Zahide Tuba Kor: “İSRAİL, DİRENİŞSİZ BİR LÜBNAN HEDEFLİYOR”
Röportajı yapan: Munise Şimşek
Derin Tarih dergisi, Kasım 2024, s.68-79
NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Onlarca etnik ve dinî grubun yaşadığı Lübnan’ı, Ahmed Cevdet Paşa Nuh’un gemisine benzetmiştir. İmparatorluk şemsiyesi altında çok renkli bir doku oluşturan Lübnan’ın bu ahvali ulus devletler çağında ölümcül bir lanet gibi. Dosyamız kapsamında Ortadoğu’nun Aynası Lübnan kitabının yazarı Zahide Tuba Kor ile 1975’te patlak veren Lübnan iç savaşının sebeplerini ve neticelerini, küresel ve bölgesel gelişmelerin ülkeye yansımalarını, 1982 ve 2006 yıllarındaki işgal girişimlerinden hareketle İsrail-Lübnan çatışmalarının perde arkasını konuştuk.
Sohbetimize kitabınızın adıyla başlayalım. Lübnan neden Ortadoğu’nun aynası? Özellikle 1980’lerde siyaset literatürüne giren “Lübnanlaşma” kavramı çerçevesinde değerlendirmek gerekirse Lübnan’ı incelemek Ortadoğu’ya dair neler söyler bize?
Lübnan on sekiz etnik, dinî ve mezhebî grubu barındırması bakımından Ortadoğu’nun bir mozaiği, çok-kültürlülük modeli. Ancak farklı menfaatlere, beklentilere ve ideallere sahip olmaları nedeniyle iç siyasî çekişmeler hiç bitmedi. Hiçbir grup tek başına ülkeyi kontrol etme gücüne sahip olmadığından siyaseten etki kurabilmek için hepsi de bir dış güce sırtını dayamak zorunda. Tam da bu yüzden bölgesel ve küresel rekabetler ve çatışmalar Lübnan’daki fay hatlarını harekete geçiriyor. Doğu Akdeniz’deki kıymetli coğrafî konumunun da etkisiyle 19. yüzyıldan bu yana dış güçlerin nüfuz kurmaya çalıştığı ve kozlarını paylaştığı topraklardır burası. 1950’lerden itibaren Arap Soğuk Savaş’ından tutun Arap-İsrail çatışmasına, ABD-İran/Suriye rekabetinden Suudi Arabistan-İran/Suriye mücadelesine, Sünni-Şiî geriliminden Filistin meselesine ve Suriye savaşına kadar tüm bölgesel problemlerden etkileniyor ve onları etkiliyor. Bu yüzden Ortadoğu’nun aynası diyoruz.
İç savaş yıllarında 1980’lerde ortaya çıkan “Lübnanlaşma” kavramına gelirsek, etnik ve dinî çatışmaların beraberinde getirdiği kaosu; siyasî, iktisadî, toplumsal parçalanmayı ifade ediyor. Bir Müslüman-Hıristiyan çatışması olarak başlayan iç savaş, zamanla her grubun hem ötekiyle hem de kendi içinde birbiriyle savaştığı bir karmaşaya dönüşmüş, ülke farklı milis grupların kontrolüne geçerek parçalanmıştı.
1943 yılında bağımsızlığını ilan eden Lübnan 1958’de ilk iç savaşını yaşıyor. 1975 yılında ise neredeyse 15 yıl süren ikinci iç savaş dönemi bunu takip ediyor. Bu iki iç savaşın sebepleri benzerlik gösteriyor mu?
Farklılıklar, benzerliklerden daha fazla. 1958’deki iç savaş, hepsi de birbiriyle bağlantılı olan şahsî, siyasî, küresel-bölgesel ve kimliksel nedenlerle patlak verdi.
Fransızlarca Hıristiyan bir devlet olarak kurgulanan Lübnan, kuruluşundan itibaren kimlik meselesini çözememiş veya çözme girişimleri olsa da kalıcılığını sağlayamamış bir devlet. Yani Lübnan bir Arap devleti mi, yoksa Batılı/Akdenizli bir devlet mi? Aidiyeti nereye? Devletlerin kimliği ve aidiyeti konusu basit bir mesele değildir; iç ve dış politikaya rengini veren asli ve belirleyici unsurlardır. Bu mesele, bağımsızlık arifesinde 1943’te Mârûnî Cumhurbaşkanı ile Sünni Başbakan arasında sözlü bir uzlaşma olan Millî Misak ile çözülmeye çalışıldı. Buna göre Hıristiyanlar, Fransız himayesi arayışında olmayacaklar ve Lübnan’ın Arap kimliğini kabul edecekler; Müslümanlar ise, Lübnan’ın bağımsızlığını ve meşruiyetini tanıyacaklar ve Suriye ile birleşme hayalinden vazgeçeceklerdi.
1950’lilerin ortası, dünyadaki Soğuk Savaş’ın bölgeyi de derinden etkilediği bir dönemdi. Sovyetlerin Ortadoğu’ya girişini engellemek için İngiltere öncülüğünde, bölgedeki Batı yanlısı rejimleri bir çatı altında toplamayı hedefleyen, Bağdat Paktı kuruldu; buna karşı Mısır’ın bölge ülkelerini pakta katılmaktan caydırmaya çalışması Arap Soğuk Savaşı’nı tetikledi. Aynı dönemde İngiltere, Fransa ve İsrail’in gizli bir anlaşma uyarınca Mısır’ı işgal ettiği 1956 Süveyş Savaşı’nda (İkinci Arap-İsrail Savaşı) Batı yanlısı Lübnan Cumhurbaşkanı’nın Fransa ve İngiltere ile diplomatik ilişkileri kesmemesi, Arap dayanışması ve birliğini savunan Müslümanların öfkesini çekti. Bu savaşın sonunda Mısır lideri Cemal Abdünnasır, askerî olarak yenilse de kazandığı siyasî zaferle Arap halklarının kahramanına dönüştü. Bir yanda Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki dinî çatışma, diğer yanda Arap milliyetçiliği ile Lübnan milliyetçiliği arasındaki ideolojik mücadele yürürken 1958 Şubat’ında Mısır ile Suriye’nin birleşmesi Lübnan Sünnîlerini heyecanlandırdı, Lübnan’ın da bu birliğe katılması için bastırdılar.
İç siyasete gelince, Lübnan’da 1957 yılı ortasında yapılan ve muhalif liderlerin meclise giremediği şaibeli seçimler nedeniyle Arap milliyetçisi çevreler sık sık sokağa dökülmekteydi. Böyle gergin bir ortamda hem görev süresi bitmek üzere olan cumhurbaşkanının anayasayı değiştirerek makamında kalma hırsı hem de Mayıs 1958’de Araplarla birliği savunan muhalefete yakın Mârûnî bir gazetecinin öldürülmesi, kaynayan ülkede bardağı taşıran son damla oldu ve silahlı isyan ülkenin dört bir yanına yayıldı. Bu arada Lübnan tarihinde neredeyse hiçbir cumhurbaşkanlığı seçimi yoktur ki krizleri ve/ ya kanlı çatışmaları tetiklemesin.
Burada önemli bir nokta, Mârûnî bölgeler dışında ülkenin çoğunda kontrolü kaybeden Cumhurbaşkanı’nın Washington’dan yardım istemesi ve ABD’nin Ortadoğu’ya ilk askerî müdahalesinin 1958’de Lübnan’a gerçekleşmesidir. Amerikan müdahalesiyle ve iç savaşta tarafsız kalan Ordu Komutanı Fuad Şihab’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle iç savaş, kısa sürede sona erdi, galibi ve mağlubu olmadan.
Lübnan’ın Ortadoğu’nun aynası olması sorunuza bağlayayım konuyu. 1950’lerde Ortadoğu’yu Batı güvenlik şemsiyesine alma çabaları, bunun tetiklediği Batı yanlısı ve karşıtı rejimler arasındaki ideolojik kutuplaşma, 1956 Arap-İsrail Savaşı, Nasırcılığın ve Pan-Arabizmin yükselişi vs... Lübnan’daki mevcut iç siyasî gerilimleri bir iç savaşa dönüştürdü.
Buradan asıl konumuza geçelim. 1975’te başlayan ve ülkeyi âdeta harabeye çeviren iç savaşı hazırlayan sebepler nelerdir?
Lübnan’ın siyasî, iktisadî ve sosyal hayatının mezhep çizgisinde şekillenmesi ve aile, aşiret, bölge, cemaat ve mezhep bağlarının “Lübnanlılık” kimliğinden daha güçlü olması, her dönemde çatışmaların temel dinamiğidir.
Siyasî alanda reform talepleri iç savaşın ana sebebiydi. Siyasî sistem 1932 nüfus sayımı esas alınarak mezhepler temelinde şekillendi; ancak yıllar içinde nüfus dengesi Müslümanlar lehine değişti. (İç savaşı tetikleyeceğinden 1932’den sonra bir daha nüfus sayımı yapılmadı.) Hak ettikleri kadar temsil edilmeyen Müslümanlar, bilhassa 1969’da Dürzî lider Kemal Canbolat liderliğinde kurulan ve farklı kesimleri bünyesinde barındıran Lübnan Ulusal Hareketi, “demokratik reform” programı çerçevesinde mütemadiyen yasama, yürütme, yargı, ordu ve bürokraside siyasî mezhepçiliği yani mezhep oranlarına göre temsiliyeti ortadan kaldırma çağrısı yapmakta; seçim kanununun değiştirilmesi, parlamentoda eşit temsil, kamusal alana ve askerliğe daha fazla katılım hususlarında ısrarcı olmaktaydı. Buna karşın mevcut sistemin en fazla kayırdığı grup olan Mârûnîler, bırakın kökten değişimi, geleneksel Müslüman elitin ılımlı ve sınırlı değişim taleplerini dahi şiddetle reddediyordu. Zira Lübnan milliyetçiliğinin çıkışında, Batılı fikirlerin yayılmasında, daha da önemlisi devletin kurulmasında ve yaşatılmasında etkili olan Mârûnîler, kendilerini diğerlerinden daha üstün görüyor, yönetimin doğal hakları olduğunu iddia ederek kendi lehlerine olan mevcut durumu bozacak herhangi bir hususu tartışmaya dahi açmıyorlardı. Böylece taleplerine siyasî yollardan ulaşamayan taraflar, aralarındaki ihtilafları silahla çözme noktasına geldi ve 1970’lerden itibaren hızla silahlanmaya başladılar.
Lübnan zayıf ve sun’i bir devlet olduğundan iç savaşı engellemesi beklenen hükümetler de, ordu da bunu yapabilecek nitelikte değildi. Ordu âdeta bir polis teşkilatı hüviyetinde zayıf bir kurum olduğundan her grubun kendi milis kuvvetini kurduğu ve hızla silahlandığı bir ortamda iç savaşı önleyemezdi. Zaten iç savaşın ilk yılında Müslüman askerlerin birçoğunun kendi cemaatlerinin milis kuvvetine katılmalarıyla ordu da parçalanacaktı. Ömürleri oldukça kısa olan hükümetlerin ise kendileri birer siyasî istikrarsızlık unsuruydu. Öyle ki 1926-1979 arasındaki 53 yılda 68 ayrı hükümet kurulmuştu.
Ülkede biriken büyük zenginliğe rağmen servetin özellikle Hıristiyan ve Sünnî belirli aileler elinde toplanması ve kaynakların adaletsiz dağılımı (nüfusun %4’ü ekonomiye hâkimdi), mezhepler arasındaki nefreti körükleyen bir başka unsurdu. 1950’li ve 1960’lı yıllarda Lübnan ekonomisi, yabancı yatırımlarla özellikle bankacılık, ticaret ve turizm sektörlerindeki atılımlarla hızlı bir büyüme kaydetse de, bu hızlı büyüme adaletsiz bir sosyal, sektörel ve bölgesel gelişmeyi beraberinde getirdi. Şiî çoğunluklu güneye kamu hizmetleri için devlet bütçesinden ayrılan pay yok denecek kadar azdı. İsrail saldırıları yüzünden güneyden Beyrut’un varoşlarına göç eden ekseriyeti Şiî nüfusun yaşadığı mahrumiyetler, yönetime yabancılaşmayı artırdı ve sosyopolitik kutuplaşmayı körükledi. Ama Şiîler iç savaşın ilk aşamasının ana aktörü olmayacaktı.
İç savaşı asıl tetikleyen gelişme, Filistinli mültecilerin ve direnişçilerin varlığıydı. İsrail’in bütün Filistin topraklarını işgal ettiği 1967 Savaşı akabinde komşu ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri canlandı. Filistinli mültecilerin kamplarda siyasî ve askerî faaliyetlerini artırmaları, 1970 Kara Eylül olaylarıyla Ürdün’den kan dökülerek çıkartılan direnişçilerin merkezinin Lübnan hâline gelmesi, İsrail’e karşı direnişi Beyrut’tan idare etmeleri iç savaşın asıl bahanesi oldu. İsrail de Filistinli direnişçileri Lübnan halkı, ordusu ve hükümetiyle karşı karşıya getirecek, hatta hükümetleri istifa ettirip ülkeyi anayasal krize sokacak şekilde yıkıcı “misilleme” taktikleri uygulayarak içerideki düşmanlığı körükledi
Sünniler, Dürzîler ve sol gruplar Filistinlilerin varlığını ve mücadelesini sonuna kadar desteklerken; sağcı-muhafazakâr Mârûnîler ile bazı Şiî gruplar (bilhassa Lübnan’ın güneyinde doğrudan İsrail misillemelerine maruz kalıp ağır bedeller ödeyen ve göç etmek zorunda kalanlar) Filistinlilerin varlığına karşıydı. Onları, “devlet içinde devlet”e dönüşen, Lübnan’ı İsrail’le savaşa sürükleyen, zaten hassas olan nüfus dengesini Sünnî Araplar lehine değiştiren ve Arap ülkelerinin Lübnan siyasetine müdahale etmelerine yol açan bir unsur ve kendi bekalarına yönelik bir tehdit olarak görmekteydiler.
İç savaşın patlak vermesinde rolü olmasa da uzun sürmesini doğrudan etkileyen en önemli unsur ise bölgesel gelişmelerdi. Zira Arap-İsrail Savaşları ve Arap milliyetçiliği akımı ülke içinde Müslüman-Hıristiyan mücadelesini kızıştırırken; özellikle 1980’lerle birlikte İran Devrimi ve İran-Irak Savaşı gibi bölgesel gelişmeler, Sünni-Şiî mücadelesini tetikledi. Ayrıca iç savaş boyunca Lübnan, “Büyük Suriye” ile “Büyük İsrail” projelerinin çatışma alanı oldu; komşu her iki ülke de Lübnan’ı işgali altında (Suriye 1976-2005, İsrail 1982-2000 yılları arasında) tuttu. Bu hâliyle Lübnan’daki çatışmalar, sadece bir iç savaştan ibaret olmayıp bölgede güç dengesini kendi lehine çevirmek isteyen ülkelerin, ülkedeki çeşitli grupları doğrudan veya dolaylı olarak birbirlerine karşı destekledikleri bölgesel bir güç mücadelesi, bir vekalet savaşları niteliği de taşımaktaydı.
İç savaşta birbiriyle savaşan taraflar kimlerdi? Siyasî partiler mi, gruplar mı? Sanırım savaşın saflarına göre taraflar ve çatıştıkları gruplar da değişiyor.
Ülkede siyasî gerilimlerin arttığı 1970’lerde çoğunlukla silahlanıp milis kuvvetleri kuranlar siyasî hareketlerdi. Çünkü Lübnan siyasetine, ideolojik veya ekonomik çıkarlara dayalı Batı tarzı siyasî partilerden ziyade cemaatler, parti şekli almayan oluşumlar ve müstakil faaliyet gösteren geleneksel siyasî liderler (zaim) hâkimdir. Bunların çoğu geçmişin büyük feodal ailelerine dayanıyordu ve liderlik babadan oğula veya yakın akrabalara geçiyordu. Kitleler çoğunlukla büyük ailelerden çıkan liderler etrafında kenetleniyordu. Milis kuvvetlerinin çoğu da bu siyasal-toplumsal zeminde şekillendi. Mesela cumhurbaşkanı da çıkarmış Mârûnî Cümeyyil, Şem‘un, Franciye gibi ailelerin kendi silahlı grupları vardı. Hizbullah gibi bazı örgütler ise iç savaş veya İsrail işgali nedeniyle bir milis kuvveti olarak ortaya çıktı; direniş üzerinden toplumsal taban kazandı ve iç savaş sonrası dönemde siyasallaştı.
Çatışmalar, Nisan 1975’te Hıristiyanlar ile Filistinliler arasında Beyrut’un kenar mahallelerinde başladı. Ardından -Soğuk Savaş kutuplaşmasının da bir yansıması olarak- Batı yanlısı, Lübnan milliyetçisi, sağcı Hıristiyan Mârûnî güçler ile Batı karşıtı, Arap milliyetçisi, solcu Müslüman güçlerin -diğer bir deyişle statüko taraftarları ile siyasî sistemde köklü reform talepleriyle öne çıkanların- mücadelesi şeklinde devam ederek diğer bölgelere yayıldı. Sağcı Mârûnî silahlı gruplar 1976’da Lübnan Cephesi altında birleşti. Başını Dürzî lider Kemal Canbolat’ın çektiği solcu Müslümanlar ve Hıristiyanlar ise 1969’da kurulmuş Lübnan Ulusal Hareketi çatısı altında savaştı. FKÖ de Lübnan Ulusal Hareketi’yle saf tuttu. Bu arada FKÖ sadece Filistinli milislerden oluşmuyordu, aynı zamanda Lübnanlı Sünniler de onun çatısı altında savaşıyordu. Hatta bazı komünist genç Hıristiyanlar bile...
1976’da FKÖ-Lübnan Ulusal Hareketi ittifakının ülkenin çok büyük bir kısmını ele geçirmesi karşısında köşeye sıkışan Mârûnîler, komşu Suriye’den yardım istemek zorunda kaldı. Lübnan’ı arka bahçesi olarak gören Suriye rejimi önce diplomatik, ardından askerî müdahalede bulunarak bu ittifakı yenilgiye uğratıp ülkede statükonun değişmesini engelledi. Yoksa Batı ve İsrail, Lübnan’a müdahale edecekti. Suriye’nin bu müdahalesiyle Ekim 1976’da savaşın ilk aşaması sona erdi.
Dürzîlerin ve Lübnan Ulusal Hareketi’nin lideri Kemal Canbolat’ın 16 Mart 1977’de öldürülmesi, Dürzî-Mârûnî çatışmasını yeniden başlattı. Mârûnîler, iç savaşın durulduğu ortamda Suriye’nin çekilmesi için bastırdı ve 1978’de Suriye-Mârûnî ittifakının bozulmasıyla şiddetli çatışmalar yaşandı. Suriye’ye karşı takınılan tavır Mârûnîleri kendi içinde böldü; 1978-1979’da Suriye yanlısı ve karşıtı gruplar birbirleriyle çatıştı, böylece Lübnan Cephesi dağıldı. 1980’e gelindiğinde İsrail destekli Beşir Cümeyyil, diğer Mârûnî milisleri kanla bastırarak rakipsiz lider hâline geldi ve onları zorla Lübnan Güçleri çatısı altında topladı.
1980’lere gelindiğinde Filistinliler ile İsrailliler, Mârûnîler ile Suriyeliler, kuzeyde Müslüman cemaatler, Doğu Beyrut’ta Hıristiyanlar, güneyde ve Beyrut’un kenar mahallelerinde Şiî Emel örgütü ile FKÖ milisleri çatışmaktaydı. Yine de 1977-1982 safhası -öncesi ve sonrasına kıyasla- daha sakin geçti. Ülkedeki askerî ve siyasî dengeleri değiştiren asıl önemli gelişme, 1982’de İsrail’in başkent Beyrut’a kadar Lübnan’ı işgali oldu.
İsrail ordusu Batı Beyrut’ta Müslümanların silahlarına el koyarken, Doğu Beyrut’taki Hıristiyan milisleri silahlandırdı. FKÖ’nün Beyrut’u terk etmesinden sadece Filistinliler değil, Lübnanlı Müslümanlar ve solcular da büyük bir darbe aldı. Lübnan Ulusal Hareketi, İsrail işgaliyle birlikte dağıldı.
İsrail ordusu 1983 ve 1985’te birliklerini çeşitli bölgelerden geri çekerken buralarda İsrail destekli Mârûnîler ile Suriye destekli Dürzîler ve Şiîler arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalara Amerikan birlikleri de Lübnan ordusu ve Mârûnîler safında müdahil oldu. 1984’te Şiîler, Dürzîler ve Sünnîler güçlerini birleştirip kendi bölgelerinde Lübnan ordusuna ve Falanjist milislere karşı bir isyan hareketi başlattı; Mârûnî cumhurbaşkanı ile Falanjistlerin kontrolünde ülkenin sadece %20’si kaldı.
1980’lerin ikinci yarısında iç savaş “herkesin herkese karşı savaşı”na dönüştü. Bütün silahlı gruplar hem ötekiyle hem de birbiriyle savaşıyordu.
1988-1989’da çatışan gruplar şunlardı: Güney Lübnan’da Şiî Emel hareketi ile Filistinliler, kuzeyde Trablus’ta Sünnîler ile Şiîler, kamplarda Arafat taraftarı ile Şam destekli Ebu Musa taraftarı Filistinli gruplar, Şiî gruplar Emel ile Hizbullah, Hıristiyan gruplar olan Lübnan Güçleri ile Falanjistler, Lübnan Güçleri ile Lübnan ordusu, (ülkede iki ayrı hükümetin ortaya çıktığı bu dönemde) Batı Beyrut’taki Sünnî Selim el-Hoss hükümetini destekleyenler ile Doğu Beyrut’ta kurulan askerî hükümetin başındaki Mişel Aun’un ordusu... En son 1990’da Mişel Aun ordusu ile Suriye ordusu çatıştı.
Bu dönemde şiddetlenen aynı mezhepten olan rakip milis gruplar arasındaki çatışmalar, mezhepler arası çatışmalara kıyasla çok daha kanlı ve yıkıcı geçti. Mezhepçi bir duruşla Lübnan topraklarının %20’si üzerinde bir Marunistan devletini destekleyen Lübnan Güçleri komutanı Semir Ca’ca ile mezhepler üstü Lübnan milliyetçiliğini savunan, bağımsız ve egemen Büyük Lübnan devletini yeniden ayağa kaldırma hedefindeki Mârûnî ordu komutanı Mişel Aun arasındaki son derece kanlı iç savaş buna bir örnektir. Şiîlerin yaşadığı topraklarda kimin hâkim olacağı mücadelesine tutuşan Suriye destekli laik Emel örgütü ile İran destekli dindar Hizbullah arasındaki kanlı çatışmalar da diğer bir örnek...
İç savaşın sonlandırılması amacıyla bazı girişimlerin gerçekleştiğini görüyoruz. Lübnan’daki taraflar arasında barışı sağlamak amacıyla atılan adımlardan bahsedebilir misiniz?
15 yıl boyunca savaşı bitirmek için hem bölge ülkelerinin hem de Batılı güçlerin çok fazla girişimi oldu. Ama tarafların pozisyonlarının birbirine tam zıt olduğu, yani bir tarafın sistemde köklü reform (mezhepçiliğin ortadan kaldırılması ve sistemde Mârûnî üstünlüğüne son verilmesini) isterken diğerinin en küçük bir reforma bile razı gelmediği bir ortamda uzlaşma sağlamak mümkün değildi.
Lübnan Cumhurbaşkanı tarafından 14 Şubat 1976’da şiddeti sonlandırmak için taraflara sunulan Anayasal Belge, sistemde küçük değişiklikler (cumhurbaşkanlığı karşısında başbakanlığı güçlendirmek, mecliste Müslümanlar ile Hıristiyanların eşit temsili ve üst sivil makamlarda mezhepçi temsil sistemine son vermek, bağımsız yargı, adem-i merkeziyetçilik, sosyal adalet vs.) önerdiği için Müslüman ve solcu grupları öfkelendirdi. Savaşın ilk aşaması, bu grupların Suriye ordusunca askerî yenilgiye uğratılmasıyla sona ererken, Ekim 1976’da varılan ateşkeste Anayasal Belge’deki reformların hayata geçirilmesi teyit edildi.
Ancak ülkeyi iç savaşa sürükleyen sebepler ortadan kaldırılmadığı, problemlerin çözümü için ikna edici bir yol haritası sunulmadığı müddetçe çatışmaların son bulması kısa vadede beklenemezdi. Zaten bir süre sonra savaş yeniden başladı.
Taif Anlaşması’na imza atmaya nasıl ikna oldu taraflar?
Ekim 1989’da çatışmalar devam ederken milletvekillerinin çoğunun uzlaşmasıyla kabul edilen Taif Anlaşması da bahsedilen Anayasal Belge’den çok daha ileri reformlar içermiyordu. “1976’dan 1989’a ne değişti de kabul gördü?” derseniz, sahada savaşan gruplar iyice yıprandı, tükendi; daha önemlisi, küresel ve bölgesel güçler Lübnan’ın geleceği konusunda uzlaştı.
Bu arada Taif Anlaşması, bırakın savaşı hemen kesmeyi, daha da şiddetlendirdi. Çünkü Suriye’nin tamamen çekilmesini öngörmediği gerekçesiyle anlaşmaya karşı çıkan Ordu Komutanı General Mişel Aun ve taraftarları, Suriye’ye ve Suriye yanlısı Lübnanlı milislere karşı “Ulusal Kurtuluş Savaşı” başlattı. Başkent Beyrut en kanlı dönemlerinden birini yaşadı.
Savaşı asıl sonlandıran, iç dengelerdeki değişimden ziyade uluslararası ve bölgesel gelişmelerdi. Yani küresel alanda Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve SSCB’nin müttefiklerine desteğini kesmesi, bölgesel alanda da Irak’ın Kuveyt’i işgali ve Körfez Krizi’ydi. Irak’ın yıkıcı bir savaşa sürüklenmekte olduğu bir süreçte, hasmı Suriye’ye karşı Lübnan’da General Aun’a sağladığı desteği kesmek zorunda kaldı. Aun’un Suriye ordusu karşısında direnemeyip Ekim 1990’da Fransız Büyükelçiliği’ne sığınmasıyla savaş sona erdi. Suriye’nin Saddam Hüseyin rejimine karşı Körfez Savaşı’nda Amerikan koalisyonuna desteği ve Ortadoğu Barış Süreci’ne katılma taahhüdü, Batı’nın Lübnan’da Suriye hegemonyasına yeşil ışık yakmasını sağlayacaktı.
1989’da imzalanan Taif Anlaşması nasıl bir sistem getirdi ülkeye?
Taif Anlaşması, iç savaşın ardından Lübnan siyasetini şekillendiren temel belge olmakla birlikte, eski sistemden radikal bir kopuş değildi, onun düzeltilmesini öngörüyordu. Öte yandan bu belge tam anlamıyla uygulanamadı. Önemi, Suriye’nin vesayeti altında da olsa barışın ve görece istikrarın kapısını aralamasıydı.
Taif Anlaşması ile siyasî gücün dinî cemaatler arasındaki dağılımı yeniden düzenlendi; mecliste ve hükümette sandalyelerin Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında eşit paylaşımı kabul edildi (geçmişte Hıristiyanlar 6, Müslümanlar 5 oranında temsil edilmekteydi). Ayrıca üst düzey sivil ve askerî bürokratik mevkilerde de eşit paylaşım ilkesi kabul edildi. Mârûnî cumhurbaşkanın geniş yetki alanı daraltıldı; Sünnî başbakan ile Şiî meclis başkanının yetkileri arttırıldı. Böylece cumhurbaşkanının baskın olduğu bir sistemden farklı mezhepler arasında güç paylaşımına dayalı üçlü bir yönetim modeline geçildi. Bu modelde başbakan, eşitler arasında birinci konumuna yükseldi. Anayasa Mahkemesi de kuruldu.
Taif’te mezhep temelli temsil sisteminin zaman içinde ilgası öngörülmüşse de bu hayata geçirilemedi. Ancak kamuda alt kadrolarda ve orduda mezhepçilik kaldırılabildi. 2019’da Lübnanlılar sokağa döküldüğünde talepleri hâlâ mezhepçi siyasî sistemden kurtulmaktı. Ancak bundan kurtulabilmek için Lübnan devletinin yeniden kurulması ve siyasî kültürünün tamamen değişmesi gerekir. 1861’de kurulan Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı’ndan bugüne Lübnan mezhepçi temelde yönetildi.
Taif Anlaşması’nda öngörülen adil ve temsili demokrasiyi sağlayacak yeni bir seçim sistemi, yargının güçlendirilmesi ve adem-i merkeziyetçi bir yerel yönetim sisteminin ne ölçüde hayata geçirilebildiği ise büyük bir soru işareti.
Lübnan devletinin egemenliğini yeniden tesisiyle ilgili Taif hükümleri uygulandı. Bu bağlamda -İsrail’e karşı meşru direniş örgütü olarak kabul edilen Hizbullah ile güneydeki işgal bölgesinde İsrail’in desteklediği Güney Lübnan Ordusu dışında- bütün milis kuvvetleri Suriye’nin zorlamasıyla dağıtıldı ve silahsızlandırıldı. İç güvenlik birimleri ile ordu güçlendirildi.
1976’dan beri ordusu ve istihbaratıyla Lübnan’da bulunan Suriye, 1991’de “Kardeşlik, İşbirliği ve Koordinasyon Anlaşması” ve “Savunma ve Güvenlik Paktı” ile savaş sonrası Lübnan’a müdahilliğini meşrulaştırdı, hegemonyasını resmîleştirdi. Bu hâliyle Suriye, Lübnan’la arasında “imtiyazlı bir ilişki” öngören Taif Anlaşması’ndan en fazla faydalanan bölgesel güç oldu. 1990’larda Lübnan siyasetini, Taif Anlaşması’ndan ziyade Suriye ile imzalanan anlaşmalar ve Şam yönetiminin Lübnan içinde desteklediği ve yönlendirdiği müttefikleri belirler hâle geldi. Bürokratik atamalar, meclis ve cumhurbaşkanı seçimi dâhil iç işlerinde ve dış siyasetinde Suriye onay makamına dönüştü. Bu nedenle Taif sisteminin ayakta kalmasının bir nevi garantörü oldu.
Taif Anlaşması’nda Suriye’nin aşamalı olarak geri çekilmesi öngörülse de Şam, Lübnan’ı istikrara kavuşturma ve İsrail’e karşı koruma gerekçesiyle bu ülkedeki varlığını pekiştirdi, ta ki Refik Hariri suikastı sonrası Lübnan halkının isyanıyla ve uluslararası baskıyla Nisan 2005’te ordusunu geri çekmek zorunda kalana kadar... Bundan sonra da Suriye yanlısı Lübnanlı partiler üzerinden ülkenin siyasal siste mini şekillendirmeye devam etti.
15 yıl süren savaşın sonucunda Lübnanlılar ne elde etti, neyi başardı?
Savaşın sonunda hiçbir taraf ciddi herhangi bir kazanım elde etmedi ve onca kan boşu boşuna akıtıldı. Ama Mârûnî Hıristiyanlar kendilerini en büyük kaybeden olarak görüyorlar.
İç savaşa yol açan temel meselelerin çoğu çözülemedi. Tek başarı, siyasî sistemin reforma tâbi tutulması ve Mârûnî hâkimiyetinin kırılarak Müslümanların biraz daha fazla söz hakkı elde etmesi ki, bu da nüfus gerçekleriyle hâlâ örtüşmüyor. Bu hâliyle 15 sene süren iç savaştan kimin gerçekten kârlı çıktığı, bunca kanın ne uğruna akıtıldığı, üzerinde ibretle düşünülüp ders alınması gereken bir konu.
İç savaşta işlenen vahşetlerden doğrudan sorumlu olan savaş ağaları, çıkarılan bir afla yargılanmaktan kurtuldu ve siyasete girdiler. Yeni dönemde üst düzey siyasî ve bürokratik makamlar, çoğunlukla Suriye’nin müttefiki savaş ağaları, yurtdışından savaşı finanse etmiş işadamı Refik Hariri ve onun iş arkadaşları arasında paylaşıldı. Savaş ağalarının da eklemlendiği mezhepçi siyaset ve kamu hayatı, kayırmacı-himayeci bağların damgasını vurduğu, yolsuz ve yozlaşmış bir şekilde devam edip gitti. Bunda Lübnan’ın Suriye askerleri ve istihbaratçıları için cep doldurma mahalline dönüşmesinin de etkisi vardır.
Yolsuz ve işlevsiz siyaset kurumu ülkenin hiçbir meselesini çözemediği gibi, siyaset kurumunun kendisi Lübnan’ın en temel meselesidir. Ortada asli vazifelerini icra etmekten, halkının en temel ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan aciz bir devlet var.
Lübnan iç savaşı, silahların bırakın sorunları çözmeyi, çok daha ağırlaştırdığını gösteren çarpıcı bir örnektir. Savaştan sonra yaralar sarılmaya çalışılsa da Lübnan bir daha eski günlerine geri dönemedi.
İç savaşın ülkeye maliyeti nedir?
Lübnan’daki iç savaş ve İsrail işgali, 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyada yaşanmış en karmaşık, kanlı, uzun süreli ve yıkıcı çatışmalardan biridir. Bedeli oldukça ağırdır: O dönem 2,5-3 milyon kadar olan nüfusun 144 bini hayatını kaybetti (%5), 184 bini yaralandı, 13 bini sakat kaldı. 17 bin kişi kayıp. 900 bin kişi ülkeyi terk etti (%35-40), çoğunluğu İsrail’in işgal ettiği güneyden olmak üzere 600 ila 900 bin kişi ülke içinde yer değiştirdi. 86 bin ev yıkıldı, altyapı büyük ölçüde çöktü. 300 ila 500 bin kişi evsiz kaldı.
19. yüzyıldan itibaren Arap dünyasında eğitim-öğretim ve basın-yayın faaliyetlerinin öncüsü, ilmî bir merkez, Arap entelektüeller ve öğrenciler için bir cazibe merkeziydi Lübnan. Ama savaş sırasında ciddi bir beyin göçü oldu, iktisadî ve sosyal hayat büyük darbe aldı, her alanda gerileme yaşandı.
Çok-kültürlü başkent Beyrut, din temelinde bölündü; nüfus cüzdanındaki din hanesine bakılarak işlenen katliamlar ve tehcirlerle nüfus homojenleştirildi. Hıristiyanlaştırılan Doğu Beyrut’taki Filistin mülteci kampları yerle bir edildi. Ülkenin başka yerleri de benzer akıbetlere uğradı.
Ötekiyle savaş, bir süre sonra başkalaşıma uğrayarak aynı mezhebin çocukları birbirini katleder hâle getirdi. Aynı mezhepten rakip milis gruplar arasındaki çatışmalar, dinler ve mezhepler arası çatışmalara kıyasla çok daha kanlı ve yıkıcıydı. Tam da kardeşin kardeşi öldürdüğü bu ortam, savaş sonrası dinî ve mezhebî düşmanlığı azaltan bir unsura dönüşecekti. İç savaş sonrası her grup kendi kabuğuna çekildi, zaten savaşta birçok bölgenin nüfusu homojenleştirilmişti. Birbirleriyle fazla iletişim kurmadan yaşayıp gittiler. Savaşan nesil birbirine kin gütse bile sonraki nesillerde böyle bir algı pek kalmadı.
2021’de yayınlanan “The Psychological Legacy of the Lebanese Civil War in Paramilitary Veterans” başlıklı raporu çok önemsiyorum. Farklı milis gruplarından savaşçıların on yıllar sonra ne durumda olduğuna dair bir araştırma. Buna göre, iç savaş dönemini savaşarak geçirenlerin birçoğu, silahlar sustuktan sonra hayal kırıklığına uğramışlar ve pişmanlık duymuşlar. Bunda kendilerini fedaya teşvik etmiş siyasî/milis liderlerinin ikiyüzlülüklerini keşfetmeleri önemli bir faktör; zira savaş sonrası milis liderliğinden dönme siyasî liderlerin bambaşka pozisyonlar aldıklarının, ceplerini doldurduklarının ve kendilerini yapayalnız bıraktıklarının farkına varmışlar. Ayrıca gençliğini savaşla geçirenlerin birçoğu, sivil hayata uyum sağlamakta zorlanmış, toplumdan uzaklaşmış, birçoğu bunalıma girmiş, bazıları intihar etmiş. Savaş yüzünden eğitimleri yarım kaldığından barış döneminde iktisadî fırsatlardan yararlanamamışlar.
Velhasıl savaş sonunda sistemde köklü değişiklikler yapılamadı ama bireylerin hayatı kökten değişti. Bir de savaş Lübnanlılara şunu öğretti: Ne kadar kan dökülürse dökülsün, hiçbir grup bir diğerini yok etme veya diğeri üzerinde tahakküm kurma gücüne de imkânına da sahip değil; dolayısıyla Lübnan’ın zayıf ve karmaşık siyasi sistemi asgari müştereklerde uzlaşmayla ancak işleyebilir.
Sebepleriyle sonuçlarıyla Lübnan’daki iç çatışmaların bir panoramasını çıkarttık sanırım. Şimdi isterseniz Lübnan-İsrail ilişkilerine değinelim. Kuruluşundan bugüne İsrail’in varlığı Lübnan’ı nasıl etkiledi?
Lübnan sadece 1948 Savaşı’na katıldı ama o da göstermelikti; ordusunun zayıflığı ve nüfusun parçalı yapısı nedeniyle dış politikada tarafsızlığı benimseyerek müteakip savaşlardan uzak durmayı yeğledi. Ancak İsrail’e komşu olduğundan savaşlardan etkilenmemesi mümkün değildi. Öncelikle 1948’de 100 bin Filistinli Lübnan’a sığındı ve o dönem için en çok mülteci ağırlayan ülke hâline geldi. Filistinliler başta hoş karşılansa da kalıcı oldukları anlaşılınca iş değişti. Filistinlilerin en kötü muamele gören ve en temel haklardan bile mahrum kalan kesimi Lübnan’da yaşayanlardır. Mezhepçi siyasî yapının da etkisiyle özellikle Mârûnîler Filistinlileri bir tehdit olarak gördü. 1956’daki ikinci Arap-İsrail savaşının 1958 iç savaşını tetikleyen faktörlerden biri olduğunu anlattım. Keza 1967 ve 1973 savaşları da Filistin mülteci kamplarını İsrail’e karşı direnişin merkezine dönüştürdü. İsrail sadece Filistinlileri değil, Lübnanlıları ve devletin altyapısını da vurarak büyük bedeller ödetti; özellikle güneyde yaşayan yüz binlerce insan, bugün Dahiye diye anılan Beyrut’un varoşlarına göç etti. Ülkedeki Filistinli varlığı ve direnişi 15 yıl sürecek iç savaşı tetikleyen ana nedenlerdendi.
Bu arada Siyonist önderler ile Mârûnî Hıristiyanlar arasındaki ilişkiler ve anlaşmalar 1920 yılına kadar geri gider. İsrail’in kurucu başbakanı David Ben Gurion’un “Büyük İsrail” hayali, Lübnan’ın parçalanıp Litani Nehri’ne kadar Güney Lübnan topraklarının ilhakını, kalan kısımda Hıristiyan bir devletin kurulmasını öngörüyordu. 1956’da Mısır’la savaşın ardından İsrail, kendisini çevreleyen Arap ülkelerine karşı 1958’de “Çevre İttifakı” politikasını geliştirdi ve bu bağlamda bölgede Sünnî Arap hâkimiyetine ve Pan-Arabizme karşı azınlıklarla (Mârûnî, Kürt vs.) ve Arap olmayan devletlerle (Türkiye, İran, Etiyopya) işbirliği politikasını geliştirdi. Lübnan İç Savaşı’nı “Büyük İsrail” hayalini gerçekleştirmek için fırsat olarak gördü; önce Mârûnî Falanjistlere el altından destek verirken, daha sonra 1978’de ve 1982-2000 yılları arasında Lübnan’ı doğrudan işgal etti. 2000 yılında Hizbullah’ın direnişi sayesinde ülkeden geri çekilse de siyasî ve diplomatik kanallardan Lübnan’ı dizayn çabasını hep sürdürdü.
İsrail’in Lübnan’ı işgal girişimlerinin sebepleri üzerinde biraz daha durabilir miyiz? Bugünkü hadiseler en çok hangisiyle benzerlik gösteriyor dersiniz?
1977’de sağcı Likud Partisi iktidar olana kadar İsrail yönetimleri Lübnan içinde kendisine yakın grupları el altından destekledi. Yayılmacı bir ideolojiye sahip Likud iktidarıyla birlikte doğrudan askerî işgaller süreci başladı. İlki 1978’de kısa süreliğineydi; çekilirken sınır boyunca 5 ila 10 kilometre derinliğinde bir güvenlik kuşağı oluşturup buraların kontrolünü Lübnan ordusundan kendisiyle işbirlikçi bir binbaşı olan Saad Haddad’a devretti. Asıl işgali, Haziran 1982’de Londra’daki İsrail Büyükelçisi’ne yönelik başarısız suikast girişimini bahane ederek başlattı.
İsrail’in hedefleri FKÖ’yü hem askerî de hem siyasî-sosyal açıdan yok edip Filistinlilerin mücadele azmini her yerde kırmak, Beyrut’ta İsrail’e sempati duyan bir Mârûnî yönetimi kurup onunla barış anlaşması imzalamak, Suriye askerlerini Lübnan’dan çıkartmak ve Ortadoğu’daki dengeleri değiştirip yeni bir bölgesel düzen kurmaktı. İlk üç ay her şey İsrail’in planladığı gibi gitti. İsrail ordusu hızla ilerleyip başkent Beyrut’a kadar Lübnan topraklarını işgal ederken Filistinliler büyük ölçüde tek başlarına direndiler. Güneydeki mülteci kampları çok büyük bir yıkım aldı. Beyrut’un Müslüman kesimini havadan, karadan ve denizden kuşatıp sürekli bombaladı. İki buçuk ayın sonunda FKÖ lideri Yaser Arafat, daha fazla sivilin ölmemesi için geri çekilme kararı aldı. Bu kararda yabancı bir ülkenin toprağında direnmenin etkisi de vardı. Filistinli direnişçiler önce kuzeye çekildi, ardından merkezi Tunus olmak üzere Arap dünyasının dört bir yanına dağıldılar.
30 Kasım 1982 itibarıyla İsrail işgalinin bilançosu, %84’ünü sivillerin oluşturduğu 19 bin ölü ve 32 bin yaralıydı. Ağustos ayında tehdit ve şantajla Mârûnî Falanjistlerin lideri Beşir Cümeyyil’i cumhurbaşkanı seçtirse de iki hafta sonra suikast sonucu ölmesiyle İsrail’in planları altüst olmaya başladı. Yerine geçen ağabeyi Emin’e bir anlaşma imzalatsa da uygulatamadı; 1984’e gelindiğinde Cumhurbaşkanı yüzünü Suriye’ye döndü. Dünyadan ve iç kamuoyundan yükselen tepkiler karşısında İsrail, 1983 ve 1985’te kısmi olarak geri çekilirken Lübnan topraklarının yaklaşık %10’luk güney kesimini işgal altında tutmaya devam etti.
İsrail, Lübnan’da istediği tarzda bir yönetim kurduramadı, gerçek bir barış anlaşması imzalatamadı, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini sağlayamadı, yeni bir bölgesel düzen de kuramadı. Evet, azılı terörist olarak gördüğü FKÖ’yü siyasî ve askerî merkezi Beyrut’tan çıkartıp uzaktaki Arap ülkelerine dağıtarak sınırında Filistin direnişinden kurtuldu. Ama onun yerine, işgal ettiği topraklarda yaşayan Şiîlerin İran desteğiyle kurduğu yeni ve yerli bir örgüt olan Hizbullah doğdu. Ve Hizbullah, direnişiyle 18 yıl sonra İsrail’i bir toprak parçasından geri çekilmeye zorlayan tek örgüt olacaktı ki, bunu hiçbir Arap düzenli ordusu başaramamıştı.
İsrail’in FKÖ’den kurtulduğu bir ortamda Batı Şeria ve Gazze’de Filistinlilere uyguladığı baskı politikası 1987 yılı sonunda topyekûn bir isyan olan Birinci İntifada’yı tetikledi ve bu süreçte Gazze’de HAMAS doğdu. Böylece İsrail 1980’lerde yok etmeye çalıştığı FKÖ’yle 1990’larda masaya oturmak zorunda kaldı. İntifada sırasında Lübnan’a ilgisi azalan İsrail, iç savaşın sonunda ülkenin Suriye’nin kontrolünde kalmasına ses çıkarmadı. 1980’ler Ortadoğu’nun İran-Irak Savaşı ve Lübnan iç savaşıyla paramparça olduğu ve İsrail’in en güçlü Arap devleti Mısır’ı 1979’daki barışla pasifize ettiği bir dönemdi. Başbakan Menahem Begin, İsrail’e saldırma kapasitesine sahip hiçbir ülke kalmadığını gururla söylüyor ve 40 yıllık bir barış öngörüyordu. Ne var ki Lübnan kısa süre sonra kendisinin siyasî hayatını bitirdiği gibi, İsrail iç siyaseti de daha evvel hiç olmadığı kadar derin bir krize saplandı. Kısaca masa başındaki planlar sahada tutmadı.
İsrail’in diğer bir işgali 2006’da yaşandı. Saldırı altındaki Gazze’yle dayanışma bağlamında Hizbullah’ın birkaç askerini öldürmesi ve kaçırması üzerine İsrail ordusu 34 gün sürecek ve Şiî bölgelerinde çok büyük bir yıkıma yol açacak işgale başladı. Bu çatışma görünüşte Hizbullah-İsrail savaşı ama aslında İran-ABD vekalet savaşı olup hedef, Irak’tan sonra Suriye ve İran rejimlerini devirerek çoğu Yahudi asıllı Amerikan yeni muhafazakâr (Neocon) ekibinin rüyası olan Pax-Americana’yı kurmaktı. Ama hesaplar yine tutmadı; İsrail, verdiği kayıplar karşısında geri çekilmek zorunda kalırken diplomatik-siyasî kanallardan Hizbullah’ın silahsızlandırılması için mücadeleyi sürdürdü. Neoconların Pax-Americana hayali Lübnan macerasıyla son buldu. Son dönemdeki çatışmaların akıbeti ne dair öngörünüz nedir
1982 İsrail işgaliyle FKÖ’nün Lübnan’dan çekilmesi buradaki Filistinlileri nasıl etkiledi?
Az evvel bahsettiğim gibi Lübnan’dan çıkınca FKÖ’nün Filistin’le ve Filistinlilerle doğrudan bağı koptu, zayıfladı. Bu boşlukta rakip direniş hareketleri İslami Cihad ve Hamas 1980’lerde Gazze’de doğdu ve o günden bugüne FKÖ’ye meydan okuyorlar.
Lübnan’daki Filistinliler ise kendilerini koruyan FKÖ’nün ve silahlı grupların dağıtıldığı bir ortamda büyük bedeller ödediler. İlki ve en bilineni, cumhurbaşkanı seçilen Beşir Cümeyyil’in suikastla öldürülmesinden iki gün sonra Marunî Falanjist milislerin, İsrail ordusunun desteğiyle Beyrut’taki Sabra ve Şatila mülteci kamplarına girip satırlar, bıçaklar ve baltalarla birkaç bin Filistinliyi vahşice katletmeleri; bir kısmına katletmeden evvel tecavüz, canlı canlı derilerini yüzme, gözlerini oyma, organlarını kesme gibi korkunç işkenceler yapmalarıydı. Cesetlerin çoğunun yine Falanjistler tarafından toplu mezarlara gömülmesi veya parçalanmış cesetlerin buldozerlerle yıkılan binaların altında kalmasından dolayı hiçbir zaman kurbanların sayısı tam olarak tespit edilemedi. Oysa FKÖ, 18 Ağustos’ta kabul ettiği ateşkes çerçevesinde Beyrut’taki kamplarda yaşayan Filistinli sivillerin güvenliğine yönelik İsrail’den ve ABD’den teminat alarak geri çekilmişti. İsrail’in verdiği hiçbir sözü tutmayan bir devlet olduğunu da bu vesileyle hatırlatayım.
Bu arada İsrail işgali sırasında birçok mülteci kampı büyük yıkım aldı. Ama Lübnan’daki Filistinli mültecileri katledenler ve kampları yıkanlar sadece İsrail de değildi. Lübnanlı Hıristiyan Falanjistler, Şiî Emel örgütü ve Suriye ordusunun saldırılarında, ayrıca Arafat yanlısı ve karşıtı Filistinlilerin kendi aralarındaki iç savaş yüzünden de büyük acılar ve yıkımlar yaşandı.
Özellikle 1985-1987 Kamplar Savaşı meşhurdur. Yaser Arafat’ın nüfuzunu tamamen kırarak kampları kendi kontrolüne almak isteyen Suriye destekli Şiî Emel milisleri, Filistin kamplarını muhasara altına aldılar. Kaçabilenler kaçtı, geri kalanlar ise hem topçu ateşi hem de sıkı muhasara altında ölüm-kalım savaşı verdi. Binlerce mülteci açlıktan ve salgın hastalıklardan can çekişti, bilhassa kuşatmanın son altı ayında kedi-köpek-fare yiyip kanalizasyondan atık suları içerek hayatta kalmaya çalıştılar. Yine binlerce Filistinli, Emel örgütünün sorgulama merkezinde “kayboldu”. 2.500 Filistinlinin hayatını kaybettiği, binlercesinin yaralandığı Kamplar Savaşı’nda özellikle Beyrut’taki kamplarda binaların birçoğu ağır hasar gördü.
Son olarak, FKÖ’nün yokluğunda başsız ve savunmasız kalanlar sadece Filistinliler değildi, Lübnan Sünnileri de aynı akıbeti yaşadı. Çünkü Sünniler, bazı küçük silahlı grupları olmakla birlikte, çoğunlukla FKÖ saflarında savaşıyorlardı. Suriye rejimi, kendi ülkesinde 1982’de işlediği Hama Katliamı’ndan sonra Lübnan’da Sünni milislerinin varlığını bir tehdit saydı. Diğer mezheplerin çeşit çeşit örgütlerinin olduğu bir ortamda Sünnilerin silahlı oluşumlarına izin vermedi. Kendilerini koruyan FKÖ şemsiyesi de ortadan kalktı
Son dönemdeki çatışmaların akıbetine dair öngörünüz nedir?
2023 Mayıs’ında Lübnan’daydım. O dönemki tabloyu anlatayım: Lübnan 2019’dan beri neredeyse çökmüş bir devlet. İthalata bağımlı ülkenin can damarı olan Beyrut Limanı 2020’de patladı. Ekonominin temeli olan finans-bankacılık, turizm ve ticaret çöktü. İnsanlar yıllardır bankalardan paralarını çekemiyor. 2018’de 1 dolar 1500 Lübnan lirasıyken Nisan 2023’te 140.000 liraya çıkıp Mayıs’ta 94.000 liraya indi. Lübnan parasının aşırı değer kaybı ve enflasyon karşısında orta sınıf büyük ölçüde eridi; Lübnanlıların %70’i fakirlik sınırında veya altında yaşıyordu (Filistinli ve Suriyeli mültecilerde bu oran %90’ları aşıyordu). İthalata bağımlı ülkede Merkez Bankası’nın döviz rezervi kalmadığından elektrikten ilaca en temel ihtiyaçlar bile doğru düzgün temin edilemiyordu. Hastaneler dolarla ödeme yapmayan hastaya bakmıyordu. Maddi durumu iyi olanlar jeneratörle kendi elektriğini üretirken diğerleri karanlıkta yaşıyordu.
İç siyasî kutuplaşma yüzünden 2022 Ekim’inden beri cumhurbaşkanı yok, istifa etmiş geçici hükümet ülkeyi idare etmeye çalışıyor, meclis toplanamıyor, mahkemeler birkaç yıldır işlemiyor. Yani yasama-yürütme-yargı erkleri çalışmıyor. Siyasî ve iktisadî krizle birlikte ülke güvenlik zafiyetine düşmüş durumda. Bu şartlar altında imkân bulanlar, özellikle de gençler ülkeden ayrılıyor, ciddi bir beyin göçü yaşanıyor.
İşte Lübnan’da böyle bir tablo varken 7 Ekim Aksa Tufanı patlak verdi. Hizbullah, “direniş ekseni” hikâyesi nedeniyle Gazze’yle kısmi dayanışma göstermek zorunda kaldı; ama bunu yaparken hem 2006’daki yıkım tecrübesi nedeniyle hem de Lübnan’ın mevcut durumu bir savaşı kaldıramayacağı ama en çok da Suriye-Irak hattındaki kazanımlarını yitirmemek için İsrail’le geçmişte belirlenmiş angajman kurallarını aşmadan mücadeleye çalıştı. Gazze cephesinde bir yıldır istediği neticeyi elde edemeyen Netanyahu, 7 Ekim’in yıldönümü arifesinde Lübnan’a yeni bir cephe açtı. Şu an hem Hizbullah’ın direniş kapasitesini yok etme hem de tabanının yaşadığı bölgeleri yerle bir etmekle meşgul. Ama İsrail saldırılarının Şiî bölgeleriyle sınırlı kalacağını düşünenlerden değilim. Zaten Lübnan’dan kendisine saldırı düzenleyenler ve direnenler sadece Hizbullah değil, aynı zamanda Cemaat-i İslâmî gibi Sünnî gruplar ve Filistinli örgütlerdi. İsrail onların da lider kadrosunu ortadan kaldırıyor.
İsrail Hizbullahsız ve direnişiz bir Lübnan hedefliyor; bunu gerçekleştirebileceğini düşünmüyorum. Çünkü Hizbullah sadece bir silahlı örgüt değil, aynı zamanda hükümetlerde görev alan siyasî bir parti, dinî bir cemaat ve toplumsal bir hareket. On yıllar boyunca dışlanmış olan Lübnan Şiîlerinin makus talihini değiştirmiş bir örgüt. Çok geniş bir ağa ve güçlü bir örgütlenme tecrübesine sahip. Mevcut örgüt yapısı ortadan kaldırılsa bile 1980’lerdeki formatına geri döner, ama yok olmaz. İsrail tam da bunu bildiğinden olsa gerek çok ağır bombardımanlarla Hizbullah’ı ve tabanını ülkeden sürmeye çalışıyor. Tıpkı geçtiğimiz yıllarda Hizbullah, İran ve Esed rejimine bağlı milislerin Suriye’de Sünni nüfusu yersiz yurtsuz ve vatansız bırakması gibi...
Hizbullah’ın zayıfladığı mevcut ortamda İsrail, tıpkı 1982’deki gibi, Lübnan siyasetini kendi menfaatine uygun bir şekilde dizayn etmeye çalışacaktır. Lübnan’ın güneyini ilhak hayalleri zaten hep var. Ancak hedeflerini gerçekleştirebileceği kanaatinde değilim; bölgede yayıldıkça hem bataklığa saplanacak hem de Gazze’de kendisine sınırsız destek veren Batılı müttefiklerini yitirecektir. Ayıca İsrail’in nüfusu kaç ki bölgede hegemonya kurabilsin, hele de yüz binlerce Yahudi artık İsrail’i güvenli bir vatan olarak görmeyi bırakıp ülkeyi terk ederken...
İsrail önünde sonunda hasımlarıyla masaya oturacak ve anlaşacak; ama Siyonist liderlerin lügatinde uzlaşma, taviz, anlaşma gibi kelimeler bulunmayıp tek bildiği boyun eğdirmek olduğundan bu biraz vakit alacaktır. İsrail’in 2000 yılında Lübnan’dan karşılıklı bir anlaşmayla değil, tek taraflı bir adımla apar topar çekildiğini hatırlatayım.
Öte yandan Lübnan’ın aldığı bu yıkımdan sonra (ki bu yıkım, İsrail ABD’den aldığı en tahripkâr silah sistemlerini kullandığından daha evvelkilerin hepsinden daha beter) bir daha belini doğrultabileceğini düşünmüyorum; ama ne tür bir ülkeye evirilir şu an kestiremiyorum. Emin olduğum tek şey, yaşanabilir olmaktan çıkan ülkeden dışarıya göç artarak devam edecektir. Lübnan’ın kaderini, her zaman olduğu gibi küresel ve bölgesel güçler arasındaki pazarlıklar şekillendirecektir.
Lübnan’ın tarihinde siyasî suikastların derin izleri var. İç savaş da böyle başlamıştı. Savaş sonrasında ülkeyi yeniden ayağa kaldırmaya çalışan Refik Hariri suikastı bunun en çok ses getiren örneği. Hem Lübnan’daki siyasî suikastların dinamiklerinden hem de Hariri’nin öldürülmesinin ardındaki saiklerden bahsedebilir misiniz?
Lübnan’ın siyasî tarihini suikastlar üzerinden okumak mümkündür, upuzun bir suikastlar listesi mevcut. Dünyanın en fazla siyasî suikast işlenen ülkelerinden biridir. Cumhurbaşkanları ve başbakanlardan ordu komutanlarına kadar hiç kimse gerçek anlamda dokunulmaz değildir; hatta önemli ve etkili herkes, her an faili meçhullere kurban gidebilir. Lübnan’da gerçek anlamda güçlü ve bağımsız bir yargı mekanizması bulunmadığından ve siyaseten aşırı kutuplaşmış olduğundan suçluların cezasız kalması sıradan bir durumdur ve bu da şiddet kültürünü beslemektedir. Tam da bu yüzden Refik Hariri suikastıyla ilgili uluslararası bir mahkeme kurulsa da ve milyonlarca dolar saçılsa da suçlular yine de cezalandırılamamıştır.
Bu arada Lübnan’a “Ortadoğu’nun posta kutusu” denir. Hasım/rakip ülkeler birbirlerine mesajları Lübnan üzerinden yollayarak hesaplaşırlar ve bunun yollarından biri de siyasî suikastlardır. Hem Lübnan’da hemen herkesin silahlarının bulunması ve adalet sisteminin işlememesi hem de dünya istihbarat teşkilatlarının cirit attığı bir ülke olması da bunu kolaylaştırmaktadır. Ayrıca suikastlar hem iç siyaseti hem de bölgesel güç dengelerini dizayn edici bir araçtır. Hariri suikastı tam da böyle bir suikast olup Esed rejiminin yaptırdığı aşikâr; çünkü o dönem Lübnan’ı ordusu ve istihbaratıyla yöneten Suriye’ydi ve Hariri ile Esed arasında ciddi ihtilaflar vardı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder