“IRKÇI KIŞKIRTMALARIN TÜRKİYE’NİN
İTİBARINA VE EKONOMİSİNE ETKİSİNİ 2024’TE ÇOK NET GÖRECEKSİNİZ”
Ahmed Katie (Suriyeli hukuki ve ticari danışman,
mülteci hakları aktivisti)
8.9.2023,
İstanbul
Röportajı
yapan: Zahide Tuba Kor
NOT:
Blogda yer alan 900’e yakın içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html
linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Blogdaki
şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak
göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.
Ahmed
Katie, Suudi
Arabistan doğumlu, yazılım mühendisi bir Suriyelidir. Esed rejiminin çıkardığı genel
affa güvenerek yasal yollardan ülkesine dönerken tutuklanmış ve 2005-2010
yılları arasında rejim muhalifi olan babasının yerine hapis yatmıştır.
2011-2012 yılları arasında halkı isyana teşvik ettiği gerekçesiyle İdlib’de yeniden
tutuklanmıştır. 2013 Ocak’ında hapisten çıkar çıkmaz Türkiye’ye sığınmış ve
kendi deyimiyle “Sıfırın altından hayata yeniden başlamıştır.” 2015’ten bu yana
kurduğu şirketlerle hem Suriyelilere ve yabancılara her alanda hukuki
danışmanlık hizmeti vermekte hem de dış ticaretle uğraşmaktadır. 2018’den bu
yana aynı zamanda mülteci hakları aktivistidir. 2022’de Mülteci Hakları Adalet
Merkezi’ni kurmuştur. 2023’te başlatılan Himaye Projesi’ne gönüllü hukuki
danışmanlık yapmaktadır.
“Hâlihazırda Türkiye’deki Suriyeliler, -hem sınır dışı etmeler hem de artan
ırkçılık yüzünden- 2011’den bu yana korkunun en zirvesini hissediyor. Önleri
kapkaranlık. Başlarına ne geleceğini kestiremiyorlar. Vatandaşlık alanlar bile.
Güvenli bölge farz edilen Suriye’nin kuzeyinde çatışmalar her an yeniden
alevlenebilir. Şu an Suriyelilerin ilk hedefi, Türkiye’den bir an evvel çıkıp
dünyanın neresi olursa olsun oraya gitmek.”
“Zafer Partisi, şiddete çağrı yapan bir örgüt niteliğinde; Telegram
kanallarında alenen iç savaş çağrısı yapılıyor. Sadece Suriyeliler/Araplar ile
Türkler değil, mütedeyyin ile mütedeyyin olmayan Türkler arasında da. Bu
haliyle Suriyelilerden evvel Türkiye için çok büyük bir tehlike. Telegram’da Suriyelileri
ve Afganları öldürme çağrısı yapılıyor; nasıl silah kullanacakları, bıçağı
hedefe nasıl saplayacakları bile anlatılıyor.”
“Suriyelilere karşı
işlenen suçların Arap medyasında abartılarak yayınlanmasıyla son dönemde Türkiye
Arap ülkelerinde yavaş yavaş ırkçı bir devlet olarak algılanıyor. Bu çok
tehlikeli bir durum. Türkiye’de gelişen ırkçılığa karşı bir karşı-ırkçılık
gelişiyor. Ümit Özdağ ve avanesinin ırkçılık zehrini yayması yüzünden ülkenizin
ne kadar büyük ziyana girdiğinin farkında değilsiniz.”
“Irkçılık yüzünden yabancılar Türkiye’deki yatırımlarını sonlandırıyor. Ofisim
aracılığıyla gelip Türkiye’de şirket kurmuş yakından tanıdığım Arap tüccarların
tamamı bu yaz Türkiye’ye gelmeyi bıraktı ve bana dediler ki ‘Şirketi ve
hesaplarını kapat. Bir daha Türkiye’ye gelmek ve iş yapmak istemiyoruz.’ Türkiye’ye
geldiklerinde her defasında ayda en az 10.000 dolar harcıyor, bu ülkeye para
bırakıyorlardı.”
“Aklı yerinde hiçbir insan, hanımını ve çocuğunu yapayalnız Türkiye’de
bırakıp Suriye’de sokakta uyumak için gönüllü geri dönüş belgesine imza koymaz.
Geri gönderme merkezlerinde yaşanan ciddi ihlaller var. Bu belgenin, ya oyuna
getirilerek ya da şiddet uygulanmak suretiyle imzalatıldığı hiç de
azımsanmayacak sayıda Suriyeli var.”
“Avrupa yolu çok ama çok tehlikeli. Meriç Nehri’nde çok fazla Suriyeli
boğularak veya keskin nişancı ateşiyle vurularak öldürülüyor. Yunanistan’ın Müslümanlara
ve Suriyelilere karşı nefreti o kadar büyük ki sadece kaçak göçmenleri
kemiklerini kırıp nehre atmıyor, bir de yakaladığı erkekleri kadınların, kadınları
da erkeklerin karşısında çırılçıplak soyuyor.”
“Irkçı saikle 3 defa üst üste bıçaklanan 17 yaşındaki Suriyeli genç, mahkemenin
verdiği -caninin devlet hazinesine sadece 2400 TL para cezası ödemesi- kararıyla
psikolojik olarak yıkıldı. Bu dava Suriyelilerde şu kanaati uyandırdı: Kanımızın
akıtılması Türkiye’de mubah; başımıza gelenler için şikâyette bulunsak bile
hiçbir sonuç elde edemeyeceğiz.”
“Suriyeli kadınlar çok zayıf konumda olduklarından işyerinde tacize
uğruyor. Kadınların çalışma izni, sigortası ve güvencesi yok; yasal bir şekilde
çalışamadıklarından hiçbir hakları ve hukukları da yok. Dolayısıyla tacizciler,
bu kadınların şikâyetçi olamayacağını gayet iyi biliyor. Çünkü şikâyet ederlerse
kaçak çalıştıkları için sınır dışı edilebilirler.”
“Tuhaf olan şu ki Göç İdaresi Suriyelilerin çalışma izni alıp yasal şekilde
çalışmasını istiyor; ama Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı çalışma izni
vermiyor. Bakanlık son yıllarda o kadar çok çalışma izni başvurusunu reddetti
ki. Hele son sene başvuruların yaklaşık %90’ı reddedildi. Gönüllü geri dönüşe
zorlamak için her yolu, her yöntemi kullanıyorlar.”
“Suriyeliler üniversiteye yabancı öğrenci statüsünde girdiğinden çok
yüksek harç ödemek zorunda. Yılda 60.000 TL harcı ödeyebilecek kaç Suriyeli var?
Türkiye’deki Suriyelilerin ekseriyeti günlük yaşıyor, karnını anca doyuruyor.
Bu sene Suriyeli öğrencilerin %40’ı üniversite harcını ödeyemediği için eğitimini
yarıda bırakmak zorunda kalacak.”
“Devrimden
sonraki hapishane hayatının öncekinden en temel farkları, işkencecilerin mahkûmlara
aşırı kin ve nefretle saldırması ve kadınların işkence altındaki çığlıkları,
çocukların ağlama sesleriydi. Ama her halükarda Suriye’de hapishaneler tam bir
cehennemdir. Bu hapishanelerde gördüklerimi ahiretteki cehennemde bile
göreceğimi hiç zannetmiyorum. Öyle korkunç yerlerdi.”
“Beni hukuki alanda insan hakları aktivizmine iten iki saik vardı: Birincisi, 2018’de hukuki danışmanlık şirketimize bizi çok şaşırtan sorunların gelmesiydi. Öyle ki bunlar kanunlarınızda yazmayan, içeride alınan idari kararlarla uygulamaya geçen şeylerdi. İkincisi, çocuklarımın eğitim hakkından mahrumiyetiydi. Sekiz yılda toplam 2-3 milyon lira vergi ödeyen ben bile çocuklarımı okutamıyorsam kim bilir sıradan insanlar ne durumda diye düşündüm.”
Öncelikle
bize kendinizi tanıtır mısınız?
Suudi
Arabistan’da doğumlu bir Suriyeliyim. Babam Esed rejiminin en eski
muhaliflerindendi. 1976’da ülkeden ayrılmış. Ömrü sürgünde geçti ve 4 ay evvel
Suudi Arabistan’da vefat etti. Ben de gözlerimi dünyaya bir mülteci olarak
açtım. Suudi Arabistan’da liseyi bitirdim. Ama devlet üniversiteleri
yabancıları kabul etmediğinden ve o dönem henüz özel üniversite de olmadığından
Suudi Arabistan’da eğitimimize devam edebilmemiz mümkün değildi. Dolayısıyla babam
hepimizi üniversite eğitimi için Sudan’a yolladı. Kardeşlerimin hepsi tıp
fakültesinde okudu, farklı branşlarda doktor oldu. Ben de iki bölümü aynı anda
okumaya başladım. Sabahtan Sudan Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nde Yazılım
Mühendisliği, akşamdan sonra başka bir şehirdeki Omdurman İslam Üniversitesi’nde
Hukuk Fakültesi’nde okuyordum.
Mühendislik
ve hukuk, ikisi de zor bölümler. Neden böyle bir yolu seçtiniz?
Çocukluğumdan
beri hukuk ve hukuku savunmak benim için bir tutkudur; çünkü yabancı olduğum
için küçüklükten itibaren okuduğum okullarda haksızlık ve zorbalık yaşadım. Adalet
talebi beni hukuk okumaya teşvik etti. Ancak iki bölümü aynı anda okumak çok
zor olduğundan iki sene sonra mecburen Hukuk Fakültesini bıraktım; Yazılım
Mühendisliğinden mezun oldum. Sudan’da yarım bıraksam da elhamdülillah Türkiye’ye
geldikten sonra insan hakları, uluslararası hukuk gibi hukukun çeşitli
alanlarında online akademilerden birçok dersler ve sertifikalar aldım ve hukuk
alanında kendimi geliştirdim.
Mezun
olunca Suudi Arabistan’a dönüp iki sene çalıştım. 2005’te Beşşar Esed
yurtdışındaki muhaliflerin ve çocuklarının “vatana geri dönebilmesi” iddiasıyla
genel af ilan etti. Hem bu af hem de babamın o dönem iktisadi krizle boğuşması beni
Suriye’yi ziyarete gitme konusunda cesaretlendirdi. Babamın Suriye’de çok fazla
malı mülkü vardı; ama devlet uzun yıllar evvel hepsine el koymuştu. Bu malları
geri alıp babama ve kardeşlerime yardımcı olmak istedim. Çünkü biz yedi erkek
kardeştik ve hepimiz Sudan’da okumuştuk veya okuyorduk; takdir edersiniz ki
bunun ciddi bir maddi külfeti olmuştu ve babam çok zor durumdaydı.
Pasaport
alma talebiyle Riyad’daki Suriye büyükelçiliğine gitmeye cesaret ettim. Babam
dolayısıyla hepimiz bütün sivil haklarımızdan mahrum olduğumuz için pasaportumuz
yoktu. Sudan’a da sahte pasaportlarla gitmişiz; ama babam bunu bize
söylemediğinden farkında bile değildik. Üniversiteden mezun olduktan sonra gerçeği
öğrendik. Babamıza nasıl böyle bir tehlikeyi göze aldığını sorduğumuzda “Başka
bir seçeneğim yoktu ki” cevabını verdi. Rejim sadece babamı cezalandırmamış;
çocukları olarak hepimizi sivil haklarımızdan mahrum etmiş, bizi Suriye
vatandaşı olarak kabul etmemişti.
Babanız
nereliydi ve Suriye’deyken işi neydi?
İdlib
şehir merkezinden. İnşaat mühendisidir.
Müslüman
Kardeşler’e mensuptu herhalde…
Hayır,
babam Suriye’deyken Müslüman Kardeşler mensubu değilmiş. Çok daha sonra Suudi
Arabistan’dayken katılmış. Zaten 1976’da ülkeden ayrıldığı dönemde henüz
Müslüman Kardeşler daha yolun başındaydı. Babam askerî darbe sistemine tamamen
karşı olduğu için rejime muhalifmiş. Hiçbir yere bağlı olmayıp bağımsız bir
şekilde muhalif duruş sergilemiş. Hafız Esed’in askerî darbesini mezhepçi bir
darbe olarak görmüş. Suriye’nin bu darbe yüzünden mezhepçileşeceğini daha en
baştan fark etmiş ki gerçekten öyle oldu. Toplantılarda bu tehlikeyi
dillendirdiği için takibata alınmış. Rejim tarafından arananlar listesine
girince ülkeden ayrılmış.
Siz
aftan yararlanıp Suriye’ye dönebildiniz mi?
2005’te
büyükelçiliğe gidip pasaport başvurusu yaptım. Hayatımda ilk kez bana pasaport
verdiler. Ardından ülkeme geri dönme başvuru yaptım. İki hafta sonra
büyükelçilik beni aradı; “Vatanına gönül rahatlığıyla gidebilirsin, gerekli
evrakları almak için gel” dedi. Büyükelçiliğe gittim; “Sınıra gittiğinde
görevlilere vereceksin” diyerek bana kapalı zarfta bir evrak verdiler.
Karayoluyla Suudi Arabistan’dan ayrılıp 11 Ağustos 2005’te Suriye sınırına
vardım. Sınır kapısında pasaportumu verdim; ellerimi arkadan kelepçeleyip babam
yerine, ona şantaj için beni tutukladılar. 2005 Ağustos’undan 2010 Mayıs’ına
kadar hapis yattım. Tahkikat boyunca istihbarat şubelerinde tutuklu kaldım,
daha sonra beni Sednaya Hapishanesi’ne naklettiler. O dönem Avrupa’daki insan
hakları örgütleri serbest bırakılmam için harekete geçti. Ama bu kampanyalar
işe yaramadı. 2010 Şubat’ında çıkan genel af bağlamında Mayıs ayında serbest
kaldım.
Serbest
kaldıktan sonra Suudi Arabistan’a geri dönemedim; çünkü ikamet iznim ve vizem çoktan
bitmişti. Suudi Büyükelçiliğine vize talebimi ilettim, ama reddedildim.
Pasaportumun süresi de dolmuştu; Suriye yönetimi tekrar vermedi. İdlib’in şehir
merkezinde yaşayan anneannemin evinde yaklaşık 14 ay kaldım. Çok yaşlıydı. Bu
arada anneannem Türk asıllıdır. Biz İdlib’in tanınmış ve kalabalık ailelerindeniz;
büyük bir aşiretiz. Hatta ailemizin şehir merkezinde ve şehir yönetiminde sözü
geçen iyi bir konumu vardır.
2011
Mart’ında Deraa’da olaylar başladı; hatta Humus başta olmak üzere başka
şehirlerin ahalisi sokağa çıktı. Ama İdlibliler hala evlerindeydi. Barışçıl
gösteriler için sokağa çıkmaya şehir halkını ilk teşvik edenlerdenim. İdlib
şehrinde devrim dört ay sonra, 2011 Temmuz’unda başladı. Ben de halkı
kışkırttığım gerekçesiyle 12 Temmuz 2011’de tutuklandım.
Ama
Haziran ayında Suriye ordusu İdlib’in Cisru’ş-Şuğur ilçesini kuşatmış ve
binlerce ilçe sakini korku içinde Türkiye’ye sığınmıştı. Hatta Cisru’ş-Şuğurlular
ülkemize sığınan ilk mültecilerdi. Şehir merkezi ile ilçelerin rejime isyanı
farklı dönemlerde mi başladı?
Doğru,
bahsettiğiniz tarihte ordunun ilçeye baskını nedeniyle bir grup Türkiye’ye
gelmişti. Ama henüz İdlib şehir merkezi sakindi, olaylar başlamamıştı. Bununla
birlikte Devlet Güvenlik birimi evlere baskın düzenleyip insanları tutukluyordu.
Beni de halkı sokağa dökmek için kışkırtma suçlamasıyla tutukladılar. İdlib’de
Devlet Güvenlik biriminin hapishanesinde tutuldum. 2013 Ocak’ında devrimcilerin
hapishaneye baskın düzenleyip mahkûmları serbest bırakması sırasında ben de çıktım.
Akabinde Türkiye’ye sığınma kararı aldım. Çünkü İdlib’de kaldığım kısa süre
içinde gördüm ki vilayetin kuzey kırsalındaki Ma’arrat Misrin ve çevresinde
devrimci muhalif İslami gruplar arasında çatışmalar yaşanıyor ve birbirlerini
öldürüyorlar. Ben bu tür çatışmaların içinde olamazdım. Bu çatışmaların
varacağı noktayı ve devrimin başarıya ulaşamayacağını o an fark ettim. Ortada
büyük bir oyun olduğunu hissedip hemen ülkeyi terk ettim. 2013 Ocak’ından beri
Türkiye’deyim.
Daha
evvel eski mahkûmlarla röportaj yaptım ve hapishane hayatının tam bir fecaat
olduğunu dinledim. Sizin hapishane tecrübenizi de merak ediyorum. Devrimden
önceki ve sonraki hapishane hayatı arasında ne gibi farklar vardı?
Çok
iyi bir soru. Devrimden evvel 2005-2010 yılları arasında hapishaneler sessizdi.
Kadınların sesini, hele de işkence altındaki çığlıklarını hiç duymazdık. Belki
hapishanede kadınlar yoktu. Belki de vardı, ama sayıca azdılar ve bizim
koğuşlardan uzaktaydılar, bilmiyorum. Hasta olup revire gittiğimde de hiç kadın
görmedim. Ama devrimden sonra kadınların da, çocukların da çığlıklarını sürekli
duyar olduk. Her gece duyduğumuz çığlıklar işkencelerden miydi, tecavüzlerden
miydi bilmiyoruz. Ama çok şiddetli feryatlar ve çok şiddetli çığlıklardı.
Çocuklar da sürekli ağlıyordu.
İkinci
fark kin ve nefretti. Geçmişte işkenceyi tutukludan bilgi almak için
yaparlardı. Ama devrimden sonra yapılan işkenceler, işkencecilerin
kalplerindeki kini ve nefreti sağaltmak içindi. Artık mahkûmdan bilgi almanın
bir önemi yoktu. Çok şiddetli bir kin ve nefret hissiyle sadece dövmek için
dövüyorlardı. Hatta ölümcül iç organları, başı ve boynu bile hedef alarak aşırı
nefretle saldırıyorlar, çok şiddetli işkenceler yapıyorlardı.
En
temel farklar bunlardı. Ama her halükarda Suriye’de hapishaneler tam bir
cehennemdir. Bu hapishanelerde gördüklerimi ahiretteki cehennemde bile
göreceğimi hiç zannetmiyorum. Öyle korkunç yerlerdi.
Hapishaneden
çıkıp Türkiye’ye geldiğinizde neler yaşadınız?
Buraya
tamamen iflas etmiş, beş parasız halde geldim. Kimseyi tanımıyordum. Türkçe tek
kelime bilmiyordum. Sıfırın altından hayata yeniden başladım. Büyük bir dil
engeli olduğundan yazılım mühendisliği alanında çalışamazdım. Ayrıca yazılım
mühendisliğinde uzmanlık alanım e-devlet, web sitesi tasarımı gibi konulardı;
bilgi ve iletişim alanı değildi. Geçmişte Suudi Dışişleri Bakanlığı için büyük
bir e-devlet sistemi kurulması projesinde çalışmıştım. Kurduğumuz bu sistem
hala aktif kullanılıyor… Türkiye’de iş aradım. Bazı Arap şirketleri için web
sitesi tasarlamaya başladım. O dönem Arap şirketleri daha yeni yeni İstanbul’a
gelmeye başlamıştı. Ben de İstanbul’a geldim. Aktif Arap şirketlerini tek tek
ziyaret edip web sitesi kurmanın kendileri için ne denli faydalı olacağı
konusunda ikna ettim. Sözleşme imzalayıp web sitesini yaklaşık bir hafta-on gün
içinde istedikleri şekilde kuruyor ve her defasında 800 dolar kazanıyordum. Yeni
hayatıma bu şekilde başladım.
Türkiye’ye
geldiğimde geçici koruma kimliği aldım. Ama bu kimlik neydi, sağladığı haklar
ve sorumluluklar nelerdi, bunu öğrenmem lazımdı. Zaten hukuki konuları çok
seviyordum, internetten araştırmaya başladım. Yabancılar ve Uluslararası Koruma
Kanunu ve Geçici Koruma Yönetmeliği’ni ince ince okudum. Geçici korumanın
tehlikeli olduğunu fark ettim. Bu kimliğe sahip olanlar her an Suriye’ye geri
yollanabilirdi, Türkiye içinde şehirler arası gidiş gelişimiz engellenebilirdi,
idari gözaltı adı altında her türlü hürriyetten alıkonabilirdik. Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’nı da satır satır okudum. Anayasa’nın Türk vatandaşlarına
her türlü hürriyeti çok iyi bir şekilde verdiğini, ama yabancıların bu
hürriyetlerden istisna tutulduğunu gördüm. Yabancılar Kanunu’nu okuduğumda gördüm
ki yabancıların hürriyetleri genel hürriyetlerden farklılaşıyor.
Kanunlarınızı
inceleyince statümü değiştirmem gerektiğini anladım. Zaten bir ticari şirket
kurup bunu giderek büyütmeyi arzu ediyordum. 2015’te Suriye
Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK)’dan bir pasaport çıkartmaya karar
verdim. O dönem SMDK’nın pasaport çıkartma hakkı vardı ve Türkiye’de bunu tanıyordu;
ama 2018’de bu kararını değiştirdi... Pasaport aldım, sadece bir günlüğüne
Sudan’a gidip döndüm. Bu ülke bildiğim bir yerdi ve bizi de vizesiz kabul
ediyordu. İstanbul’a dönüşümde havalimanında statümü düzelttirdim. Turist
olarak gelip oturma izni aldım. Akabinde şirket kurup hemen yatırımcı olarak
çalışma izni aldım. Sekiz senedir çalışma izniyle Türkiye’de yaşıyorum. Bu
ülkeye düzenli bir şekilde vergi ödüyorum.
Şirketim
başlangıçta küçücük bir ofisten ibaretti. Sonra giderek büyüdü ve şu an üç ayrı
ofisim var. Yazılım mühendisliği alanında iş yapmak zor olduğundan ve ticaret
yapmak için henüz sermayem de olmadığından Türkiye’deki yabancılara ve
özellikle mültecilere hukuki danışmanlık alanını seçtim. Bu aynı zamanda çok
büyük bir ihtiyaçtı. Her türlü hukuki danışmanlık hizmeti verdiğim bir hukuk
bürosu açtım. Yabancılar Kanunu’yla ilgili her konuyla ve Türk Ticaret Kanunu,
gümrük işlemleriyle vs. de ilgilendim. Yurtdışından gelen tüccarlara ve
yatırımcılara şirket kurmaya başladım. Hedefim bu tüccarları tanıyıp bir
ilişkiler ağı kurmaktı. Çünkü geçmişte kurduğum ilişkiler ağımı hapishane
yıllarında kaybetmiştim. Körfez’den ve diğer ülkelerden gelen Arap tüccarlar ve
yatırımcılarla ilişki kurmam için hukuki işler bir giriş oldu. Elhamdülillah
çok iyi ve başarılı bir iş yürüttüm. Elde ettiğim sermayeyle 2018’de bir
uluslararası ticaret şirketi kurdum. Daha evvel hukuki danışmanlık vesilesiyle
tanıştığım tüccarlara bazı ürünleri ihraç etmeye başladım ve bu şekilde
ilişkiler ağımı büyüttüm. Hayatımı ve hukuku savunma hikâyemi bu şekilde özetleyebilirim.
Siz
aynı zamanda mültecilerle ilgilenen bir insan hakları aktivistsiniz. Ne zaman
ve niçin bu işe giriştiniz?
Beş
senedir mülteci hakları aktivistiyim. Mültecilerle alakalı bütün konulara siyasi,
hukuki, iktisadi, sosyal her boyutuyla vâkıfım. Beni bir anda hukuki alanda
insan hakları aktivizmine iten iki saik vardı: Birincisi, hukuki danışmanlık
şirketimize bizi çok şaşırtan sorunların gelmeye başlamasıydı. Öyle ki bunlar kanunlarınızda
ve mevzuatlarınızda yazmayan, içeride alınan -yazılı olmayan- idari kararlarla
uygulamaya geçen şeylerdi. Bazı Suriyelilere sürpriz kodlar konması, geçici
korumanın kaldırılması, kısıtlamalar konması gibi. Bu konu dikkatimizi çekmeye
başladı, ama henüz o dönemde bugünkü kadar çok değildi. Bu arada 2018’de mülteciler
için her şey değişmeye, daha öncesinde olmayan problemler ortaya çıkmaya
başladı. İkincisi ve benim için çok daha önemlisi, çocuklarımın eğitim
hakkından mahrumiyetiydi. Ben Türkiye’de belediyede Türk Medeni Kanunu’na göre
resmi nikâhla evlendim; tabii ki dini nikâhımız da var. Rabbim beni üç evlatla
rızıklandırdı. Şu an en büyük kızım yedi yaşında ve üç senedir bütün çabalarıma
rağmen onu anaokuluna da, ilkokula da kaydettiremiyorum.
Niçin
çocuklarınız eğitim hakkından mahrum?
Yabancılar ve
Uluslararası Koruma Kanunu’ndaki bir boşluktan kaynaklanıyor. Eğer ben
veya eşim geçici koruma kimliğine sahip olsaydık bu sorunu yaşamayacaktık; ama
her ikimiz de ikamet izniyle burada yaşıyoruz. Üç sene evvel bu kanuni problemi
fark ettiğimde çözülmesi için konuyu Göç İdaresi Başkanlığına götürdüm, çok
uğraştım. Ama bugüne kadar hiçbir çözüm üretilmedi. Bu sorunu kendim yaşayınca acaba
aynı sorunla yüzleşen başkaları da var mıdır diye araştırdığımda çok fazla
olduğunu fark ettim.
Diğer
ülkelerden gelmiş yabancıların çocukları da aynı sorunu yaşıyor mu, yoksa
Suriyelilere mahsus bir sorun mu?
Sadece
Türkiye’de doğan Suriyeli çocuklar bu sorunu yaşıyor. Bunun da çeşitli sebepleri
var. Birincisi, eğer ki annenin geçici koruması veya ikameti yoksa, kanuna
aykırı bir şekilde Türkiye’de yaşıyorsa, çocuğunu doğurduğunda hiçbir resmî
belge verilmiyor ve dolayısıyla hiçbir eğitim ve sağlık hizmetinden
faydalanamıyor. Bundan muzdarip birçok Suriyeli var. İkincisi, sayıca daha az
kişinin muzdarip olduğu bir hukuki boşluk olup biz de bu gruptayız. Kendi hikâyemiz
üzerinden şöyle açıklayayım: Daha evvel anlattığım gibi, hukuki mevzuatınızı
inceleyip geçici korumanın tehlikeli bir statü olduğunu fark ettiğimden 2015’te
Sudan’a giriş-çıkış yapmak suretiyle geçici koruma statüsünden çıkıp çalışma izniyle
ikamet hakkı elde ettim. Eşim de 2015’te Beyrut üzerinden havayoluyla Türkiye’ye
geldiğinden o da geçici koruma statüsüyle değil, ikamet hakkıyla burada yaşıyor.
(Geçici koruma statüsü sadece sınırdan karayoluyla gelenlere veriliyor.) Yani
ben de, eşim de ikamet izniyle Türkiye’de yaşıyoruz. Dolayısıyla biz de, burada
doğan çocuklarımız da Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununa tâbiyiz.
Bu
kanuna göre Türkiye’de doğanlar, ebeveynleri gibi ikamet kanununa tâbi olup
ikamet başvurusunun en geç altı ay içerisinde yapılması gerekiyor. Bunun için
de pasaportun olması lazım. Ama benim de, çocuklarımın da pasaportu yok. Çünkü
Suriye rejimi beni hapishaneden kaçmış hükmünde görüyor. Dolayısıyla bütün
sivil haklarımdan mahrumum. Çocuklarımı Suriye’de kayıt altına aldıramadım. Kızımı
okutamamamın sıkıntısıyla, çok uzun çözüm arayışlarının ardından kısa süre
evvel simsarlar aracılığıyla Şam’daki üst rütbeli bir subay üzerinden bir yol buldum. Subay,
çocuklarıma pasaport çıkartabilmem için üzerimdeki emniyet kaydını silmek üzere
benden 5000 dolar aldı. Ardından evliliğimi ve çocuklarımı kaydetmek ve böylece
Suriye vatandaşı olabilmelerini ve pasaport alabilmelerini sağlamak için 1600
dolar daha aldı. Bunu hallettim. Ama pasaport çıkartmama rağmen mesele çözülmedi.
Göç İdaresi Başkanlığından bana “Doğumlarının ardından ilk 6 ayda bunu
yapmalıydın, vakit çoktan geçmiş. Tek yol, yurtdışına çocuklarınla çıkış yapman,
ardından vize alıp Türkiye’ye tekrar giriş yapman” dediler. En büyük sorun, dünya
üzerindeki hiçbir devletin Suriye pasaportuna eğer üçüncü bir ülkede ikamet
izni yoksa vize vermemesi. Yani sorunum çok büyük ve çözümü de yok. Bu konuda
tam 11 kere Göç İdaresi’yle görüştüm ve her defasında ret cevabı aldım. Doğrudan
İçişleri Bakanlığına başvurdum, 15 gün sonra yine olumsuz cevap geldi. “Ben
Türkiye’ye geldiğimden beri tek kuruş yardım almadım ve size bugüne kadar birkaç milyon lira vergi ödedim. İstisnai uygulamalarınız hiç mi yok?” diye
sordum. Cevaben “Valla karar karardır, muhacir muhacirdir” dediler. Bütün bu
görüşmemizin ses kaydı bende duruyor. Çok net bir ret cevabı aldım. İşte bunlar
beni çok daha fazla hukuk alanında faaliyete teşvik etti. Eğer ki benim bile
durumum buysa sıradan insanlar kim bilir ne durumdalar diye düşündüm. Durumu
tüm yönleriyle incelemeye, vakaları almaya, gönüllü olarak ve ücretsiz hukuki
danışmanlık yapmaya başladım.
Bugüne
kadar binlerce vaka için bize başvuruldu. Özellikle gönüllü danışmanlık
noktasında hakikaten çok büyük bir iş yükümüz var. Suriyeliler kanunlarınızı
bilmedikleri için kendilerini hukukla nasıl koruyacaklarını, ne yapacaklarını
bilmiyorlar. İşte bu yüzden 2022’de Mülteci Hakları Adalet Merkezi’ni (مركز
عدالة لحقوق اللاجئين)
kurdum. Ardından yine gönüllülük çerçevesinde Himaye Projesi’ne hukuki danışman
olmam için talep geldi. Bu proje aynı zamanda Suriyeli mültecilere hukuki
farkındalık sağlıyor ve zor
vakalarda avukat tutarak onları korumayı hedefliyor.
***
Hukuki
danışmanlık hizmetleri ve ticaretle meşguliyetin yanı sıra aynı zamanda
mültecilerle ilgilenen bir insan hakları aktivistsiniz. Mültecilerin yaşadığı
problemleri en ince ayrıntısına kadar biliyorsunuz. Bunları tek tek soracağım
ama öncelikle, ülkemizde son birkaç yıldır artan ırkçılığın Suriyeliler
üzerindeki etkisiyle başlayalım.
Irkçılığın
ve ırkçı söylemlerin yayılması ve ırkçı saldırıların artması ciddi bir sorun. Bir
yanda resmî makamların sokakta yabancıları gelişigüzel yakalayıp haklı-haksız
sınır dışı etmesi, diğer yanda Ümit Özdağ’ın Türkiye siyasetinde gündem haline
getirdiği ve bütün muhalefetin de kullandığı ırkçılık ve yabancı düşmanlığı,
Suriyelileri çok korkutuyor ve ölüm pahasına bile olsa, hangi yolla olursa
olsun, Avrupa’ya kaçma fikrini yerleştiriyor. Beni arıyorlar “Ahmed Hocam,
Avrupa’ya gideceğiz, bize dua et” diye. Diyorum ki “Bunun için dua etmek caiz
olmaz, Avrupa’ya gitmeniz intihar demek.” Yunanistan’ın sadece deniz değil kara
sınırında da o kadar çok ölüm ve öldürme vakasına şahit oluyoruz ki… Burası tam
bir intihar yolu. Bunu kendilerine anlatıyorum, yine de diyorlar ki “Ne olursa
olsun gideceğim, ölmek bu şekilde yaşamaktan daha iyidir.”
Irkçılık,
Türkiye için gerçekten çok büyük bir mesele. Ümit Özdağ önce MHP’den, sonra İYİ
Parti’den kovulmuş bir siyasetçi. Sonunda kendi partisini 2021’de kurdu. Partililerin
bütün Twitter hesaplarını ve Telegram kanallarını dakika dakika, hatta saniye
saniye takip ediyorum. Bu parti kanaatimce şiddete çağrı yapan bir örgüt
niteliğinde; hatta alenen iç savaş çağrısı yapıyor. Sadece Suriyeliler/Araplar
ile Türkler değil, mütedeyyin ile mütedeyyin olmayan Türkler arasında da aynı
çağrıyı yapıyorlar. Bu haliyle Suriyelilerden evvel Türkiye için o kadar büyük
bir tehlike ki... Zafer Partisi üyelerince kurulan dışa kapalı Telegram
kanalları çok tehlikeli. Onları yakından takip ettiğim için dışa kapatmadan
evvel hızlı davranarak bu kanallara girebildim. Bu kanallarda Suriyelileri ve
Afganları öldürme çağrısı yapılıyor. Dahası, nasıl silah kullanacakları, bıçağı
hedefe nasıl saplayacakları bile anlatılıyor. Hangi bıçak daha iyi, hangi silah
daha ucuz ve nereden satın alınabilir bunu da birbirlerine öğretiyorlar.
Zaten
son bir-iki yılda epeyce çok Suriyeli ırkçı saldırıya uğradı, hatta öldürüldü.
Evet.
Nefret
suçu bağlamında işlenen cinayet sayısını biliyor musunuz?
Bütün
istatistikler bende var. İsim isim, kim ne şekilde öldürüldü hepsinin listesini
tuttum… Sadece öldürülenler değil, bir de sokaklarda bıçaklanıp ölmeyenler var.
Fatih’te koskoca Akdeniz Caddesi’nde bıçaklanan bir Suriyeliye hukuki
danışmanlık hizmeti veriyorum. Çok tuhaf bir vaka. Çünkü Fatih ırkçı bir ilçe
değil. Cani, genci bıçakla karnından ve böbreğinin kenarından yaralarken “Sen
hala niye buralardasın? Defol git Suriye’ye” diyor. Vakalarda dikkatimizi çeken
ortak yön, ekseriyetle böbreklerin yan tarafı hedef alınarak bıçakların
saplanması. Telegram yazışmalarında da zaten “böbreğin yanını hedef alın” diye
tavsiye ediyorlar. Bu gruplardan sorumlu kişileri fark ettiğimizde ve
fotoğrafını bulduğumuzda şunu gördük ki hepsi aynı zamanda Zafer Partisi’nin
gruplarında yer alıyorlar. Bağlantılar çok net. Dolayısıyla bu parti aslında
şiddet çağrısı yapan bir örgüt. Hatta terör örgütü olarak bile
sınıflandırılabilir.
Velhasıl Suriyeliler artan
ırkçılıktan çok korkuyor. Maalesef ki medya da bu korkuları artırıyor. Medyanın
her iki kesimi de insafsız. Türk medyasında bilhassa Zafer Partisi ile İYİ
Parti’nin medyası Suriyelilere gerçekten çok zulmediyor. Önce çok fazla gerçek
dışı söylentiler yaydılar, sonra insanları nefrete teşvik ettiler ve sonunda bundan
oy devşirmeye başladılar. Oy almak için yaptıkları bu kışkırtmalar
Suriyelilerin hayatını cehenneme çevirdi. İnanın ben de dahil Suriyelilerin
çoğu sokağa çıkmaya korkuyoruz. Bir yığın genci bıçakladılar. Sokakta yürürken
sürekli etrafımı kontrol ediyorum, arkama bakıyorum, acaba sırtımdan
bıçaklayacak biri var mı diye.
Suriyelilere
zarar veren diğer medya da Arap medyası. Suriyelilere karşı işlenen suçlara
olumsuz şekilde dahil oluyor. Vakaları abartarak yayınlıyorlar. Bütün Körfez
ülkelerinin halkları da bu konuya dikkat kesilmeye ve tutum belirlemeye başladı.
Son dönemde Türkiye Arap ülkelerinde yavaş yavaş ırkçı bir devlet olarak
algılanıyor. Bu çok tehlikeli bir durum. Türkiye’de gelişen ırkçılığa karşı bir
karşı-ırkçılık gelişiyor.
Ümit
Özdağ ve avanesinin ırkçılık zehrini yayması yüzünden ülkenizin ne kadar büyük
ziyana girdiğinin farkında değilsiniz. Aslında son seçimlerde oylarının ne
kadar düşük olduğunu gördük. Aldıkları %2,3’lük oy, Türk halkının ırkçı
olmadığını bize gösterdi. Ama oy vermediği halde onların propagandalarına
inanan maalesef ki geniş bir kitle var.
Artan
ırkçılığın Türkiye’nin ekonomisine ve itibarına verdiği zararı da soracağım. Ama
şimdi Türkiye’deki Suriyelilerin hâlihazırda yaşadığı temel problemlerle devam
edelim.
Birincisi,
kayıtsız çocuklar. Suriyeli bir hanım hastanede çocuğunu doğurduğunda orada
çocuğun doğduğuna dair bir belge veriliyor ama bu, doğum belgesi değil. Üzerinde
sadece bu çocuk şunun çocuğudur yazıyor, o kadar. Çocuğun nüfus müdürlüğünde kayıt
altına alınması gerekiyor. Ama annenin kimliği yoksa çocuk kaydedilmiyor, kayıtsız
ve uyruğu belirsiz kalıyor. Ebeveynler çocuklarının gelecekte ne gibi yasal
engellerle karşılaşacaklarının farkında değil. Bu çocuklar büyüdüğünde çok
sıkıntı çekecekler.
İkincisi,
eğitim hakkından mahrum kalan çocuklar. Bu liste her geçen yıl kabarıyor. Bu
konuda elimizde net bir istatistik yok; ama gerçeğe en yakın sayı 2000-2500
olmalı. İki-üç sene içinde bu sayının 25.000-30.000’e çıkacağı kanaatindeyim. Diğer
problem, okullarda ırkçı saiklerle yaşanan zorbalık. Bu, çocuklar arasında
normal olan akran zorbalığı veya davranışlardan kaynaklı bir sorun değil. Irkçı
zorbalık yüzünden okulu bırakmak zorunda kalan çok fazla çocuk var.
Üçüncüsü, geçici koruma
statüsündekilerin sınır dışı edilmesi. Hukuki çerçevenin dışına çıkan çok fazla
sınır dışı vakası var. Bunu çeşitli dedikodular üzerinden söylemiyorum;
elimizde birçok fotoğraflanmış tanıklık var.
Gönüllü
geri dönüş adı altında sınır dışı edilmelerle ilgili bana çok ilginç ve can
sıkıcı örnekler geliyor. Bu konuyu ayrıntılı anlatmanızı isterim.
Bu
konuda bize çok fazla şikâyet geliyor. Gönüllü geri dönüş belgesi, ya oyuna
getirilerek ya da şiddet uygulanmak suretiyle, yani hukuki olmayan yollarla
imzalatılan hiç de azımsanmayacak sayıda Suriyeli var. Mesela bir belgeyi diğer
belgenin altına saklayıp oyuna getiriyorlar. “Bu emanet belgesini imzala, seni
salacağız” diyorlar; hâlbuki imzalattıkları, Suriye’ye gönüllü geri dönüş
belgesi. Belge hem Arapça hem de Türkçe yazılı oluyor. Ama okumayı bilmeyen
Suriyeliler var veya okuduğu halde anlamayanlar da oluyor. Çünkü nihayetinde hukuki
bir belge bu; herkes hukuki terminolojiyi, gönüllü geri dönüşün ne anlama
geldiğini anlamaz. İmzalıyorlar ve kendilerini Suriye’de buluyorlar. Bazen
belgeyi ısrarla imzalamayanları dövüyorlar. Dayak yediği vücudundaki izlerle
belgelenen vakalar var. Dişleri kırılanlar mevcut. Tabii ki herkes bu şekilde
değil.
Geçmişte
gönüllü geri dönüş belgesi üç farklı tarafça imzalanıyordu: Göç İdaresi,
gönüllü geri dönmek isteyen kişi ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek
Komiserliği (BMMYK) temsilcisi. Ama 2018’den itibaren köklü değişiklikler oldu.
BMMYK yerine artık Türk Kızılay’ı imza koyuyor. Ama çoğu zaman Kızılay
temsilcisi imza sırasında hazır bulunmadığından yerine Göç İdaresi vekâlet
ediyor. Bu ciddi bir sorun. Yani gönüllü geri dönüş, tek bir tarafın elinde ve
bu da ilgili şahsı gözaltında tutan taraf. Dolayısıyla bu belge iç hukukunuza
uygun olsa da uluslararası hukuka uygun değil.
İçişleri
Bakanlığı diyor ki elimizde imzalanmış gönüllü geri dönüş belgeleri var. Gerçekten
de bu imzalı belgeler gönüllü geri dönüşü ispatlıyor. Ama problem, belgelerin
nasıl imzalandığında. Belgelerin imzalanma sürecinde sıkıntılar olduğunun en
önemli delili, Suriye’ye sınır dışı edilenlerin çoğunun ailelerinin Türkiye’de
kalması. Yine birçok kişi sınır kapısının Suriye tarafına gelir gelmez toplu halde
hemen fotoğraf çektirip itirazlarını ifade ederek medyada ve sosyal medyada yayınlıyorlar.
Dahası, sınır dışı edilenlerin birçoğu, kuzeyde hiçbir akrabası, tanıdığı ve
gidecek yeri olmadığından sokakta uyuyor. Takdir edersiniz ki aklı yerinde
hiçbir insan, hanımını ve çocuğunu yapayalnız Türkiye’de bırakıp Suriye’de
sokakta uyumak için gönüllü geri dönüş belgesine imza koymaz. Yani geri
gönderme merkezlerinde (GGM) yaşanan ciddi ihlaller var. Geçmişte GGM’ler Göç
İdaresi ile BMMYK’nın denetimindeydi. Ancak BMMYK 2018’den bu yana GGM’lerde
yok ve bu büyük bir sorun.
Şu
an birçok çocuk, babasız halde anneleriyle Türkiye’de yaşamaya mahkûm.
Türkiye-Suriye sınırı o kadar sıkı korunuyor ki Türkiye’ye kaçak giriş artık
neredeyse tamamen imkânsız. Dolayısıyla sınır dışı edilenlerin ekseriyeti geri
gelemiyor. En büyük sorunlardan biri de Türkiye’deki ailenin geri kalanı Suriye’ye
gönüllü olarak dönmek istediğinde yaşanıyor. Suriye sınırına gidiyorlar; ama çocukların
geçişi için babadan muvafakatname isteniyor. Suriye’nin
kuzeyinde yönetim Türkiye’nin kontrolünde olduğu halde noter bulunmadığından babalar
bu belgeyi yollayamıyor. [Muvafakatname sadece Esed yönetiminden çıkartılabiliyor].
Kuzeyde PTT ve Ziraat Bankası şubesi var, ama noter yok. Niçin? Eğer noter olsa
birçok büyük sorun çözülecek. Bakın, insanlar sınır dışı ediliyor; ama Türkiye’de
mesela arabaları, işyerleri, dükkânları, bankadaki paraları kalıyor. Bu da
dönüşlerin gönüllü olmadığının diğer bir kanıtı.
Göç
İdaresi’yle bir toplantıda dedim ki “İş böyle giderse toplumlar arası çatışmaya
yol açacak.” Aileleri burada kalırken insanların Suriye’nin kuzeyine atılmaları
o kadar büyük bir sıkıntı ki… Adam Suriye’de iş bulup, çalışıp Türkiye’de kalan
ailesine yollamak istiyor; ama kuzeyde iş namına hakikaten hiçbir şey yok. Hal
böyleyken bu adam Türkiye’de kalakalan ailesini neyle besleyecek? Ailesini kötü
insanların eline mi bırakacak? Bu işin sonunun nereye varacağını size söyleyeyim.
Zorla gönderilenlerden biri bana dedi ki “Silahlı gruplara katılacağım. Çünkü
aylık 500 dolar veriyorlar.” Sordum “Milli Ordu’ya mı katılacaksın?” diye. Bana
güldü ve dedi ki “Milli Ordu’nun verdiği maaş 1500 TL. Onunla hem kendimi hem Türkiye’deki
ailemi nasıl geçindireyim? SDG’ye katılacağım.” “Sen ne yapıyorsun öyle? Bu çok
yanlış” dediğimde cevabı şu oldu: “Türkiye bana ne yaptı peki? Hayatımı
bitirdi, mahvetti.” Yani insanlar hem ailesini geçindirebilmek gibi bir
iktisadi saikle hem de Türkiye’ye duyduğu öfkeden yavaş yavaş bu noktaya
eviriliyor. Türkiye bu şekilde düşmanın eline hediye veriyor. Bu o kadar büyük
bir yanlış ki…
Dahası,
insanların bu şekilde sınır dışı edilmesi Suriye’de çok kötü bir propaganda
aracına dönüşüyor. Çünkü dönenler, geri gönderme merkezlerinde başlarına neler
geldiğini, nasıl dayaklar yediğini ve geri yollandığını anlatıyor. Suriye’nin
kuzeyinde birçok insan aşiret mensubudur. Aşiretçilik, bir tür ırkçılık veya
milliyetçiliktir, aşiret mensupları arasında güçlü bir dayanışma duygusu ve bağ
vardır. Yaşananlar yüzünden bölgede bir kin ve nefret oluşursa Türkiye
gelecekte ne yapacak?
Türkiye’deki
Suriyelilerin yaşadığı diğer problemlere dönelim. Liste uzun…
Mesela
son dönemde Gaziantep’te Suriyeliler adına su, elektrik ve gaz sayaçları açılması engelleniyor. Artık
sadece Türk vatandaşları sayaç açtırabiliyor. Bu da demek oluyor ki Suriyeliler,
yaşadıkları kiralık evden çıkıp başka bir kiralık eve taşınamaz. Gaziantep’te
başlayan bu uygulamanın yakında başka şehirlere de yayılmasını bekliyorum. Bu,
daha evvel İstanbul’da oldu; İGDAŞ geçici koruma kimliklilere doğalgaz sayacı
açmayacağını duyurdu. Hemen konuya el attık ve medyada konu yayılınca İGDAŞ
geri adım attı. Ama Gaziantep’te artık bu uygulanıyor.
Gaziantep’te
bu karar depremden evvel mi, sonra mı alındı?
Mayıs’taki
seçimlerden sonra alındı. Ama bunun seçimlerle bağlantısı olduğunu
zannetmiyorum. Suriyelilerin ve diğer yabancıların adres değiştirmesi
istenmiyor. Çünkü eğer ki taşınıp da bir Türk’ün adına sayaçları açılırsa nüfusun
yeniden tespiti büyük bir meseleye dönüşecek. Suriyelilerin adres değiştirmesi
yasaklanacak gibi görünüyor. Eğer kiracı olduğu evden çıkmak zorunda kalırsa
adres kaydı silinecek ve bu da büyük bir problem.
Zannedersem
Türkiye bu gibi idari kararlarla Suriyelilerden ‘gönüllü’ olarak kurtulmaya çalışıyor,
ne dersiniz?
Bu
konuda 2021 Ekim’inde Facebook’ta bir yazı yazdım. Başlığı “Korkunun Normalleştirilmesi”
idi. Özetle şöyle demiştim: Çok yakında Suriyeli mültecilerin yaşadığı komşu
ülkeler Ürdün, Lübnan ve Türkiye’de Suriyelilere baskıların başlamasına şahit
olacağız. Bu baskıların hedefi, Suriye halkını ülkesine geri göndermek ve
böylelikle krizi bitirmek için siyasi uzlaşma yoluna gitmek olacak. Çünkü
mülteciler geri dönmeden Esed rejimiyle normalleşme veya uzlaşma gerçekleşemez.
Yurtdışındaki mülteciler fiilen muhaliflerin elindeki en önemli güç. Esed
rejiminin Suriye’nin meşru yöneticisi olarak ülkeyi kontrolü altına alması ve
yönetmesi için kilit, mültecilerin geri dönüşü olacak.
Yoksa
mültecilerin geri dönüşü, Suriye’de çatışmaların yeniden patlak vermesinin
kilidi mi olacak?
Evet.
Durum böyle devam ederse hiç şüphesiz sonunda çatışmalar yeniden başlayacak.
Suriyelilerin çalışma hayatında karşılaştığı
sıkıntılar neler?
Çok sıkıntılar var. Mesela Suriyeli
kadınlar işyerlerinde tacize uğruyor. Böyle birçok vaka geliyor bize. Kadınların
çalışma izni, sigortası ve güvencesi yok; yasal bir şekilde çalışamadıklarından
hiçbir hakları ve hukukları da yok. Dolayısıyla tacizciler, bu kadınların şikâyetçi
olamayacağını gayet iyi biliyor. Çünkü şikâyet ederlerse kaçak çalıştıkları
için sınır dışı edilebilirler.
Bu çok önemli bir konu. Suriyeli kadınlara
yönelik tacizin yaygın olduğunu yıllardır duyuyorum. Hakikaten öyle mi? Ve
özellikle hangi tür işlerde daha fazla?
En fazla terzilerde, konfeksiyonlarda
ve fabrikalarda oluyor. Bana bu konuda çok şikâyet geliyor.
Tacizciler genellikle patronlar mı,
yoksa işçiler mi?
Her ikisi de. İşçiler de olabiliyor,
patronlar da; Türkler de bunu yapıyor, Suriyeliler de. Çünkü Suriyeli kadın çalışanlar
çok zayıf konumdalar. Onları koruyan hiç kimse ve hiçbir mekanizma yok.
Buradaki en büyük zorluk kolaylıkla işten çıkartılmaları. Tuhaf olan şu ki Göç
İdaresi Suriyelilerin yasal bir şekilde çalışmasını, çalışma izni almasını
istiyor; ama Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı çalışma izni vermiyor. Bakanlık
son yıllarda o kadar çok çalışma izni başvurusunu reddetti ki. Hele son sene
başvuruların yaklaşık %90’ı reddedildi.
Bakanlık niçin çalışma izni vermiyor?
Gönüllü geri dönüşe zorlamak için
her yolu, her yöntemi kullanıyorlar. Ve bu karar siyasi olup üst makamlarca
alındı. Muhalefeti memnun etmek için mi? Hayır. Halkı memnun etmek için mi? Hayır.
Üst makamlarla kastınız Türkiye’deki
üst makamlar mı, yoksa uluslararası alan mı?
Bu, uluslararası bir karar, ama
Türkiye’nin işbirliğiyle alındı. 2018’de Türkiye’de Rusya, Fransa ve Almanya’nın
katılımıyla Suriye konulu bir dörtlü zirve toplantısı yapıldı. Bu toplantıda
konuşulan konulardan biri gönüllü geri dönüştü. Yani bunun kararı beş sene
evvel alındı. Türkiye bu işten yoruldu; fazla uzayan bu krizden kurtulmak istiyor.
Daha evvel siyasi ve askeri yolları denedi, olmadı. Sonunda bu noktaya geldi.
İş alanındaki diğer probleme gelince,
Göç İdaresi 2014’te kurulduğunda vahim bir hata yaptı. İnsanlar geçici koruma altına alınırken parmak
izi verdikleri sırada en azından mesleğin/işin ne diye sorulmalı ve mesleklerine
uygun şehirlere dağıtmalıydı. Mesela çiftçiler tarım bölgelerine, sanayiciler
veya terzilik, dikiş bilenler fabrika ve atölyelerin olduğu şehirlere,
mermerciler mermer çıkan yerlere kaydedilmeliydi. Ama maalesef ki insanlar
rastgele, şehirlere konan kotaya göre dağıtıldı. İstanbul’a mesela 500.000
kotası konduysa, insanları becerilerine ve mesleğine bakmadan bu şehre
kaydettiler; sonra kota dolduğu an, tamamen artık oraya gidemezsiniz dediler.
Bu dağıtım işi, üzerinde çalışılarak yapılmadı.
Beş yıldır Göç İdaresi Başkanlığına
geçici korumayı hemen vermeyin, bu yanlış diyorum. Önce gelen kişinin kaydını
yapın; altı ay sonra entegrasyon ve dil belgesi isteyin, bu şartı yerine
getirene geçici koruma statüsünü verin. İnanın Suriyeliler Türkçeyi öğrenmiş
olsaydı birçok engel ortadan kalkacaktı. Başlangıçta birçok Suriyeli dil
öğrenmedi veya öğrenmekte gecikti. Türkiye’deki varlıklarının fazla uzun sürmeyeceğini
zannetmeleri de bunda etkili. Dil öğrenmenin önemi son yıllarda idrak edildi.
Dili vaktinde öğrenmemek Suriyelileri Türk toplumundan tecrit etti. Ayrıca
Türklerin tamamının olmamakla birlikte çoğunun Suriyelilerden nefret duymasına
yol açtı. Öyle ya, on yıldır burada yaşayıp hala dil öğrenmemek olur mu? Kısaca
birçok hatalar yapıldı. Bu hataları bu saatten sonra düzeltmek hakikaten zor.
Belki bazı şeyler düzletilebilir, ama bunun için ortada bir irade ve istek de yok.
Artık istenen tek şey, sınır dışı etmek.
İnsanlar artık en ufak bir hatasında
doğrudan sınır dışı ediliyor. Kısa süre evvel alınan bir karara göre 24 Eylül
itibarıyla başka şehre kayıtlı olduğu halde İstanbul’da yaşayanlar doğrudan
sınır dışı edilecek. Bu karar hiç adil değil. Buna bir başka karar da eşlik
etmeliydi; kayıtlı olduğun şehre dön, sana derneklerin yardımıyla iş vereceğiz
denmeliydi. Bu arada Suriyelilerin dernekleri ne iş yapar? Çoğu uyuyor. Toplantı
düzenleyip fotoğraf çektirmekten başka bir şey yapmıyor. Bunlardan 10-15 tanesi
hakikaten çok aktif, kalanının çoğu boş faaliyet.
Suriyeliler başlarına gelen olaylar
için karakola gidip şikâyette bulunduğunda bir sonuç alabiliyorlar mı?
Bu konuda problemimiz büyük. Hukuki
danışmanlığını yaptığım, bıçakla yaralanan iki vakayı anlatayım. Birincisi 1,5
yıl, ikincisi 2 hafta evvel bıçaklandı. Her ikisi de 17 yaşındaydı. İlki Kâğıthane’deki
bir parkta sadece ve sadece Suriyeli olduğu için bıçaklandı. Fail durup
dururken yanına yaklaşıp “Sen Suriyeli misin?” diye sormuş. O da “evet” deyince
bıçağı ardı ardında tam üç defa saplamış. Yaklaşık bir ay hastanede yattı, çok
şükür hayatta kaldı. Karakola şikâyetinde ona refakat ettim. Gencin ifadesini
alan görevli, ırkçı saiklerle ve Suriyeli olduğu için bıçaklanmanın
gerçekleştiğine dair ifadeyi bilerek tutanağa geçirmedi. Yazılan tutanağı
okuyup bu kısım eksik diye itirazda bulunduğumda bana “Bu önemli değil”
cevabını verdi. “Hayır, bu en önemli nokta” diye ısrar ettim. Çok sinirlendi ve
sonunda yazdığı tutanağı yırtıp çöpe attı. Gencin ifadesini yeniden aldı. Aynı
sorunu iki hafta evvelki bıçaklama olayından sonra da yaşadık. Bıçaklanan
gencin ifadesinde söylediği caninin “Ülkene dön, senin hala burada ne işin var!”
sözleri tutanağa geçirilmemiş. İfade esnasında karakolda olmadığımdan anında
müdahale edemedik. Sonrasında Suriyeli bir kuruluşta görevli avukatla iletişime
geçip gence bir avukat tayin ettik ve yeniden şikâyette bulundu. Eğer ki
işlenen suçta ırkçı saikler tespit edilmişse, yani hassas bir boyut taşıyorsa
bunu gizlemeye, tutanağa geçirmemeye çalışıyorlar. Diğer konularda pek sıkıntı
olmuyor. Ama karşılaştığımız bazı vakalarda mesela evine hırsız giren Suriyeliler
karakola şikâyette bulunmaya gittiğinde polisler umursamamış, hatta şikâyette
bulunup ifade vermesine bile izin vermemiş. Bazen böyle şeyler olabiliyor.
Geçici koruma statüsü bildiğim
kadarıyla hukuki korumayı içermiyor. Yanılıyor muyum? Veya şöyle sorayım:
Türkiye’nin geçici koruma altındakilere karşı yükümlülükleri neler?
Geçici koruma kimliği taşıyanlar,
sadece ücretsiz sağlık ve eğitim hakkından faydalanabiliyor. Sağlık hizmetleri ücretsiz
dedim ama her ilaç ve tedavi de bu kapsamda değil. Büyük ameliyatların
masrafları karşılanmıyor. Ücretsiz eğitim hakkı da lise sona kadar olup
üniversiteyi içermiyor. Ama yine de ilk ve orta dereceli devlet okulları
Suriyeli ebeveynlerden bir şekilde para alıyor. Suriyeliler üniversiteye
yabancı öğrenci statüsünde girebildikleri için çok yüksek harçlar ödemek
zorunda. Düşünün, Körfez ülkelerinden veya dünyanın başka yerlerinden gelen
yabancı öğrencilerle aynı miktar. Bu, Suriyeli öğrencilerin karşı karşıya
kaldığı çok büyük bir problem. Maalesef bu sene Suriyeli öğrencilerin %40’ı üniversite
harçlarını ödeyemediği için eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kalacak.
Bir de ailede en az 5 kişi olanlara
kişi başı 350’şer TL’den -AB finansmanıyla- Kızılay Kart yardımı yapılıyor. Bu
arada ailede anne veya baba çalışma izni alırsa bu kart iptal oluyor. Yani
yasal bir şekilde çalışmak isteyenlere yardımlar kesiliyor.
Üniversitelere ve bölümlere göre
değiştiğini biliyorum ama ortalama üniversite harcı Suriyeli öğrenciler için ne
kadar?
Evet, üniversiteden üniversiteye
değişiyor. Mesela mühendislik okuyan bir öğrenci her sene 50.000 ila 60.000 TL
civarı harç ödemek zorunda. Yılda 60.000 TL harcı ödeyebilecek kaç Suriyeli
aile var? Türkiye’deki Suriyelilerin kahir ekseriyeti günlük yaşıyor, karnını anca
doyuruyor. Lüks arabası olanlar ve müreffeh bir hayat sürenler sadece
tüccarlar. Bunların Suriye’de çok büyük malı mülkü vardı; bunları satıp Türkiye’ye
büyük paralarla geldiler, iş kurdular, büyük projelere girdiler. Bakın ben 2015’ten
bu yana hem dış ticaretle uğraşıyorum hem de hukuki danışmanlık şirketim var. Ama
refah içinde değilim; orta sınıfım. Çünkü sıfırdan hayata başlayıp çalışıp
didinerek bu noktaya geldim; geçmişten gelen maddi bir gücüm yoktu. Büyük
parayla gelip burada büyük iş kuranlar ve refah içinde yaşayanlar %5’i geçmez.
%15 maddi bakımdan orta sınıf. %80 ise fakir ve bunların önemli bir kısmı da
fakirlik sınırı altında yaşıyor. 10.000 TL’nin altında kiralık ev kalmamışken
birçok Suriyeli ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyor. Suriyelilerin
birçoğu, kaçak çalıştığından ucuz işçi olarak düşük ücret alıyor. Bu arada kira
sorunu, sadece Suriyeliler değil, Türkler için de ciddi bir sorun. Asgari ücret
ev kirasını bile karşılamaz hale geldi.
Şu an Suriyeliler kendilerini nasıl
hissediyor?
Muazzam bir korku ve büyük bir
belirsizlik içindeler. Önleri kapkaranlık. Bırakın uzak geleceği, yakın
gelecekte bile başlarına ne geleceğini kestiremiyorlar. Aileler çocukları için
çok büyük bir endişe içinde. Eğer Suriye’nin kuzeyine dönerlerse çocuklarına ne
olacak? Ne yiyip ne içecekler, nasıl yaşayacaklar, eğitim alabilecekler mi? Daha
dün Suriye’nin kuzeyine bomba düştü. Suriye’nin kuzeyi güvenli bölge farz
edilse de sadece güvenlik açısından değil, iktisadi ve toplumsal açıdan da
güvenli değil. Bölge çok gergin ve diken üstünde. Çatışmalar her an yeniden
alevlenebilir. Suriye’nin kuzeyinde savaşın bir sene içinde yeniden
başlayacağına hiç şüphem yok. Dolayısıyla insanlar gerçekten korkuyor. Tam da
bu yüzden şu an Suriyelilerin ilk hedefi, Türkiye’den bir an evvel çıkıp
dünyanın neresi olursa olsun oraya gitmek.
Diplomalılar, Kanada’ya göçmen işçi
olarak gidebilmek için şu an İngilizcelerini geliştirmeye çalışıyor. Veya resmî
çalışma vizesiyle AB ülkelerine gitmek için uğraşıyor. Diplomasızlar,
hayatlarını tehlikeye atarak insan kaçakçıları eliyle Avrupa’ya gitmeye
çalışıyor. Türk vatandaşlığı alanların da birçoğu, AB ülkelerine girebilmek
için trenle Sırbistan’a gidiyor.
Türk vatandaşlığı alan Suriyeliler
niçin Türkiye’den ayrılıyor?
Hukuki bakımdan değil ama halkın
nazarında maalesef ki üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görmeye başladılar ve bunun
önümüzdeki yıllarda çok daha fazla artacağı kesin. Türkler, Türk vatandaşlığı
alan Suriyelileri gerçek vatandaş olarak görmüyor. Ev kiralamak istediklerinde
ev sahipleri “Yabancıya evimizi vermeyiz” diyorlar. T.C. kimliklerini gösterip
vatandaş olduklarını söylediklerinde “Bu kimliği alsan da sen yabancısın”
diyorlar. Bu çok yaygın. Mesela gençler veya kadınlar arasında herhangi bir
tartışma çıktığında deniyor ki “Sen Suriyelisin, vatandaşlığı sana Erdoğan
verdi. O belgenin hiçbir değeri ve karşılığı yok. O kâğıt parçasını iktidara
geldiğimizde TBMM’den karar çıkarıp geri alacağız; hepinizi ülkenize geri yollayacağayız.”
Yani vatandaşlık alanlar bile kendilerini emniyet içinde hissedemiyor. Geçici
koruma altındakilerle benzer sorunlarla yüzleşiyor. Kısaca korku her kesimde. Hâlihazırda
Türkiye’deki Suriyeliler 2011’den bu yana korkunun en zirvesini hissediyor.
Yakında göreceksiniz büyük büyük dalgalar halinde Suriyeliler ülkenizden yasal
veya yasadışı yollardan ayrılacak.
Aslında bu süreç iki sene evvel
başladı. 2021’den beri Suriyelilerin artık Türkiye’de yaşayamayacaklarını
anlayıp yollar aşırı tehlikeli olduğu halde AB’ye kaçak gitmeye çalıştığını
duyuyorum. Son iki yıldır göç yolunda ölen Suriyeli sayısı ne kadardır? Yollarda
neler yaşıyorlar?
Avrupa’ya Türkiye’den iki yol var:
kara ve deniz yolu. Türkiye’yi Bulgaristan ve Yunanistan’dan ayıran Meriç
Nehri’nde çok fazla Suriyeli boğularak öldü, hatta yüzmeyi iyi bilenler bile. Neden?
Birincisi, akıntı çok güçlü. İkincisi, Yunan sınırına ulaştıklarında feci şekilde
dövülüp nehre geri atılıyorlar. Dayak sırasında elleri ve kolları kırılanların
dünyanın en iyi yüzücüsü olsa bile kaderi boğulmak oluyor. Meriç Nehri’nde
belgelediğimiz ölümlerin sayısı çok fazla. Ayrıca sadece boğularak değil, bir
de Yunan ve Bulgar keskin nişancılarca vurularak öldürülüyorlar. Dolayısıyla
Yunanistan da, Bulgaristan da insan haklarını çiğniyor.
Ankara’nın 2016’da AB’yle yaptığı
anlaşma, Türkiye’deki mültecilerin Avrupa’ya yerleştirilmesini, Türkiye’nin de
Yunanistan ve Bulgaristan’dan iade edilenleri kabul etmesini gerektiriyor. Ama
bu konuda 2018’de problem çıktı. Türkiye mültecilerin sınır kapılarından geri
yollanmasını kabul etmedi; çünkü AB, Türkiye’den kabul edeceği mülteci sayısını
ciddi miktarda azaltarak anlaşmaya uymadı.
Bulgaristan da benzerlerini yapmakla
birlikte özellikle Yunanistan’ın genelde Müslümanlara, özelde Araplara, en çok
da Suriyelilere karşı çok büyük bir kin ve nefreti olduğu belli. Sadece kaçak
göçmenlerin kemiklerini kırmıyor, bir de çırılçıplak soyuyor. Yunanistan’a
girip de yakalanan hiçbir Suriyeli yok ki çırılçıplak soyulmasın. Hem de kadınları
erkeklerin, erkekleri kadınların karşısında çırılçıplak soyuyorlar. Sadece
Suriyelileri değil, diğer kaçak göçmenleri de yakaladıklarında gözaltı
merkezlerine sefil bir şekilde kadın-erkek karışık dolduruyorlar. Erkeklere
sadece tek bir alt çamaşır veriyorlar, o kadar. Birkaç gün bu merkezlerde
tuttuktan sonra Meriç Nehri kenarına götürüp bu gençleri paralı askerlerin
eline teslim ediyorlar. Bu paralı askerler Arap, hatta Suriyeli veya İranlı. Onlar
da bu göçmenleri yeniden soyup, feci şekilde dövüp, kemiklerini kırıp, bazen
kurşunla vurup veya bıçaklayıp sonra nehre atıyorlar. Bunların hepsi
kanıtlanmış şeyler. Kısaca Avrupa yolu çok ama çok tehlikeli.
Buradaki önemli soru şu: AB bütün bu
olan bitenleri biliyor mu, bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Bildiği halde neden
Yunanistan’ı engellemiyor?
Son dönemde Türkiye’de artan nefret
ve ırkçılık yüzünden Suriyeliler Avrupa’ya gitmeye çalışıyor. Oysa Avrupa’da Arap
ve İslam nefreti ve ırkçılık çok daha fazla. Arada ne fark var ki Suriyeliler
yine de Avrupa’yı tercih ediyor?
Avrupa’daki kanunlar mültecileri
koruyor ve orada da geçici koruma statüsü var. Kanunlarında hiçbir siyasi tarafın
azınlıklar dosyasını kullanmasına veya nefreti veya ırkçılığı teşvik etmesine göz
yumulmayacağı açıkça belirtiliyor. Bu kanun Avrupa’da çok güçlü ve katı. Dolayısıyla
hukuki bir güvence sunuyor.
Bir süre evvel Göç İdaresi’yle
toplantılarda, İçişleri Bakanlığına doğrudan ulaşan kişilerle buluşmamızda ve
yine geçmişte AK Parti’den yetkilerle görüşmemizde hep şunu söyledim: Irkçılığa
karşı bir kanun çıkarmaktan siyasi gerekçelerle korkuyorsanız, AB’nin ırkçılık
ve nefret söylemiyle mücadele kanununu kopyalayıp meclisten geçirin ve
uygulayın. Ama bu yapılmıyor. Muhtemelen hükümet, bu hassas dönemde muhalefetin
bunu hükümet Arapları ve mültecileri savunuyor şeklinde bir propagandayla
kullanmasından ve halkın tepkisinden çekiniyor. Kısaca AB ile Türkiye
arasındaki en büyük fark bu.
Yeri gelmişken önemli bir noktaya
daha değinmek istiyorum. Türkiye’de yargı gerçekten çok tuhaf. Daha evvel
bahsettiğim, 1,5 sene evvel 17 yaşında üç defa üst üste ırkçı saikle bıçaklanan
çocuğun davasıyla ilgilendik. Bıçaklayan cani beş gün sonra serbest bırakıldı.
Bu durum bıçaklanan genci derinden etkiledi. “Daha ben hastanede tedavi
altındayken nasıl hemen serbest bırakılabildi” dedi. Mahkeme devam ederken
defalarca duruşmalara gidip geldik. Çıkan karar genci psikolojik olarak tamamen
yıktı geçti. Çünkü bıçaklayan caniye, suçun basit ve yaralanmanın yüzeysel
olduğu gerekçesiyle, sadece 2400 TL para cezası verildi. Bıçak darbelerinden
biri şiddetliyi ama böbreğe tam ulaşmamıştı. Dahası, bu 2400 TL’nin de
bıçaklanan gence değil, devlet hazinesine ödemesine karar verildi. Avukat
karara itiraz etti ama istinaf mahkemesi de bu kararı onayladı.
Adaletin yerini bulmadığı bu dava, Suriye
medyasında geniş yankı buldu ve Suriyelilerde şu kanaati uyandırdı: Üç defa
bıçaklanmamın ve akan kanımın değeri, sadece 2400 TL olup bu da devlet
hazinesinin hakkı… Hukuk nerede? Bu nasıl bir yargı? Dava şu kanaati zihinlere yerleştirdi:
Kanımızın akıtılması bu ülkede mubah; başımıza gelen şeyler için şikâyette
bulunsak bile hiçbir sonuç elde edemeyeceğiz...
Peki, bütün bunlar Türkiye’nin ve
Türklerin itibarını nasıl etkiliyor?
Ümit Özdağ ve takipçilerinin güvenlik
takibatına veya hukuki kovuşturmaya uğramadan kışkırtmalarına devam etmesi,
Türkiye’nin bütün itibarını Arap toplumları arasında yerle bir edecek diye iki
yıldır sürekli anlatıyorum. Ne kadar büyük bir problemle karşı karşıya
olduğunuzun farkında değilsiniz. Bu yaşananların Türkiye’nin itibarına ve
ekonomisine etkilerini önümüzdeki sene turizm mevsimi geldiğinde çok net
göreceksiniz. 2024’te Arap turist gelmeyecek. Bursa’da mülk satın almış
Kuveytlilerin birçoğu elindekileri kelepire de olsa satıp gidiyor. Keza Türkiye’den
ev satın almış Filistinlilerin, Ürdünlülerin, Iraklıların çoğu da aldıkları
evleri ucuza satıp bir an evvel gitmeye çalışıyor. Yatırımcılar ve şirket
sahipleri de aynı şekilde. Benim ofisim aracılığıyla gelip Türkiye’de şirket
kurmuş yakından tanıdığım Arap tüccarlar var. Bu yaz tamamı Türkiye’ye gelmeyi
bıraktı ve bana dediler ki “Bitti artık, şirketi ve hesaplarını kapat gitsin.
Bir daha Türkiye’ye gelmek ve iş yapmak istemiyoruz.” Bakın, bir-ikisi değil,
tamamı… Bu, sadece benim bizzat şahit olduğum; bunun gibi daha niceleri var. Bu
insanlar Türkiye’ye geldiklerinde her defasında bir ayda en az 10.000 dolar
harcıyor, bu ülkeye para bırakıyorlardı. Yine tanıdığım kaç tane Arap kuyumcu dükkânını
satıp Avrupa’ya gitti. Bunlar mülteci değil, maddi imkânı ve pasaportu olup
yasal yollarla girip çıkanlar. Yabancılar Türkiye’deki yatırımlarını maalesef
sonlandırıyor. Zannetmeyin ki bunun iktisadi krizle herhangi bir alakası var,
hayır. Artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı karşısında artık Türkiye’de kendilerine
bir gelecek göremiyorlar. Ve bu da maalesef ki acı bir gerçek.
Son olarak, Türk vatandaşlığı almış
Suriyelilerin sayısı tam bir spekülasyon konusu. Muhalefet çok yüksek sayılar
zikrediyor. Bunca yıldır Suriyelilerle röportaj yapıyorum, vatandaşlık almış çok
az kişiyle karşılaştım. Bu ülkede kim nasıl vatandaşlık alıyor ve vatandaşlık
almış kaç Suriyeli var?
Türkiye’de yabancılara verilen dört
tür vatandaşlık var: Birincisi, geçici koruma kimliği taşıyan Suriyelilere istisnai
vatandaşlık veriliyor. Bunların sayısı 350.000’e bile ulaşmamıştır. İkincisi, mülk
satın alarak vatandaşlık elde edenler var. Geçmişte 250.000 dolara ev almak
yeterliydi, daha sonra 400.000 dolara çıktı. Suriyelilerin bu yolla vatandaşlık
elde etme hakkı zaten yok. Çünkü kanunen Suriyelilerin Türkiye’den mülk satın
alması yasak. Bu imkândan yararlananlar Filistinliler, Ürdünlüler, Mısırlılar,
Iraklılar veya Körfez ülkelerinden gelenler. Üçüncüsü, 500.000 dolarlık yatırım
yaparak vatandaşlık elde etme hakkı var. Bu parayı ya bir Türk bankasında
tutacak ya da 50 Türk işçinin çalıştırıldığı bir projesi olacak. Suriyeli
yatırımcılar işte bu yolla vatandaşlık elde ettiler. Ama bunların da sayısı
1000’i geçmez. Dördüncüsü, genel hukukunuz bağlamında, herhangi bir yabancı beş
yıl boyunca sürekli çalışma izniyle çalışırsa veya bir Türk ile evlilik yoluyla üç sene devamlı
yaşarsa vatandaşlık alabiliyor. Ama bu da geçici koruma altındaki 3,5 milyon Suriyeliye uygulanmıyor; ikamet izniyle gelip yasal şekilde yaşayanlar başvurabiliyor sadece. Dolayısıyla birinci ve üçüncü yol üzerinden vatandaşlık elde
eden Suriyeliler toplamda 350.000 kişi bile etmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder