12 Eylül 2023 Salı

A.KATIE: “IRKÇI KIŞKIRTMALARIN TÜRKİYE’NİN İTİBARINA VE EKONOMİSİNE ETKİSİNİ 2024’TE ÇOK NET GÖRECEKSİNİZ”

 

“IRKÇI KIŞKIRTMALARIN TÜRKİYE’NİN İTİBARINA VE EKONOMİSİNE ETKİSİNİ 2024’TE ÇOK NET GÖRECEKSİNİZ”

Ahmed Katie (Suriyeli hukuki ve ticari danışman, mülteci hakları aktivisti)

8.9.2023, İstanbul

Röportajı yapan: Zahide Tuba Kor

 

NOT: Blogda yer alan 900’e yakın içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

 

Ahmed Katie, Suudi Arabistan doğumlu, yazılım mühendisi bir Suriyelidir. Esed rejiminin çıkardığı genel affa güvenerek yasal yollardan ülkesine dönerken tutuklanmış ve 2005-2010 yılları arasında rejim muhalifi olan babasının yerine hapis yatmıştır. 2011-2012 yılları arasında halkı isyana teşvik ettiği gerekçesiyle İdlib’de yeniden tutuklanmıştır. 2013 Ocak’ında hapisten çıkar çıkmaz Türkiye’ye sığınmış ve kendi deyimiyle “Sıfırın altından hayata yeniden başlamıştır.” 2015’ten bu yana kurduğu şirketlerle hem Suriyelilere ve yabancılara her alanda hukuki danışmanlık hizmeti vermekte hem de dış ticaretle uğraşmaktadır. 2018’den bu yana aynı zamanda mülteci hakları aktivistidir. 2022’de Mülteci Hakları Adalet Merkezi’ni kurmuştur. 2023’te başlatılan Himaye Projesi’ne gönüllü hukuki danışmanlık yapmaktadır.

 

“Hâlihazırda Türkiye’deki Suriyeliler, -hem sınır dışı etmeler hem de artan ırkçılık yüzünden- 2011’den bu yana korkunun en zirvesini hissediyor. Önleri kapkaranlık. Başlarına ne geleceğini kestiremiyorlar. Vatandaşlık alanlar bile. Güvenli bölge farz edilen Suriye’nin kuzeyinde çatışmalar her an yeniden alevlenebilir. Şu an Suriyelilerin ilk hedefi, Türkiye’den bir an evvel çıkıp dünyanın neresi olursa olsun oraya gitmek.”

“Zafer Partisi, şiddete çağrı yapan bir örgüt niteliğinde; Telegram kanallarında alenen iç savaş çağrısı yapılıyor. Sadece Suriyeliler/Araplar ile Türkler değil, mütedeyyin ile mütedeyyin olmayan Türkler arasında da. Bu haliyle Suriyelilerden evvel Türkiye için çok büyük bir tehlike. Telegram’da Suriyelileri ve Afganları öldürme çağrısı yapılıyor; nasıl silah kullanacakları, bıçağı hedefe nasıl saplayacakları bile anlatılıyor.”

“Suriyelilere karşı işlenen suçların Arap medyasında abartılarak yayınlanmasıyla son dönemde Türkiye Arap ülkelerinde yavaş yavaş ırkçı bir devlet olarak algılanıyor. Bu çok tehlikeli bir durum. Türkiye’de gelişen ırkçılığa karşı bir karşı-ırkçılık gelişiyor. Ümit Özdağ ve avanesinin ırkçılık zehrini yayması yüzünden ülkenizin ne kadar büyük ziyana girdiğinin farkında değilsiniz.”

“Irkçılık yüzünden yabancılar Türkiye’deki yatırımlarını sonlandırıyor. Ofisim aracılığıyla gelip Türkiye’de şirket kurmuş yakından tanıdığım Arap tüccarların tamamı bu yaz Türkiye’ye gelmeyi bıraktı ve bana dediler ki ‘Şirketi ve hesaplarını kapat. Bir daha Türkiye’ye gelmek ve iş yapmak istemiyoruz.’ Türkiye’ye geldiklerinde her defasında ayda en az 10.000 dolar harcıyor, bu ülkeye para bırakıyorlardı.”

“Aklı yerinde hiçbir insan, hanımını ve çocuğunu yapayalnız Türkiye’de bırakıp Suriye’de sokakta uyumak için gönüllü geri dönüş belgesine imza koymaz. Geri gönderme merkezlerinde yaşanan ciddi ihlaller var. Bu belgenin, ya oyuna getirilerek ya da şiddet uygulanmak suretiyle imzalatıldığı hiç de azımsanmayacak sayıda Suriyeli var.”

“Avrupa yolu çok ama çok tehlikeli. Meriç Nehri’nde çok fazla Suriyeli boğularak veya keskin nişancı ateşiyle vurularak öldürülüyor. Yunanistan’ın Müslümanlara ve Suriyelilere karşı nefreti o kadar büyük ki sadece kaçak göçmenleri kemiklerini kırıp nehre atmıyor, bir de yakaladığı erkekleri kadınların, kadınları da erkeklerin karşısında çırılçıplak soyuyor.”

“Irkçı saikle 3 defa üst üste bıçaklanan 17 yaşındaki Suriyeli genç, mahkemenin verdiği -caninin devlet hazinesine sadece 2400 TL para cezası ödemesi- kararıyla psikolojik olarak yıkıldı. Bu dava Suriyelilerde şu kanaati uyandırdı: Kanımızın akıtılması Türkiye’de mubah; başımıza gelenler için şikâyette bulunsak bile hiçbir sonuç elde edemeyeceğiz.”

“Suriyeli kadınlar çok zayıf konumda olduklarından işyerinde tacize uğruyor. Kadınların çalışma izni, sigortası ve güvencesi yok; yasal bir şekilde çalışamadıklarından hiçbir hakları ve hukukları da yok. Dolayısıyla tacizciler, bu kadınların şikâyetçi olamayacağını gayet iyi biliyor. Çünkü şikâyet ederlerse kaçak çalıştıkları için sınır dışı edilebilirler.”

“Tuhaf olan şu ki Göç İdaresi Suriyelilerin çalışma izni alıp yasal şekilde çalışmasını istiyor; ama Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı çalışma izni vermiyor. Bakanlık son yıllarda o kadar çok çalışma izni başvurusunu reddetti ki. Hele son sene başvuruların yaklaşık %90’ı reddedildi. Gönüllü geri dönüşe zorlamak için her yolu, her yöntemi kullanıyorlar.”

“Suriyeliler üniversiteye yabancı öğrenci statüsünde girdiğinden çok yüksek harç ödemek zorunda. Yılda 60.000 TL harcı ödeyebilecek kaç Suriyeli var? Türkiye’deki Suriyelilerin ekseriyeti günlük yaşıyor, karnını anca doyuruyor. Bu sene Suriyeli öğrencilerin %40’ı üniversite harcını ödeyemediği için eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalacak.”

“Devrimden sonraki hapishane hayatının öncekinden en temel farkları, işkencecilerin mahkûmlara aşırı kin ve nefretle saldırması ve kadınların işkence altındaki çığlıkları, çocukların ağlama sesleriydi. Ama her halükarda Suriye’de hapishaneler tam bir cehennemdir. Bu hapishanelerde gördüklerimi ahiretteki cehennemde bile göreceğimi hiç zannetmiyorum. Öyle korkunç yerlerdi.”

“Beni hukuki alanda insan hakları aktivizmine iten iki saik vardı: Birincisi, 2018’de hukuki danışmanlık şirketimize bizi çok şaşırtan sorunların gelmesiydi. Öyle ki bunlar kanunlarınızda yazmayan, içeride alınan idari kararlarla uygulamaya geçen şeylerdi. İkincisi, çocuklarımın eğitim hakkından mahrumiyetiydi. Sekiz yılda toplam 2-3 milyon lira vergi ödeyen ben bile çocuklarımı okutamıyorsam kim bilir sıradan insanlar ne durumda diye düşündüm. 

 

Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?

Suudi Arabistan’da doğumlu bir Suriyeliyim. Babam Esed rejiminin en eski muhaliflerindendi. 1976’da ülkeden ayrılmış. Ömrü sürgünde geçti ve 4 ay evvel Suudi Arabistan’da vefat etti. Ben de gözlerimi dünyaya bir mülteci olarak açtım. Suudi Arabistan’da liseyi bitirdim. Ama devlet üniversiteleri yabancıları kabul etmediğinden ve o dönem henüz özel üniversite de olmadığından Suudi Arabistan’da eğitimimize devam edebilmemiz mümkün değildi. Dolayısıyla babam hepimizi üniversite eğitimi için Sudan’a yolladı. Kardeşlerimin hepsi tıp fakültesinde okudu, farklı branşlarda doktor oldu. Ben de iki bölümü aynı anda okumaya başladım. Sabahtan Sudan Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nde Yazılım Mühendisliği, akşamdan sonra başka bir şehirdeki Omdurman İslam Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesi’nde okuyordum.

Mühendislik ve hukuk, ikisi de zor bölümler. Neden böyle bir yolu seçtiniz?

Çocukluğumdan beri hukuk ve hukuku savunmak benim için bir tutkudur; çünkü yabancı olduğum için küçüklükten itibaren okuduğum okullarda haksızlık ve zorbalık yaşadım. Adalet talebi beni hukuk okumaya teşvik etti. Ancak iki bölümü aynı anda okumak çok zor olduğundan iki sene sonra mecburen Hukuk Fakültesini bıraktım; Yazılım Mühendisliğinden mezun oldum. Sudan’da yarım bıraksam da elhamdülillah Türkiye’ye geldikten sonra insan hakları, uluslararası hukuk gibi hukukun çeşitli alanlarında online akademilerden birçok dersler ve sertifikalar aldım ve hukuk alanında kendimi geliştirdim.

Mezun olunca Suudi Arabistan’a dönüp iki sene çalıştım. 2005’te Beşşar Esed yurtdışındaki muhaliflerin ve çocuklarının “vatana geri dönebilmesi” iddiasıyla genel af ilan etti. Hem bu af hem de babamın o dönem iktisadi krizle boğuşması beni Suriye’yi ziyarete gitme konusunda cesaretlendirdi. Babamın Suriye’de çok fazla malı mülkü vardı; ama devlet uzun yıllar evvel hepsine el koymuştu. Bu malları geri alıp babama ve kardeşlerime yardımcı olmak istedim. Çünkü biz yedi erkek kardeştik ve hepimiz Sudan’da okumuştuk veya okuyorduk; takdir edersiniz ki bunun ciddi bir maddi külfeti olmuştu ve babam çok zor durumdaydı.

Pasaport alma talebiyle Riyad’daki Suriye büyükelçiliğine gitmeye cesaret ettim. Babam dolayısıyla hepimiz bütün sivil haklarımızdan mahrum olduğumuz için pasaportumuz yoktu. Sudan’a da sahte pasaportlarla gitmişiz; ama babam bunu bize söylemediğinden farkında bile değildik. Üniversiteden mezun olduktan sonra gerçeği öğrendik. Babamıza nasıl böyle bir tehlikeyi göze aldığını sorduğumuzda “Başka bir seçeneğim yoktu ki” cevabını verdi. Rejim sadece babamı cezalandırmamış; çocukları olarak hepimizi sivil haklarımızdan mahrum etmiş, bizi Suriye vatandaşı olarak kabul etmemişti.

Babanız nereliydi ve Suriye’deyken işi neydi?

İdlib şehir merkezinden. İnşaat mühendisidir.

Müslüman Kardeşler’e mensuptu herhalde…

Hayır, babam Suriye’deyken Müslüman Kardeşler mensubu değilmiş. Çok daha sonra Suudi Arabistan’dayken katılmış. Zaten 1976’da ülkeden ayrıldığı dönemde henüz Müslüman Kardeşler daha yolun başındaydı. Babam askerî darbe sistemine tamamen karşı olduğu için rejime muhalifmiş. Hiçbir yere bağlı olmayıp bağımsız bir şekilde muhalif duruş sergilemiş. Hafız Esed’in askerî darbesini mezhepçi bir darbe olarak görmüş. Suriye’nin bu darbe yüzünden mezhepçileşeceğini daha en baştan fark etmiş ki gerçekten öyle oldu. Toplantılarda bu tehlikeyi dillendirdiği için takibata alınmış. Rejim tarafından arananlar listesine girince ülkeden ayrılmış.

Siz aftan yararlanıp Suriye’ye dönebildiniz mi?

2005’te büyükelçiliğe gidip pasaport başvurusu yaptım. Hayatımda ilk kez bana pasaport verdiler. Ardından ülkeme geri dönme başvuru yaptım. İki hafta sonra büyükelçilik beni aradı; “Vatanına gönül rahatlığıyla gidebilirsin, gerekli evrakları almak için gel” dedi. Büyükelçiliğe gittim; “Sınıra gittiğinde görevlilere vereceksin” diyerek bana kapalı zarfta bir evrak verdiler. Karayoluyla Suudi Arabistan’dan ayrılıp 11 Ağustos 2005’te Suriye sınırına vardım. Sınır kapısında pasaportumu verdim; ellerimi arkadan kelepçeleyip babam yerine, ona şantaj için beni tutukladılar. 2005 Ağustos’undan 2010 Mayıs’ına kadar hapis yattım. Tahkikat boyunca istihbarat şubelerinde tutuklu kaldım, daha sonra beni Sednaya Hapishanesi’ne naklettiler. O dönem Avrupa’daki insan hakları örgütleri serbest bırakılmam için harekete geçti. Ama bu kampanyalar işe yaramadı. 2010 Şubat’ında çıkan genel af bağlamında Mayıs ayında serbest kaldım.

Serbest kaldıktan sonra Suudi Arabistan’a geri dönemedim; çünkü ikamet iznim ve vizem çoktan bitmişti. Suudi Büyükelçiliğine vize talebimi ilettim, ama reddedildim. Pasaportumun süresi de dolmuştu; Suriye yönetimi tekrar vermedi. İdlib’in şehir merkezinde yaşayan anneannemin evinde yaklaşık 14 ay kaldım. Çok yaşlıydı. Bu arada anneannem Türk asıllıdır. Biz İdlib’in tanınmış ve kalabalık ailelerindeniz; büyük bir aşiretiz. Hatta ailemizin şehir merkezinde ve şehir yönetiminde sözü geçen iyi bir konumu vardır.

2011 Mart’ında Deraa’da olaylar başladı; hatta Humus başta olmak üzere başka şehirlerin ahalisi sokağa çıktı. Ama İdlibliler hala evlerindeydi. Barışçıl gösteriler için sokağa çıkmaya şehir halkını ilk teşvik edenlerdenim. İdlib şehrinde devrim dört ay sonra, 2011 Temmuz’unda başladı. Ben de halkı kışkırttığım gerekçesiyle 12 Temmuz 2011’de tutuklandım.

Ama Haziran ayında Suriye ordusu İdlib’in Cisru’ş-Şuğur ilçesini kuşatmış ve binlerce ilçe sakini korku içinde Türkiye’ye sığınmıştı. Hatta Cisru’ş-Şuğurlular ülkemize sığınan ilk mültecilerdi. Şehir merkezi ile ilçelerin rejime isyanı farklı dönemlerde mi başladı?

Doğru, bahsettiğiniz tarihte ordunun ilçeye baskını nedeniyle bir grup Türkiye’ye gelmişti. Ama henüz İdlib şehir merkezi sakindi, olaylar başlamamıştı. Bununla birlikte Devlet Güvenlik birimi evlere baskın düzenleyip insanları tutukluyordu. Beni de halkı sokağa dökmek için kışkırtma suçlamasıyla tutukladılar. İdlib’de Devlet Güvenlik biriminin hapishanesinde tutuldum. 2013 Ocak’ında devrimcilerin hapishaneye baskın düzenleyip mahkûmları serbest bırakması sırasında ben de çıktım. Akabinde Türkiye’ye sığınma kararı aldım. Çünkü İdlib’de kaldığım kısa süre içinde gördüm ki vilayetin kuzey kırsalındaki Ma’arrat Misrin ve çevresinde devrimci muhalif İslami gruplar arasında çatışmalar yaşanıyor ve birbirlerini öldürüyorlar. Ben bu tür çatışmaların içinde olamazdım. Bu çatışmaların varacağı noktayı ve devrimin başarıya ulaşamayacağını o an fark ettim. Ortada büyük bir oyun olduğunu hissedip hemen ülkeyi terk ettim. 2013 Ocak’ından beri Türkiye’deyim.

Daha evvel eski mahkûmlarla röportaj yaptım ve hapishane hayatının tam bir fecaat olduğunu dinledim. Sizin hapishane tecrübenizi de merak ediyorum. Devrimden önceki ve sonraki hapishane hayatı arasında ne gibi farklar vardı?

Çok iyi bir soru. Devrimden evvel 2005-2010 yılları arasında hapishaneler sessizdi. Kadınların sesini, hele de işkence altındaki çığlıklarını hiç duymazdık. Belki hapishanede kadınlar yoktu. Belki de vardı, ama sayıca azdılar ve bizim koğuşlardan uzaktaydılar, bilmiyorum. Hasta olup revire gittiğimde de hiç kadın görmedim. Ama devrimden sonra kadınların da, çocukların da çığlıklarını sürekli duyar olduk. Her gece duyduğumuz çığlıklar işkencelerden miydi, tecavüzlerden miydi bilmiyoruz. Ama çok şiddetli feryatlar ve çok şiddetli çığlıklardı. Çocuklar da sürekli ağlıyordu.

İkinci fark kin ve nefretti. Geçmişte işkenceyi tutukludan bilgi almak için yaparlardı. Ama devrimden sonra yapılan işkenceler, işkencecilerin kalplerindeki kini ve nefreti sağaltmak içindi. Artık mahkûmdan bilgi almanın bir önemi yoktu. Çok şiddetli bir kin ve nefret hissiyle sadece dövmek için dövüyorlardı. Hatta ölümcül iç organları, başı ve boynu bile hedef alarak aşırı nefretle saldırıyorlar, çok şiddetli işkenceler yapıyorlardı.

En temel farklar bunlardı. Ama her halükarda Suriye’de hapishaneler tam bir cehennemdir. Bu hapishanelerde gördüklerimi ahiretteki cehennemde bile göreceğimi hiç zannetmiyorum. Öyle korkunç yerlerdi.

Hapishaneden çıkıp Türkiye’ye geldiğinizde neler yaşadınız?

Buraya tamamen iflas etmiş, beş parasız halde geldim. Kimseyi tanımıyordum. Türkçe tek kelime bilmiyordum. Sıfırın altından hayata yeniden başladım. Büyük bir dil engeli olduğundan yazılım mühendisliği alanında çalışamazdım. Ayrıca yazılım mühendisliğinde uzmanlık alanım e-devlet, web sitesi tasarımı gibi konulardı; bilgi ve iletişim alanı değildi. Geçmişte Suudi Dışişleri Bakanlığı için büyük bir e-devlet sistemi kurulması projesinde çalışmıştım. Kurduğumuz bu sistem hala aktif kullanılıyor… Türkiye’de iş aradım. Bazı Arap şirketleri için web sitesi tasarlamaya başladım. O dönem Arap şirketleri daha yeni yeni İstanbul’a gelmeye başlamıştı. Ben de İstanbul’a geldim. Aktif Arap şirketlerini tek tek ziyaret edip web sitesi kurmanın kendileri için ne denli faydalı olacağı konusunda ikna ettim. Sözleşme imzalayıp web sitesini yaklaşık bir hafta-on gün içinde istedikleri şekilde kuruyor ve her defasında 800 dolar kazanıyordum. Yeni hayatıma bu şekilde başladım.

Türkiye’ye geldiğimde geçici koruma kimliği aldım. Ama bu kimlik neydi, sağladığı haklar ve sorumluluklar nelerdi, bunu öğrenmem lazımdı. Zaten hukuki konuları çok seviyordum, internetten araştırmaya başladım. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ve Geçici Koruma Yönetmeliği’ni ince ince okudum. Geçici korumanın tehlikeli olduğunu fark ettim. Bu kimliğe sahip olanlar her an Suriye’ye geri yollanabilirdi, Türkiye içinde şehirler arası gidiş gelişimiz engellenebilirdi, idari gözaltı adı altında her türlü hürriyetten alıkonabilirdik. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı da satır satır okudum. Anayasa’nın Türk vatandaşlarına her türlü hürriyeti çok iyi bir şekilde verdiğini, ama yabancıların bu hürriyetlerden istisna tutulduğunu gördüm. Yabancılar Kanunu’nu okuduğumda gördüm ki yabancıların hürriyetleri genel hürriyetlerden farklılaşıyor.

Kanunlarınızı inceleyince statümü değiştirmem gerektiğini anladım. Zaten bir ticari şirket kurup bunu giderek büyütmeyi arzu ediyordum. 2015’te Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK)’dan bir pasaport çıkartmaya karar verdim. O dönem SMDK’nın pasaport çıkartma hakkı vardı ve Türkiye’de bunu tanıyordu; ama 2018’de bu kararını değiştirdi... Pasaport aldım, sadece bir günlüğüne Sudan’a gidip döndüm. Bu ülke bildiğim bir yerdi ve bizi de vizesiz kabul ediyordu. İstanbul’a dönüşümde havalimanında statümü düzelttirdim. Turist olarak gelip oturma izni aldım. Akabinde şirket kurup hemen yatırımcı olarak çalışma izni aldım. Sekiz senedir çalışma izniyle Türkiye’de yaşıyorum. Bu ülkeye düzenli bir şekilde vergi ödüyorum.

Şirketim başlangıçta küçücük bir ofisten ibaretti. Sonra giderek büyüdü ve şu an üç ayrı ofisim var. Yazılım mühendisliği alanında iş yapmak zor olduğundan ve ticaret yapmak için henüz sermayem de olmadığından Türkiye’deki yabancılara ve özellikle mültecilere hukuki danışmanlık alanını seçtim. Bu aynı zamanda çok büyük bir ihtiyaçtı. Her türlü hukuki danışmanlık hizmeti verdiğim bir hukuk bürosu açtım. Yabancılar Kanunu’yla ilgili her konuyla ve Türk Ticaret Kanunu, gümrük işlemleriyle vs. de ilgilendim. Yurtdışından gelen tüccarlara ve yatırımcılara şirket kurmaya başladım. Hedefim bu tüccarları tanıyıp bir ilişkiler ağı kurmaktı. Çünkü geçmişte kurduğum ilişkiler ağımı hapishane yıllarında kaybetmiştim. Körfez’den ve diğer ülkelerden gelen Arap tüccarlar ve yatırımcılarla ilişki kurmam için hukuki işler bir giriş oldu. Elhamdülillah çok iyi ve başarılı bir iş yürüttüm. Elde ettiğim sermayeyle 2018’de bir uluslararası ticaret şirketi kurdum. Daha evvel hukuki danışmanlık vesilesiyle tanıştığım tüccarlara bazı ürünleri ihraç etmeye başladım ve bu şekilde ilişkiler ağımı büyüttüm. Hayatımı ve hukuku savunma hikâyemi bu şekilde özetleyebilirim.

Siz aynı zamanda mültecilerle ilgilenen bir insan hakları aktivistsiniz. Ne zaman ve niçin bu işe giriştiniz?

Beş senedir mülteci hakları aktivistiyim. Mültecilerle alakalı bütün konulara siyasi, hukuki, iktisadi, sosyal her boyutuyla vâkıfım. Beni bir anda hukuki alanda insan hakları aktivizmine iten iki saik vardı: Birincisi, hukuki danışmanlık şirketimize bizi çok şaşırtan sorunların gelmeye başlamasıydı. Öyle ki bunlar kanunlarınızda ve mevzuatlarınızda yazmayan, içeride alınan -yazılı olmayan- idari kararlarla uygulamaya geçen şeylerdi. Bazı Suriyelilere sürpriz kodlar konması, geçici korumanın kaldırılması, kısıtlamalar konması gibi. Bu konu dikkatimizi çekmeye başladı, ama henüz o dönemde bugünkü kadar çok değildi. Bu arada 2018’de mülteciler için her şey değişmeye, daha öncesinde olmayan problemler ortaya çıkmaya başladı. İkincisi ve benim için çok daha önemlisi, çocuklarımın eğitim hakkından mahrumiyetiydi. Ben Türkiye’de belediyede Türk Medeni Kanunu’na göre resmi nikâhla evlendim; tabii ki dini nikâhımız da var. Rabbim beni üç evlatla rızıklandırdı. Şu an en büyük kızım yedi yaşında ve üç senedir bütün çabalarıma rağmen onu anaokuluna da, ilkokula da kaydettiremiyorum.

Niçin çocuklarınız eğitim hakkından mahrum?

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’ndaki bir boşluktan kaynaklanıyor. Eğer ben veya eşim geçici koruma kimliğine sahip olsaydık bu sorunu yaşamayacaktık; ama her ikimiz de ikamet izniyle burada yaşıyoruz. Üç sene evvel bu kanuni problemi fark ettiğimde çözülmesi için konuyu Göç İdaresi Başkanlığına götürdüm, çok uğraştım. Ama bugüne kadar hiçbir çözüm üretilmedi. Bu sorunu kendim yaşayınca acaba aynı sorunla yüzleşen başkaları da var mıdır diye araştırdığımda çok fazla olduğunu fark ettim.

Diğer ülkelerden gelmiş yabancıların çocukları da aynı sorunu yaşıyor mu, yoksa Suriyelilere mahsus bir sorun mu?

Sadece Türkiye’de doğan Suriyeli çocuklar bu sorunu yaşıyor. Bunun da çeşitli sebepleri var. Birincisi, eğer ki annenin geçici koruması veya ikameti yoksa, kanuna aykırı bir şekilde Türkiye’de yaşıyorsa, çocuğunu doğurduğunda hiçbir resmî belge verilmiyor ve dolayısıyla hiçbir eğitim ve sağlık hizmetinden faydalanamıyor. Bundan muzdarip birçok Suriyeli var. İkincisi, sayıca daha az kişinin muzdarip olduğu bir hukuki boşluk olup biz de bu gruptayız. Kendi hikâyemiz üzerinden şöyle açıklayayım: Daha evvel anlattığım gibi, hukuki mevzuatınızı inceleyip geçici korumanın tehlikeli bir statü olduğunu fark ettiğimden 2015’te Sudan’a giriş-çıkış yapmak suretiyle geçici koruma statüsünden çıkıp çalışma izniyle ikamet hakkı elde ettim. Eşim de 2015’te Beyrut üzerinden havayoluyla Türkiye’ye geldiğinden o da geçici koruma statüsüyle değil, ikamet hakkıyla burada yaşıyor. (Geçici koruma statüsü sadece sınırdan karayoluyla gelenlere veriliyor.) Yani ben de, eşim de ikamet izniyle Türkiye’de yaşıyoruz. Dolayısıyla biz de, burada doğan çocuklarımız da Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununa tâbiyiz.

Bu kanuna göre Türkiye’de doğanlar, ebeveynleri gibi ikamet kanununa tâbi olup ikamet başvurusunun en geç altı ay içerisinde yapılması gerekiyor. Bunun için de pasaportun olması lazım. Ama benim de, çocuklarımın da pasaportu yok. Çünkü Suriye rejimi beni hapishaneden kaçmış hükmünde görüyor. Dolayısıyla bütün sivil haklarımdan mahrumum. Çocuklarımı Suriye’de kayıt altına aldıramadım. Kızımı okutamamamın sıkıntısıyla, çok uzun çözüm arayışlarının ardından kısa süre evvel simsarlar aracılığıyla Şam’daki üst rütbeli bir subay üzerinden bir yol buldum. Subay, çocuklarıma pasaport çıkartabilmem için üzerimdeki emniyet kaydını silmek üzere benden 5000 dolar aldı. Ardından evliliğimi ve çocuklarımı kaydetmek ve böylece Suriye vatandaşı olabilmelerini ve pasaport alabilmelerini sağlamak için 1600 dolar daha aldı. Bunu hallettim. Ama pasaport çıkartmama rağmen mesele çözülmedi. Göç İdaresi Başkanlığından bana “Doğumlarının ardından ilk 6 ayda bunu yapmalıydın, vakit çoktan geçmiş. Tek yol, yurtdışına çocuklarınla çıkış yapman, ardından vize alıp Türkiye’ye tekrar giriş yapman” dediler. En büyük sorun, dünya üzerindeki hiçbir devletin Suriye pasaportuna eğer üçüncü bir ülkede ikamet izni yoksa vize vermemesi. Yani sorunum çok büyük ve çözümü de yok. Bu konuda tam 11 kere Göç İdaresi’yle görüştüm ve her defasında ret cevabı aldım. Doğrudan İçişleri Bakanlığına başvurdum, 15 gün sonra yine olumsuz cevap geldi. “Ben Türkiye’ye geldiğimden beri tek kuruş yardım almadım ve size bugüne kadar birkaç milyon lira vergi ödedim. İstisnai uygulamalarınız hiç mi yok?” diye sordum. Cevaben “Valla karar karardır, muhacir muhacirdir” dediler. Bütün bu görüşmemizin ses kaydı bende duruyor. Çok net bir ret cevabı aldım. İşte bunlar beni çok daha fazla hukuk alanında faaliyete teşvik etti. Eğer ki benim bile durumum buysa sıradan insanlar kim bilir ne durumdalar diye düşündüm. Durumu tüm yönleriyle incelemeye, vakaları almaya, gönüllü olarak ve ücretsiz hukuki danışmanlık yapmaya başladım.

Bugüne kadar binlerce vaka için bize başvuruldu. Özellikle gönüllü danışmanlık noktasında hakikaten çok büyük bir iş yükümüz var. Suriyeliler kanunlarınızı bilmedikleri için kendilerini hukukla nasıl koruyacaklarını, ne yapacaklarını bilmiyorlar. İşte bu yüzden 2022’de Mülteci Hakları Adalet Merkezi’ni (مركز عدالة لحقوق اللاجئين) kurdum. Ardından yine gönüllülük çerçevesinde Himaye Projesi’ne hukuki danışman olmam için talep geldi. Bu proje aynı zamanda Suriyeli mültecilere hukuki farkındalık sağlıyor ve zor vakalarda avukat tutarak onları korumayı hedefliyor.

 

***


Hukuki danışmanlık hizmetleri ve ticaretle meşguliyetin yanı sıra aynı zamanda mültecilerle ilgilenen bir insan hakları aktivistsiniz. Mültecilerin yaşadığı problemleri en ince ayrıntısına kadar biliyorsunuz. Bunları tek tek soracağım ama öncelikle, ülkemizde son birkaç yıldır artan ırkçılığın Suriyeliler üzerindeki etkisiyle başlayalım.

Irkçılığın ve ırkçı söylemlerin yayılması ve ırkçı saldırıların artması ciddi bir sorun. Bir yanda resmî makamların sokakta yabancıları gelişigüzel yakalayıp haklı-haksız sınır dışı etmesi, diğer yanda Ümit Özdağ’ın Türkiye siyasetinde gündem haline getirdiği ve bütün muhalefetin de kullandığı ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, Suriyelileri çok korkutuyor ve ölüm pahasına bile olsa, hangi yolla olursa olsun, Avrupa’ya kaçma fikrini yerleştiriyor. Beni arıyorlar “Ahmed Hocam, Avrupa’ya gideceğiz, bize dua et” diye. Diyorum ki “Bunun için dua etmek caiz olmaz, Avrupa’ya gitmeniz intihar demek.” Yunanistan’ın sadece deniz değil kara sınırında da o kadar çok ölüm ve öldürme vakasına şahit oluyoruz ki… Burası tam bir intihar yolu. Bunu kendilerine anlatıyorum, yine de diyorlar ki “Ne olursa olsun gideceğim, ölmek bu şekilde yaşamaktan daha iyidir.”

Irkçılık, Türkiye için gerçekten çok büyük bir mesele. Ümit Özdağ önce MHP’den, sonra İYİ Parti’den kovulmuş bir siyasetçi. Sonunda kendi partisini 2021’de kurdu. Partililerin bütün Twitter hesaplarını ve Telegram kanallarını dakika dakika, hatta saniye saniye takip ediyorum. Bu parti kanaatimce şiddete çağrı yapan bir örgüt niteliğinde; hatta alenen iç savaş çağrısı yapıyor. Sadece Suriyeliler/Araplar ile Türkler değil, mütedeyyin ile mütedeyyin olmayan Türkler arasında da aynı çağrıyı yapıyorlar. Bu haliyle Suriyelilerden evvel Türkiye için o kadar büyük bir tehlike ki... Zafer Partisi üyelerince kurulan dışa kapalı Telegram kanalları çok tehlikeli. Onları yakından takip ettiğim için dışa kapatmadan evvel hızlı davranarak bu kanallara girebildim. Bu kanallarda Suriyelileri ve Afganları öldürme çağrısı yapılıyor. Dahası, nasıl silah kullanacakları, bıçağı hedefe nasıl saplayacakları bile anlatılıyor. Hangi bıçak daha iyi, hangi silah daha ucuz ve nereden satın alınabilir bunu da birbirlerine öğretiyorlar.

Zaten son bir-iki yılda epeyce çok Suriyeli ırkçı saldırıya uğradı, hatta öldürüldü.

Evet.

Nefret suçu bağlamında işlenen cinayet sayısını biliyor musunuz?

Bütün istatistikler bende var. İsim isim, kim ne şekilde öldürüldü hepsinin listesini tuttum… Sadece öldürülenler değil, bir de sokaklarda bıçaklanıp ölmeyenler var. Fatih’te koskoca Akdeniz Caddesi’nde bıçaklanan bir Suriyeliye hukuki danışmanlık hizmeti veriyorum. Çok tuhaf bir vaka. Çünkü Fatih ırkçı bir ilçe değil. Cani, genci bıçakla karnından ve böbreğinin kenarından yaralarken “Sen hala niye buralardasın? Defol git Suriye’ye” diyor. Vakalarda dikkatimizi çeken ortak yön, ekseriyetle böbreklerin yan tarafı hedef alınarak bıçakların saplanması. Telegram yazışmalarında da zaten “böbreğin yanını hedef alın” diye tavsiye ediyorlar. Bu gruplardan sorumlu kişileri fark ettiğimizde ve fotoğrafını bulduğumuzda şunu gördük ki hepsi aynı zamanda Zafer Partisi’nin gruplarında yer alıyorlar. Bağlantılar çok net. Dolayısıyla bu parti aslında şiddet çağrısı yapan bir örgüt. Hatta terör örgütü olarak bile sınıflandırılabilir.

Velhasıl Suriyeliler artan ırkçılıktan çok korkuyor. Maalesef ki medya da bu korkuları artırıyor. Medyanın her iki kesimi de insafsız. Türk medyasında bilhassa Zafer Partisi ile İYİ Parti’nin medyası Suriyelilere gerçekten çok zulmediyor. Önce çok fazla gerçek dışı söylentiler yaydılar, sonra insanları nefrete teşvik ettiler ve sonunda bundan oy devşirmeye başladılar. Oy almak için yaptıkları bu kışkırtmalar Suriyelilerin hayatını cehenneme çevirdi. İnanın ben de dahil Suriyelilerin çoğu sokağa çıkmaya korkuyoruz. Bir yığın genci bıçakladılar. Sokakta yürürken sürekli etrafımı kontrol ediyorum, arkama bakıyorum, acaba sırtımdan bıçaklayacak biri var mı diye.

Suriyelilere zarar veren diğer medya da Arap medyası. Suriyelilere karşı işlenen suçlara olumsuz şekilde dahil oluyor. Vakaları abartarak yayınlıyorlar. Bütün Körfez ülkelerinin halkları da bu konuya dikkat kesilmeye ve tutum belirlemeye başladı. Son dönemde Türkiye Arap ülkelerinde yavaş yavaş ırkçı bir devlet olarak algılanıyor. Bu çok tehlikeli bir durum. Türkiye’de gelişen ırkçılığa karşı bir karşı-ırkçılık gelişiyor.

Ümit Özdağ ve avanesinin ırkçılık zehrini yayması yüzünden ülkenizin ne kadar büyük ziyana girdiğinin farkında değilsiniz. Aslında son seçimlerde oylarının ne kadar düşük olduğunu gördük. Aldıkları %2,3’lük oy, Türk halkının ırkçı olmadığını bize gösterdi. Ama oy vermediği halde onların propagandalarına inanan maalesef ki geniş bir kitle var.

Artan ırkçılığın Türkiye’nin ekonomisine ve itibarına verdiği zararı da soracağım. Ama şimdi Türkiye’deki Suriyelilerin hâlihazırda yaşadığı temel problemlerle devam edelim.

Birincisi, kayıtsız çocuklar. Suriyeli bir hanım hastanede çocuğunu doğurduğunda orada çocuğun doğduğuna dair bir belge veriliyor ama bu, doğum belgesi değil. Üzerinde sadece bu çocuk şunun çocuğudur yazıyor, o kadar. Çocuğun nüfus müdürlüğünde kayıt altına alınması gerekiyor. Ama annenin kimliği yoksa çocuk kaydedilmiyor, kayıtsız ve uyruğu belirsiz kalıyor. Ebeveynler çocuklarının gelecekte ne gibi yasal engellerle karşılaşacaklarının farkında değil. Bu çocuklar büyüdüğünde çok sıkıntı çekecekler.

İkincisi, eğitim hakkından mahrum kalan çocuklar. Bu liste her geçen yıl kabarıyor. Bu konuda elimizde net bir istatistik yok; ama gerçeğe en yakın sayı 2000-2500 olmalı. İki-üç sene içinde bu sayının 25.000-30.000’e çıkacağı kanaatindeyim. Diğer problem, okullarda ırkçı saiklerle yaşanan zorbalık. Bu, çocuklar arasında normal olan akran zorbalığı veya davranışlardan kaynaklı bir sorun değil. Irkçı zorbalık yüzünden okulu bırakmak zorunda kalan çok fazla çocuk var.

Üçüncüsü, geçici koruma statüsündekilerin sınır dışı edilmesi. Hukuki çerçevenin dışına çıkan çok fazla sınır dışı vakası var. Bunu çeşitli dedikodular üzerinden söylemiyorum; elimizde birçok fotoğraflanmış tanıklık var.

Gönüllü geri dönüş adı altında sınır dışı edilmelerle ilgili bana çok ilginç ve can sıkıcı örnekler geliyor. Bu konuyu ayrıntılı anlatmanızı isterim.

Bu konuda bize çok fazla şikâyet geliyor. Gönüllü geri dönüş belgesi, ya oyuna getirilerek ya da şiddet uygulanmak suretiyle, yani hukuki olmayan yollarla imzalatılan hiç de azımsanmayacak sayıda Suriyeli var. Mesela bir belgeyi diğer belgenin altına saklayıp oyuna getiriyorlar. “Bu emanet belgesini imzala, seni salacağız” diyorlar; hâlbuki imzalattıkları, Suriye’ye gönüllü geri dönüş belgesi. Belge hem Arapça hem de Türkçe yazılı oluyor. Ama okumayı bilmeyen Suriyeliler var veya okuduğu halde anlamayanlar da oluyor. Çünkü nihayetinde hukuki bir belge bu; herkes hukuki terminolojiyi, gönüllü geri dönüşün ne anlama geldiğini anlamaz. İmzalıyorlar ve kendilerini Suriye’de buluyorlar. Bazen belgeyi ısrarla imzalamayanları dövüyorlar. Dayak yediği vücudundaki izlerle belgelenen vakalar var. Dişleri kırılanlar mevcut. Tabii ki herkes bu şekilde değil.

Geçmişte gönüllü geri dönüş belgesi üç farklı tarafça imzalanıyordu: Göç İdaresi, gönüllü geri dönmek isteyen kişi ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) temsilcisi. Ama 2018’den itibaren köklü değişiklikler oldu. BMMYK yerine artık Türk Kızılay’ı imza koyuyor. Ama çoğu zaman Kızılay temsilcisi imza sırasında hazır bulunmadığından yerine Göç İdaresi vekâlet ediyor. Bu ciddi bir sorun. Yani gönüllü geri dönüş, tek bir tarafın elinde ve bu da ilgili şahsı gözaltında tutan taraf. Dolayısıyla bu belge iç hukukunuza uygun olsa da uluslararası hukuka uygun değil.

İçişleri Bakanlığı diyor ki elimizde imzalanmış gönüllü geri dönüş belgeleri var. Gerçekten de bu imzalı belgeler gönüllü geri dönüşü ispatlıyor. Ama problem, belgelerin nasıl imzalandığında. Belgelerin imzalanma sürecinde sıkıntılar olduğunun en önemli delili, Suriye’ye sınır dışı edilenlerin çoğunun ailelerinin Türkiye’de kalması. Yine birçok kişi sınır kapısının Suriye tarafına gelir gelmez toplu halde hemen fotoğraf çektirip itirazlarını ifade ederek medyada ve sosyal medyada yayınlıyorlar. Dahası, sınır dışı edilenlerin birçoğu, kuzeyde hiçbir akrabası, tanıdığı ve gidecek yeri olmadığından sokakta uyuyor. Takdir edersiniz ki aklı yerinde hiçbir insan, hanımını ve çocuğunu yapayalnız Türkiye’de bırakıp Suriye’de sokakta uyumak için gönüllü geri dönüş belgesine imza koymaz. Yani geri gönderme merkezlerinde (GGM) yaşanan ciddi ihlaller var. Geçmişte GGM’ler Göç İdaresi ile BMMYK’nın denetimindeydi. Ancak BMMYK 2018’den bu yana GGM’lerde yok ve bu büyük bir sorun.

Şu an birçok çocuk, babasız halde anneleriyle Türkiye’de yaşamaya mahkûm. Türkiye-Suriye sınırı o kadar sıkı korunuyor ki Türkiye’ye kaçak giriş artık neredeyse tamamen imkânsız. Dolayısıyla sınır dışı edilenlerin ekseriyeti geri gelemiyor. En büyük sorunlardan biri de Türkiye’deki ailenin geri kalanı Suriye’ye gönüllü olarak dönmek istediğinde yaşanıyor. Suriye sınırına gidiyorlar; ama çocukların geçişi için babadan muvafakatname isteniyor. Suriye’nin kuzeyinde yönetim Türkiye’nin kontrolünde olduğu halde noter bulunmadığından babalar bu belgeyi yollayamıyor. [Muvafakatname sadece Esed yönetiminden çıkartılabiliyor]. Kuzeyde PTT ve Ziraat Bankası şubesi var, ama noter yok. Niçin? Eğer noter olsa birçok büyük sorun çözülecek. Bakın, insanlar sınır dışı ediliyor; ama Türkiye’de mesela arabaları, işyerleri, dükkânları, bankadaki paraları kalıyor. Bu da dönüşlerin gönüllü olmadığının diğer bir kanıtı.

Göç İdaresi’yle bir toplantıda dedim ki “İş böyle giderse toplumlar arası çatışmaya yol açacak.” Aileleri burada kalırken insanların Suriye’nin kuzeyine atılmaları o kadar büyük bir sıkıntı ki… Adam Suriye’de iş bulup, çalışıp Türkiye’de kalan ailesine yollamak istiyor; ama kuzeyde iş namına hakikaten hiçbir şey yok. Hal böyleyken bu adam Türkiye’de kalakalan ailesini neyle besleyecek? Ailesini kötü insanların eline mi bırakacak? Bu işin sonunun nereye varacağını size söyleyeyim. Zorla gönderilenlerden biri bana dedi ki “Silahlı gruplara katılacağım. Çünkü aylık 500 dolar veriyorlar.” Sordum “Milli Ordu’ya mı katılacaksın?” diye. Bana güldü ve dedi ki “Milli Ordu’nun verdiği maaş 1500 TL. Onunla hem kendimi hem Türkiye’deki ailemi nasıl geçindireyim? SDG’ye katılacağım.” “Sen ne yapıyorsun öyle? Bu çok yanlış” dediğimde cevabı şu oldu: “Türkiye bana ne yaptı peki? Hayatımı bitirdi, mahvetti.” Yani insanlar hem ailesini geçindirebilmek gibi bir iktisadi saikle hem de Türkiye’ye duyduğu öfkeden yavaş yavaş bu noktaya eviriliyor. Türkiye bu şekilde düşmanın eline hediye veriyor. Bu o kadar büyük bir yanlış ki…

Dahası, insanların bu şekilde sınır dışı edilmesi Suriye’de çok kötü bir propaganda aracına dönüşüyor. Çünkü dönenler, geri gönderme merkezlerinde başlarına neler geldiğini, nasıl dayaklar yediğini ve geri yollandığını anlatıyor. Suriye’nin kuzeyinde birçok insan aşiret mensubudur. Aşiretçilik, bir tür ırkçılık veya milliyetçiliktir, aşiret mensupları arasında güçlü bir dayanışma duygusu ve bağ vardır. Yaşananlar yüzünden bölgede bir kin ve nefret oluşursa Türkiye gelecekte ne yapacak?

Türkiye’deki Suriyelilerin yaşadığı diğer problemlere dönelim. Liste uzun…

Mesela son dönemde Gaziantep’te Suriyeliler adına su, elektrik ve gaz sayaçları açılması engelleniyor. Artık sadece Türk vatandaşları sayaç açtırabiliyor. Bu da demek oluyor ki Suriyeliler, yaşadıkları kiralık evden çıkıp başka bir kiralık eve taşınamaz. Gaziantep’te başlayan bu uygulamanın yakında başka şehirlere de yayılmasını bekliyorum. Bu, daha evvel İstanbul’da oldu; İGDAŞ geçici koruma kimliklilere doğalgaz sayacı açmayacağını duyurdu. Hemen konuya el attık ve medyada konu yayılınca İGDAŞ geri adım attı. Ama Gaziantep’te artık bu uygulanıyor.

Gaziantep’te bu karar depremden evvel mi, sonra mı alındı?

Mayıs’taki seçimlerden sonra alındı. Ama bunun seçimlerle bağlantısı olduğunu zannetmiyorum. Suriyelilerin ve diğer yabancıların adres değiştirmesi istenmiyor. Çünkü eğer ki taşınıp da bir Türk’ün adına sayaçları açılırsa nüfusun yeniden tespiti büyük bir meseleye dönüşecek. Suriyelilerin adres değiştirmesi yasaklanacak gibi görünüyor. Eğer kiracı olduğu evden çıkmak zorunda kalırsa adres kaydı silinecek ve bu da büyük bir problem.

Zannedersem Türkiye bu gibi idari kararlarla Suriyelilerden ‘gönüllü’ olarak kurtulmaya çalışıyor, ne dersiniz?

Bu konuda 2021 Ekim’inde Facebook’ta bir yazı yazdım. Başlığı “Korkunun Normalleştirilmesi” idi. Özetle şöyle demiştim: Çok yakında Suriyeli mültecilerin yaşadığı komşu ülkeler Ürdün, Lübnan ve Türkiye’de Suriyelilere baskıların başlamasına şahit olacağız. Bu baskıların hedefi, Suriye halkını ülkesine geri göndermek ve böylelikle krizi bitirmek için siyasi uzlaşma yoluna gitmek olacak. Çünkü mülteciler geri dönmeden Esed rejimiyle normalleşme veya uzlaşma gerçekleşemez. Yurtdışındaki mülteciler fiilen muhaliflerin elindeki en önemli güç. Esed rejiminin Suriye’nin meşru yöneticisi olarak ülkeyi kontrolü altına alması ve yönetmesi için kilit, mültecilerin geri dönüşü olacak.

Yoksa mültecilerin geri dönüşü, Suriye’de çatışmaların yeniden patlak vermesinin kilidi mi olacak?

Evet. Durum böyle devam ederse hiç şüphesiz sonunda çatışmalar yeniden başlayacak.

Suriyelilerin çalışma hayatında karşılaştığı sıkıntılar neler?

Çok sıkıntılar var. Mesela Suriyeli kadınlar işyerlerinde tacize uğruyor. Böyle birçok vaka geliyor bize. Kadınların çalışma izni, sigortası ve güvencesi yok; yasal bir şekilde çalışamadıklarından hiçbir hakları ve hukukları da yok. Dolayısıyla tacizciler, bu kadınların şikâyetçi olamayacağını gayet iyi biliyor. Çünkü şikâyet ederlerse kaçak çalıştıkları için sınır dışı edilebilirler.

Bu çok önemli bir konu. Suriyeli kadınlara yönelik tacizin yaygın olduğunu yıllardır duyuyorum. Hakikaten öyle mi? Ve özellikle hangi tür işlerde daha fazla?

En fazla terzilerde, konfeksiyonlarda ve fabrikalarda oluyor. Bana bu konuda çok şikâyet geliyor.

Tacizciler genellikle patronlar mı, yoksa işçiler mi?

Her ikisi de. İşçiler de olabiliyor, patronlar da; Türkler de bunu yapıyor, Suriyeliler de. Çünkü Suriyeli kadın çalışanlar çok zayıf konumdalar. Onları koruyan hiç kimse ve hiçbir mekanizma yok. Buradaki en büyük zorluk kolaylıkla işten çıkartılmaları. Tuhaf olan şu ki Göç İdaresi Suriyelilerin yasal bir şekilde çalışmasını, çalışma izni almasını istiyor; ama Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı çalışma izni vermiyor. Bakanlık son yıllarda o kadar çok çalışma izni başvurusunu reddetti ki. Hele son sene başvuruların yaklaşık %90’ı reddedildi.

Bakanlık niçin çalışma izni vermiyor?

Gönüllü geri dönüşe zorlamak için her yolu, her yöntemi kullanıyorlar. Ve bu karar siyasi olup üst makamlarca alındı. Muhalefeti memnun etmek için mi? Hayır. Halkı memnun etmek için mi? Hayır.

Üst makamlarla kastınız Türkiye’deki üst makamlar mı, yoksa uluslararası alan mı?

Bu, uluslararası bir karar, ama Türkiye’nin işbirliğiyle alındı. 2018’de Türkiye’de Rusya, Fransa ve Almanya’nın katılımıyla Suriye konulu bir dörtlü zirve toplantısı yapıldı. Bu toplantıda konuşulan konulardan biri gönüllü geri dönüştü. Yani bunun kararı beş sene evvel alındı. Türkiye bu işten yoruldu; fazla uzayan bu krizden kurtulmak istiyor. Daha evvel siyasi ve askeri yolları denedi, olmadı. Sonunda bu noktaya geldi.

İş alanındaki diğer probleme gelince, Göç İdaresi 2014’te kurulduğunda vahim bir hata yaptı.  İnsanlar geçici koruma altına alınırken parmak izi verdikleri sırada en azından mesleğin/işin ne diye sorulmalı ve mesleklerine uygun şehirlere dağıtmalıydı. Mesela çiftçiler tarım bölgelerine, sanayiciler veya terzilik, dikiş bilenler fabrika ve atölyelerin olduğu şehirlere, mermerciler mermer çıkan yerlere kaydedilmeliydi. Ama maalesef ki insanlar rastgele, şehirlere konan kotaya göre dağıtıldı. İstanbul’a mesela 500.000 kotası konduysa, insanları becerilerine ve mesleğine bakmadan bu şehre kaydettiler; sonra kota dolduğu an, tamamen artık oraya gidemezsiniz dediler. Bu dağıtım işi, üzerinde çalışılarak yapılmadı.

Beş yıldır Göç İdaresi Başkanlığına geçici korumayı hemen vermeyin, bu yanlış diyorum. Önce gelen kişinin kaydını yapın; altı ay sonra entegrasyon ve dil belgesi isteyin, bu şartı yerine getirene geçici koruma statüsünü verin. İnanın Suriyeliler Türkçeyi öğrenmiş olsaydı birçok engel ortadan kalkacaktı. Başlangıçta birçok Suriyeli dil öğrenmedi veya öğrenmekte gecikti. Türkiye’deki varlıklarının fazla uzun sürmeyeceğini zannetmeleri de bunda etkili. Dil öğrenmenin önemi son yıllarda idrak edildi. Dili vaktinde öğrenmemek Suriyelileri Türk toplumundan tecrit etti. Ayrıca Türklerin tamamının olmamakla birlikte çoğunun Suriyelilerden nefret duymasına yol açtı. Öyle ya, on yıldır burada yaşayıp hala dil öğrenmemek olur mu? Kısaca birçok hatalar yapıldı. Bu hataları bu saatten sonra düzeltmek hakikaten zor. Belki bazı şeyler düzletilebilir, ama bunun için ortada bir irade ve istek de yok. Artık istenen tek şey, sınır dışı etmek.

İnsanlar artık en ufak bir hatasında doğrudan sınır dışı ediliyor. Kısa süre evvel alınan bir karara göre 24 Eylül itibarıyla başka şehre kayıtlı olduğu halde İstanbul’da yaşayanlar doğrudan sınır dışı edilecek. Bu karar hiç adil değil. Buna bir başka karar da eşlik etmeliydi; kayıtlı olduğun şehre dön, sana derneklerin yardımıyla iş vereceğiz denmeliydi. Bu arada Suriyelilerin dernekleri ne iş yapar? Çoğu uyuyor. Toplantı düzenleyip fotoğraf çektirmekten başka bir şey yapmıyor. Bunlardan 10-15 tanesi hakikaten çok aktif, kalanının çoğu boş faaliyet.

Suriyeliler başlarına gelen olaylar için karakola gidip şikâyette bulunduğunda bir sonuç alabiliyorlar mı?

Bu konuda problemimiz büyük. Hukuki danışmanlığını yaptığım, bıçakla yaralanan iki vakayı anlatayım. Birincisi 1,5 yıl, ikincisi 2 hafta evvel bıçaklandı. Her ikisi de 17 yaşındaydı. İlki Kâğıthane’deki bir parkta sadece ve sadece Suriyeli olduğu için bıçaklandı. Fail durup dururken yanına yaklaşıp “Sen Suriyeli misin?” diye sormuş. O da “evet” deyince bıçağı ardı ardında tam üç defa saplamış. Yaklaşık bir ay hastanede yattı, çok şükür hayatta kaldı. Karakola şikâyetinde ona refakat ettim. Gencin ifadesini alan görevli, ırkçı saiklerle ve Suriyeli olduğu için bıçaklanmanın gerçekleştiğine dair ifadeyi bilerek tutanağa geçirmedi. Yazılan tutanağı okuyup bu kısım eksik diye itirazda bulunduğumda bana “Bu önemli değil” cevabını verdi. “Hayır, bu en önemli nokta” diye ısrar ettim. Çok sinirlendi ve sonunda yazdığı tutanağı yırtıp çöpe attı. Gencin ifadesini yeniden aldı. Aynı sorunu iki hafta evvelki bıçaklama olayından sonra da yaşadık. Bıçaklanan gencin ifadesinde söylediği caninin “Ülkene dön, senin hala burada ne işin var!” sözleri tutanağa geçirilmemiş. İfade esnasında karakolda olmadığımdan anında müdahale edemedik. Sonrasında Suriyeli bir kuruluşta görevli avukatla iletişime geçip gence bir avukat tayin ettik ve yeniden şikâyette bulundu. Eğer ki işlenen suçta ırkçı saikler tespit edilmişse, yani hassas bir boyut taşıyorsa bunu gizlemeye, tutanağa geçirmemeye çalışıyorlar. Diğer konularda pek sıkıntı olmuyor. Ama karşılaştığımız bazı vakalarda mesela evine hırsız giren Suriyeliler karakola şikâyette bulunmaya gittiğinde polisler umursamamış, hatta şikâyette bulunup ifade vermesine bile izin vermemiş. Bazen böyle şeyler olabiliyor.

Geçici koruma statüsü bildiğim kadarıyla hukuki korumayı içermiyor. Yanılıyor muyum? Veya şöyle sorayım: Türkiye’nin geçici koruma altındakilere karşı yükümlülükleri neler?

Geçici koruma kimliği taşıyanlar, sadece ücretsiz sağlık ve eğitim hakkından faydalanabiliyor. Sağlık hizmetleri ücretsiz dedim ama her ilaç ve tedavi de bu kapsamda değil. Büyük ameliyatların masrafları karşılanmıyor. Ücretsiz eğitim hakkı da lise sona kadar olup üniversiteyi içermiyor. Ama yine de ilk ve orta dereceli devlet okulları Suriyeli ebeveynlerden bir şekilde para alıyor. Suriyeliler üniversiteye yabancı öğrenci statüsünde girebildikleri için çok yüksek harçlar ödemek zorunda. Düşünün, Körfez ülkelerinden veya dünyanın başka yerlerinden gelen yabancı öğrencilerle aynı miktar. Bu, Suriyeli öğrencilerin karşı karşıya kaldığı çok büyük bir problem. Maalesef bu sene Suriyeli öğrencilerin %40’ı üniversite harçlarını ödeyemediği için eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kalacak.

Bir de ailede en az 5 kişi olanlara kişi başı 350’şer TL’den -AB finansmanıyla- Kızılay Kart yardımı yapılıyor. Bu arada ailede anne veya baba çalışma izni alırsa bu kart iptal oluyor. Yani yasal bir şekilde çalışmak isteyenlere yardımlar kesiliyor.

Üniversitelere ve bölümlere göre değiştiğini biliyorum ama ortalama üniversite harcı Suriyeli öğrenciler için ne kadar?

Evet, üniversiteden üniversiteye değişiyor. Mesela mühendislik okuyan bir öğrenci her sene 50.000 ila 60.000 TL civarı harç ödemek zorunda. Yılda 60.000 TL harcı ödeyebilecek kaç Suriyeli aile var? Türkiye’deki Suriyelilerin kahir ekseriyeti günlük yaşıyor, karnını anca doyuruyor. Lüks arabası olanlar ve müreffeh bir hayat sürenler sadece tüccarlar. Bunların Suriye’de çok büyük malı mülkü vardı; bunları satıp Türkiye’ye büyük paralarla geldiler, iş kurdular, büyük projelere girdiler. Bakın ben 2015’ten bu yana hem dış ticaretle uğraşıyorum hem de hukuki danışmanlık şirketim var. Ama refah içinde değilim; orta sınıfım. Çünkü sıfırdan hayata başlayıp çalışıp didinerek bu noktaya geldim; geçmişten gelen maddi bir gücüm yoktu. Büyük parayla gelip burada büyük iş kuranlar ve refah içinde yaşayanlar %5’i geçmez. %15 maddi bakımdan orta sınıf. %80 ise fakir ve bunların önemli bir kısmı da fakirlik sınırı altında yaşıyor. 10.000 TL’nin altında kiralık ev kalmamışken birçok Suriyeli ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyor. Suriyelilerin birçoğu, kaçak çalıştığından ucuz işçi olarak düşük ücret alıyor. Bu arada kira sorunu, sadece Suriyeliler değil, Türkler için de ciddi bir sorun. Asgari ücret ev kirasını bile karşılamaz hale geldi.

Şu an Suriyeliler kendilerini nasıl hissediyor?

Muazzam bir korku ve büyük bir belirsizlik içindeler. Önleri kapkaranlık. Bırakın uzak geleceği, yakın gelecekte bile başlarına ne geleceğini kestiremiyorlar. Aileler çocukları için çok büyük bir endişe içinde. Eğer Suriye’nin kuzeyine dönerlerse çocuklarına ne olacak? Ne yiyip ne içecekler, nasıl yaşayacaklar, eğitim alabilecekler mi? Daha dün Suriye’nin kuzeyine bomba düştü. Suriye’nin kuzeyi güvenli bölge farz edilse de sadece güvenlik açısından değil, iktisadi ve toplumsal açıdan da güvenli değil. Bölge çok gergin ve diken üstünde. Çatışmalar her an yeniden alevlenebilir. Suriye’nin kuzeyinde savaşın bir sene içinde yeniden başlayacağına hiç şüphem yok. Dolayısıyla insanlar gerçekten korkuyor. Tam da bu yüzden şu an Suriyelilerin ilk hedefi, Türkiye’den bir an evvel çıkıp dünyanın neresi olursa olsun oraya gitmek.

Diplomalılar, Kanada’ya göçmen işçi olarak gidebilmek için şu an İngilizcelerini geliştirmeye çalışıyor. Veya resmî çalışma vizesiyle AB ülkelerine gitmek için uğraşıyor. Diplomasızlar, hayatlarını tehlikeye atarak insan kaçakçıları eliyle Avrupa’ya gitmeye çalışıyor. Türk vatandaşlığı alanların da birçoğu, AB ülkelerine girebilmek için trenle Sırbistan’a gidiyor.

Türk vatandaşlığı alan Suriyeliler niçin Türkiye’den ayrılıyor?

Hukuki bakımdan değil ama halkın nazarında maalesef ki üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görmeye başladılar ve bunun önümüzdeki yıllarda çok daha fazla artacağı kesin. Türkler, Türk vatandaşlığı alan Suriyelileri gerçek vatandaş olarak görmüyor. Ev kiralamak istediklerinde ev sahipleri “Yabancıya evimizi vermeyiz” diyorlar. T.C. kimliklerini gösterip vatandaş olduklarını söylediklerinde “Bu kimliği alsan da sen yabancısın” diyorlar. Bu çok yaygın. Mesela gençler veya kadınlar arasında herhangi bir tartışma çıktığında deniyor ki “Sen Suriyelisin, vatandaşlığı sana Erdoğan verdi. O belgenin hiçbir değeri ve karşılığı yok. O kâğıt parçasını iktidara geldiğimizde TBMM’den karar çıkarıp geri alacağız; hepinizi ülkenize geri yollayacağayız.” Yani vatandaşlık alanlar bile kendilerini emniyet içinde hissedemiyor. Geçici koruma altındakilerle benzer sorunlarla yüzleşiyor. Kısaca korku her kesimde. Hâlihazırda Türkiye’deki Suriyeliler 2011’den bu yana korkunun en zirvesini hissediyor. Yakında göreceksiniz büyük büyük dalgalar halinde Suriyeliler ülkenizden yasal veya yasadışı yollardan ayrılacak.

Aslında bu süreç iki sene evvel başladı. 2021’den beri Suriyelilerin artık Türkiye’de yaşayamayacaklarını anlayıp yollar aşırı tehlikeli olduğu halde AB’ye kaçak gitmeye çalıştığını duyuyorum. Son iki yıldır göç yolunda ölen Suriyeli sayısı ne kadardır? Yollarda neler yaşıyorlar?

Avrupa’ya Türkiye’den iki yol var: kara ve deniz yolu. Türkiye’yi Bulgaristan ve Yunanistan’dan ayıran Meriç Nehri’nde çok fazla Suriyeli boğularak öldü, hatta yüzmeyi iyi bilenler bile. Neden? Birincisi, akıntı çok güçlü. İkincisi, Yunan sınırına ulaştıklarında feci şekilde dövülüp nehre geri atılıyorlar. Dayak sırasında elleri ve kolları kırılanların dünyanın en iyi yüzücüsü olsa bile kaderi boğulmak oluyor. Meriç Nehri’nde belgelediğimiz ölümlerin sayısı çok fazla. Ayrıca sadece boğularak değil, bir de Yunan ve Bulgar keskin nişancılarca vurularak öldürülüyorlar. Dolayısıyla Yunanistan da, Bulgaristan da insan haklarını çiğniyor.

Ankara’nın 2016’da AB’yle yaptığı anlaşma, Türkiye’deki mültecilerin Avrupa’ya yerleştirilmesini, Türkiye’nin de Yunanistan ve Bulgaristan’dan iade edilenleri kabul etmesini gerektiriyor. Ama bu konuda 2018’de problem çıktı. Türkiye mültecilerin sınır kapılarından geri yollanmasını kabul etmedi; çünkü AB, Türkiye’den kabul edeceği mülteci sayısını ciddi miktarda azaltarak anlaşmaya uymadı.

Bulgaristan da benzerlerini yapmakla birlikte özellikle Yunanistan’ın genelde Müslümanlara, özelde Araplara, en çok da Suriyelilere karşı çok büyük bir kin ve nefreti olduğu belli. Sadece kaçak göçmenlerin kemiklerini kırmıyor, bir de çırılçıplak soyuyor. Yunanistan’a girip de yakalanan hiçbir Suriyeli yok ki çırılçıplak soyulmasın. Hem de kadınları erkeklerin, erkekleri kadınların karşısında çırılçıplak soyuyorlar. Sadece Suriyelileri değil, diğer kaçak göçmenleri de yakaladıklarında gözaltı merkezlerine sefil bir şekilde kadın-erkek karışık dolduruyorlar. Erkeklere sadece tek bir alt çamaşır veriyorlar, o kadar. Birkaç gün bu merkezlerde tuttuktan sonra Meriç Nehri kenarına götürüp bu gençleri paralı askerlerin eline teslim ediyorlar. Bu paralı askerler Arap, hatta Suriyeli veya İranlı. Onlar da bu göçmenleri yeniden soyup, feci şekilde dövüp, kemiklerini kırıp, bazen kurşunla vurup veya bıçaklayıp sonra nehre atıyorlar. Bunların hepsi kanıtlanmış şeyler. Kısaca Avrupa yolu çok ama çok tehlikeli.

Buradaki önemli soru şu: AB bütün bu olan bitenleri biliyor mu, bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Bildiği halde neden Yunanistan’ı engellemiyor?

Son dönemde Türkiye’de artan nefret ve ırkçılık yüzünden Suriyeliler Avrupa’ya gitmeye çalışıyor. Oysa Avrupa’da Arap ve İslam nefreti ve ırkçılık çok daha fazla. Arada ne fark var ki Suriyeliler yine de Avrupa’yı tercih ediyor?

Avrupa’daki kanunlar mültecileri koruyor ve orada da geçici koruma statüsü var. Kanunlarında hiçbir siyasi tarafın azınlıklar dosyasını kullanmasına veya nefreti veya ırkçılığı teşvik etmesine göz yumulmayacağı açıkça belirtiliyor. Bu kanun Avrupa’da çok güçlü ve katı. Dolayısıyla hukuki bir güvence sunuyor.

Bir süre evvel Göç İdaresi’yle toplantılarda, İçişleri Bakanlığına doğrudan ulaşan kişilerle buluşmamızda ve yine geçmişte AK Parti’den yetkilerle görüşmemizde hep şunu söyledim: Irkçılığa karşı bir kanun çıkarmaktan siyasi gerekçelerle korkuyorsanız, AB’nin ırkçılık ve nefret söylemiyle mücadele kanununu kopyalayıp meclisten geçirin ve uygulayın. Ama bu yapılmıyor. Muhtemelen hükümet, bu hassas dönemde muhalefetin bunu hükümet Arapları ve mültecileri savunuyor şeklinde bir propagandayla kullanmasından ve halkın tepkisinden çekiniyor. Kısaca AB ile Türkiye arasındaki en büyük fark bu.

Yeri gelmişken önemli bir noktaya daha değinmek istiyorum. Türkiye’de yargı gerçekten çok tuhaf. Daha evvel bahsettiğim, 1,5 sene evvel 17 yaşında üç defa üst üste ırkçı saikle bıçaklanan çocuğun davasıyla ilgilendik. Bıçaklayan cani beş gün sonra serbest bırakıldı. Bu durum bıçaklanan genci derinden etkiledi. “Daha ben hastanede tedavi altındayken nasıl hemen serbest bırakılabildi” dedi. Mahkeme devam ederken defalarca duruşmalara gidip geldik. Çıkan karar genci psikolojik olarak tamamen yıktı geçti. Çünkü bıçaklayan caniye, suçun basit ve yaralanmanın yüzeysel olduğu gerekçesiyle, sadece 2400 TL para cezası verildi. Bıçak darbelerinden biri şiddetliyi ama böbreğe tam ulaşmamıştı. Dahası, bu 2400 TL’nin de bıçaklanan gence değil, devlet hazinesine ödemesine karar verildi. Avukat karara itiraz etti ama istinaf mahkemesi de bu kararı onayladı.

Adaletin yerini bulmadığı bu dava, Suriye medyasında geniş yankı buldu ve Suriyelilerde şu kanaati uyandırdı: Üç defa bıçaklanmamın ve akan kanımın değeri, sadece 2400 TL olup bu da devlet hazinesinin hakkı… Hukuk nerede? Bu nasıl bir yargı? Dava şu kanaati zihinlere yerleştirdi: Kanımızın akıtılması bu ülkede mubah; başımıza gelen şeyler için şikâyette bulunsak bile hiçbir sonuç elde edemeyeceğiz...

Peki, bütün bunlar Türkiye’nin ve Türklerin itibarını nasıl etkiliyor?

Ümit Özdağ ve takipçilerinin güvenlik takibatına veya hukuki kovuşturmaya uğramadan kışkırtmalarına devam etmesi, Türkiye’nin bütün itibarını Arap toplumları arasında yerle bir edecek diye iki yıldır sürekli anlatıyorum. Ne kadar büyük bir problemle karşı karşıya olduğunuzun farkında değilsiniz. Bu yaşananların Türkiye’nin itibarına ve ekonomisine etkilerini önümüzdeki sene turizm mevsimi geldiğinde çok net göreceksiniz. 2024’te Arap turist gelmeyecek. Bursa’da mülk satın almış Kuveytlilerin birçoğu elindekileri kelepire de olsa satıp gidiyor. Keza Türkiye’den ev satın almış Filistinlilerin, Ürdünlülerin, Iraklıların çoğu da aldıkları evleri ucuza satıp bir an evvel gitmeye çalışıyor. Yatırımcılar ve şirket sahipleri de aynı şekilde. Benim ofisim aracılığıyla gelip Türkiye’de şirket kurmuş yakından tanıdığım Arap tüccarlar var. Bu yaz tamamı Türkiye’ye gelmeyi bıraktı ve bana dediler ki “Bitti artık, şirketi ve hesaplarını kapat gitsin. Bir daha Türkiye’ye gelmek ve iş yapmak istemiyoruz.” Bakın, bir-ikisi değil, tamamı… Bu, sadece benim bizzat şahit olduğum; bunun gibi daha niceleri var. Bu insanlar Türkiye’ye geldiklerinde her defasında bir ayda en az 10.000 dolar harcıyor, bu ülkeye para bırakıyorlardı. Yine tanıdığım kaç tane Arap kuyumcu dükkânını satıp Avrupa’ya gitti. Bunlar mülteci değil, maddi imkânı ve pasaportu olup yasal yollarla girip çıkanlar. Yabancılar Türkiye’deki yatırımlarını maalesef sonlandırıyor. Zannetmeyin ki bunun iktisadi krizle herhangi bir alakası var, hayır. Artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı karşısında artık Türkiye’de kendilerine bir gelecek göremiyorlar. Ve bu da maalesef ki acı bir gerçek.

Son olarak, Türk vatandaşlığı almış Suriyelilerin sayısı tam bir spekülasyon konusu. Muhalefet çok yüksek sayılar zikrediyor. Bunca yıldır Suriyelilerle röportaj yapıyorum, vatandaşlık almış çok az kişiyle karşılaştım. Bu ülkede kim nasıl vatandaşlık alıyor ve vatandaşlık almış kaç Suriyeli var?

Türkiye’de yabancılara verilen dört tür vatandaşlık var: Birincisi, geçici koruma kimliği taşıyan Suriyelilere istisnai vatandaşlık veriliyor. Bunların sayısı 350.000’e bile ulaşmamıştır. İkincisi, mülk satın alarak vatandaşlık elde edenler var. Geçmişte 250.000 dolara ev almak yeterliydi, daha sonra 400.000 dolara çıktı. Suriyelilerin bu yolla vatandaşlık elde etme hakkı zaten yok. Çünkü kanunen Suriyelilerin Türkiye’den mülk satın alması yasak. Bu imkândan yararlananlar Filistinliler, Ürdünlüler, Mısırlılar, Iraklılar veya Körfez ülkelerinden gelenler. Üçüncüsü, 500.000 dolarlık yatırım yaparak vatandaşlık elde etme hakkı var. Bu parayı ya bir Türk bankasında tutacak ya da 50 Türk işçinin çalıştırıldığı bir projesi olacak. Suriyeli yatırımcılar işte bu yolla vatandaşlık elde ettiler. Ama bunların da sayısı 1000’i geçmez. Dördüncüsü, genel hukukunuz bağlamında, herhangi bir yabancı beş yıl boyunca sürekli çalışma izniyle çalışırsa veya bir Türk ile evlilik yoluyla üç sene devamlı yaşarsa vatandaşlık alabiliyor. Ama bu da geçici koruma altındaki 3,5 milyon Suriyeliye uygulanmıyor; ikamet izniyle gelip yasal şekilde yaşayanlar başvurabiliyor sadece. Dolayısıyla birinci ve üçüncü yol üzerinden vatandaşlık elde eden Suriyeliler toplamda 350.000 kişi bile etmez.

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder