr. Öncelikle, HTŞ’nin elinde artık hava araçları ve yeni silah sistemleri var, özellikle kamikaze drone’ları. Rejimin hava üstünlüğü tekelini kırmış olması en önemli farklılık.

Yine HTŞ’nin aylar evvelinden Halep’e adamlarını sızdırdığı ve yeni bir silahlı isyan için gerekli hazırlıkları sahada yaptırdığı söyleniyor. Türkiye de kuzeyde kendi kontrolündeki bölgede SMO’yu yıllar içinde daha düzenli bir ordu formatına getirdi, savaşma kapasitesini artırdı, silah sistemlerini iyileştirdi. Kuzeyde insanlar adeta kapana kıstırılmış halde, zor şartlarda yaşıyordu ve silahlı gruplar yıllardır rejimle ve YPG’yle çatışmak için sabırsızlanıyor, Türkiye’nin yeşil ışık yakmasını bekliyorlardı.

“HTŞ’NİN KAPSAYICI VE ÇOĞULCU BİR SURİYE VAADİNDE BULUNMASI ÖNEMLİ SÖYLEM VE EYLEM DEĞİŞİKLİĞİDİR”

En önemli değişikliklerden biri, el-Kaide içinden çıkıp Suriyelileşen HTŞ’nin katı tutumunu değiştirmesi oldu. Dışlayıcı bir ideolojiyle Suriye gibi bir ülkede tutunamayacağını öğrenmesi önemli.

Bu bağlamda -geçmişin aksine- halkı kendine yabancılaştırmamaya, azınlıkları korkutup kaçırmamaya, onların can ve mal güvenliğini teminat altına almaya, diğer silahlı grupların her türlü yağmasını engellemeye, intikam eylemlerini engellemeye özen göstermesi, kapsayıcı ve çoğulcu bir Suriye vaadinde bulunması önemli söylem ve eylem değişiklikleriydi.

Yine ele geçirdiği bölgelerde -rejimin yapmadığını yapıp- STK’ların da desteğiyle hemen temel ihtiyaçları karşılamaya ve belediyecilik hizmeti götürmeye başlaması, emniyeti sağlamaya çalışması algıları değiştirdi. Sağladığı bu güven ortamı, şehirlerin ciddi çatışmalar olmadan hızla düşmesini sağladı.

Rejimin 13 yıldır “Ben gidersem kafa kesen teröristler” gelir diyerek korkuttuğu azınlıklar bile HTŞ’yle anlaşmayı seçti. Suriye halkının çoğunun nazarında HTŞ de dâhil hiçbir alternatif, rejimden daha berbat olamaz.

Çünkü savaş dindiği halde 2020’den bu yana rejim halkın hayat şartlarını iyileştirici adımlar atmadığı gibi, halkın yüzde 90’dan fazlası fakirlik sınırında ve altında yaşar hale geldi. Buna mukabil rejim ve çevresinin lüksten vazgeçmemesi tabanın öfkesini çekti ve sevdiklerimizi ne uğruna kaybettik ve bu hallere düştük sorusunu sordurdu. Yani rejime yönelik güven krizine eşlik eden hayal kırıklığı, HTŞ’nin kabullenilmesini kolaylaştırdı.

Yani 10 yıl içinde gerçekten bu işi öğrenmişler. Örgüt mantığından çıkıp devlet mantığına doğru geçiş yapmışlar. Şam’ı nasıl ele geçirmeliyiz ve nasıl bir yönetim kurmalıyız konusunu çalışmışlar.

Öte yandan HTŞ dersini iyi çalışmış, ama diğer sivil veya silahlı yapılar benzer bir süreçten geçti mi, yeni sürece ne kadar hazır bilmiyoruz. Diğer silahlı gruplarda yağma yapanları gördük ve HTŞ henüz gelmeden Şam’ı güneydeki gruplar ele geçirdiğinde emniyetsizlik ve kaos yaşandı. 


“İDLİB’DE HTŞ’YE KARŞI HALKIN EYLEMLERİ OLDU, DİĞER BÖLGELERE KIYASLA MEMNUNİYETSİZLİK DAHA AZ”

Esad rejiminin çökmesinde Suriye muhalefetinin önemli bir aktörü olan Suriye Milli Ordusu’nu (SMO) biraz anlatır mısınız? Geçmişini, içinde yer alan fraksiyonları, hâkim olduğu bölgelerdeki uygulamalarını, Türkiye ile olan ilişkilerinin boyutunu, finansman ve silah desteğini nasıl sağladığını, HTŞ ile olan farklarını ve benzerliklerini dile getirir misiniz?

Silahlı örgütler üzerine çalışma yapmadım. Çünkü 10 küsur yıldır sahada yüzlerce irili ufaklı örgüt kuruldu, dağıldı, birleşti. Bunları yakından takip etmek ayrı bir emek gerektiriyordu. Herkesin savaş sahasıyla, örgütlerle ve dış güçlerle ilgilendiği bir ortamda ben hep göz ardı edilen sivillere odaklandım. Onların hayatına ışık tutmaya çalıştım. Geçmişte sahada savaşmış gençlerle karşılaştığımda bile savaş tecrübesini dinlerken hangi örgüte katıldığını bilinçli olarak sormadım. 

Suriye’ye gittiğimde ne zaman ve kime sorsam hep aynı şeyleri duydum. HTŞ, İdlib’de bir şiddet tekeli kurarak, yani diğer silahlı örgütleri kendisine boyun eğmeye zorlayarak bir düzen kurdu. Birçok hizmeti eldeki maddi imkânlar nispetinde vermeye çalıştı. Daha düzenli işleyen bir yönetim yapısı tesis etti. Türkiye’nin kontrolündeki operasyon bölgelerinde ise silahlı örgütler SMO çatısı altında bir araya gelseler bile birbirlerine rakipler.

Her ilçe farklı bir grubun kontrolünde, hatta Azez gibi bazı ilçelerin farklı yerlerinde farklı gruplar hâkim. Bu da Suriyelilerin kendi deyimiyle bir başıbozukluğa yol açtı. Hangi hizmetten kimin sorumlu olduğu konusunda bir yetki karmaşası vardı. Bazen silahlı gruplar kendi aralarında çatışıyordu.

Askerlere/milislere ödenen maaşın çok düşük olması en temel problemdi. Bütün bunlar zaman zaman halkın memnuniyetsizliğini tetikledi. Tabii ki İdlib’de HTŞ’ye karşı halkın eylemleri oldu, ama diğer bölgelere kıyasla memnuniyetsizlik daha azdı.

 

“ASKERİ ZAFER HER ZAMAN SİYASİ ZAFERİ BERABERİNDE GETİRMEZ”

61 yıllık çöken Baas rejiminin Gazze’ye, Lübnan’a, Körfez ülkelerine, direniş örgütlerine ve Türkiye’ye yansımalarının nasıl olacağını öngörüyorsunuz? 8 Aralık’tan sonra bizi nasıl bir Suriye ve nasıl bir Ortadoğu bekliyor?

Sorunuzun ikinci kısmıyla başlayayım. Esad, yıllardır Suriye’nin birliğinin ve toprak bütünlüğünün teminatı olarak sunuluyor, hatta PYD/SDG’ye karşı rejimle Türkiye’nin işbirliği yapması gerektiği savunuluyordu; ama bu, tıpkı mültecilerin geri dönüşü için Esad’le masaya oturmak gerek argümanı kadar, kökten yanlıştı. Rejimin düşmesinin bölünmüş Suriye’nin bütünleşmesini ve Suriyelilerin vatanına dönmeye başlamasını sağladığını görüyoruz.

Dahası, batısı ve doğusu ayrılmış bir Suriye devleti fiziken ve iktisaden yaşayamazdı. Biliyorsunuz, Suriye’nin batısında butik bir Alevi/Nusayri devletçiği kurulacağı varsayımı uzun yıllardır vardı; Esad’ın Moskova’ya sığınmasıyla bu ihtimal ortadan -en azından şimdilik- kalktı.

Denize çıkışı olmayan, karaya hapsolmuş bir Suriye devleti yaşayamazdı. Keza Suriye’nin iktisadi kaynakları -petrolün yüzde 90’ı, doğalgazın yüzde 40’ı, barajların tamamı, tarım alanlarının yarısı- SDG kontrolündeki doğudaydı. Ekonomik kaynaklarından mahrum bir Suriye de ayakta kalamazdı. Rejimin devrilmesiyle Suriye’nin birleşmesine şahit oluyoruz.

Öte yandan askeri zafer her zaman siyasi zaferi beraberinde getirmez. Artık zorlu bir devleti yeniden inşa süreci başlayacak ve yeni sistemin hangi ilkeler üzerine kurulacağı, siyasi sisteme dâhil olmak isteyen farklı ideolojik gruplar arasında bir çekişme konusu olacaktır.

Beşşar Esad çökmüş bir devlet, dağılmış bir ordu, iflas etmiş bir ekonomi, parçalanmış bir toplumla ardında tam bir enkaz bıraktı. Ayağa kalkmak kolay bir süreç olmayacaktır.

Devam edecek...


“SÜRECİ BALTALAMASINDAN EN ÇOK KORKTUĞUM ÜLKE, KARŞI-DEVRİMLERİN ÜSSÜ OLAN VE İSRAİL’LE HAREKET EDEN BAE”

Zahide Tuba Kor

Röportajı yapan: Naman Bakaç

Independent Türkçe, 20 Aralık 2024

https://www.indyturk.com/node/750831/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/zahide-tuba-kor-s%C3%BCreci-baltalamas%C4%B1ndan-en-%C3%A7ok-korktu%C4%9Fum-%C3%BClke-kar%C5%9F%C4%B1


61 yıllık çöken Baas rejiminin Gazze’ye, Lübnan’a, Körfez ülkelerine, direniş örgütlerine ve Türkiye’ye yansımalarının nasıl olacağını öngörüyorsunuz? 8 Aralık’tan sonra bizi nasıl bir Suriye ve nasıl bir Ortadoğu bekliyor?

(…)

Müstakbel Suriye’nin önündeki en büyük meydan okuma dış güçlerdir. Çünkü Suriye’de başarılı bir model kurulması, otoriter Arap rejimleri açısından tam bir kâbus demektir. Düşünsenize, Suriye başarılı olursa özellikle Mısır ve Ürdün halkı yeniden hareketlenmez mi?

Bu iki devletin İsrail’le komşu olduklarını unutmayın. Süreci baltalamasından en çok korktuğum ülke, 2013’ten beri karşı-devrimlerin üssü olan ve İsrail’le her alanda birlikte hareket eden BAE. Çeşitli siyasi veya askeri grupları paraya boğarak, suikastlarla ve medya propagandası üzerinden istikrarsızlık çıkarmaya çalışacaktır. Bu konuda geçtiğimiz on yılda oldukça deneyim kazandı. 

Türkiye bu işten en ve hatta belki de tek kârlı çıkan ülke. Yeni Suriye Türkiye’nin nüfuz alanında olacaktır. Tam da bu yüzden bölgesel ve küresel güçler açısından Suriye modelinin başarılı olmaması gerekiyor. 2011’de ilk Arap devrimleri dalgası tamamen Türkiye lehineydi; bu nedenle 2013’te Mısır’daki darbenin hedeflerinden biriydik.

Ortadoğu’nun en büyük güçleri Türkiye-Mısır-İran arasında jeopolitik bir denge vardır ve bunların her daim birbirine rakip olması dış güçler tarafından istenir. Üçünün bir araya gelmesi hem İsrail hem küresel güçler açısından tam bir kabus senaryosudur. Ama herhangi ikisinin de müttefik olup birlikte hareket etmesi, bölge dengelerini değiştireceği için istenmez.

Yıllar evvel “Arap Baharı”nın sembol isimleriyle bir araya gelmiştik. İçlerinden birisi dedi ki “bize açık açık söylediler, size destek çıkmak isterdik, ama bunun kazananı Türkiye olur; biz Türkiye hegemonyasında bir Ortadoğu istemiyoruz.” Suriye, Mısır kadar başat bir ülke değil, ama coğrafi bakımdan çok önemli. Bu yüzden Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonunu kırmaya dönük adımlar atılabilir. 

“SURİYELİLER, BARIŞÇIL DEVRİMİN SİLAHLI İSYANA DÖNÜŞMESİNDE, İRAN’IN KİRLİ ROLÜNÜ ÇOK İYİ BİLİYORLAR”

Katar hariç Körfez ülkeleri, bilhassa BAE ve hızla sekülerleşen Suudi Arabistan bu durumdan rahatsız oldu. Kurmaya çalıştıkları yeni düzeni bozduk. Her türlü İslami hareketle mücadele içindeki BAE yıllardır Esad yönetiminin Arap dünyasına geri dönmesi için çabalıyordu.

2022’de Esad, 11 yıl sonra ilk kez Rusya ve İran dışında bir ülke olarak BAE’yi ziyaret etmiş, 2023 Mayıs’ında Suriye rejimi Arap Ligi’ne yeniden kabul edilmiş, Arap ülkeleri büyükelçiliklerini yeniden açmıştı. Halep düşmeden evvel BAE, ABD’yi Esed’in İran’la arasına mesafe koyması karşılığında Sezar Yasası’nı 20 Aralık’ta uzatmamaya ikna etmişti.

“Arap milliyetçiliğinin kalbi” olarak anılan Suriye, terör örgütü kabul edilen İslamcı silahlı grupların eline düştü. Bunu sindirebilmesi çok zor. 

Sürecin tam kaybedeni İran oldu. 1979’dan beri Baas rejimiyle yakın ilişki içindeydi ve kurduğu “direniş ekseni”nin temel direği Suriye’ydi. İran, 1980-88 İran-Irak Savaşı’nda ciddi yıkım aldı ve bundan sonra kendi topraklarını savaş alanı olmaktan çıkartıp savunmasını başka topaklardan başlatma kararı aldı.

ABD-İsrail’le mücadelesini Lübnan toprakları üzerinden veriyordu; Lübnan Hizbullah’ına silah sevkiyatını Suriye’den yapıyordu. İran 2011’de muhaliflerle anlaşsaydı kanaatimce bu lojistik hat kesilmezdi. Ama Suriyeliler, barışçıl devrimin silahlı isyana ve savaşa dönüşmesinde İran’ın kirli rolünü çok iyi biliyorlar.

İran Esad rejimi için milyarlarca dolar akıttı ve hepsi çöpe gitti. Bu durum İran içinde istikrarsızlıkları tetikleyecektir. İsrail’in rejimi devirip şahın oğlunu başa geçirme senaryosu olsa da, İran sekülerleşirse bölgede Sünni-Şii mezhep kavgası dinecek, bu da bölgeyi zayıflatan önemli bir kozun ortadan kalkmasına yol açacağından son kertede vazgeçebilir. Ama Trump döneminde İran ve Irak’ın hedef olma ihtimali yüksek. Yine de yükselişteki Türkiye’ye karşı bir denge unsuru olarak kalması için yıkıcı seçeneklerden vazgeçebilirler. 

“İLERİDE, SURİYE VE LÜBNAN’IN KADERİNİ BELİRLEYECEK BİR TÜRKİYE-İSRAİL HESAPLAŞMASI YAŞANABİLİR”

Suriye’deki değişimin en çok etkileyeceği ülke, Baas zulmünü en çok ve bilfiil yaşayan ülkelerden Lübnan’dır. Direniş ekseni ve Esad rejimi çöktüğü için İran’ın ve Suriye’nin Lübnan’daki etkisi azalacaktır, bu da Batı ve Körfez yanlısı gruplara yarayacaktır. Tabii Türkiye yanlısı Sünni ve Dürzi çevreleri de olumlu yönde etkileyecektir.

Bu arada Lübnan bölgede küresel ve bölgesel güç mücadelesinin bir sahası olduğundan kaderini dışarıdaki gelişmeler etkileyecektir. İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah’la savaşı bitti mi, bu henüz belirsiz. İleride gerek Suriye’nin gerekse Lübnan’ın kaderini belirlemek üzere bir Türkiye-İsrail hesaplaşması yaşanabilir. 

Gazze’ye etkisine gelince, maalesef önce Lübnan’daki savaş, ardından Suriye’de rejimin devrilmesi nedeniyle Gazze’deki soykırım gündemimizden düştü. Ekim ayı başından itibaren İsrail Gazze’nin kuzeyini, Yahudi yerleşimleri kurmak üzere tamamen insansızlaştırma kararını yürürlüğe koydu ve insanlar en perişan dönemlerini yaşıyorlar.

Trump gelmeden bir ateşkese varılabilir mi emin değilim. İsrail’in niyeti, Gazzelileri hem kuzeyden hem de Mısır’la sınır bölgesinden çıkararak ortada daracık bir alana hapsetmek, dışarıyla bağlantısı kopmuş bir Gazze’ye dönüştürmek. 

7 Ekim Aksa Tufanı, Gazze’nin yıkımına yol açarken Suriye’nin rejimden kurtulmasını tetikledi. Suriye’deki değişim bundan sonra başka direniş örgütlerini veya halk kitlelerini harekete geçirecektir. Mısır’dan Ürdün’e ve Batı Şeria’daki Abbas yönetimine kadar bölge rejimlerini korkuya sevk ettiği aşikâr. Yeni denklem, Suudi Arabistan’ın İsrail’le normalleşme anlaşmasına imza atma ihtimalini azalttı. 

 

“İSRAİL, ORTADOĞU’DA AZINLIK YÖNETİMLERİNİ VE DİKTATÖRLÜKLERİ HER ZAMAN TERCİH EDER”

İsrail’in Baas rejiminin çökmesini nasıl baktığını düşünüyorsunuz? İsrail için bir kazanım mıdır bir tehdit midir? İsrail’in Suriye muhalefetini örtük desteklediğine dair argümanları nasıl buluyorsunuz? Baas diktasının çöktüğü günden beri sürekli Suriye’deki askeri ve istihbarı üsleri, liman ve havaalanlarını, kimyasal ve balistik füze araştırma merkezini, hava savunma sistemlerini, radar sistemlerini, muhaberat binasını, göç ve nüfus binasını vs. imha etmesini nasıl yorumluyorsunuz? İşgal ettiği Golan tepelerinden inip Kunetyra ve Dera bölgesine doğru izlediği işgal politikası ile İsrail, Suriye’nin yeni döneminde neyi hedefliyor? Davut koridorunu inşa edeceği iddialarını nasıl buluyorsunuz?

Olumlu baktığını düşünmüyorum. İsrail her zaman Ortadoğu’da azınlık yönetimlerini ve kendi halkını bastıran diktatörlükleri tercih etmiştir. Çoğunluk nüfusun (Sünnilerin) bir araya gelme girişimlerini her zaman kendi bekasına yönelik bir tehdit sayıp baltalamıştır.

Ayrıca İsrail, Esad rejiminin bütün davranış kalıplarını çok iyi biliyor ne zaman ne yapar belli. Yani öngörülebilir bir düşman. Tam da bu yüzden 2012, 2013 ve 2015’te Esad rejimi düşme noktasına geldiğinde ABD’yi ikna edip bunu engelleyen İsrail oldu; zayıflamış, kolu kanadı kırılmış bir Esad rejimini tercih etti. Çünkü kuzeydoğu cephesi, kontrollü gerginlik politikasına rağmen on yıllardır istikrarlıydı; Esad sonrası yeni kurulacak yönetimin ve silahlı grupların ne yapacağı belli olmazdı.

İsrail hep şöyle düşünür: “Bildiğimiz şeytan bilmediğimiz şeytandan yeğdir.” Tam da bu yüzden Ortadoğu’da diktatörlükleri desteklemiştir. Halkın taleplerini dikkate alan yönetimlerle, çoğulcu ve açık toplumlarla uğraşmak, otoriter rejimlerle anlaşmaya çalışmaktan çok daha zordur. Bugün için İsrail’in zihninde HAMAS ile HTŞ arasında hiçbir fark yok.

İsrail’i savaşta da barışta da en zorlayan ülke 1948’den beri Suriye’dir. En büyük Arap ülkesi Mısır’ın 1979’da İsrail’le barışmasından sonra Suriye’nin tek başına savaş açma imkânı kalmadı. Ama Esad rejimi, hem İsrail’i kendisine savaş açmaktan caydırmak hem de Ürdün, Lübnan gibi küçük Arap devletlerinin Mısır’ın peşinden gidip İsrail’le barışmasını engellemek için 1980’lerde “stratejik eşitlik” politikasına geçerek aşırı derecede silahlandı ve ordusunu birkaç kat büyüttü.

Sonunda Ortadoğu’da “Mısırsız savaş Suriyesiz barış olmaz” denklemini kurdurdu. Bir de 1973’ten sonra Ortadoğu’da bir daha düzenli orduların İsrail’le savaşmadığı bir ortamda asimetrik güç unsurlarını devreye soktu; yani Lübnanlı ve Filistinli direniş örgütlerini destekleyerek İsrail’i dolaylı yoldan baskıladı.

Ancak Esad rejimi elindeki o silahları İsrail’e karşı değil, 2011’den sonra kendi halkına karşı kullanacaktı. Hatta İsrail geçen 10 yılda yüzlerce defa Suriye’yi bombaladığı halde doğru düzgün mukabele etmedi. 

“REJİM İLE İSRAİL’İN İŞBİRLİĞİNE DAİR BELGELERİN ÇIKMASI AKABİNDE, İSTİHBARAT VE BAKANLIKLARIN BOMBALANMASI ÇOK MANİDAR”

İsrail’in 2011’den sonra Suriye’de istediği savaşın uzadıkça uzaması, Sünni-Şii mezhep çatışmasının derinleşmesiydi. Bölge ne zaman savaş içindeyse bu kendi lehinedir. Tam da bu yüzden muhaliflerin güneydeki çeşitli unsurlarına da Esad rejimine de dolaylı destek verdi. Aynısını Lübnan İç Savaşı’nda da yapmıştı.

Dolaylı desteği taraflara sevgisinden değildi. İstediği, savaş uzadıkça uzasın. Bu destek sayesinde Suriye içinden hem istihbarat toplama imkanına kavuştu hem de ileride kullanacağı kendisine müzahir gruplar oluşturdu. Tam da bu faaliyetlerinin neticesinde geçtiğimiz günlerde bazı Dürzi köyler İsrail’e bağlanmak istedi.

Ayrıca Hizbullah’ın ve İran’ın Suriye’deki savaşa tamamen dahil olduğu ve saflarını yeni yeni savaşçılarla genişlettiği bir ortamda İsrail istihbaratının sızması çok kolaylaştı. Son bir senedir İran Devrim Muhafızlarının, Hizbullah’ın ve diğer milis gruplarının yönetici kadrolarına bu kadar kolay suikastlarının nedeni tam da bu. 

Esad rejiminin devrilmekte olduğu gece Habertürk canlı yayınında İsrail’in bundan sonra Suriye ordusunun envanterindeki tüm önemli silah sistemlerini ve askeri tesisleri muhaliflerin eline geçmemesi için vuracağını söylemiştim. İsrail, Esad rejiminin o silahları kendisine karşı kullanmak değil, kendisini saldırıdan caydırmak için biriktirdiğini biliyordu zaten. Ama muhaliflerin ne yapacağı belli olmaz.

Ayrıca rejim ile İsrail arasındaki işbirliğine dair bazı belgelerin ortaya çıkması akabinde bazı bakanlıkları ve istihbarat binalarını bombalaması da çok manidardı. Esad rejimiyle İsrail’in temaslarına dair kim bilir ne çok gizli belgeyle doluydu bu binalar. 

“İSRAİL’İN GÜCÜ, ARAP/İSLAM DÜNYASININ GÜÇSÜZLÜĞÜNDEN KAYNAKLANIYOR VE DİKTATÖRLÜKLER DE BU GÜÇSÜZLÜĞÜN TEMEL NEDENİ”

Neticede yeni yönetimi ordusuz bırakarak İsrail’e karşı gelecekte saldıramayacak hale getirme niyetinde. Keza bu silahların el altından direniş örgütlerine geçmesini de engelleme hesabında. Yani oyunun kurallarını kendisi daha baştan belirliyor. İşgal ettiği yerlerin çoğu 1967’de de işgal edip sonra geri çekilmek zorunda kaldığı, BM güçlerinin yerleştirildiği Golan Tepeleri’nin Suriye’ye bakan kısmı.

Buraları işgali, İsrail’in başkent Şam ve ülkenin ortası ve güneyini doğrudan gözetleme imkânına kavuşturdu ama zaten bu kapasiteye geçmişte de sahipti. Hermon/Şeyh Dağı’nda gözetleme ve radar sistemleri vardı. Şam, Golan’ı işgal ettiği 1967’den beri İsrail’in vuruş menzilinde; ama değilken de 1950’ler ve 1960’larda -türlü bahanelerle- kaç defa Şam’ı bombaladı…

İsrail’in Suriye içinde çok fazla ilerleyeceğini düşünmüyorum. Hedefi, yönetim değişirken oyunun kurallarını kendi güvenliğini teminat altına alacak şekilde yeniden belirlemek. Yakında Irak’a ve belki İran’a da saldırı başlatması muhtemel; bunun için de -bütün hava savunma sistemlerini yok ettiği bir ortamda- Suriye hava sahasını kullanabilecek. 

İsrail’i çok güçlü bir aktör olarak vehmediyoruz ama öyle değil. Gazze Savaşı’yla ordusunun çapı görüldü; ABD-İngiltere-Fransa-Almanya-BAE desteği olmasa bunların hiçbirini yapamaz, Gazze’de bile savaşı sürdüremezdi. Ayrıca İsrail’in gücü, Arap ve İslam dünyasının güçsüzlüğünden kaynaklanıyor. Diktatörlükler bu güçsüzlüğün temel nedeni. 

 

“ESAD REJİMİNİN DÜŞTÜĞÜ BİR ORTAMDA, PYD/YPG’NİN YAŞAYABİLİRLİĞİ KALMAZ”

Baas diktasının çökmesiyle birlikte PKK/YPG’nin izlediği politikayı ve attığı hamleleri nasıl buluyorsunuz? ABD ve Rusya ile olan ortaklıklarının geleceği sizce nasıl şekillenecek? Suriye’nin yeni yönetimi ile PKK/YPG arasında siz nasıl bir ilişkinin kurulacağını öngörüyorsunuz? Uzlaşacaklar mı çatışacaklar mı? PKK/YPG’nin Suriye’nin geleceğinde yeri ne olacak?

Ben her zaman analizlerimi yaparken “peki ama sürdürülebilir mi?” sorusunu sorarım. Bu soruya cevabım, Esad rejiminin düştüğü bir ortamda PYD/YPG’nin yaşayabilirliği kalmaz. Çünkü (i) savaştan evvel Suriye’deki Kürt nüfusu yüzde 7-8 kadardı, (ii) Fırat’ın doğusunda kontrolünde tuttuğu Suriye’nin yüzde 25’lik toprağında Kürt nüfus sadece Türkiye sınırına yakın kuzey bölgelerde yaşıyor, kalanı tamamen Arap aşiretler, (iii) bu Arap aşiretlerin çoğu geçmişte zaten Kürtleri sevmezdi (hatta 2004’te Kamışlı’daki bir futbol maçında Deyrizorlu Araplar ile Kamışlılı Kürtler arasında çatışmalar çıkmıştı),  (iv) Arap aşiretlerin bir kısmı PYD/YPG’yi Esad rejimine tercih ettiği, diğer kısmı güç kimdeyse ona -yani ABD’ye- boyun eğdiği için SDG çatısı altında YPG’yle birlikte hareket etti. Sıradan halkın savaşlardan çok yorulup artık istikrar istemesi de bunda etkili oldu. 

Ayrıca PYD/YPG yüzünden Suriye’yi terk edip Kuzey Irak’a, Türkiye’ye veya Avrupa’ya sığınan bir yığın Kürt var. (Bilhassa YPG’nin “zorunlu askerlik” getirmesiyle birçok Kürt genci dışarı kaçtı.) Suriyeli Kürtlerin de azımsanmayacak bir kısmı, örgüt güçlü olduğu ve kendisini tehditler karşısında koruduğu için PYD/YPG’ye boyun eğdi; yoksa ideolojisini benimsemiş değil. Suriye Kürtlerinin çoğu, savaştan evvel ya Barzani ya da Talabani destekçisiydi. 

“SURİYELİ KÜRTLERİN BİR KISMI, TEHDİTLER KARŞISINDA KENDİSİNİ KORUDUĞU İÇİN PYD/YPG’YE BOYUN EĞDİ; YOKSA İDEOLOJİSİNİ BENİMSEMİŞ DEĞİL”

Fırat’ın doğusundaki Arap aşiretler ayaklandığı takdirde -ki rejim düşer düşmez ayaklanma başladı- PYD/YPG orada kan akıtmadan kalamaz. Bu arada rejim, içeride tabanı sınırlı ve kökü dışarıda olan PYD’yle hem Kürt nüfusu sindirmek ve muhaliflere katılmalarını engellemek hem de Türkiye’yi tehdit etmek amacıyla işbirliği yaptı.

2012’de Türkiye sınırından güvenlik güçlerini geri çekerken Kürt nüfuslu bölgelerde bütün kurumsal yapıyı PYD’ye devretti; yani en baştan beri rejim ile PYD arasında işbirliği vardı. Bu arada PKK 1978’de kurulduktan bir sene sonra Abdullah Öcalan’a kucağını açan ve Türkiye’nin savaşla tehdit etmesi üzerine 1998’de mecburen topraklarından çıkaran, Hafız Esad’ın ta kendisiydi.

PKK’nın Suriye istihbaratıyla yakın ilişkileri 1979’a kadar geri gider. Bunu niye söylüyorum? Bazıları yıllarca PKK-PYD’yi bitirmek için rejimle masaya oturup işbirliği yapmamız şart deyip durdu. Halbuki rejim bu örgüte bizzat alan açan ve onu koruyandı. Düşmeden evvel kontrolündeki bölgeleri örgüte bırakması da bunun son kanıtıydı. 

PYD/YPG, IŞİD sayesinde, özellikle IŞİD’in Kobani’ye girişiyle birlikte ABD’nin kara gücüne ve müttefikine dönüştü. Ama o devasa coğrafyayı Amerikan hava desteği ve yoğun bombardımanları olmasa ele geçiremezdi. Yani gücünü dışarıya borçluydu. Örgüt hem Rusya ve ABD’yle hem de Körfez ve İsrail’le ilişkilerini geliştirerek küresel ve bölgesel güçlerin Türkiye’ye karşı en önemli kozuna dönüştü.

Onlar bir Kürt devleti kurmak isteseler de bu, sosyolojik olarak mümkün değil. Çünkü mesela kuzey Irak’ta IKBY sahasında nüfusun çoğu Kürt iken, Fırat’ın doğusunda böyle değil. Suriye Kürtleri Türkiye sınırı boyunca üç bölgede öbekleşiyordu, ama araları Türkmen ve Arap nüfusla dolu. Afrin’i Türkiye kontrolüne aldı ve oradaki PKK/PYD unsurlarını çıkarttı. SDG kontrolündeki alanda sadece kuzeyde Kobani ve Cezire kısmında Kürtler yaşıyor; daha aşağısında uzun vadeli kontrol kurması mümkün değil.

“HTŞ KAPSAYICI BİR YÖNETİM KURABİLİRSE, PYD/YPG’NİN FIRAT’IN DOĞUSUNDA TUTUNMASI SOSYOLOJİK OLARAK MÜMKÜN DEĞİL”

Şunu demek istiyorum: PYD/YPG rejimin düştüğü bir ortamda, eğer ki HTŞ kapsayıcı bir yönetim kurabilirse, Fırat’ın doğusundaki o koca toprak parçasında tutunması sosyolojik bakımdan mümkün değil. Tabii kritik nokta, ABD ve İsrail kullanışlı bir araç olan PYD/YPG’yi gözden çıkarabilecek mi? İstemese de mecbur kalacaklar diye düşünüyorum.

Yıllar yılı ABD ve Rusya desteğiyle tahkim ettiği, hatta yerin altında Gazze gibi tünellerle ikinci bir şehir kurduğu Tel Rıfat ve Munbiç’ten nasıl fazla direnemeden çıkmak zorunda kaldığını gördük. Batı’nın ürettiği cesur savaşçı YPG miti çözüldü. Bu şartlar altında örgüt tutumunu yeni duruma adapte etmek zorunda kalacaktır.

PKK-PYD karşıtı Kürt grupların merkezi hükümette yer bulması örgütün etkinliği kırmak bakımından önemli olacaktır. Ama PYD’yi de silahlı mücadeleden vazgeçirecek adımlar atılmalıdır. Yoksa terör eylemleriyle yeni kurulacak yönetimi sarsabilir. 

Kürtlere ABD ve Rusya desteği daha PKK ortaya çıkmadan on yıllar evvel başlamıştı, hatta 19. yüzyılın sonunda Rus Çarlığının Kürtlere yönelik faaliyetleri vardı. Suriye’de her ne yaşanırsa yaşansın, PKK’nın akıbeti her ne olursa olsun, çeşitli Kürt grupların küresel ve bölgesel güçlerle ilişkileri devam edecektir. 


Z.T.KOR: SURİYE’NİN ÖNÜNDEKİ TEHLİKE: MİLİS SİYASETİ


SURİYE’NİN ÖNÜNDEKİ TEHLİKE: MİLİS SİYASETİ

Zahide Tuba Kor

Röportajı yapan: Naman Bakaç

Perspektif Online, 20 Aralık 2024

https://www.perspektif.online/suriyenin-onundeki-tehlike-milis-siyaseti/


NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


Z. Tuba Kor: “Savaş yaşamış ülkelerde yeniden inşa sürecinde gördüğüm en büyük tehlike, milis liderlerinin siyasetçilere dönüşmesi, bunun da milis siyasetini doğurmasıdır. Askerî mantık ile siyasi mantık, milis mantığı ile devlet mantığı birbirinden farklıdır. Sahadaki askerî gruplar ‘Zafer bizim sayemizde geldi’ deyip siyasette baş koltuklara oturmaya kalkışırlarsa ülkeye yazık olur. Tıpkı 1949’dan itibaren Suriye’de başlayan askerî darbelerle, ordunun siyasette etkinliğinin sürekli istikrarsızlıklara yol açması gibi.”

 

61 yıllık Baas diktası, Suriye halkı ve muhalefetinin 13 yıllık ağır bir bedel ödemesiyle nihayetinde 8 Aralık 2024’te çöktü. Bu çöküş; Suriye halkında umut, istikrar ve özgürlük duygusunu yeşertirken, bölgesel ve küresel çapta da jeopolitik kırılmalara yol açması muhtemel bir gelişme olarak tarihsel bir momenti göstermekte. Rusya ve İran’ın Esad rejimine ister mecburen ister anlaşmalı olsun, desteklerini çekmesiyle çöken rejimden sonra, nasıl ve hangi ilkeler üzerine bir yönetim inşa edecekleri, halkın ekmek, güvenlik, huzur ve istikrar talebini nasıl karşılayacakları, Suriyelilerin önündeki başlıca sorular. Bu iç sorunların yanı sıra komşu ülkeler ve küresel aktörlerle nasıl bir dış politika ve kamu diplomasisi izleyecekleri de merakla bekleniyor. 

Tüm bu beklentiler ve sorunları; Suriye, Lübnan ve Filistin üzerine yıllarca hem sahada hem de masada çalışmış, bu üç ülke üzerine kitaplar neşretmiş araştırmacı-yazar ve Ortadoğu uzmanı Zahide Tuba Kor ile konuştuk.

 

DEVLETLER, SAVAŞLARI FİNANSE ETMEKTE İSTEKLİDİR AMA BARIŞI VE YENİDEN İNŞAYI FİNANSMANDA DEĞİL

Lübnan ve Suriye’yi sahada ve masada çok yakından takip eden bir araştırmacı olarak, Suriye’nin hem idari ve siyasi hem imar ve kalkınma hem de Batı’yla ve komşu ülkeleriyle diplomatik ilişkilerinde nasıl bir yol izlemesi gerektiğini düşünüyorsunuz? Suriye hangi ilkeler ve nasıl bir yöntem ile adil, istikrarlı, huzurlu ve katılımcı bir düzene kavuşabilir? Bildiğiniz gibi çok dinli, mezhepli ve etno-kültürel bir yapıya sahip olduğu için nasıl bir modelle geleceğini inşa etmelidir Suriyeliler?

Öncelikle şunu bilmek gerekiyor: Suriye 10 küsur yıllık savaşta öyle büyük bir yıkım aldı ki yeniden inşa süreci on yıllar alacaktır. Devletler savaşları finanse etmekte isteklidir ama barışı ve yeniden inşayı finansmanda değil. Yıkmak kolaydır, kurmak ise çok daha fazla emek, para, malzeme ve zaman gerektirir. 

Yıkılan sadece şehirler ve devlet değildi, Suriyelilerin her biri de psikolojik olarak yıkıldı. Rejimin 12 günde devrilmesi Suriye halkı için adeta bir şok terapi oldu, tükenen ümitler yeniden canlandı. Devleti yeniden inşa kadar bireyleri yeniden inşa da unutulmamalı.  

En acil görev, yeni yönetimin uluslararası alanda tanınmasını sağlamak ve Batı’nın koyduğu yaptırımları, özellikle ABD’nin Sezar Yasası’nı yürürlükten kaldırtmak olmalı ki yıkık haldeki iflas etmiş ülkeye dış yardım gelebilsin. 

Diğer bir acil görev, halkın hayat şartlarını iyileştirecek şekilde ekmek, elektrik, su, gaz, internet, ilaç başta olmak üzere temel ihtiyaçlarını temin edebilmeli ki kalıcı bir güven bağı kurabilsin ve önümüzdeki süreçte dış güçlerin komplolarını püskürtebilsin. Bu konunun farkında oldukları Halep’e girdikleri ilk günden beri belli. 

ESKİ REJİMİN ADAMLARI, ÖZELLİKLE ŞEBBİHALAR ORTADAN KAYBOLSA DA YOK OLMADILAR VE PROVOKASYONA GİRİŞEBİLİRLER

Emniyeti sağlamak da çok kritik bir konu. Çünkü eski rejimin adamları, özellikle suçu bir hayat tarzına dönüştüren şebbihalar ortadan kaybolsa da yok olmadılar. Hatta şu an bir kısmı devrimci kılığına büründü diyorlar. Şoku atlattıktan sonra provokasyona girişebilirler.

İnsanların biraz nefes alabilmesi için rejim bölgesinde 20 dolar olan memur maaşlarını en az 100 dolara çıkarabilmesi lazım ki bu bile mevcut hayat pahalılığı karşısında oldukça yetersiz. Bunlar ilk aşamada yapılması gereken şeyler.

İkinci aşamada Baas kadrolarından kimlerin suç işleyip işlemediğini tespit edip suç işleyenleri görevden alması ve gerekiyorsa yargılaması, suç işlemeyenleri görevlerinde tutması lazım. Devlet kurumlarını yeniden yapılandırması ve özellikle emniyet birimlerinin ve istihbaratın bir kısmını tamamen lağvetmesi, bir kısmını yeniden kurması lazım ki bu hiç kolay bir görev değil. Bütün silahlı örgütlerin bir an evvel lağvedilmesi ve orduya eklemlenmesi ve halkın elindeki silahların toplanması çok önemli. Yine geçiş sürecinde işi bilenlerden oluşan teknokrat hükümeti kurulması gerekiyor. Yeni devletin ne üzerine inşa edileceğini belirleyecek yeni anayasanın yazım süreci kritik olacak.

Çoğulcu ve kapsayıcı bir yönetim kurmalılar ve asla kimlik (etnisite, din ve mezhep) temelli bir güç paylaşımı modelini benimsememeliler. Gerek 20’nci yüzyılda kurulan ama kökü 1860’lara uzanan Lübnan gerekse 21’inci yüzyılda ABD eliyle yeniden tesis edilen Irak ve Afganistan örneği, etnik ve/ya mezhep kotalarına dayalı yönetimlerin başarı şansı olmadığını, sürekli istikrarsızlıklar ürettiğini ortaya koyuyor. 

 ASKERİ GRUPLAR “ZAFER SAYEMİZDE OLDU” DEYİP SİYASETTE BAŞ KOLTUKLARA OTURURLARSA, ÜLKEYE YAZIK OLUR

Yine savaş yaşamış ülkelerde yeniden inşa sürecinde gördüğüm en büyük tehlike, milis liderlerinin siyasetçilere dönüşmesi, bunun da milis siyasetini doğurması ve yolsuzlukları ülkenin belini çökertecek hale getirmesi. Askerî mantık ile siyasi mantık, milis mantığı ile devlet mantığı birbirinden farklıdır. Sahadaki askerî gruplar “Zafer bizim sayemizde geldi” deyip siyasette baş koltuklara oturmaya kalkışırlarsa ülkeye yazık olur. Tıpkı 1949’dan itibaren Suriye’de başlayan askerî darbelerle, ordunun siyasette etkinliğinin sürekli istikrarsızlıklara yol açması gibi. 

Eski rejimin adamlarının adil bir şekilde yargılanması ve cezalandırılması önemli. İyi bir hukukçu ekibi bu iş için seferber edilmeli ve özel mahkemeler kurulmalı. Savaş sonrası toplumun yaralarını sarabilmek için adaletin tesis edilmesi gerekiyor. Yine insanlar göç etmek zorunda kaldığında evlerine/mülklerine yerleşenler oldu. Geri döndüklerinde kavgalar ve çatışmalar kaçınılmaz. Bu noktada mağduriyetleri giderici hukuki düzenlemeler şart. Suriyelilerin aldığı en büyük darbelerden biri, savaş ve göç yüzünden çocukların ve gençlerin eğitimsiz kalması, kayıp bir neslin oluşması. En önemli seferberliklerden biri eğitim seferberliği olmalı. 

Dış güçler kısa süre sonra karşı-devrim için harekete geçebilirler. Suriye halkının rejimin doğası gereği siyasi bilinci düşük sayılır. 2011’den sonra Arap ülkelerinde neler yaşandığını, karşı-devrimcilerin ne gibi oyunlar tezgâhladıkları, sonunda halkı nasıl perişan ettiklerini anlatan belgeseller çekilmeli ki aynı tuzaklara düşülmesin, insanlar uyanık olsun.

Savaşta yıkılan yerleşimlerin yeniden inşası için harekete geçilecektir. Ancak özellikle Halep, Şam, Hama ve Humus şehirlerini yeniden inşa etmeye niyetlenen yabancı (ve tabii ki Türk) müteahhitlere ve mimarlara Suriye’nin geleneksel mimarisi ve kültürü öğretilmeli ki o güzelim mimari dokuyu bozmasınlar. Şehirler kimliksizleşip kültürel katliama uğramasın. Hatta geçici hükümet yeniden inşanın nasıl olması gerektiğine dair karar çıkartmalı.   

60 yıllık Baas rejimi siyasi kültürü olumsuz etkiledi. Suriye dışına çıkmamış bireyler Baas dışında bir deneyim görmediler. Bu yüzden yeni yönetimin kadrolarında eski rejimin davranış kalıplarının sürme tehlikesi var. Kanaatimce Suriye devletinin ve siyasetinin yeniden inşasında yepyeni deneyimler kazanan, dünyanın farklı örneklerini görmüş mültecilere kulak verilmeli. 

 

TÜRKİYE ARTIK SURİYE SAHASININ EN ETKİLİ AKTÖRÜ

Türkiye’nin Baas rejiminin çökmesiyle birlikte yeni Suriye yönetimi ile nasıl bir ilişki kuracağını öngörüyorsunuz? Batı medyasının, Erdoğan’ın kazandığına ve Baas diktasının çöküşünde önemli bir bölgesel aktör olduğuna dair bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Batı medyasındaki yorumlar doğru. Türkiye artık Suriye sahasının en etkili aktörü. 60 yıllık rejimle birlikte devlet de önemli ölçüde çöktü. Bu arada devlet aygıtı geçtiğimiz yıllarda zaten çökmüştü; Suriyeliler -kendi deyimleriyle- bir suç çetesi tarafından yönetiliyorlardı. Dolayısıyla hem her alanda danışmanlık hem hami hem aktörler arasında arabulucu hem de yeniden inşa eden rolünü oynayacağız. Eğer ki başarıya ulaşırsak -ki Suriye’nin acılarını dindirebilmek için başarmak zorundayız- bu, Türkiye’nin bölgede alanını açacaktır. 

Fetih kolaydır ama devlet inşası zordur (Kolay dediğim işin 13 yıl sürdüğünü de hatırlatayım!); hele de birbirinden farklı beklentileri, hayalleri, çıkarları, korkuları, savaş yıllarında dış hamileri olan etnik-dinî-mezhebî bakımdan parçalı bir ülkede… Şansımız şu: Suriye halkı hakikaten çok yoruldu, hatta takati kalmadı, yeni bir istikrarsızlığı ve çatışmayı kaldırabilir durumda değil.

Yıkılmış 2 milyon evi, harap haldeki altyapıyı, eğitim ve sağlık sistemini inşa etmek gerek. Ekonominin iflas ettiği bir ortamda her şey dış desteğe bağlı. Para ne ölçüde gelecek? Hele de Gazze’nin, Lübnan’ın, Ukrayna’nın, bizim deprem bölgesinin vd. yeniden inşa edilmesi gerekirken… En önemlisi, bütün silahlı grupların silahsızlandırılması, ordunun ve güvenlik birimlerinin yeniden inşası meselesi çok netameli ve kritik. Kısaca zor bir görevimiz var.

 

İRAN VE RUSYA POZİSYONLARINI DEĞİŞTİRMEK ZORUNDA, ÇÜNKÜ POLİTİKALARININ DAYANDIĞI ESED HANEDANI ÇÖKTÜ

Esad rejiminin iki büyük destekçisi olan Rusya ve İran’ın Suriye’nin yeni yönetimi ile ilişkilerinin nasıl şekilleneceğini düşünüyorsunuz? 27 Kasım 2024 öncesi pozisyonlarında bir değişim söz konusu. Rusya’nın Suriye’de İsrail’in önünü açacağına dair bir takım argümanlar söz konusu. Tartus ve Lazkiye’deki askerî mühimmatlarını Suriye’den çekeceğine dair işaretlerden yola çıkarak Rusya, sıcak denizlere inmişti, şimdi sıcak denizlerden soğuk denizlere (Ukrayna bölgesine) mi çekiliyor?

Her ikisi de pozisyonlarını değiştirmek zorunda; çünkü politikalarını dayandırdıkları Esed hanedanı çöktü artık. İleride hanedandan birini veya hatta Lazkiyeli birini ülkenin başına geçiremezler, bu devir kapandı. Yeni yönetimle iş tutup süreci en az zararla atlatmaya çalışacaklardır. Ama Suriye’ye yaptıkları yatırım, döktükleri paranın haddi hesabı yok. Bunları gözden çıkaramazlar. Bir müddet sonra ülke içindeki nüfuz ajanlarını ve sempatizanlarını harekete geçirip istikrarsızlık çıkarmaya kalkışacaklardır. Rusya, İsrail’in önünü açar mı emin değilim, çünkü araları pek de iyi sayılmaz. Ama Ortadoğu coğrafyasındaki jeopolitik mücadelede her şey mümkündür. Düşman(lar)ın ortaklığı bağlamında ilginç ortaklıklar veya ön açmalar gerçekleşebilir. Rusya askerî üslerine geri dönmeye çalışacaktır. Bu arada Fırat’ın batısındaki Suriye’nin petrol, doğalgaz ve fosfat kaynakları Rusya’ya veya İran’a verilmişti, doğusundaki kaynakların ABD’nin kontrolünde olması gibi. Muhtemelen bu kaynaklar artık Suriye’ye geçecektir. Bu arada geçmişte Suriye’nin petrol kaynakları halka değil, Esed ailesine aitti. Umut ederim ki yeraltı kaynaklarının halka dönüşünü görebiliriz.

 

SURİYE’NİN CADDELERİNDE İNSANLAR DOLAŞIRKEN, CADDELERİN ALTI İŞKENCE MERKEZLERİYLE DOLUDUR, BAZILARININ YERİNİ KİMSE BİLMEZ

Günlerdir Sednaya hapishanesi konuşuluyor malumunuz. Baas diktasının başta Sednaya hapishanesi olmak üzere Suriye’deki zindanların profilini, muhaliflere ve halka yaptıkları zulmü ve işkence türlerini bize anlatır mısınız? Çünkü siz bu zindanlarda kalmış birçok Kürt, Türkmen, Alevi, Komünist, İslamcı ve sıradan Suriyeliler ile görüşmeler yaptınız. 61 yıllık Baas diktasının oluşturduğu korku imparatorluğunda zindanların ve işkencehanelerin nasıl bir işlevi olmuş?

Öncelikle şunu belirteyim, görüştüklerim “Suriye hapishanelerindeki işkenceleri, iğrençlikleri anlatmaya kelimeler kifayet etmez” dediler. Eski komünistler yaşadıklarını, şahit olduklarını, üzerinden yıllar geçtiği için anlatabildi. Ama 2011’den sonra hapse girenler anlatmakta çok zorlandılar, özet geçtiler ve hatta bir hanım fenalaşıp röportajı yarıda kesti. 

Keşke sadece Sednaya olsa. “İnsan mezbahası” olarak anılan Sednaya ve Tedmür en meşhurları; hatta geçmişte çöl hapishanesi Tedmür’den Sednaya’ya nakledilen mahkûmlar, buraya “yedi yıldızlı otel” demişler. Düşünün Tedmür’ün vahametini. Ama 2011’den sonra bütün hapishaneler korkunç bir hale geldi.

Hapishaneler dışında Suriye’de bir yığın istihbarat teşkilatı olup her birinin gözaltı merkezleri vardır. Gözaltına alınan her kişi önce türlü türlü gözaltı merkezlerinin yeraltı hücrelerinde, hiç güneş görmeden aylarca, hatta bazen yıllarca tutulur. Aileleri, üst düzey bir tanıdıkları veya rüşvet için bol paraları yoksa nerede olduğunu bulamaz. İşkenceler daha gözaltına alınırken istihbarat birimlerinde başlar. Suriye’nin caddelerinde insanlar keyifle dolaşırken caddelerin altı türlü türlü işkence merkezleriyle doludur, bazılarının yerini kimse bilmez. 

Sistematik işkence, taciz ve tecavüz (sadece kadın değil, erkek mahkûmlara da yapılır), aç bırakma (mesela günde tek parça ekmek veya dört kişiye bir yumurta veyahut altı kişiye bir patates vs. verme), hasta edip/sakat bırakıp ölüme terk etme, yargısız infaz ve gelişigüzel idamlar hapishanelerde çok yaygındır. Gardiyanlar mahkûmlara istedikleri her şeyi yapabilirler, öldürebilirler de. İşkenceyle, açlıktan, hastalıktan hayatını kaybeden on binlerce Suriyeli mahkûm var ve toplu mezarlara gömüldüler. Suriye’de bugün birkaç yüz bin kayıp var; neredeler, öldüler mi diriler mi belli değil.

MAHKÛMLARIN CESETLERİYLE GÜNLERCE AYNI KOĞUŞTA KALANLAR, SU VERİLMEDİĞİNDEN ÖLMEMEK İÇİN İDRARINI İÇENLER VE DELİRENLER OLDU

2011’den sonra o kadar çok insanı tutukladılar ki hapishanelerde yer kalmadı. 25 m2’lik koğuşta tam 69 kişi kaldıklarını, bırakın yatmayı oturacak kadar bile yer olmadığını, kalabalıktan nefes alamadıklarını ve hücrede tek bir tuvalet bulunduğunu anlatmıştı bir tutuklu. Ölen mahkûmların cesetleriyle günlerce aynı koğuşta kalanlar, su verilmediğinden ölmemek için idrarını içenler, temizlik malzemesi olmadığından türlü türlü hastalıklara yakalananlar, salgın hastalıklar yüzünden bütün koğuş ölüp gidenler, delirenler, hapishaneye 100 kilo girip 30 kilo çıkanlar, başka mahkûmların bodrum katlardan yükselen çığlık ve inlemelerini duyarken onların işkencelerini kendi bedenlerinde ve ruhlarında hissedenler…

Siyasi mahkûmların azabı hapisten çıkmakla bitmez. Niceleri için hapiste ölüm daha büyük nimettir. Çünkü serbest kalanların bir kısmı ömür boyu psikolojik ve bedensel rahatsızlıklardan kurtulamaz. İlmi ve mesleki gerileme hepsinin ortak kaderidir. Ayrıca her türlü sivil hakları ellerinden alınır, öyle ki iş verilmez, mülk sahibi olamaz, bekârsa evlenecek birini bulmakta çok zorlanır, evliyse eşleri terk edebilir. Özellikle kadınların bazıları serbest kaldığında tecavüze uğramıştır düşüncesiyle aileleri kabul etmez, ortada kalırlar. Hapisten çıkanlar, yeniden gözaltına alınma korkusuyla ülkeyi terk etmeye çalışır. Onların geride kalan ailelerine rejim çok büyük sıkıntılar yaşatır. Mesela İstanbul’daki bir eski mahkûm hanım, serbest kaldıktan iki ay sonra Türkiye’ye kaçtığını, bunu anlayan istihbaratın yaşlı ebeveynini zorla araca bindirip Lübnan sınırına attığını anlatmıştı; annesi kahırdan Lübnan’da ölmüş, babası hastaydı… 

Biliyor musunuz rejimin işkencelerini ve tecavüzlerini yaşayan nice kadın ve genç mahkûm Allah’a olan inancını yitirdi. Allah adilse nerede, biz suçsuz olduğumuz halde neden bu dehşetleri yaşıyoruz sorusuna cevap bulamadılar. O yüzden bir İslami örgüt olan HTŞ’nin şehirleri rejim çetelerinden kurtarıp hapishanelerin kapısını açmasının sembolik anlamı çok büyük. 

“SURİYE’DE HAPİSHANELER TAM BİR CEHENNEM, GÖRDÜKLERİMİ AHİRETTEKİ CEHENNEMDE BİLE GÖRECEĞİMİ HİÇ ZANNETMİYORUM” DİYENLER OLDU

Sednaya hapishanesini sormuştunuz; üç kattan oluştuğunu, getirilen her mahkûmun önce en alt kattaki karanlık hücrelere atıldığını, eğer üst katlara doğru çıkarılıyorsa bunun onun tamamen pes ettiği ve içten çökertildiği anlamına geldiğini anlatmışlardı. Akıl almaz işkenceleri -geçmişte- tam anlamıyla boyun eğdirmek, bir daha asla rejime muhalefeti aklından geçirmemesini sağlamak ve hapisten salındıktan sonra çevresine de anlatmasıyla bütün toplumu sindirtmek için yaparlardı. Ama 2011’den sonra insanları, daha ziyade mezhepsel kin ve nefretle gözaltına aldıklarını anlattılar. Tam da bu yüzden tutukluların birçoğu rejime muhalefet etmiş veya siyasi bilinç sahibi insanlar da değil. Kontrol noktalarında sadece kimliklerindeki memleket hanesine bakılarak tutuklananlar var; yurt dışına kaçanların veya askerden firar edenlerin aile bireylerini tutukluyorlar ki teslim olsunlar. İntikam amacıyla tutuklananlar çok. “Devrim ve siyaset nedir tek kelime bilmeyen, rejimle hiçbir alıp veremediği olmamış, sadece ekmeğinin peşinde koşmuş sıradan insanları bile tutukladılar” diye anlattılar.

Bir insan diğer insana bunları nasıl yapabilir diye düşünebilirsiniz. Rejimin nazarında halk, kendisine boyun eğmesi gerekendir. Suriyeliler bana, biz Türkiye/Avrupa’ya gidince geçmişte ülkemizde bir köle gibi yaşatıldığımızı fark ettik dediler. Hatırlarsınız, İsrail Savunma Bakanı Filistinlilere hayvansılar/yarı-hayvanlar dedi; rejimin adamları ve gardiyanları nezdinde de boyun eğmemiş her Suriyeli böcek gibi ezilmeyi hak eder. Sadece Suriyelilere değil, Filistinlilere ve Lübnanlılara da aynısını yaşattılar. 

1980’ler ve 1990’larda hapis yatmış eski komünistlerle (Filistinli ve Suriyeli, Alevi-Dürzi-Sünni) yaptığım röportajlarda korkunç işkencelere maruz kalsalar da İslamcılar gibi hapishanelerde öldürülmediklerini anlattılar. Yine Lazkiyeli Alevi siyasetçi Bessâm Yûsuf şunu söyledi: “1980’ler ve 1990’larda ne kadar büyük zulümler yaşamış olursak olalım, 2011 Suriye Devrimi sonrası hapse girenlerin yaşadığı korkunç şeyler yanında bizimki artık anlatılmaya bile değmez. (…) Çektiklerimizi anlatmaya artık utanıyoruz.”

Hem savaştan evvel hem de sonra hapiste yatmış bir insan hakları aktivisti avukat da dedi ki “Suriye’de hapishaneler tam bir cehennemdir. Gördüklerimi ahiretteki cehennemde bile göreceğimi hiç zannetmiyorum. Öyle korkunç yerlerdi.” 

Tam da bu hapishanelere ve mezhepçi kinle dolu gardiyanların eline düşmemek için nice Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Ve yine nice Suriyeli hapisten salınır salınmaz Türkiye’ye sığındı. Biz o insanlara “Niye geldin?”, “Vatanını terk eden hain” vs. dedik, travmalarını derinleştirdik. Kimisi korkudan kaldığı evden dışarı çıkamıyor, biliyor musunuz?

 

SİYASİ YELPAZEDE “KÜÇÜK ESEDCİK”LERİN ORTAK YÖNÜ TAASSUP; SOLUN BİR KISMI MEZHEP ASABİYESİNDEN, BİR KISMI DA İSLAM ALERJİSİNDEN ESED’İ DESTEKLİYOR

Suriyeli mültecilere yönelik neredeyse dünyadaki en büyük düşmanlığı ve nefreti gerçekleştiren Türkiye’deki Esad destekçilerine yönelik bir tweet’inizde geçen ifadeyle “küçük Esedcikler” ya da “içimizdeki Esedciler”in durumu ne olacak? Tutumlarını değiştirecekler mi yoksa fabrika ayarlarıyla hayatlarına devam mı edecekler? Başta Altındağ ve Kayseri’de yapılan pogromlar var bildiğiniz gibi. Medyada yer alan “küçük Esedcikler” ne olacak? En sosyalistinden Millî Görüş çizgisindeki aktörlere değin bu eksende yer alan “küçük Esedcikler”in zihin ve ruh dünyalarında hangi parametreler onları “küçük Esedcik” kılmış görebildiğiniz kadarıyla?

Mültecilere yönelik dünyanın her yerinde düşmanlık var, bizdeki en büyük değil. Mesela Lübnan’da Suriyeli mültecilere yönelik düşmanlık bizdekinin kat kat fazlası ve 29 yıl Suriye ordusu ve istihbaratının Lübnan’ı kontrolünde tutup halkı bezdirmesi ve sindirmesi bunda oldukça etkili. İlk önce Lübnan’a sığınan, daha sonra dayanamayıp Türkiye’ye gelen Şamlı bir hanım, 2019’da görüştüğümüzde “Lübnan’dan Türkiye’ye gelişimiz bizim için cehennemden çıkıp cennete girmek gibiydi” demişti.  

İçimizdeki mülteci düşmanlarının bir kısmı, zannedersem Sednaya hapishanesini ve rejimin vahşetini öğrendikten sonra kendini sorgulamış, yumuşamaya başlamıştır. Bu arada halkımızın önemli bir kısmı, Suriye’ye ve Suriyelilere dair bilgilerinin tamamına yakını yanlış olduğu için mültecilere düşmandı. Yazdıklarımı okuduktan veya konuşmalarımı dinledikten sonra “Ben hiçbir şey bilmiyormuşum, yanılmışım, çok hakka girmişim” diye geri dönüşler çok aldım. Ülkemizde gerçekleri bilenler, maalesef yalancılar ve manipülatörler kadar cesur değiller. Ama ideolojik körler asla iflah olmazlar, onların tedavisi yoktur. Gözünün önünde görse de, kulağıyla duysa da inkâr ederler. Bir de koskoca adamların biz yanılmışız demelerini beklememek gerek; hele de ülkemde hatadan dönmek, özür dilemek, bilmediği konuda konuşmamak gibi meziyet sahipleri çok azken. Yine siyasetçilerin yıllardır ucuz oy kazanma yöntemi mülteci karşıtlığıyken.  

Bahsettiğiniz siyasi yelpazede “küçük Esedcik”lerin hepsinin ortak yönü taassup. Sol cenahtakilerin bir kısmının Esed’i savunmaları mezhep asabiyesinden. Ama bunu açıkça dile getiremeyeceklerinden desteklerini Esed ve ailesinin laik ve Batılı görüntüsüne bağlıyorlar. Tıpkı rejimin mezhepçiliğini laiklik örtüsü altında yıllarca gizlemesi gibi. Bir kısmı, -tıpkı Batı’daki İslamofobikler gibi- İslam alerjisinden Esed’i destekliyorlar; Suriye İslamcıların eline geçeceğine laik diktatörlük olarak kalsın daha iyi diyorlar. Zafer Partisi’nin ırkçı kitlesinin azımsanmayacak bir kısmı, sadece Suriyelilerden ve Araplardan değil, ülkemizin dindar insanlarından da nefret ediyor. Hatta onların Telegram hesaplarını yakından takip ve analiz eden bir Suriyeli, “Onlar sadece bizden değil sizden de nefret ediyor; biz önünde sonunda ülkenizden ayrılacağız ve o zaman göreceksiniz size saldırmaya başladıklarını” demişti.

ON YILLARCA ÜMMET ÜMMET DİYEN MİLLÎ GÖRÜŞÇÜLER, ÜMMET TÜRKİYE’YE GELDİĞİNDE SURİYELİLERİN BURADA NE İŞİ VAR DİYEBİLDİLER

Millî Görüşçülere gelince, içlerinden bir grup İran’a doğrudan biatlı, çoğu ise İran’a sadece sempatik ve Esed’e desteklerini İsrail’e karşı direniş ekseninin parçası olmasına dayandırıyorlar. Erbakan hocamız Suriye düşerse sıra Türkiye’ye gelir demişti söylemini kullanıyorlar. Tek takıntıları İsrail. Ama rejimin İsrail’le masa altındaki ilişkilerinin farkında değiller. Fazlaca saflar; İran’ın da, Suriye’nin de takiyye siyasetinin farkında değiller. Esed rejiminin yönetim tarzı, iş tutuş biçimi ve propaganda taktiklerinin İsrail’inkiyle şaşırtıcı benzerliğini bile bilmiyorlar.

Öğrencilerime hep şunu söylerim: Bir ideolojiye sempati duymanız normaldir; ama ideolojilere saplanmayın ki ideolojik körler olmayın. 

Bütün bu siyasi ve ideolojik grupların ortak özelliği, Ortadoğu’yu da Suriye’yi de bilmemeleri. ABD, Rusya, İsrail, petrol-doğalgaz üzerinden inşa ettikleri söylemler sahanın gerçeklerinden kopuk. Bu arada Türkçüler Türk dünyasını, Batıcılar Batı’yı, İslamcılar İslam dünyasını bilmez; herkes bilmediği bir yerin âşığı veya düşmanıdır. Tam da bu yüzden on yıllarca ümmet ümmet diyen Millî Görüşçüler, ümmet Türkiye’ye geldiğinde bunların burada ne işi var, biz iktidar olursak hepsi ülkelerine postalayacağız diyebildiler. 

 

ARAPLARIN KAYIPLARI, SURİYE’DEKİ ÇIKARLARINDAN ÇOK, SÜRECİN İÇ SİYASETLERİNE ETKİSİYLE ALAKALI

2011 yılından beri süren Suriye savaşında kazananlar ile kaybedenler kim oldu?

Yıllardır bana Suriye’de bu savaş nasıl biter diye sorduklarında değişim sürecindeki küresel ve bölgesel sistem netleşmeden bitmez diyorum. Dolayısıyla henüz mücadele bitmedi. Rejim düştü diye Suriye’de her şey yolunda gidecek değil. Önümüzdeki süreçte Suriye’de İslami iç aktörler ve Türkiye kazanmasın diye karşı-devrimciler bir araya gelip türlü komplolara girişebilirler, yeniden kaos ve çatışmaları tetikleyebilirler. Kim kiminle işbirliği içinde ne tür bir oyun oynayacak bilmiyoruz. Bu anın kazanan ve kaybedenleri ise şöyle:

Türkiye yüzde 100 kazanan, Katar da kazananlardan. Rusya ve İran, yüzde 100 kaybedenlerden; yıllardır akıttıkları bütün paralar ve verdikleri can kayıpları boşa gitti, hele de Tahran’ın on yıllardır ilmek ilmek ördüğü bölge politikası çöktü. Bu sürecin İran içinde huzursuzluğu artıracağı kesin. Arap rejimleri, hem seküler devrimci hem de İslamcı hareketler önünde en büyük engel olarak gördükleri Esed’in düşmesinin endişesi içindeler. Özellikle BAE, Arap ülkeleri içinde en büyük kaybeden. Ama Arapların kayıpları, Suriye üzerindeki çıkarlarını yitirmekten ziyade, bu sürecin kendi iç siyasetlerine müstakbel etkisiyle alakalı. ABD ve İsrail’in Kürt devleti projesinin gerçekleşme ihtimali kanaatimce artık epeyce azaldı, ABD çekilirse şaşırmam; ama İran ekseninin çökmesinden ve Suriye’nin silahlı gücünü saf dışı bırakmaktan memnunlar. Onların kaybı yüzde 50 diyebiliriz.


19 Aralık 2024 Perşembe

Z.T.KOR: ESED REJİMİ DÜŞERKEN SURİYELİLERİN YAŞADIKLARINI HATIRLAMAK


ESED REJİMİ DÜŞERKEN SURİYELİLERİN YAŞADIKLARINI HATIRLAMAK

Zahide Tuba Kor

Fikir Turu, 12 Aralık 2024

https://fikirturu.com/toplum/insan/esed-rejimi-duserken-suriyelilerin/  


NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


Pek çok Suriyelinin en çok arzuladığı şey, evlerinde ölmekti, umut ise unuttukları mucizevi bir kelime. 13 yıldır akla hayale gelmeyecek acılar yaşayan Suriyeliler kaygıdan umuda giden yolda nelere maruz kaldı? Zahide Tuba Kor yazdı.


30 Kasım’da Suriye’nin ikinci büyük şehri Halep muhaliflerin eline geçerken zihnimde uyananlar, Suriye’nin geleceğine dair siyasi-stratejik-askerî analizler değil, Halep vilayetine bağlı bir sınır ilçesi olan Azez’deki sefil çadır kamplarda tam sekiz yıldır hayat mücadelesi veren ve ilk kez -bir evi kaldıysa- geri dönme umudu besler hale gelen Halepli dul kadınlardı. Ayrı düştüğü ailesi burnunda tüten, memleket hasretiyle yanıp tutuşanlardı. Yıllar sonra ilk defa bir umudun doğmasıydı. Umut, Suriyeliler açısından çoktandır unuttukları mucizevi bir kelime…

2023’te röportaj yaptığım Azez’deki kültür merkezlerinin sorumlusu Ahmed Kebsu şöyle demişti: “İnsanların geneli köyüne, ilçesine dönmek için bekliyor. Ama yaşamak değil, sadece topraklarında ölüp gömülebilmek için. Birçok insanın bayramlarda dileği ‘İnşallah evimizde ölürüz’. İnsanların en çok arzuladığı şey artık bu.” Kendisine “Memleketlerinde ölüp gömülmek için dua edenlerin evlerine geri dönebilme imkânı var mı?” diye sorduğumda “Yok maalesef” diyerek nedenini açıklamıştı. (Tuz ve Taş Üstünde: Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç, s. 252)

Kaygıdan umuda

2023-2024 boyunca Suriye’nin kuzeyindeki milyonlar, ya Türkiye Esed rejimiyle barışıp bizi feda ederse halimiz ne olur kaygısını ve kabusunu yaşıyordu; zerrece ümitleri yoktu. Şu an tam bir şok ve muazzam sevinç içinde imkânsızın mümkün olmasını yaşıyorlar. 61 yıllık Baas rejiminin ve 54 yıllık eli kanlı Esed diktatörlüğünün 13 yıllık savaşın ardından 12 günde devrilmesi, Suriyeliler açısından bir mucize. Rejimin suçlarına ortak olanlar hariç Suriyelilerin ekseriyeti inanılmaz mutlu; ama bu sevince hüzün, -müstakbel riskler ve meydan okumalar karşısında- tedirginlik ve korku duygusu da eşlik ediyor.

12 günlük süreçte, yıllardır evinde veya çadırında bizzat ziyaret edip hikayesini dinlediğim, düştüğü halleri gördüğüm veya online röportajlar yaptığım Türkiye, Suriye, Lübnan ve Avrupa’dan yüzlerce Suriyeli mülteci ve yerinden edilmişin yaşadıkları aklıma geliverdi.

Aklıma gelenler neler mi?

Şehitler, sakat kalanlar, dullar, konuşamaz hale gelen çocuklar

Rejime karşı savaşırken felç geçirmiş veya sakat kalmış, hayatının baharında yatağa bağımlı gencecik erkekler… Kanser olup yatağa düşene kadar Suriye’de savaşmış babalar… Rejimin kuşattığı Şam kırsalındaki ilçesine, tünel kazarak rejim bölgesinden yiyecek kaçırma operasyonuna katılan 300 arkadaşından dörtte üçünü bu süreçte şehit veren, kendisi sağ kalsa da bir bacağı kesilmiş savaşçı…

Bütün oğulları ve damatları savaşta şehit düşmüş anne… Eşi rejimle, IŞİD’le, YPG’yle veya muhaliflerle savaşırken hayatını kaybeden dul kadınlar… Kendi ailesine bakmakta maddi bakımdan zorlanırken bir de şehit kardeşinin eşi ve çocukları kendisine emanet kalanlar… Bütün ailesini rejimin bombardımanlarında yitirip tek başına veya birkaç kardeş kalan, bir anda büyümek zorunda kalan çocuklar… Rus bombardımanında elleri kalmayacak ve gözleri kör olacak şekilde vücudu yanan iki metre boyunda dev gibi bir adam ve onun yanışına şahit olurken ağzından çıkan son sözleri “babaa babaa” olup bir daha konuşamaz hale gelen küçücük çocuğu…

Derslerin yerini bombaların, öğrencilerin yerini cesetlerin aldığı okullar

Bir ağabeyini rejimin zorla askere aldığı, diğer ağabeyi de gönüllü olarak muhaliflere katılan ve her ikisi de savaşırken hayatını kaybeden, bu acılara dayanamayan annesi ve babasından biri kansere, diğeri kalp hastalığına yakalanıp ölen, kendisi de üzüntüden hastalanan Azez’de bir kreşte öğretmenlik yapan 20’li yaşlarında genç kadın…

Halep’te müdirelik yaptığı ortaokulda öğrencilerinin hafızlık icazet töreninin Rus savaş uçaklarınca bombalanması sonucu 70 öğrencisiyle birlikte yeni evlendiği eşini, işini, emniyetini, sağlığını, görme yetisini ve nihayet diğer bir bombalamada evini yitiren, Kilis’te felçli halde yatağa bağımlı yaşayan gencecik öğretmen…

İdlib’de rejimin bombaladığı ilkokuldan battaniyeler dolusu çocuk ceset parçaları topladığını anlatan üniversite öğrencisi genç kız… Doğu Guta’da rejimin bombaladığı alana yaralıları kurtarmak için koştuğunda aynı yerin yeniden bombalanması sonucu bir bacağını kaybeden Afrin’e sığınmış iki çocuklu baba… (Rejim uçaklarının sıkça uyguladığı taktik, aynı mekânı on dakika arayla bombalayıp yardıma koşanları da katletmek veya sakat bırakmaktı.)

Tecavüzden kaçmak için çareyi intiharda ve ülkeyi terk etmekte görenler

Kapı çaldığında rejim çetelerinin kendisine tecavüze geldiğini zannedip intihar etmek üzere mutfaktan bıçak kapan genç kız… Ebeveynlerin rejim çetelerinin tecavüz ihtimalinden genç kızlarını kurtarmak için ilk taliplileriyle -iyi midir kötü müdür hiç araştırmadan- evlendirmeleri ve eşi kötü çıkanların hayatlarının kabusa dönüşmesi… Ülkemize sığınmış birçok Suriyelinin gerekçe olarak kızlarının namusunu korumayı söylemesi… (Suriye’de on binlerce genç kız bir savaş silahı olarak tecavüze uğradı.)

Rejimin koca mahalleleri yerle bir eden korkunç varil bombalarına, insanları boğarak öldüren kimyasal silahlarına, vücudun her yerine minik minik saplanan misket bombalarına bizzat şahit olanların ve bu şekilde yaralananları tedavi eden doktorların anlattıkları… Gösterilerde rejimin kurşunlarıyla yaralanan sivilleri tedavi ettiği için doğrudan veya hapishanelerde işkencelerle öldürülen doktorlar ve hemşireler…

Ağaç yaprakları hatta karton yiyerek hayatta kalanlar

Rejimin “ucuz savaş” metodu olarak muhaliflerin kontrolüne giren bölgelere yönelik aylar veya yıllar süren kuşatması altında hayvan yemi arpa, ağaç yaprakları, otlar, kaktüsler, hatta karton, pul biber yiyerek hayatta kaldığını anlatanlar… Şam’daki Yermük Kampı’nın kuşatmasında hastalıktan annesi ve susuzluktan babası ölen, kamp rejim tarafından zorla boşaltılırken göç yolunda kalabalıklar arasında 13 yaşındaki kardeşini kaybeden, kuzeyde Azez’deki çadır kampa iki kardeşiyle sağ salim ulaşan Filistinli mülteci gencecik kız… “Kedi-köpek yenebilir” fetvalarının verildiği ve yüzlerce kişinin açlıktan öldüğü Yermük Kampı’nda rejimle savaşan Suriyeli gence fetvayı sorduğumda “Abla, yenecek kedi-köpek bile kalmamıştı” sözü…

Rejimin hapishanesine düşüp, ödenen büyük rüşvet sayesinde kurtulan ve hemen Türkiye’ye sığınan kadının hikayesini anlatırken fenalık geçirip yarıda bırakışı… Tutuklanan aile bireylerinden yıllarca haber alamayıp, ölü mü diri mi bilmeden sabır içinde bekleyenler… (En ilginci, 1982’de rejim tarafından kaybedilen nişanlısını hâlâ ya bir gün gelirse ümidiyle bekleyen 50’li yaşlarında Halepli bir kadındı.)

İstihbarat birimlerinin gizli gözaltı merkezlerinde aylarca tecrit ve işkence yaşarken düştüğü hal karşısında “insan mezbahası” Sednaya Hapishanesi’ne götürülürken en azından insan görebileceğim düşüncesiyle mutluluktan uçan tutuklu adam… 1980’li ve 1990’lı yıllarını hapishanelerde geçirmiş eski Komünist Partili mahkumların yaşadığı işkence ve kötü muameleler; “Solcu olduğumuzdan bize muamele yine iyi sayılırdı” diye başlayıp İslamcı mahkumların yaşadıkları dehşetlere dair anlattıkları anekdotlar…

Rejime boyun eğmediğinden “çatışmasızlık bölgeleri”nden zorla yeşil otobüslere bindirilip kuzeye yollanan milyonların sefaleti… Afrin’de bitmemiş inşaatlara sığınıp kapısız (kapı namına battaniye asılı) dairelerde yaşamaya mahkûm kalanlar…

Suriye’de yerinden edilenlerin ve Lübnan’da mültecilerin kaldığı, en temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı, elektriksiz-susuz, tuvaletsiz-banyosuz, kışın çamur deryası olan sefil çadır kamplarda yıllardır yaşamaya çalışanlar…

Parasızlıktan hep oruç tutanlar

Umutların çoktan tükendiği bir ortamda gençlerden bir kısmının rejim kaynaklı uyuşturucunun bağımlısı haline gelişi, yıllarca tek bir çadırda ailece yaşamaya isyan etmesi, intiharı tek kurtuluş yolu görmesi… Azez’deki psikososyal destek uzmanından dinlediğim, kadınlar arasında dahi intiharların veya en azından intihar düşüncesinin çok arttığına dair bilgi…

Türkiye’de ve Suriye’de ziyaret ettiğim bazı evlerdeki yoksulluk değil, kelimenin tam anlamıyla yokluk… Türkiye’deki depremler ve Gazze savaşı yüzünden yardımların iyice azaldığı 2024’te Suriye’nin kuzeyinde parasızlıktan günde tek bir öğün yiyebilenler, hatta bu yüzden günlerini oruçlu geçirenler… Azez’de görüştüğüm çocuk doktorlarının açlık ve yetersiz beslenme yüzünden çocukların fizyolojik, psikolojik ve zihinsel problemlere duçar olduğunu anlatması… Ziyaret ettiğim kliniğin fizik tedavi bölümünde yetersiz beslenme yüzünden kas ve iskelet sistemi gelişemediğinden yürüyemeyen kız çocuk… İlkokul müdürünün açlık yüzünden beyin atrofisi olan öğrencilerin öğrenme güçlüğü çektiğini ve spor hareketlerini yapamadığını anlatması…

Azez’de yaşadığı çadırda çıkan yangın sonucu bütün vücudu yanmış, Türkiye’de tam 25 ameliyat olması gereken dört yaşındaki küçücük çocuk… Savaşın, göçün, stresin ve sağlıksız ortamlarda yaşamanın etkisiyle bütün fertleri türlü türlü hastalıklarla boğuşan aileler… Kendisi de hasta olup evdeki hastalara bakmaktan bitap düşen ev kadınları…

Kayıp nesiller

Savaş ve göç yüzünden Suriye içinde ve dışında eğitimsiz kalan milyonlarca çocuk (kayıp nesil sorunu)… Aile geçimine katkıda bulunmak için küçücük yaşta çalışmaya başlayanlar… İyi eğitimlilerin savaş, ekonomik çöküş ve rejim baskısı yüzünden dışarı göçmesi (beyin göçü) ve ülkede eğitimden sağlığa her alanda muazzam gerileme… Profesyonel meslek sahiplerinin -Türkiye de dahil- sığındıkları bazı ülkelerde bir hiçe dönüşüp kötü işlerde çalışmaya mahkum kalması…

Suriyelilerin iyileşilebilir hastalıklardan doktor, ilaç veya tedavi imkanlarının sınırlı olması yüzünden ölümü… Kuzeyde ortalama ömrün 50’li yaşlara düşmesi… Türkiye’de tedavi olabilmek için sıra beklerken kör kalanlar, kanserden ölenler…

IŞİD’in çarşıda herkesin gözü önünde kafa kesmelerine veya evlerini basan IŞİD militanlarınca babalarının öldürülmesine şahit olan çocuklar… IŞİD kontrolündeki Deyrezzor’un bir ilçesinde interneti açma yasağını ihlal ettiği için hapse atılan ve hapishanenin havadan bombalanması sonucu kocasını kaybeden hamile kadının bombalar altında beş çocuğunu alarak kaçak yollardan Türkiye’ye sığınma hikayesi… Türkiye’den Avrupa’ya ölümcül göç macerasını anlatanlar… Gittikleri ülkelerde ırkçıların saldırılarına ve yabancı düşmanlarının dışlamalarına maruz kalanlar, şikayet edip hakkını arayabilecek bir merci bulamayanlar…

Gurbette vatan hasretiyle yanıp tutuşan, hatta kahırdan ölen yaşlılar… Memleketini hatırlamayan veya hiç bilmeyen, gurbette aidiyet ve kimlik krizi yaşayan mülteci çocuklar ve gençler… Suriye’den hiç çıkmayan, ama ülkesi kendisine acıdan ve sefaletten başka bir şey yaşatmadığı için kendine yeni bir vatan bulma arzusundaki gençler…

20 dolar memur maaşı, halkın sefaleti, rejimin sefası

Savaşla birlikte her şeyini yitiren, beş parasız halde insani yardımlarla hayata tutunmaya çalışanlar… İstanbul’da okula giden çocuğu, 2019’da günde sadece 1 TL istediği halde onu bile veremeyen, pazarlarda atılan sebze-meyveyi toplayarak karnını doyuran anne…

Emniyet arayışıyla bombardımanlardan kaçıp Türkiye’nin güneyine veya Suriye’nin kuzeyine sığınan, ama 2023’teki depremlerde yine ailesini yitirenler, evleri bir kez daha mezarlarına dönüşenler…

Savaşın İdlib cephesi hariç bittiği 2020’den itibaren Suriye’de başlayan sosyoekonomik hayatta kalma savaşı… Rejim bölgesinde ekonomik çöküşle birlikte insanların düştüğü sefalet; elektrik, su, yakıt, gıda, ilaç dahil en temel ihtiyaçlara bile erişilemez hale geliş; aşırı enflasyon ve hayat pahalılığına rağmen bir memur maaşının sadece 20 dolar oluşu; insanların yurtdışındaki akrabalarının yolladığı paralarla hayata tutunmaları; başkentin bile dilenen dul kadınlar ve yetim çocuklarla dolması… Halk sefalet içindeyken rejim ve adamlarının lüks hayattan hiç vazgeçmemeleri…

Ve daha neler neler…

Soğuk Savaş’tan kalma son istihbarat devletinin ve korku imparatorluğunun bir anda devrilişi rejim mağduru herkes için tam bir şok terapisi oldu. Ama insanlar memleketine ve sevdiklerine kavuştukça hüzne gark olacaklar. Çünkü maddi ve manevi kayıpları telafi edilemeyecek kadar büyük.

Üstelik sevdiklerinin katilleri, işkencecileri ve tecavüzcüleriyle bir arada yaşamak hiç kolay olmayacak. Toparlansalar bile bir ömür parçalanmış bir ruhla yaşamaya devam edecekler.