“2012-2015’TE ESAD REJİMİ DÜŞÜYORKEN, ABD’Yİ İKNA EDİP BUNU ENGELLEYEN İSRAİL OLDU”
Zahide Tuba Kor
Röportajı yapan: Naman Bakaç
Independent Türkçe, 18 Aralık 2024
NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.
Naman Bakaç: 2011 yılında barışçıl bir şekilde başlayıp, en son 27 Kasım 2024’te Suriye muhalefetinin yeni askeri operasyonları sonucu Baas diktatörlüğü 61 yıllık bir zaman diliminden sonra çöktü. Bu çöküş; başta Ortadoğu olmak üzere küresel bazda da jeopolitik ve sosyo-politik kırılmalara yol açacak gibi görünüyor. Bu kırılmalar; diktatörlük altında yaşayan Arap ve İslam halklarına umut ışığı olabileceği gibi, karşı devrimleri destekleyen kimi bölgesel ve küresel aktörleri de harekete geçirebilecek. Bu olgusal gerçeklere rağmen, yadsınımaz bir gerçeklik olan şey de; 60 yıldan fazladır zulüm ve işkence altında yaşayan Suriye halkının görece de olsa özgür, mutlu ve güvende olduğudur. Özgürlük ve istikrarlılık; adil ve kapsayıcı bir yönetim modelinin inşası, ilkeli olduğu kadar pragmatik bir dış siyasetle hareket eden stratejik bir akılla yönetildiği zaman, Suriye için elde edilmesi gereken en önemli vazgeçilmez hedeflerdir.
Suriye muhalefetinin 13 yıllık mücadelesini, Baas diktasının karakteristik yönlerini, İran ve Rusya’nın Baas diktasına olan desteğinin çöküşünü, Suriye muhalefetinin stratejik bir akılla Ortadoğu şartlarını ve Suriye içi dinamikleri gözeten askeri operasyonlarını, bu operasyonun arkasındaki Suriye Milli Ordusu (SMO) ve Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) isimli yapıları, Baas diktasının çöküşünün bölge ülkelerine ve direniş hareketlerine olana yansımalarını, PKK/YPG’nin Kuzey Suriye’deki varlığı ve bundan sonra alacağı şekli konuşmak için yıllarca Suriye, Lübnan ve Filistin sahasını hem masada hem de sahada takip eden, Suriye ve Lübnan üzerine kitaplar neşreden araştırmacı-yazar Zahide Tuba Kor ile konuştuk.
“BÖLGESEL GÜÇLERİN MİLLİ GÜVENLİĞİ VE RUSYA’NIN BÖLGEDE AKTÖRLÜĞÜ, SURİYE’DEN BAŞLAR”
Suriye, Lübnan ve Filistin üzerine kitapları olan, seminerler veren, makaleleri olan bir Ortadoğu uzmanı olarak 27 Kasım’da başlayan Suriye muhalefetinin Baas rejimini devirmesini, Aralık 2024’te öngörüyor muydunuz? Rusya ve eski Mossad yöneticilerinin açıklamalarında geçtiği gibi sizin için de sürpriz ve şaşırtıcı mı oldu?
Bunu öngörebilecek kimse olduğunu düşünmüyorum. HTŞ’nin bile operasyona başlarken ki hedefi, Halep’in batı kırsalını ele geçirmek ve İdlib’e yönelik artan saldırıları caydırmaktı; rejimi düşürme arzusu hep olsa da bu hedefle yola çıkmamışlardı.
Ama yıllardır her konuşmamda şunu belirtiyordum: Suriye fiilen üçe bölünmüş durumda; rejim İran-Rusya, muhalifler Türkiye, SDG ise ABD sayesinde ayakta; yabancı devletler desteği çektiği anda hiçbir yerel güç tek başına ayakta kalamaz; rejim savaşı kazanmış değil; savaş bitmiş de değil, sadece donduruldu.
Birkaç yıldır çok iyi bildiğim şeyler şunlardı: Rejim ve ordusu son derece güçsüzdü, ortada devlet namına bir şey kalmamıştı, zalim ve yozlaşmış çetelerin hâkimiyeti söz konusuydu, ekonomik çöküş ve devasa yolsuzluklar yüzünden rejim bölgesinde yaşayan sefalet ve baskı altındaki halk içten içe rejimden artık illallah diyordu; Rusya ve İran ile ona bağlı milislerin askeri desteği olmasa kesinlikle ayakta kalamazdı.
Rusya Ukrayna savaşıyla, İran ve Hizbullah ise İsrail’le boğuşurken ve Suriye’deki askeri birliklerinin çoğunu geri çekmek zorunda kalmışken, rejimin ayakta kalması iyice zorlaşmıştı. Ama iyice zayıflamış Esad’ın bölünmüş Suriye’nin başında kalması, sadece Rusya ve İran’ın değil, aynı zamanda ABD, AB, İsrail ve otoriter Arap rejimlerinin de menfaatineydi.
Türkiye de Astana süreci bağlamında muhaliflerin rejim bölgelerine girme arzusunu yıllardır dizginlemiş, hatta engellemişti.
Yani dış müdahaleler kesilip ülke kendi haline bırakıldığı takdirde devrilmesi kaçınılmaz olan, ama uluslararası alanda devrilmesi istenmeyen bir rejim vardı ortada.
Bu arada Suriye, jeopolitik olarak Ortadoğu’nun en kıymetli coğrafyasına sahiptir; tam da bu yüzden Suriye Suriyelilere bırakılmayacak kadar önemlidir. Bütün bölgesel güçlerin milli güvenliği ve bekası, Rusya’nın da bölgede aktörlüğü Suriye’den başlar.
Dolayısıyla hem jeopolitik konumu hem de 13 yıllık tecrübe ışığında -rejimin çökecek halde olduğunu bilsem de- devrilmesine dış güçlerin izin vermeyeceği kanaatindeydim.
“ESAD REJİMİ; MUHALİFLERLE KARADA GÖĞÜS GÖĞÜSE ÇARPIŞMAKTAN KAÇINDI, KAÇAK GÜREŞTİ”
2020’de sağlanan çatışmasızlık konseptiyle askeri olarak dur(ul)an Suriye muhalefetinin 2024’te Lübnan-İsrail anlaşmasının olduğu gün harekete geçmesini sağlayan ne tür gelişmeler yaşandı ki 27 Kasım operasyonları başladı? Suriye içi hangi dinamikler ve de Ortadoğu’daki hangi faktörler Suriye muhalefetini tekrar harekete geçirdi?
HTŞ çok daha evvel operasyona başlamak istediği halde Lübnan’da İsrail bombardımanı tüm şiddetiyle devam ederken Türkiye’nin buna izin vermediği söyleniyor. O yüzden operasyon ateşkes sonrasına denk düştü.
Bu arada HTŞ lideri, uzun zamandır rejime karşı harekete geçeceğini alenen dillendiriyordu. Gazze savaşı boyunca rejim ve hatta Rusya, İdlib’e bombardımanı kesmedi. HTŞ’nin kendine alan açmak için saldırı hazırlığı bilinmedik bir şey değildi.
Harekete yeniden geçmeyi sağlayan dinamikler, Rusya’nın Ukrayna nedeniyle askeri varlığını çoktandır azaltması ve Wagner’in çekilmesi; İran ve Hizbullah’ın da -Gazze’de istediğini elde edemeyen ve 7 Ekim’in yıldönümü gelmeden halkına bir zafer tattırmak isteyen- İsrail’in, Lübnan’ı hedef alması yüzünden askerlerini ve milislerini Lübnan’a veya Suriye’nin güneyine sevk etmesiydi.
Bu arada birkaç yıldır Haleplilere sorduğumda bana hep şehri asıl kontrol edenin rejim değil, Hizbullah ve İran’a bağlı milisler olduğunu söylüyorlardı. Dolayısıyla yabancı unsurların çekildiği bir ortamda rejim birlikleri tutunamadı.
Suriye ordusunun hem askeri teçhizatları eski ve yetersizdi hem de askerlerin karada savaşma arzusu yoktu. Asker maaşı 6-8 dolar kadardı; kışlalarda ortam hem hijyen hem hayat şartları bakımından kötüydü; düzgün yemek verilmiyordu.
Dahası, askerler komutanlarının rezilliklerini ve bencilliklerini görüyorlardı. Hal böyleyken neden canlarını Esad için vereceklerdi? Bir de biz Suriye savaşının mahiyetinin farkında değiliz. Rejim en baştan itibaren muhaliflerle karada göğüs göğüse çarpışmaktan kaçındı, kaçak güreşti. Ucuz savaş yöntemlerini kullandı.
Yani muhaliflerin eline geçen bölgeleri kuşatıp içeri gıda girişini engelledi, havadan Rusya ile birlikte sürekli bombaladı; karada var gücüyle savaşanlar daha ziyade Hizbullah ve İran’a bağlı farklı ülkelerden gelen milis grupları, özellikle Afgan Hazaralardı.
Diğer dış faktör de ABD’de başkan değişimiyle bağlantılı. Amerikan seçimleri sonrası yeni başkanların göreve başlayacakları 20 Ocak’a kadarki 2,5 aylık ara dönem, yani yönetim boşluğu, statükoyu değiştirmek isteyen aktörler için bir fırsattır.
Trump’ın hem Ukrayna hem Ortadoğu savaşını sonlandırma hem de Suriye’deki varlığını gözden geçirme vaadinde bulunduğu bir süreçte bütün güçler kendi konumunu sahada tahkim etme veya statükoyu değiştirmeye çalışıyor. Suriye sahasında statüko tamamen değişti.
“HTŞ’NİN, AYLAR EVVELİNDEN, YENİ BİR SİLAHLI İSYAN İÇİN GEREKLİ HAZIRLIKLARI YAPTIRDIĞI SÖYLENİYOR”
SMO ve HTŞ 27 Kasım öncesi ne tür askeri, stratejik, istihbarı ve siyasi hazırlıkları yaptığını düşünüyorsunuz? 2020-2024 arasını muhalifler nasıl değerlendirdiler? Mart 2011 yılında başlayan Suriye muhalefetinin mücadelesi ile 27 Kasım 2024 yılındaki mücadelesini karşılaştıracak olursanız benzerlik ve farklılık açısından nasıl bir tablo çizersiniz? Neyi öğrendiler, neyi düzelttiler, ne tür dersler çıkardılar ki 8 Aralık’ta 61 yıllık Baas diktasını devirebildiler?
2011’de halkın barışçıl gösterileri rejimin bizzat yönlendirmesiyle silahlı isyana dönüşürken -ordudan ayrılan subay ve erlerin oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu dışında- eline silah alanlar sıradan esnaf ve öğrencilerdi. Hiçbir savaş deneyimleri yoktu. Stratejik perspektifleri ve taktik uzmanlıkları da yoktu. Silahları basitti, saldırıdan ziyade savunma silahlarıydı.
Rejimin asıl elinin güçlü olduğu nokta, hava hâkimiyetiydi; muhaliflere hiçbir zaman sahada dengeleri değiştirecek şekilde uçaksavarlar, taşınabilir hava savunma sistemi MANPAD’ler verilmedi. Silahlı gruplar yeterli silaha, paraya ve örgütlenmeye sahip değillerdi.
(El-Kaide/Nusra Cephesi, IŞİD ve PKK/PYD gibi kökü dışarıda olan ve bu sayede dışarıdan kaynak, silah ve militan çekebilen, örgütlenme kapasitesi yüksek ve merkeziyetçi örgütler ise 2012-2013’ten itibaren sahaya girip domine etmeye başlayacaklardı.)
Dahası, 1960’lardan itibaren siyasi hayatın ve sivil toplum faaliyetinin olmadığı istihbarat devletinde muhalifler ya yurtdışında ya da yeraltında olup siyaset oyununu bilmiyorlardı. Siyasi tecrübeleri de, tutarlı stratejileri de yoktu. Örgütlenme kapasiteleri çok zayıftı.
Dünya siyasetinin işleyişini bilmiyorlardı; bir anda karşılarında küresel ve bölgesel güçleri, yabancı diplomatları buldular ama onlarla iş tutma konusunda tecrübesizdiler; dışarıdan verilen sözlere ve vaatlere kandılar. (Bu arada sadece muhalifler değil, rejim de dışarıya bağımlıydı.)
Aynı zamanda Baas rejiminin halkı bireyleştirdiği, herhangi bir konuda ortak hareket etmelerini on yıllardır engellediği, muhbirleştirip birbirinden korkuttuğu bir ortamda muhaliflerin birlikte iş tutma tecrübesi de yoktu. Tek bir çatı altında toplanıp Esad karşısında siyaseten güçlü, alternatif ve ikna edici bir model ortaya koyamadılar. Kendi aralarında ideolojik kavgalara tutuştular. İslami muhalefetin diğerlerine kıyasla daha güçlü olması hem Batı’nın hem de otoriter Arap devletlerinin işine gelmedi.
“REJİMİN, 13 YILDIR ’BEN GİDERSEM KAFA KESEN TERÖRİSTLER GELİR’ DİYEREK KORKUTTUĞU AZINLIKLAR BİLE HTŞ’YE ANLAŞTI”
Kökü dışarıda olan radikal grupların 2014’ten sonra sahayı domine etmesi, özellikle IŞİD’in kafa kesme görüntüleri ve çeşitli muhalif silahlı grupların suiistimalleri ve yağması halk nazarında korkuya ve güvensizliğe yol açtı. Zaten rejim baştan beri ben gidersem kaos olur, Suriye parçalanır; Kürt-Arap, Hristiyan-Müslüman, Sünni-Şii çatışması çıkar; İslamcı radikaller ülkeye hakim olur, sizi keser gibi propagandalarla azınlıkları, laikleri, üst ve üst-orta sınıf Sünnileri ikna edip yanına çekmişti.
Ancak geçen 13 yıl içerisinde muhalefet tecrübe kazanırken, hatalarından ders çıkarırken ve eksiklerini tamamlamaya çalışırken rejim ise -tam aksine- yanlışlarında ısrar etti, uzlaşmaya hiç yanaşmadı, eksiklerinin üzerini ağır bir baskı ve zulümle örtmeye çalıştı, çelik tabanını bile bezdirdi ve iktisaden sefalete düşürdü, sürekli yalan söylediği artık görüldü.
HTŞ’nin bugünlere yıllardır hazırlık yaptığı, askeri kapasitesini geliştirdiği aşikâr. Öncelikle, HTŞ’nin elinde artık hava araçları ve yeni silah sistemleri var, özellikle kamikaze drone’ları. Rejimin hava üstünlüğü tekelini kırmış olması en önemli farklılık.
Yine HTŞ’nin aylar evvelinden Halep’e adamlarını sızdırdığı ve yeni bir silahlı isyan için gerekli hazırlıkları sahada yaptırdığı söyleniyor. Türkiye de kuzeyde kendi kontrolündeki bölgede SMO’yu yıllar içinde daha düzenli bir ordu formatına getirdi, savaşma kapasitesini artırdı, silah sistemlerini iyileştirdi. Kuzeyde insanlar adeta kapana kıstırılmış halde, zor şartlarda yaşıyordu ve silahlı gruplar yıllardır rejimle ve YPG’yle çatışmak için sabırsızlanıyor, Türkiye’nin yeşil ışık yakmasını bekliyorlardı.
“HTŞ’NİN KAPSAYICI VE ÇOĞULCU BİR SURİYE VAADİNDE BULUNMASI ÖNEMLİ SÖYLEM VE EYLEM DEĞİŞİKLİĞİDİR”
En önemli değişikliklerden biri, el-Kaide içinden çıkıp Suriyelileşen HTŞ’nin katı tutumunu değiştirmesi oldu. Dışlayıcı bir ideolojiyle Suriye gibi bir ülkede tutunamayacağını öğrenmesi önemli.
Bu bağlamda -geçmişin aksine- halkı kendine yabancılaştırmamaya, azınlıkları korkutup kaçırmamaya, onların can ve mal güvenliğini teminat altına almaya, diğer silahlı grupların her türlü yağmasını engellemeye, intikam eylemlerini engellemeye özen göstermesi, kapsayıcı ve çoğulcu bir Suriye vaadinde bulunması önemli söylem ve eylem değişiklikleriydi.
Yine ele geçirdiği bölgelerde -rejimin yapmadığını yapıp- STK’ların da desteğiyle hemen temel ihtiyaçları karşılamaya ve belediyecilik hizmeti götürmeye başlaması, emniyeti sağlamaya çalışması algıları değiştirdi. Sağladığı bu güven ortamı, şehirlerin ciddi çatışmalar olmadan hızla düşmesini sağladı.
Rejimin 13 yıldır “Ben gidersem kafa kesen teröristler” gelir diyerek korkuttuğu azınlıklar bile HTŞ’yle anlaşmayı seçti. Suriye halkının çoğunun nazarında HTŞ de dâhil hiçbir alternatif, rejimden daha berbat olamaz.
Çünkü savaş dindiği halde 2020’den bu yana rejim halkın hayat şartlarını iyileştirici adımlar atmadığı gibi, halkın yüzde 90’dan fazlası fakirlik sınırında ve altında yaşar hale geldi. Buna mukabil rejim ve çevresinin lüksten vazgeçmemesi tabanın öfkesini çekti ve sevdiklerimizi ne uğruna kaybettik ve bu hallere düştük sorusunu sordurdu. Yani rejime yönelik güven krizine eşlik eden hayal kırıklığı, HTŞ’nin kabullenilmesini kolaylaştırdı.
Yani 10 yıl içinde gerçekten bu işi öğrenmişler. Örgüt mantığından çıkıp devlet mantığına doğru geçiş yapmışlar. Şam’ı nasıl ele geçirmeliyiz ve nasıl bir yönetim kurmalıyız konusunu çalışmışlar.
Öte yandan HTŞ dersini iyi çalışmış, ama diğer sivil veya silahlı yapılar benzer bir süreçten geçti mi, yeni sürece ne kadar hazır bilmiyoruz. Diğer silahlı gruplarda yağma yapanları gördük ve HTŞ henüz gelmeden Şam’ı güneydeki gruplar ele geçirdiğinde emniyetsizlik ve kaos yaşandı.
“İDLİB’DE HTŞ’YE KARŞI HALKIN EYLEMLERİ OLDU, DİĞER BÖLGELERE KIYASLA MEMNUNİYETSİZLİK DAHA AZ”
Esad rejiminin çökmesinde Suriye muhalefetinin önemli bir aktörü olan Suriye Milli Ordusu’nu (SMO) biraz anlatır mısınız? Geçmişini, içinde yer alan fraksiyonları, hâkim olduğu bölgelerdeki uygulamalarını, Türkiye ile olan ilişkilerinin boyutunu, finansman ve silah desteğini nasıl sağladığını, HTŞ ile olan farklarını ve benzerliklerini dile getirir misiniz?
Silahlı örgütler üzerine çalışma yapmadım. Çünkü 10 küsur yıldır sahada yüzlerce irili ufaklı örgüt kuruldu, dağıldı, birleşti. Bunları yakından takip etmek ayrı bir emek gerektiriyordu. Herkesin savaş sahasıyla, örgütlerle ve dış güçlerle ilgilendiği bir ortamda ben hep göz ardı edilen sivillere odaklandım. Onların hayatına ışık tutmaya çalıştım. Geçmişte sahada savaşmış gençlerle karşılaştığımda bile savaş tecrübesini dinlerken hangi örgüte katıldığını bilinçli olarak sormadım.
Suriye’ye gittiğimde ne zaman ve kime sorsam hep aynı şeyleri duydum. HTŞ, İdlib’de bir şiddet tekeli kurarak, yani diğer silahlı örgütleri kendisine boyun eğmeye zorlayarak bir düzen kurdu. Birçok hizmeti eldeki maddi imkânlar nispetinde vermeye çalıştı. Daha düzenli işleyen bir yönetim yapısı tesis etti. Türkiye’nin kontrolündeki operasyon bölgelerinde ise silahlı örgütler SMO çatısı altında bir araya gelseler bile birbirlerine rakipler.
Her ilçe farklı bir grubun kontrolünde, hatta Azez gibi bazı ilçelerin farklı yerlerinde farklı gruplar hâkim. Bu da Suriyelilerin kendi deyimiyle bir başıbozukluğa yol açtı. Hangi hizmetten kimin sorumlu olduğu konusunda bir yetki karmaşası vardı. Bazen silahlı gruplar kendi aralarında çatışıyordu.
Askerlere/milislere ödenen maaşın çok düşük olması en temel problemdi. Bütün bunlar zaman zaman halkın memnuniyetsizliğini tetikledi. Tabii ki İdlib’de HTŞ’ye karşı halkın eylemleri oldu, ama diğer bölgelere kıyasla memnuniyetsizlik daha azdı.
“ASKERİ ZAFER HER ZAMAN SİYASİ ZAFERİ BERABERİNDE GETİRMEZ”
61 yıllık çöken Baas rejiminin Gazze’ye, Lübnan’a, Körfez ülkelerine, direniş örgütlerine ve Türkiye’ye yansımalarının nasıl olacağını öngörüyorsunuz? 8 Aralık’tan sonra bizi nasıl bir Suriye ve nasıl bir Ortadoğu bekliyor?
Sorunuzun ikinci kısmıyla başlayayım. Esad, yıllardır Suriye’nin birliğinin ve toprak bütünlüğünün teminatı olarak sunuluyor, hatta PYD/SDG’ye karşı rejimle Türkiye’nin işbirliği yapması gerektiği savunuluyordu; ama bu, tıpkı mültecilerin geri dönüşü için Esad’le masaya oturmak gerek argümanı kadar, kökten yanlıştı. Rejimin düşmesinin bölünmüş Suriye’nin bütünleşmesini ve Suriyelilerin vatanına dönmeye başlamasını sağladığını görüyoruz.
Dahası, batısı ve doğusu ayrılmış bir Suriye devleti fiziken ve iktisaden yaşayamazdı. Biliyorsunuz, Suriye’nin batısında butik bir Alevi/Nusayri devletçiği kurulacağı varsayımı uzun yıllardır vardı; Esad’ın Moskova’ya sığınmasıyla bu ihtimal ortadan -en azından şimdilik- kalktı.
Denize çıkışı olmayan, karaya hapsolmuş bir Suriye devleti yaşayamazdı. Keza Suriye’nin iktisadi kaynakları -petrolün yüzde 90’ı, doğalgazın yüzde 40’ı, barajların tamamı, tarım alanlarının yarısı- SDG kontrolündeki doğudaydı. Ekonomik kaynaklarından mahrum bir Suriye de ayakta kalamazdı. Rejimin devrilmesiyle Suriye’nin birleşmesine şahit oluyoruz.
Öte yandan askeri zafer her zaman siyasi zaferi beraberinde getirmez. Artık zorlu bir devleti yeniden inşa süreci başlayacak ve yeni sistemin hangi ilkeler üzerine kurulacağı, siyasi sisteme dâhil olmak isteyen farklı ideolojik gruplar arasında bir çekişme konusu olacaktır.
Beşşar Esad çökmüş bir devlet, dağılmış bir ordu, iflas etmiş bir ekonomi, parçalanmış bir toplumla ardında tam bir enkaz bıraktı. Ayağa kalkmak kolay bir süreç olmayacaktır.
Devam edecek...
“SÜRECİ BALTALAMASINDAN EN ÇOK KORKTUĞUM ÜLKE, KARŞI-DEVRİMLERİN ÜSSÜ OLAN VE İSRAİL’LE HAREKET EDEN BAE”
Zahide Tuba Kor
Röportajı yapan: Naman Bakaç
Independent Türkçe, 20 Aralık 2024
61 yıllık çöken Baas rejiminin Gazze’ye, Lübnan’a, Körfez ülkelerine, direniş örgütlerine ve Türkiye’ye yansımalarının nasıl olacağını öngörüyorsunuz? 8 Aralık’tan sonra bizi nasıl bir Suriye ve nasıl bir Ortadoğu bekliyor?
(…)
Müstakbel Suriye’nin önündeki en büyük meydan okuma dış güçlerdir. Çünkü Suriye’de başarılı bir model kurulması, otoriter Arap rejimleri açısından tam bir kâbus demektir. Düşünsenize, Suriye başarılı olursa özellikle Mısır ve Ürdün halkı yeniden hareketlenmez mi?
Bu iki devletin İsrail’le komşu olduklarını unutmayın. Süreci baltalamasından en çok korktuğum ülke, 2013’ten beri karşı-devrimlerin üssü olan ve İsrail’le her alanda birlikte hareket eden BAE. Çeşitli siyasi veya askeri grupları paraya boğarak, suikastlarla ve medya propagandası üzerinden istikrarsızlık çıkarmaya çalışacaktır. Bu konuda geçtiğimiz on yılda oldukça deneyim kazandı.
Türkiye bu işten en ve hatta belki de tek kârlı çıkan ülke. Yeni Suriye Türkiye’nin nüfuz alanında olacaktır. Tam da bu yüzden bölgesel ve küresel güçler açısından Suriye modelinin başarılı olmaması gerekiyor. 2011’de ilk Arap devrimleri dalgası tamamen Türkiye lehineydi; bu nedenle 2013’te Mısır’daki darbenin hedeflerinden biriydik.
Ortadoğu’nun en büyük güçleri Türkiye-Mısır-İran arasında jeopolitik bir denge vardır ve bunların her daim birbirine rakip olması dış güçler tarafından istenir. Üçünün bir araya gelmesi hem İsrail hem küresel güçler açısından tam bir kabus senaryosudur. Ama herhangi ikisinin de müttefik olup birlikte hareket etmesi, bölge dengelerini değiştireceği için istenmez.
Yıllar evvel “Arap Baharı”nın sembol isimleriyle bir araya gelmiştik. İçlerinden birisi dedi ki “bize açık açık söylediler, size destek çıkmak isterdik, ama bunun kazananı Türkiye olur; biz Türkiye hegemonyasında bir Ortadoğu istemiyoruz.” Suriye, Mısır kadar başat bir ülke değil, ama coğrafi bakımdan çok önemli. Bu yüzden Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonunu kırmaya dönük adımlar atılabilir.
“SURİYELİLER, BARIŞÇIL DEVRİMİN SİLAHLI İSYANA DÖNÜŞMESİNDE, İRAN’IN KİRLİ ROLÜNÜ ÇOK İYİ BİLİYORLAR”
Katar hariç Körfez ülkeleri, bilhassa BAE ve hızla sekülerleşen Suudi Arabistan bu durumdan rahatsız oldu. Kurmaya çalıştıkları yeni düzeni bozduk. Her türlü İslami hareketle mücadele içindeki BAE yıllardır Esad yönetiminin Arap dünyasına geri dönmesi için çabalıyordu.
2022’de Esad, 11 yıl sonra ilk kez Rusya ve İran dışında bir ülke olarak BAE’yi ziyaret etmiş, 2023 Mayıs’ında Suriye rejimi Arap Ligi’ne yeniden kabul edilmiş, Arap ülkeleri büyükelçiliklerini yeniden açmıştı. Halep düşmeden evvel BAE, ABD’yi Esed’in İran’la arasına mesafe koyması karşılığında Sezar Yasası’nı 20 Aralık’ta uzatmamaya ikna etmişti.
“Arap milliyetçiliğinin kalbi” olarak anılan Suriye, terör örgütü kabul edilen İslamcı silahlı grupların eline düştü. Bunu sindirebilmesi çok zor.
Sürecin tam kaybedeni İran oldu. 1979’dan beri Baas rejimiyle yakın ilişki içindeydi ve kurduğu “direniş ekseni”nin temel direği Suriye’ydi. İran, 1980-88 İran-Irak Savaşı’nda ciddi yıkım aldı ve bundan sonra kendi topraklarını savaş alanı olmaktan çıkartıp savunmasını başka topaklardan başlatma kararı aldı.
ABD-İsrail’le mücadelesini Lübnan toprakları üzerinden veriyordu; Lübnan Hizbullah’ına silah sevkiyatını Suriye’den yapıyordu. İran 2011’de muhaliflerle anlaşsaydı kanaatimce bu lojistik hat kesilmezdi. Ama Suriyeliler, barışçıl devrimin silahlı isyana ve savaşa dönüşmesinde İran’ın kirli rolünü çok iyi biliyorlar.
İran Esad rejimi için milyarlarca dolar akıttı ve hepsi çöpe gitti. Bu durum İran içinde istikrarsızlıkları tetikleyecektir. İsrail’in rejimi devirip şahın oğlunu başa geçirme senaryosu olsa da, İran sekülerleşirse bölgede Sünni-Şii mezhep kavgası dinecek, bu da bölgeyi zayıflatan önemli bir kozun ortadan kalkmasına yol açacağından son kertede vazgeçebilir. Ama Trump döneminde İran ve Irak’ın hedef olma ihtimali yüksek. Yine de yükselişteki Türkiye’ye karşı bir denge unsuru olarak kalması için yıkıcı seçeneklerden vazgeçebilirler.
“İLERİDE, SURİYE VE LÜBNAN’IN KADERİNİ BELİRLEYECEK BİR TÜRKİYE-İSRAİL HESAPLAŞMASI YAŞANABİLİR”
Suriye’deki değişimin en çok etkileyeceği ülke, Baas zulmünü en çok ve bilfiil yaşayan ülkelerden Lübnan’dır. Direniş ekseni ve Esad rejimi çöktüğü için İran’ın ve Suriye’nin Lübnan’daki etkisi azalacaktır, bu da Batı ve Körfez yanlısı gruplara yarayacaktır. Tabii Türkiye yanlısı Sünni ve Dürzi çevreleri de olumlu yönde etkileyecektir.
Bu arada Lübnan bölgede küresel ve bölgesel güç mücadelesinin bir sahası olduğundan kaderini dışarıdaki gelişmeler etkileyecektir. İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah’la savaşı bitti mi, bu henüz belirsiz. İleride gerek Suriye’nin gerekse Lübnan’ın kaderini belirlemek üzere bir Türkiye-İsrail hesaplaşması yaşanabilir.
Gazze’ye etkisine gelince, maalesef önce Lübnan’daki savaş, ardından Suriye’de rejimin devrilmesi nedeniyle Gazze’deki soykırım gündemimizden düştü. Ekim ayı başından itibaren İsrail Gazze’nin kuzeyini, Yahudi yerleşimleri kurmak üzere tamamen insansızlaştırma kararını yürürlüğe koydu ve insanlar en perişan dönemlerini yaşıyorlar.
Trump gelmeden bir ateşkese varılabilir mi emin değilim. İsrail’in niyeti, Gazzelileri hem kuzeyden hem de Mısır’la sınır bölgesinden çıkararak ortada daracık bir alana hapsetmek, dışarıyla bağlantısı kopmuş bir Gazze’ye dönüştürmek.
7 Ekim Aksa Tufanı, Gazze’nin yıkımına yol açarken Suriye’nin rejimden kurtulmasını tetikledi. Suriye’deki değişim bundan sonra başka direniş örgütlerini veya halk kitlelerini harekete geçirecektir. Mısır’dan Ürdün’e ve Batı Şeria’daki Abbas yönetimine kadar bölge rejimlerini korkuya sevk ettiği aşikâr. Yeni denklem, Suudi Arabistan’ın İsrail’le normalleşme anlaşmasına imza atma ihtimalini azalttı.
“İSRAİL, ORTADOĞU’DA AZINLIK YÖNETİMLERİNİ VE DİKTATÖRLÜKLERİ HER ZAMAN TERCİH EDER”
İsrail’in Baas rejiminin çökmesini nasıl baktığını düşünüyorsunuz? İsrail için bir kazanım mıdır bir tehdit midir? İsrail’in Suriye muhalefetini örtük desteklediğine dair argümanları nasıl buluyorsunuz? Baas diktasının çöktüğü günden beri sürekli Suriye’deki askeri ve istihbarı üsleri, liman ve havaalanlarını, kimyasal ve balistik füze araştırma merkezini, hava savunma sistemlerini, radar sistemlerini, muhaberat binasını, göç ve nüfus binasını vs. imha etmesini nasıl yorumluyorsunuz? İşgal ettiği Golan tepelerinden inip Kunetyra ve Dera bölgesine doğru izlediği işgal politikası ile İsrail, Suriye’nin yeni döneminde neyi hedefliyor? Davut koridorunu inşa edeceği iddialarını nasıl buluyorsunuz?
Olumlu baktığını düşünmüyorum. İsrail her zaman Ortadoğu’da azınlık yönetimlerini ve kendi halkını bastıran diktatörlükleri tercih etmiştir. Çoğunluk nüfusun (Sünnilerin) bir araya gelme girişimlerini her zaman kendi bekasına yönelik bir tehdit sayıp baltalamıştır.
Ayrıca İsrail, Esad rejiminin bütün davranış kalıplarını çok iyi biliyor ne zaman ne yapar belli. Yani öngörülebilir bir düşman. Tam da bu yüzden 2012, 2013 ve 2015’te Esad rejimi düşme noktasına geldiğinde ABD’yi ikna edip bunu engelleyen İsrail oldu; zayıflamış, kolu kanadı kırılmış bir Esad rejimini tercih etti. Çünkü kuzeydoğu cephesi, kontrollü gerginlik politikasına rağmen on yıllardır istikrarlıydı; Esad sonrası yeni kurulacak yönetimin ve silahlı grupların ne yapacağı belli olmazdı.
İsrail hep şöyle düşünür: “Bildiğimiz şeytan bilmediğimiz şeytandan yeğdir.” Tam da bu yüzden Ortadoğu’da diktatörlükleri desteklemiştir. Halkın taleplerini dikkate alan yönetimlerle, çoğulcu ve açık toplumlarla uğraşmak, otoriter rejimlerle anlaşmaya çalışmaktan çok daha zordur. Bugün için İsrail’in zihninde HAMAS ile HTŞ arasında hiçbir fark yok.
İsrail’i savaşta da barışta da en zorlayan ülke 1948’den beri Suriye’dir. En büyük Arap ülkesi Mısır’ın 1979’da İsrail’le barışmasından sonra Suriye’nin tek başına savaş açma imkânı kalmadı. Ama Esad rejimi, hem İsrail’i kendisine savaş açmaktan caydırmak hem de Ürdün, Lübnan gibi küçük Arap devletlerinin Mısır’ın peşinden gidip İsrail’le barışmasını engellemek için 1980’lerde “stratejik eşitlik” politikasına geçerek aşırı derecede silahlandı ve ordusunu birkaç kat büyüttü.
Sonunda Ortadoğu’da “Mısırsız savaş Suriyesiz barış olmaz” denklemini kurdurdu. Bir de 1973’ten sonra Ortadoğu’da bir daha düzenli orduların İsrail’le savaşmadığı bir ortamda asimetrik güç unsurlarını devreye soktu; yani Lübnanlı ve Filistinli direniş örgütlerini destekleyerek İsrail’i dolaylı yoldan baskıladı.
Ancak Esad rejimi elindeki o silahları İsrail’e karşı değil, 2011’den sonra kendi halkına karşı kullanacaktı. Hatta İsrail geçen 10 yılda yüzlerce defa Suriye’yi bombaladığı halde doğru düzgün mukabele etmedi.
“REJİM İLE İSRAİL’İN İŞBİRLİĞİNE DAİR BELGELERİN ÇIKMASI AKABİNDE, İSTİHBARAT VE BAKANLIKLARIN BOMBALANMASI ÇOK MANİDAR”
İsrail’in 2011’den sonra Suriye’de istediği savaşın uzadıkça uzaması, Sünni-Şii mezhep çatışmasının derinleşmesiydi. Bölge ne zaman savaş içindeyse bu kendi lehinedir. Tam da bu yüzden muhaliflerin güneydeki çeşitli unsurlarına da Esad rejimine de dolaylı destek verdi. Aynısını Lübnan İç Savaşı’nda da yapmıştı.
Dolaylı desteği taraflara sevgisinden değildi. İstediği, savaş uzadıkça uzasın. Bu destek sayesinde Suriye içinden hem istihbarat toplama imkanına kavuştu hem de ileride kullanacağı kendisine müzahir gruplar oluşturdu. Tam da bu faaliyetlerinin neticesinde geçtiğimiz günlerde bazı Dürzi köyler İsrail’e bağlanmak istedi.
Ayrıca Hizbullah’ın ve İran’ın Suriye’deki savaşa tamamen dahil olduğu ve saflarını yeni yeni savaşçılarla genişlettiği bir ortamda İsrail istihbaratının sızması çok kolaylaştı. Son bir senedir İran Devrim Muhafızlarının, Hizbullah’ın ve diğer milis gruplarının yönetici kadrolarına bu kadar kolay suikastlarının nedeni tam da bu.
Esad rejiminin devrilmekte olduğu gece Habertürk canlı yayınında İsrail’in bundan sonra Suriye ordusunun envanterindeki tüm önemli silah sistemlerini ve askeri tesisleri muhaliflerin eline geçmemesi için vuracağını söylemiştim. İsrail, Esad rejiminin o silahları kendisine karşı kullanmak değil, kendisini saldırıdan caydırmak için biriktirdiğini biliyordu zaten. Ama muhaliflerin ne yapacağı belli olmaz.
Ayrıca rejim ile İsrail arasındaki işbirliğine dair bazı belgelerin ortaya çıkması akabinde bazı bakanlıkları ve istihbarat binalarını bombalaması da çok manidardı. Esad rejimiyle İsrail’in temaslarına dair kim bilir ne çok gizli belgeyle doluydu bu binalar.
“İSRAİL’İN GÜCÜ, ARAP/İSLAM DÜNYASININ GÜÇSÜZLÜĞÜNDEN KAYNAKLANIYOR VE DİKTATÖRLÜKLER DE BU GÜÇSÜZLÜĞÜN TEMEL NEDENİ”
Neticede yeni yönetimi ordusuz bırakarak İsrail’e karşı gelecekte saldıramayacak hale getirme niyetinde. Keza bu silahların el altından direniş örgütlerine geçmesini de engelleme hesabında. Yani oyunun kurallarını kendisi daha baştan belirliyor. İşgal ettiği yerlerin çoğu 1967’de de işgal edip sonra geri çekilmek zorunda kaldığı, BM güçlerinin yerleştirildiği Golan Tepeleri’nin Suriye’ye bakan kısmı.
Buraları işgali, İsrail’in başkent Şam ve ülkenin ortası ve güneyini doğrudan gözetleme imkânına kavuşturdu ama zaten bu kapasiteye geçmişte de sahipti. Hermon/Şeyh Dağı’nda gözetleme ve radar sistemleri vardı. Şam, Golan’ı işgal ettiği 1967’den beri İsrail’in vuruş menzilinde; ama değilken de 1950’ler ve 1960’larda -türlü bahanelerle- kaç defa Şam’ı bombaladı…
İsrail’in Suriye içinde çok fazla ilerleyeceğini düşünmüyorum. Hedefi, yönetim değişirken oyunun kurallarını kendi güvenliğini teminat altına alacak şekilde yeniden belirlemek. Yakında Irak’a ve belki İran’a da saldırı başlatması muhtemel; bunun için de -bütün hava savunma sistemlerini yok ettiği bir ortamda- Suriye hava sahasını kullanabilecek.
İsrail’i çok güçlü bir aktör olarak vehmediyoruz ama öyle değil. Gazze Savaşı’yla ordusunun çapı görüldü; ABD-İngiltere-Fransa-Almanya-BAE desteği olmasa bunların hiçbirini yapamaz, Gazze’de bile savaşı sürdüremezdi. Ayrıca İsrail’in gücü, Arap ve İslam dünyasının güçsüzlüğünden kaynaklanıyor. Diktatörlükler bu güçsüzlüğün temel nedeni.
“ESAD REJİMİNİN DÜŞTÜĞÜ BİR ORTAMDA, PYD/YPG’NİN YAŞAYABİLİRLİĞİ KALMAZ”
Baas diktasının çökmesiyle birlikte PKK/YPG’nin izlediği politikayı ve attığı hamleleri nasıl buluyorsunuz? ABD ve Rusya ile olan ortaklıklarının geleceği sizce nasıl şekillenecek? Suriye’nin yeni yönetimi ile PKK/YPG arasında siz nasıl bir ilişkinin kurulacağını öngörüyorsunuz? Uzlaşacaklar mı çatışacaklar mı? PKK/YPG’nin Suriye’nin geleceğinde yeri ne olacak?
Ben her zaman analizlerimi yaparken “peki ama sürdürülebilir mi?” sorusunu sorarım. Bu soruya cevabım, Esad rejiminin düştüğü bir ortamda PYD/YPG’nin yaşayabilirliği kalmaz. Çünkü (i) savaştan evvel Suriye’deki Kürt nüfusu yüzde 7-8 kadardı, (ii) Fırat’ın doğusunda kontrolünde tuttuğu Suriye’nin yüzde 25’lik toprağında Kürt nüfus sadece Türkiye sınırına yakın kuzey bölgelerde yaşıyor, kalanı tamamen Arap aşiretler, (iii) bu Arap aşiretlerin çoğu geçmişte zaten Kürtleri sevmezdi (hatta 2004’te Kamışlı’daki bir futbol maçında Deyrizorlu Araplar ile Kamışlılı Kürtler arasında çatışmalar çıkmıştı), (iv) Arap aşiretlerin bir kısmı PYD/YPG’yi Esad rejimine tercih ettiği, diğer kısmı güç kimdeyse ona -yani ABD’ye- boyun eğdiği için SDG çatısı altında YPG’yle birlikte hareket etti. Sıradan halkın savaşlardan çok yorulup artık istikrar istemesi de bunda etkili oldu.
Ayrıca PYD/YPG yüzünden Suriye’yi terk edip Kuzey Irak’a, Türkiye’ye veya Avrupa’ya sığınan bir yığın Kürt var. (Bilhassa YPG’nin “zorunlu askerlik” getirmesiyle birçok Kürt genci dışarı kaçtı.) Suriyeli Kürtlerin de azımsanmayacak bir kısmı, örgüt güçlü olduğu ve kendisini tehditler karşısında koruduğu için PYD/YPG’ye boyun eğdi; yoksa ideolojisini benimsemiş değil. Suriye Kürtlerinin çoğu, savaştan evvel ya Barzani ya da Talabani destekçisiydi.
“SURİYELİ KÜRTLERİN BİR KISMI, TEHDİTLER KARŞISINDA KENDİSİNİ KORUDUĞU İÇİN PYD/YPG’YE BOYUN EĞDİ; YOKSA İDEOLOJİSİNİ BENİMSEMİŞ DEĞİL”
Fırat’ın doğusundaki Arap aşiretler ayaklandığı takdirde -ki rejim düşer düşmez ayaklanma başladı- PYD/YPG orada kan akıtmadan kalamaz. Bu arada rejim, içeride tabanı sınırlı ve kökü dışarıda olan PYD’yle hem Kürt nüfusu sindirmek ve muhaliflere katılmalarını engellemek hem de Türkiye’yi tehdit etmek amacıyla işbirliği yaptı.
2012’de Türkiye sınırından güvenlik güçlerini geri çekerken Kürt nüfuslu bölgelerde bütün kurumsal yapıyı PYD’ye devretti; yani en baştan beri rejim ile PYD arasında işbirliği vardı. Bu arada PKK 1978’de kurulduktan bir sene sonra Abdullah Öcalan’a kucağını açan ve Türkiye’nin savaşla tehdit etmesi üzerine 1998’de mecburen topraklarından çıkaran, Hafız Esad’ın ta kendisiydi.
PKK’nın Suriye istihbaratıyla yakın ilişkileri 1979’a kadar geri gider. Bunu niye söylüyorum? Bazıları yıllarca PKK-PYD’yi bitirmek için rejimle masaya oturup işbirliği yapmamız şart deyip durdu. Halbuki rejim bu örgüte bizzat alan açan ve onu koruyandı. Düşmeden evvel kontrolündeki bölgeleri örgüte bırakması da bunun son kanıtıydı.
PYD/YPG, IŞİD sayesinde, özellikle IŞİD’in Kobani’ye girişiyle birlikte ABD’nin kara gücüne ve müttefikine dönüştü. Ama o devasa coğrafyayı Amerikan hava desteği ve yoğun bombardımanları olmasa ele geçiremezdi. Yani gücünü dışarıya borçluydu. Örgüt hem Rusya ve ABD’yle hem de Körfez ve İsrail’le ilişkilerini geliştirerek küresel ve bölgesel güçlerin Türkiye’ye karşı en önemli kozuna dönüştü.
Onlar bir Kürt devleti kurmak isteseler de bu, sosyolojik olarak mümkün değil. Çünkü mesela kuzey Irak’ta IKBY sahasında nüfusun çoğu Kürt iken, Fırat’ın doğusunda böyle değil. Suriye Kürtleri Türkiye sınırı boyunca üç bölgede öbekleşiyordu, ama araları Türkmen ve Arap nüfusla dolu. Afrin’i Türkiye kontrolüne aldı ve oradaki PKK/PYD unsurlarını çıkarttı. SDG kontrolündeki alanda sadece kuzeyde Kobani ve Cezire kısmında Kürtler yaşıyor; daha aşağısında uzun vadeli kontrol kurması mümkün değil.
“HTŞ KAPSAYICI BİR YÖNETİM KURABİLİRSE, PYD/YPG’NİN FIRAT’IN DOĞUSUNDA TUTUNMASI SOSYOLOJİK OLARAK MÜMKÜN DEĞİL”
Şunu demek istiyorum: PYD/YPG rejimin düştüğü bir ortamda, eğer ki HTŞ kapsayıcı bir yönetim kurabilirse, Fırat’ın doğusundaki o koca toprak parçasında tutunması sosyolojik bakımdan mümkün değil. Tabii kritik nokta, ABD ve İsrail kullanışlı bir araç olan PYD/YPG’yi gözden çıkarabilecek mi? İstemese de mecbur kalacaklar diye düşünüyorum.
Yıllar yılı ABD ve Rusya desteğiyle tahkim ettiği, hatta yerin altında Gazze gibi tünellerle ikinci bir şehir kurduğu Tel Rıfat ve Munbiç’ten nasıl fazla direnemeden çıkmak zorunda kaldığını gördük. Batı’nın ürettiği cesur savaşçı YPG miti çözüldü. Bu şartlar altında örgüt tutumunu yeni duruma adapte etmek zorunda kalacaktır.
PKK-PYD karşıtı Kürt grupların merkezi hükümette yer bulması örgütün etkinliği kırmak bakımından önemli olacaktır. Ama PYD’yi de silahlı mücadeleden vazgeçirecek adımlar atılmalıdır. Yoksa terör eylemleriyle yeni kurulacak yönetimi sarsabilir.
Kürtlere ABD ve Rusya desteği daha PKK ortaya çıkmadan on yıllar evvel başlamıştı, hatta 19. yüzyılın sonunda Rus Çarlığının Kürtlere yönelik faaliyetleri vardı. Suriye’de her ne yaşanırsa yaşansın, PKK’nın akıbeti her ne olursa olsun, çeşitli Kürt grupların küresel ve bölgesel güçlerle ilişkileri devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder