26 Ekim 2017 Perşembe

EKİM 2017 – İÇİNDEKİLER



EKİM 2017 – İÇİNDEKİLER

Ekim ayında bloga IKBY referandumu, Irak ve Ortadoğu’yu konu alan 5, Almanya seçimleri ve Avrupa’nın problemlerini analiz eden 7 ve Trump yönetiminin problemleri ile ABD-Türkiye vize krizini ele alan 4 tercüme olmak üzere toplamda 16 makale/analiz tercümesi yüklenmiştir.

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız. 

IKBY referandumu, Irak ve Ortadoğu’yu konu alan 5 tercüme

James Jeffrey (ABD’nin eski Irak ve Türkiye büyükelçisi; hâlihazırda Amerikan bölgesel, diplomatik ve askeri stratejisinin yanısıra Türkiye, Irak ve İran’a odaklandığı Washington Yakın Doğu Enstitüsü kıdemli üyesi)

EŞİTSİZLİK IRAK HARİTASINA İÇKİN (The Cipher Brief, 17.10.2017)
Bilal Wahab (Washington Yakın Doğu Enstitüsü Irak uzmanı)

Emma Sky (İşgalin ardından Kerkük vilayet koordinatörü (2003-2004) ve Amerikan Birlikleri Komutanı General Raymond T. Odierno’nun siyasi müşaviri (2007-2010) olarak Irak’ta görev yaptı. “The Unraveling: High Hopes and Missed Opportunities in Iraq” kitabının yazarı)

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)

Elliott Abrams (Amerikan Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Ortadoğu Araştırmaları kıdemli üyesi. Daha evvel George W. Bush yönetiminde Ortadoğu konusunda milli güvenlik müsteşar yardımcısı ve Reagan yönetiminde BM, insan hakları ve Latin Amerika konularında dışişleri bakanlığı müsteşarıydı. “Pressure Points” blogu yazarı ve “Realism and Democracy: American Foreign Policy after the Arab Spring” kitabının da yazarı)


Almanya seçimleri ve Avrupa’nın problemlerini konu alan 7 tercüme

AVRUPA’NIN SINIR PROBLEMİ (Geopolitical Futures, 23.10.2017)
ALMANYA İÇİN EN TEHLİKELİ SEÇENEK: RUSYA (Geopolitical Futures, 16.10.2017)
George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)


Antonia Colibasanu (Geopolitical Futures jeopolitik uzmanı ve farklı akademik kurumlarda görev yapan mukayeseli stratejik istihbarat analizi uzmanı; daha evvel on yılı aşkın bir süre Stratfor’da görev almıştı)

ALMANYA’NIN REHAVET KRİZİ (Project Syndicate, 22.9.2017)
Helmut K. Anheier (Berlin’de Hertie İdari Bilimler başkanı ve sosyoloji profesörü)

ALMANYA’NIN WEIMAR HAYALETLERİ (Project Syndicate, 25.9.2017)
Harold James (Alman iktisat tarihi ve küreselleşme uzmanı Princeton Üniversitesi Tarih ve Uluslararası İlişkiler profesörü ve Uluslararası Yönetişimde Yenilik Merkezi kıdemli araştırmacısı)

Matthew Karnitschnig (2015’ten bu yana Politico gazetesi Avrupa baş temsilcisi; daha evvel BusinessWeek, Reuters ve Bloomberg’de gazeteciliğin yanısıra, 15 yıl Wall Street Journal’da ABD ve Avrupa muhabiri ve editörü olarak çalıştı)


Konuyla ilgili Eylül ayında yayınladığım diğer bir önemli tercüme de: 
Noah B. Strote (Kuzey Karolayna Devlet Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi)



Trump yönetiminin problemlerini ve ABD-Türkiye vize krizini konu alan 4 tercüme

ABD’NİN AĞIR ÇEKİM ASKERİ DARBESİ (Washington Post, 16.9.2017)
Stephen Kinzer (Brown Üniversitesi Watson Uluslararası ve Kamu İşleri Enstitüsü kıdemli araştırmacısı)

David Ignatius  (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

James Jeffrey (ABD’nin eski Irak ve Türkiye büyükelçisi)

Soner Çağaptay (Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü)


Konuyla ilgili 10 sene evvel hazırladığım bir infografik: OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN KRİZLER (Anlayış dergisi, Aralık 2007)

BU BLOGDA NELER VAR? - tüm içerik


G.FRIEDMAN: AVRUPA’NIN SINIR PROBLEMİ



AVRUPA’NIN SINIR PROBLEMİ

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 23.10.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Yüzyıllarca Avrupa, sınırlar üzerinden savaşlar verdi. 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısında imparatorluklar parçalanırken, yeni uluslar doğarken ve kanlı savaşlar verilirken Avrupa’nın sınırları da iyice değişti. 1945’ten sonra ve Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte kıtada yeni bir prensip ortaya çıktı; İkinci Dünya Savaşı sonunda şekillenen sınırlar değişmez birer kutsal addedildi. Avrupa kıtasında ABD ile SSCB’nin karşı karşıya gelmesi muazzam derecede tehlikeliydi. Sınır ihtilaflarının geçmişteki iki dünya savaşının sebeplerinden biri olduğunun ve yeni sınırların meşruiyetini gündeme getirmenin dahi şiddete yol açan ihtirasları alevlendirme riski taşıdığının bilincindelerdi.
Genel olarak Avrupalılar, mantıksız veya haksız sınırlar içinde yaşamanın onları düzeltmeye çalışmaktan çok daha iyi olduğunu kabul ettiler. Bu yüzden Soğuk Savaş yıllarında sınır meseleleri nadiren tartışmaya açıldı ve gündeme geldiğinde de alelacele halının altına süpürülüverdi. Kontrolü elinde tutan ABD ve SSCB’ydi ve her ikisi de Avrupa sınırları üzerinden bir dünya savaşının patlak vermesini istemediği gibi, Avrupa siyasetinin sağduyusuna da güvenmiyordu, hele de 20. yüzyılın ilk yarısının o kanlı savaşlarından sonra…
Benzer şekilde kıtada var olan nüfuz alanları da dokunulmazdı. Ortada Doğu ve Batı [blokları] vardı ve ikisi de birbirinin alanlarına müdahale etmeyecekti. Dolayısıyla Sovyetler, Macaristan’daki ve Çekoslavakya’daki bağımsızlık hareketlerini ezdiğinde ABD herhangi bir askerî adımdan kaçındı (başka bir seçenek de pek yoktu zaten). Yugoslavya, [Z.T.K. SSCB yörüngesindeki] Varşova Paktı’na girmektense Batı yanlısı bir tarafsızlığı tercih ettiğinde Sovyetler, Yugoslavya’yı oluşturan federal cumhuriyetler içinde bağımsızlık yanlısı hareketleri destekleyerek mukabele etme imkanı olduğu halde sonunda bundan kaçındı. Sınırlar ve Avrupa liderlerinin bu sınırlar üzerindeki pervasızca davranışları on milyonlarca can kaybına yol açmıştı. Amerikalılar ve Sovyetler çok daha ihtiyatlıydı; tabii bunda tehlike altında olanın kendi sınırları olmamasının da kısmen payı vardı.
1991-1992’de iki önemli gelişme yaşandı. Önce SSCB dağıldı, ardından Maastricht Antlaşması imzalandı ve böylelikle Avrupa Birliği inşa edildi. Yine sınır meseleleri olayların gidişatını şekillendirmeye başladı. SSCB’nin sınırları çöktü ve birçok ülke, geçmişlerini ihya etmek üzere mantar gibi bitiverdi. Sınırlarla ilgili ağızlarda gevelenen birçok soru vardı. Ukrayna ve Belarus sınırları 1945’te batıya doğru epeyce genişletilmişti. Kafkasya’nın sınırları dosdoğru tanımlanmamıştı. Orta Asya’nın sınırları teorikti. Doğu Avrupa ülkeleri arasındaki sınırlar, askıya alınmış bir ihtilafın konusuydu.
Ama Doğu Avrupa ülkeleri için başka problemler öncelikti: milli egemenliklerini tesis, bir parçası olmayı arzu ettikleri Avrupa’da kendilerine bir yer bulma ve halklarına yeni bir hayat kurma. Dolayısıyla sınır meselesini –çok büyük oranda– gündem dışına çıkardılar.
Yugoslavya ve Kafkasya, Avrupa sınırları dersinin farkına varılmasını sağlayan istisnalardı. Bu iki bölgede, –AB çerçevesi dışında ve diğerlerini fazla etkilemeden– 100.000’i aşkın insan hayatın kaybetti. Bunu, gelecekteki [1993’teki] Avrupa devletleri çerçevesi içinde meydana gelen ve kimsenin canına mâl olmayan Çekler ve Slovakların Kadife Ayrılığı [Kadife Devrimi] ile kıyaslamak lazım... Bundan sonra Yugoslavya ile Kafkasya tecrübesi akılda tutularak AB sınırlarının kutsallığı/değiştirilemezliği prensibi yeniden tesis edilmeye çalışıldı. AB projesi, vaat ettiği barış ve refahı sağladı ve mevcut sınırlara çağdışı muamelesi yaptı. Hiç kimsenin sınırların nereden çekildiğini umursamadığı varsayıldı.
Ama ortada bir problem vardı: AB, bir ulusun aslında ne olduğu sorusunu cevaplamaktan kaçınırken ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesini olumlamıştı/onaylamıştı. Birliğin tanımına göre ulus, AB kurulurken var olan her siyasi yapıydı. Bundan sonrasının üzerinde pek de düşünülmedi.
İşte bu yüzden İskoçya’yla birlikte Katalonya son derece önemli. İskoçlar [2014 bağımsızlık referandumunda] şaşırtıcı derecede az bir oy farkıyla İngiltere’den ayrılmayı reddetti. İskoçların %90’ının Birleşik Krallık’ta kalmak istediği zannedilebilir, oysa sadece %55’ten birazcık fazlası bu yönde oy kullandı [Z.T.K. Bu sonucun ortaya çıkmasında AB’den kopmak istememeleri önemli bir faktördü; şimdi Brexit’le İngiltere’nin AB’den ayrılmakta olduğu bir süreçte yeni bir İskoç referandumunda bağımsızlık yanlılarının kazanması kuvvetle muhtemel]. Bu da demek oluyor ki ayrılıkçılar ayrılmaya dikkat çekici mesafedeler; bu durum sadece İskoçya’yı İngiltere’den ayırmakla kalmayacak, aynı zamanda İskoçlar arasındaki bölünmüşlüğü de devam ettirecek.
Buna bir başka kritik unsur eklenebilir. Katalonya uzun bir süredir İspanya’nın bir parçası; ama çok daha uzunca bir süredir kendisini ayrı bir ulus olarak görüyor. İspanya, Katalonya’nın bağımsızlık referandumunu meşrulaştırmayacak. Altta yatan temel sorular, Avrupa’nın bilhassa Yugoslavya vakasından sonra gömmeye çalıştığı soruların aynısı: Ulus nedir ve ne gibi haklara sahiptir? Gerek İskoçya gerekse Katalonya birer ulus. Bu durumda acaba onlar kendi kaderlerini tayin hakkına sahipler mi, yoksa bu hakkı kaybetmiş durumdalar mı? Katalonların hemfikir olmaması halinde acaba bunun ne gibi sonuçları olur?
Bu, Avrupa’da açılan tek yara değil. Macaristan bir zamanlar Romanya ile Slovakya arasında bölünmüştü. Acaba onun eski topraklarının iadesini isteme hakkı var mı? Belçika devleti, Hollandalılarla Fransızları mutsuz bir evlilikle birbirine bağlayan bir İngiliz icadıydı. Acaba şimdi boşanabilirler mi? Lviv geçmişte tastamam bir Polonya şehriydi ve fakat artık Ukrayna’nın bir parçası. Acaba Ukrayna’nın batısı ayrılarak halkı 1945 öncesinde vatandaşı oldukları ülkelere bağlanabilirler mi?
AB, sınırlar sorununu askıya alıp kendi kimliklerini göz ardı ettikleri takdirde herkese evrensel bir refah vaat etmişti. Bu iyi bir pazarlıktı. Ancak köprünün altından çok sular aktı ve iktisadi problemler sınırları çok daha önemli bir hale getirdi. Tabii ki Avrupa’nın bu probleme herhangi bir çözümü yok. 2017’de bağımsız bir İskoçya ve Katalonya’dan bahsetmemiz absürt kaçabilirdi. Hiçbir iktisatçı bunu rasyonel bir tartışma olarak göremezdi.

AB’nin tasavvur ettiği homo economicus/iktisadi insan [Z.T.K. yani kendi bireysel faydasına göre, tamamen rasyonel bir şekilde hareket eden birey], maalesef ki bizim kim olduğumuza dair yetersiz bir açıklama. Uluslar önemlidir; çünkü Avrupa sadece bir kıtadır ve AB de sadece bir antlaşmadır. Faydalı bir oluşumdur ve işte bu faydalılık onu meşrulaştıran tek şeydir. Faydalılık özelliğini kaybettiği anda meşruiyetini de yitirir. Bu aynı zamanda AB’nin kabul edilebilir addettiği sınırların bozulup yok olması anlamına gelecektir. Katalonya da İskoçya da ciddi bağımsızlık yanlısı hareketlere sahip. Kaderlerini kendileri tayin etmek istiyorlar; çünkü kendilerini farklı görüyorlar. Onlar [mevcut devletlerden koptuktan sonra] AB’ye kendi başlarına [kendi iradeleriyle tekrar] katılacak dahi olsalar, eski Avrupa uluslarının yeniden ağırlıklarını koyması fikri ve 1945’te çizilen sınırların meşruiyetinin sorgulanması AB’nin ödünü patlatıyor. Gerçekten de bu durum onları Brexit’ten çok daha fazla korkutmalı. Zira Avrupa’daki mevcut devletlerin hemen hepsinin sınır problemleri ve bağımsızlık isteyecek kurucu bileşenleri var. Şu an için bunların çoğu sakin ve hareketsiz halde. Ama İskoçya ve Katalonya’yı izliyorlar. Ve tabii ki Avrupa’da sınır problemlerinin kıtayı nereye sürükleyeceğini biliyorlar.

E.ABRAMS: İSRAİL İLE İRAN ARASINDA YAKLAŞAN ÇATIŞMA



İSRAİL İLE İRAN ARASINDA YAKLAŞAN ÇATIŞMA

Elliott Abrams (Amerikan Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Ortadoğu Araştırmaları kıdemli üyesi. Daha evvel George W. Bush yönetiminde Ortadoğu konusunda milli güvenlik müsteşar yardımcısı ve Reagan yönetiminde BM, insan hakları ve Latin Amerika konularında dışişleri bakanlığı müsteşarıydı. “Pressure Points” blogu yazarı ve “Realism and Democracy: American Foreign Policy after the Arab Spring” kitabının da yazarı)
The Atlantic, 15.10.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Son birkaç yıldır ABD’de İran tartışmaları çoğunlukla Başkan Obama’nın müzakere ettiği nükleer anlaşma etrafında dönüyor. Ancak Ortadoğu’da işler daha farklı.
Bunun nedeni, biz lafla tartışırken İran’ın bilfiil eyleme geçmesi ve İsrail’in de buna karşı reaksiyon göstermesi. İsrail son beş yılda Suriye’de tam 100 yeri vurdu; özellikle İran’ın Lübnan’daki Hizbullah’a ileri teknoloji ürünü malzeme yollama girişimini her fark edişinde bombalamaktan kaçınmadı. Geçen ay İsrail, (Suriye’nin ortasındaki bir şehir olan) Masyaf’ta kimyasal silahların ve hassas güdümlü bombaların üretildiğinin söylendiği bir askerî bölge olan sözde Bilimsel Araştırmalar Merkezi’ni bombaladı. İsrailli en önemli askerî analizci Alex Fishman’ın belirttiği üzere şimdilerde İran’ın, Devrim Muhafızlarının konuşlanıp faaliyet yürüteceği Şam yakınlarında bir askerî havaalanı inşa etmeyi planladığına dair haberler var. Fishman ayrıca Esed rejiminin Tartus limanında kendi donanma iskelesini İran’a verme müzakerelerinin devam ettiğini ve İran’ın gerçekten de Suriye’de bir tümen asker konuşlandırabileceğini yazdı.
Bu tür gelişmeler İsrail için kabul edilemez olup bu mesajı illaki Rusya’ya ve ABD’ye iletecektir. İsrail savunma bakanının Washington ziyaretinin ardından Rus savunma bakanı yakında İsrail’i ziyaret edecek. Daha evvel Putin’in İran’ı durdurması için İsrail’in sarf ettiği çabalar başarısız olmuştu (ki Netanyahu geçen sene Moskova’yı tam dört defa ziyaret etmişti). Bu da İsrail’in bunu kendi başına yapması gerektiğini salık veriyor; tabii eğer ki Trump yönetiminde tartışılan yeni İran politikası, ABD’nin Tahran’ın Ortadoğu’daki askerî varlığını ve nüfuzunu mütemadiyen genişletmesini durdurma yollarını aramaya sevk etmezse.
Bunun olup olmayacağını bekleyip göreceğiz. Nükleer anlaşmaya ilişkin tartışma nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Washington yönetiminde İran’ın Irak, Suriye, Lübnan ve bölgenin diğer yerlerindeki artan askerî rolüne karşı konması gerektiğine dair daha geniş bir uzlaşma ortaya çıkabilir.
ABD her ne sonuca varırsa varsın, eğer ki İran gerçekten de Suriye’de –kalıcı donanma ve hava üsleri ve büyük bir kara gücüyle tamamlanan– geniş ve kalıcı bir askerî varlık kurmayı planlıyorsa İsrail hayati kararlar almak zorunda kalacaktır. Akdeniz’de ve İsrail sınırında bu tür bir İran varlığı hem bölgedeki askerî dengeyi hem de İsrail’in güvenlik şartlarını temelden değiştirecektir. Obama’nın kabul ettiği şekliyle nükleer anlaşma[nın gedikleri var:] İran’ın nükleer programına konan sınırlandırmalar sekiz yıl içinde sona ermeye başlayacak; dahası Tahran’ın kıtalararası balistik füze programını şu an daha da geliştirmesi mümkün; nükleer silah araştırmalarını yürütebileceği [gizli] askerî alanların denetimi de bulunmuyor. Senatör Tom Cotton’ın da kısa süre evvel dediği gibi, “Eğer ki İran’ın bugün gizli nükleer programı yoksa bu bir kuşaktır yaşanan bir ilk olacaktır.” Sadece bir on yıl sonra İsrail, nükleer silahlara ve Suriye’de üslere sahip bir İran’la karşı karşıya kalabilir; bu da mantıken, İsrail sınırından sadece kilometreler ötedeki Suriye’ye nükleer silahların yerleştirebileceği anlamına geliyor.

İsrail ordu muhabirlerinin başı olan Fishman, “Eğer ki diplomatik adımlarımız meyvelerini vermezse İranlılarla bir çatışmaya doğru yol alırız” diye yazmış. Bu sonuç ve böyle bir ihtimali giderek artıran Tahran’ın adımları, İran’ın Ortadoğu’da bitmek bilmez hegemonya kurma gayretine karşı yeni bir politika üzerinde kafa yoran Trump yönetiminden yetkililerin aklından çıkmamalı. 

E.SKY: ABD IRAK’TA GÖZDEN ÇIKARILABİLİR BİR AKTÖRE DÖNÜŞTÜ



ABD IRAK’TA GÖZDEN ÇIKARILABİLİR BİR AKTÖRE DÖNÜŞTÜ

Emma Sky (İşgalin ardından Kerkük vilayet koordinatörü (2003-2004) ve Amerikan Birlikleri Komutanı General Raymond T. Odierno’nun siyasi müşaviri (2007-2010) olarak Irak’ta görev yaptı. “The Unraveling: High Hopes and Missed Opportunities in Iraq” kitabının yazarı)
The Atlantic, 18.10.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

“Araplarla Kürtler arasında bir çatışma çıktığında Amerikalılar kimin safında olacak?” Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı ve KDP lideri Mesud Barzani’nin başkanlık divanı başkanına/ özel kalemine/ kurmay başkanına [Z.T.K. İngilizcesi “chief of staff” olup farklı ülkelerde bu makam farklı anlamlara gelmektedir, IKBY’deki tam karşılığının hangi makam olduğunu bilmiyorum], benim 2010’da Bağdat’ta üst düzey Amerikalı yetkililere iletmem talimatını verdiği mesaj işte buydu. O dönem Irak’taki Amerikan birliklerinin komutanı General Raymond T. Odierno’nun siyasi müşavirliğini yürütüyordum. Gerek dönemin Irak Başbakanı Nuri el-Maliki gerekse Barzani, 2010’da [Z.T.K. Musul’un da içinde yer aldığı] Ninova bölgesindeki seçimlerden evvel Araplarla Kürtler arasında yükselen gerilimlerden endişe duyarak General Odierno’dan muhtemel bir çatışmanın önlenmesi için yardım istemişti. Biz de hem Irak güvenlik güçleri, Kürt peşmergeler ve Amerikan birlikleri arasında işbirliğini kolaylaştırmak hem de bütün güçlerin Irak’taki el-Kaide’yi mağlup etmeye odaklanmasını sağlamak için ortak kontrol noktaları kurma planını ortaya atmıştık.
Planın kilit bir parçası, 2005’ten itibaren Kürtlerin vilayette elde ettikleri kazanımları geri döndürme gündemiyle 2009’da seçilmiş olan Ninova’nın Sünni Arap valisi Asil en-Nuceyfi’nin hareket serbestisini sağlamaktı. En kısa zamanda yeni güvenlik düzenlemelerini test etmeye kararlı olan Vali Nuceyfi, bir kısmı üzerinde Kürtlerin hak iddia ettiği Tel Kaif’i 2010 Şubat’ı başında ziyaret etme kararı almıştı. Kürtlerin itirazlarına rağmen Amerikan birlikleri ziyaretin yapılmasına olur vermişti. Buna karşı Kürtler ziyaretin gerçekleştirilmesini engellemeye çalıştılar. Kürt kalabalıklar valinin konvoyunu engellemek üzere toplandı; sonuç arbede ve silahların ateşlenmesiydi. Irak polisi 11 Kürt’ü olayları kışkırtma ve Vali Nucayfi’ye suikasta kalkışma şüphesiyle gözaltına aldı.
Gecenin 02.00’sinde Türkiye’nin etkili Irak Büyükelçisi Murat Özçelik’in telefonuyla uyandım. Kürtlerin Ninova’nın en büyük şehri Musul’u işgal ettiğine dair Ankara’dan bir haber almıştı. Araştırdım ve bunun bir işgal olmadığını, silahlı Kürt güçlerin Kürtlerin tutuklanmasına bir misilleme olarak Ninova’daki bazı Arapları kaçırdığını kısa sürede ortaya çıkardım. Başkan Barzani çok öfkeliydi. Televizyonu her açışında bir Kürt köyündeki Amerikan tanklarının ve havada uçan F-16 uçaklarının görüntülerine şahit oluyordu. Oysa Kürtler ABD’yi ziyadesiyle desteklemişti; tek bir Amerikan askeri dahi Kürtlerce öldürülmemişti. Hal böyleyken [Barzani] Amerikalılar Kürtlere niçin bu şekilde davrandı diye sordu?
O dönem Barzani’nin sorusunu cevaplama gereği duymadık. Kaçırılan Araplara karşı Ninova valisine suikasta kalkışmakla suçlanan Kürtlerin takası için bir anlaşmaya arabuluculuk yapabilmiştik. Yakın ilişkilerimiz olan Türk tarafını da zannettikleri gibi Kürtlerin Musul’u işgal etmedikleri konusunda ikna ederek yatıştırmıştık. Ortalık sakinleşmişti ve herkes bu çözümden mutlu görünüyordu. Biz vazgeçilmez bir müttefiktik.
Ama daha sonra vazgeçilmez olmaktan çıktık. Artık vazgeçilmez müttefik İran’dı.
Kıran kırana geçen 2010 Irak genel seçimlerinin ardından İran, hükümet kurma müzakerelerinde nüfuzunu giderek artırdı. İyad Allavi’nin liderliğindeki Irakiyye Bloku 91 milletvekilliği kazanırken Başbakan Nuri el-Maliki’nin Kanun Devleti bloku 89 milletvekilliğinde kaldı. İyice kızışan iç tartışmanın ardından Amerikan Başkan Yardımcısı Joe Biden, Washington’ın dönemin Irak başbakanlığını yürüten ismi [yani Nuri el-Maliki’yi] desteklemesinde karar kıldı; bir Irak milliyetçisi olan Maliki’nin “bizim adamımız” olduğunda ve güvenlik anlaşmasının süresinin dolacağı 2011 sonrası dönemde Irak’ta bir grup Amerikan askerî kuvvetinin kalmasına izin vereceğinde ısrar ederek… Ancak ciddi baskılar yapmasına rağmen ABD, [Irak’taki] müttefiklerini Maliki’ye ikinci dönem başbakanlık için destek vermeye ikna edemedi. Bunu fırsat bilen İran Devrim Muhafızları Konseyi Başkanı Kâsım Süleymani, etkili ve Amerikan karşıtı bir Şii din adamı olan Mukteda es-Sadr’a baskı yaparak Amerikan birliklerinin Irak’tan geri çekileceği ve Sadr grubuna koalisyon hükümetinde bakanlık verileceği şartıyla Maliki’ye destek çıkmasını sağladı.
Böylelikle İran, Maliki’nin başbakan olarak kalmasını sağladı. Irak’tan çıkmak için acele eden Obama yönetimi, sert gücüyle birlikte yumuşak gücünü de geri çekerek ABD’nin “dengeleyici”,  arabulucu ve siyasi sürecin hamisi rolünden vazgeçti.
[Z.T.K. Bu noktada hafızalarımızı tazelemek için uzun bir parantez açarak konuyla ilgili bazı bilgileri vermek istiyorum. Seküler bir Şii olan İyad Allavi’nin liderliğinde, mezhepçi kutuplaşmayı aşıp Sünnileri de Şiileri de içine katan, Irak toplumunu kapsayıcı ve kuşatıcı bir nitelikte Irakiyye Bloku’nun oluşmasında başından sonuna kadar bizzat Türkiye ve dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu öncülük etmiştir. Ancak böylesi bir yapıyla Irak’ın ayakta kalabileceğini düşünen Türkiye, bu oluşuma o dönemde her türlü desteği vermiştir. Seçimlerden birinci çıkmasına rağmen, İran’ın ayak diretmesi ve ABD’nin de saf değiştirmesiyle Irakiyye Bloku’nun hükümeti kurması engellenmiştir. Eğer ki o dönemde Allavi başbakanlığında bir hükümet kurulmuş olsaydı, IŞİD’in doğuşuna ve Irak toplumunda destek bulmasına zemin hazırlayan mezhepçi gerginlikler bu denli yaşanmamış ve Sünnilerin mağduriyetleri giderilmiş olacak, bugünkü felaketler de yaşanmayacaktı. Ne var ki Türk hükümetinin Irak sosyolojisini dikkate alarak attığı bu son derece isabetli adım, seçimlerden ikinci çıkan Maliki blokuna İran tarafından hükümet kurdurtularak boşa çıkartılınca, o dönem medyamız ve muhalefetimiz, “Biz niye başka ülkelerin içişlerine karışıyoruz!” diyerek bu önemli adımı yerden yere vurmuştu. Halbuki bu çözüm Irak için son derece yerinde ve önemliydi. İkinci döneminde Maliki’nin uyguladığı politikalar aşağıda zaten anlatılmış…]
İkinci dönem başbakanlığı elde eden Maliki mezhepçi bir dizi politikaya yöneldi. Maliki, Sünni siyasetçileri teröristlikle suçlayarak ülkeden kaçmak zorunda bıraktı [Z.T.K. Mesela dönemin Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi hakkında teröristlere destek suçlamasıyla dava açıldı ve gıyabında idam cezası verildi. Haşimi önce Erbil’e, ardından Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı]; Irak’ta el-Kaide’ye karşı savaşmış Sünni Sahve Hareketi liderlerine verdiği sözlerinden caydı ve Sünni protestocuları kitleler halinde tutukladı. [Z.T.K. 2013 yılında Sünnilerin yaşadığı bölgeler diken üstündeydi, sık sık protestolar yaşanıyordu. Durum o denli vahimdi ki 30 Nisan 2014’te yapılan genel seçimler sırasında Sünnilerin yaşadığı bazı bölgelerde sandık bile kurulamadı. Seçim sonuçları Sünniler için tam bir hezimetti ve iki ay sonra IŞİD’in Irak’ın ikinci büyük şehri Musul’u kolaylıkla ele geçirmesi hiç de sürpriz değildi. Bu arada o dönemde Türk basınında neredeyse hiç yer almamış olsa da 2013 yılı sonbaharından itibaren IŞİD’in Irak’ın Sünni şehirlerini yavaş yavaş ele geçirmeye başladığını da belirtmek gerekir.] İşte bu, IŞİD’in Irak el-Kaide’sinin küllerinden yükselmesinin ve İran destekli mezhepçi Maliki rejimine karşı Sünnilerin koruyuculuğuna soyunmasının zemini sağladı.
2014’te IŞİD Musul’u ele geçirdi ve Irak güvenlik güçleri, kaçarken arkalarında ABD’nin orduya verdiği tüm araçları ve askerî ekipmanları bıraktı. İşte o andan sonra Washington yeniden devreye girdi. Ama bu, IŞİD’e karşı taktik savaş için kurulan bir koalisyona önderlik etmekten ibaretti. IŞİD’in ortaya çıkışını kolaylaştıran semptomlar olan siyasi işlevsizlik ve çekişmeli yönetişim gibi stratejik konular üzerine hiç eğilmedi.
IŞİD’in çok büyük ölçüde zayıflatılmasıyla ve ufukta 2018 seçimlerinin belirmesiyle birlikte Iraklı ve Kürt politikacılar, çoktandır IŞİD sonrası dönem için kendilerini konumlandırmaktalar.
Barzani, IŞİD’le savaş sırasında uluslararası camiadan doğrudan silah aldıklarından ve kontrollerindeki topraklar Kerkük’ü de içine alacak şekilde genişlediğinden Kürtlerin konumlarının artık güçlendiği hesabını yaptı. Bu an’ın Irak’tan kopuşu müzakere etmek için en iyi an olduğuna inandı; dolayısıyla Irak hükümeti, Türkiye, İran, ABD, BM ve Avrupa ülkelerinin itirazlarına rağmen –ihtilaflı bölgeler de dahil– 25 Eylül referandumunu yapmak için bastırdı.
Barzani, Kerkük’ün ilhakını Kürdistan’ın bağımsızlığı için elzem gördü. Ama hiçbir Irak başbakanı önümüzdeki sene genel seçimlere gidilecekken Kerkük’ü kaybetmeyi göze alamaz. (…)
Barzani’nin kumarı, girdiği riske değmedi. Referandumun, tüm Kürtleri toparlayıcı bir dava olarak hizmet edeceğine, yasal görev süresini çoktan doldurduğu halde IKBY başkanlığı makamında kalmasından dikkatleri başka yöne saptıracağına ve IKBY’deki yolsuzluklarla ve kötü yönetimle ilgili şikâyetlere karşı bir kalkan olacağına inanmıştı. Ancak öngöremediği şey, baş rakibi (lideri Celal Talabani’nin kısa süre evvel hayatını kaybettiği) KYB’nin, Irak hükümetiyle, Irak güvenlik güçlerinin Kerkük’e hiçbir engellemeyle karşılaşmaksızın girişine izin veren bir anlaşmaya varmak suretiyle kasıtlı olarak Barzani’yi zayıflatmayı amaçladığıydı. Anlaşmanın arkasında Kâsım Süleymani vardı. 1996’dan beri bir Kürt partisinin diğerine bu türden bir büyük ihaneti olmamıştı.
Barzani; Irak ordusu ve Şii milisler Kerkük’e girip havaalanının, petrol sahalarının ve hükümet binalarının kontrolünü ele geçirip Kürdistan bayrağını indirdiklerinde hiç şüphesiz bir kez daha ABD’ye kimin safında olduğunu soracaktı.
ABD, bizzat Barzani’nin kışkırttığı Irak hükümetiyle KDP arasındaki ihtilafta taraf tutmayacağını belirtti. Washington, ikazlarına rağmen Barzani’nin geri adım atmayıp referandumu yapmasına öfkeli. Tek bir Irak politikasına desteğini sürdürmekte ve tüm grupların IŞİD’le savaşa odaklanması gerektiğinde ısrarcı.
Barzani bir kez daha kendisini ABD’nin ihanetine uğramış hissediyor. Saddam Hüseyin’in Tahran’ın toprak taleplerini kabul etmesi karşılığında İran Şahı’nın Kürtlere desteği bir anda kesmesinin ardından 1975’te o en yardıma muhtaç olduğu anda ABD’nin babasını nasıl yalnız bıraktığını hiç unutmadı. Molla Mustafa Barzani ABD’den yardım istemiş, ancak [Z.T.K. dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı] Henry Kissinger bunu reddetmiş ve Kürt isyanı böylece çökmüştü. Şimdi oğul Barzani ABD’den yardım istediğinde verilen cevap bu krizi kendisinin ürettiği şeklinde.
Yakın plandan baktığımızda bu, Haydar el-İbadi için bir zafer gibi görünüyor. İbadi, ABD’nin 2018 seçimlerini kazanmasını istediği kişi; zira Washington, bir Irak milliyetçisi olan İbadi’nin “bizim adamımız” olduğuna ve bir grup Amerikan askerî birliğinin [Z.T.K. IŞİD’le savaşın ardından] Irak’ta kalmasına izin vereceğine inanıyor.
Ancak daha uzaktan baktığımızda bu aslında İran’ın yeni bir başarısı. İran, bölgedeki herkese –ABD’nin değil– kendisinin vazgeçilmez bir müttefik olduğunu gösteriyor. Irak ve Suriye boyunca uzanan koridorlarını güvence altına alıyor, sahadaki farklı gruplar arasında arabuluculuk yapıyor, bu arada ABD’nin alanı giderek daralıyor. Bir kez daha İran kilit bir rol oynuyor, KYB ile Irak hükümeti arasında bir anlaşmaya varılmasına yardımcı oluyor ve Iraklıları destekleyen Şii milislere kılavuzluk ediyor. İran’ın bu milislerin varlığını sürdürmesinden çıkarları çok; bu da herhangi bir Irak başbakanının [Z.T.K. kuruluş amaçları olan IŞİD’le mücadele bittikten sonra] bu milislerin seferberlik halini sonlandırıp dağıtmasını giderek zorlaştırıyor. Bu arada ABD’nin müttefiki olan Türkiye de İran ve Rusya eksenine kayıyor.
Kürdistan için bir çeşit konfederasyon ve Kerkük için özel statü üzerinde taraflar bir uzlaşmaya varılabilir. Ama bu da arabuluculuğu gerektiriyor. Ve bunun Amerikalılardan gelmesi pek de mümkün görünmüyor.
Peki, bu niçin bir mesele olsun ki? Çünkü İran’ın çözümü [daha evvel olduğu gibi] bölgeye istikrar getirmeyecek. Tahran, Amerikan çıkarlarını ve müttefiklerini hezimete uğratmak için daha uzun bir süre sebat edip direnecek. Ancak başıboş bırakılan İran ve müttefikleri önünde sonunda İsrail’le kafa kafaya gelip çarpışacak. İşte o zaman ABD harekete geçmek zorunda kalacak.

24 Ekim 2017 Salı

D.HEARST: SUUDİLER, İRAN'A KARŞI NASIL KÜRTLERİ KULLANMAYA ÇALIŞTI


SUUDİLER, İRAN’N KOLUNU KANADINI KIRMAK İÇİN BAKIN NASIL KÜRTLERİ KULLANMAYA ÇALIŞTI

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 21.10.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Irak Kürdistan Bölgesi Yönetimi (IKBY) lideri Mesud Barzani’nin referandum çağrısı yaptığı andan itibaren hangi ülkeler grubunun bağımsız bir Kürdistan’ın daha başlangıçta başını ezmek üzere bir koalisyon kuracağı aşikârdı.
30 milyonluk Kürt’ün dört ülkeye dağılmış halde yaşadığı bölgede Türkiye, İran ve Irak yeni filizlenen devleti daha doğarken boğmak gibi bir ortak menfaati paylaştı; her ne kadar Ankara için bu, ülke içinde PKK’ya ve Suriye’de PYD’ye karşı savaşında bel bağladığı bir Kürt müttefikini terk etmek anlamına gelse de.
Buna karşın hangi grup ülkelerin Barzani’ye sözlü olur verip göz kırptığı çok da net sayılmazdı. İsrail bölgede bunu açıkça yapan tek oyuncuydu. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, İsrail “Kürt halkının meşru kendi devletini kurma çabasını destekliyor” dedi.
İsrail ordusunun eski genelkurmay başkan yardımcısı Yair Golan, Washington’daki bir konferansta her ne kadar İsrail PKK’yı bir terör örgütü olarak görse de kendisinin şahsen böyle düşünmediğini belirtti: “Doğuda İran’a baktığınızda, bölgedeki istikrarsızlığa odaklandığınızda bu bataklığın ortasında istikrarlı ve birleşik bir Kürt oluşumu fena bir fikir sayılmaz.”
Golan’ın bu tarz akıl yürütmesi, Türkiye, İran ve Irak’ın kolunu kanadını kırmak için Kürtleri kullanmayı çıkarına gören bir başka bölgesel güce, yani Suudi Arabistan’a tamamen yabancı değildi. Kamuoyu karşısında Suudi Kralı Selman Irak’ın bütünlüğünden yana olduklarını açık açık belirtti. Ama sahne arkasında Kraliyet, Irak devletini bölme ve Türkiye ile İran’ın toprak bütünlüğünü sorgulatma projesinde Barzani’yi cesaretlendirmek için bir dizi temsilci yolladı.
Bunlardan biri, şu an Cidde merkezli bir düşünce kuruluşu Ortadoğu Stratejik ve Hukuki Araştırmalar Merkezi başkanı olan Suudi silahlı kuvvetlerinden emekli tümgeneral Enver Eşki idi. Eşki, Kraliyet’in zihniyetini açıkça ortaya koydu. Dış İlişkiler Konseyi (CFR)’nde dedi ki barışçıl metotlarla Büyük Kürdistan’ın oluşumu için çalışmak “İran, Türkiye ve Irak’ın ihtiraslarına gem vuracaktır. Bu, her ülkenin üçte birini Kürdistan lehine koparacaktır.”
Eşki, Rus devletinin kontrolündeki Sputnik haber ajansına kısa bir süre evvel verdiği mülakatta bağımsız bir Kürt devletine desteğini yineledi. Dedi ki Kraliyet, halkların iradesi önünde durmuyor. “Kürtlerin kendi devletlerini kurma hakkı olduğu”na inanıyorum. Eşki şöyle devam etti: “Irak, Kürtleri marjinalleştirmekte ileri gitti. Ve Barzani’nin de dediği gibi, Bağdat yönetimi Irak’ı ırklara ve mezheplere bölerken Anayasa’ya bağlı kalmadı. Eğer ki Bağdat yönetimi aynı yolda ilerlemeyi sürdürürse bu, Irak’ın ikiden daha fazla parçaya bölünmesiyle sonuçlanabilir.”
Diğer bir sinyal de bu yılın mart ayında Suudi Kraliyet müsteşarlarından Dr. Abdullah es-Rabia’nın Suudi gazetesi Ukaz’a yaptığı açıklamalarla verildi. Rabia dedi ki, Irak Kürdistan’ı İran’ın ve Türkiye’nin baltalayamayacağı kadar yüksek bir iktisadi, kültürel, siyasi ve askeri potansiyele sahip. Barzani’yle bir araya geldikten sonra gazeteye konuşan Rabia, Kürdistan “bağımsızlık için gerekli temellere ve varlığını koruma imkanına sahip” dedi.
Suudi ittifakının diğer bir kilit mensubu BAE de aynısını yaptı.
Güvenilir bir kaynaktan aldığım bilgilere göre, Barzani’nin oğlu olan Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Mesrur Barzani, 25 Eylül referandumundan sadece bir ay evvel gizlice Abu Dabi’ye gitmiş.
Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’in izniyle hareket eden BAE’li akademisyenler, desteklerini açıklamanın çok daha ötesine geçtiler. Mesela Abdullah Abdulhalık, birkaç sene içinde kurulacak ve 30 milyonluk bir nüfusa ulaşabilecek Kürdistan Devleti’ni gösteren bir harita yayınladı. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a, “demokratik bir ölçü” olarak nitelediği referandum yüzünden Kürdistan’ı cezalandırmama çağrısı da yaptı.
Bu, Bağdat’ta gözlerden kaçmadı. The New Arab web sitesi, Erbil’in referandumun organizasyonunda yardımcı olması için BAE Politikalar Merkezi Başkanı İbtisam el-Kutbî ile bir “mutabakat muhtırası” imzaladığına dair Iraklı bir yetkilinin iddialarına yer verdi. BAE, Erbil’deki konsolosunun referanduma katılıp bazı oy kullanma merkezlerini ziyaret ettiğine dair haberleri ise yalanladı.

Suudiler niyetlerinin işaretini veriyor
Suudi Arabistan, bölge politikasının değiştiğine dair başka sinyaller de verdi. Körfez İşleri Bakanı Thamer es-Sabhan, Suriye’nin Rakka kentine gerçekleştirdiği gizli ziyaret tepki çekti. El-Kuds el-Arabi’ye göre es-Sabhan, ABD’nin İslam Devleti (İD)’yle mücadele özel temsilcisi Brett McGurk’le ve ona eşlik eden Amerikan destekli Suriye Demokratik Güçleri askeri komutanlarıyla birlikte fotoğraflandı – ki bu SDG komutanları, İD’den yeni kurtarılmış Rakka’nın enkazları üzerine PKK lideri Abdullah Öcalan’ın resmini dikenlerin ta kendileriydi.
Bu apaçık Türkiye’ye yönelik bir mesajdı.
Kerkük’te Kürt peşmerge direnişi ezildiğinde Riyad derhal gemiden atladı. Kral Selman, Irak Başbakanı Haydar el-İbadi’yi Kraliyet’in Irak’ın birliğine olan desteğini vurgulamak için telefonla aradı ve gelecek hafta Riyad’ı ziyaret için kendisini davet etti. Irak genelkurmay başkanı bu hafta Suudi Arabistan’ı ziyaret etti.
Kerkük fiyaskosu, Ortadoğu’daki dağılan Amerikan imparatorluğunun merkezindeki mevcut istikrarsızlığın son örneği. Türkiye, IKBY, Irak ve Suudi Arabistan hep ABD’nin büyük yatırımlar yaptığı müttefikler.
Ama bu göstermelik Amerikan askeri müttefiklerinin birbirlerine bakışı itibarıyla artık bu pek de bir anlam ifade etmiyor; [zira bu ilişki biçimi,] 20. yüzyılda alışageldiğimize kıyasla, daha ziyade 18. yüzyıl Avrupa’sındaki devletçiklerin veya prensliklerin davranış şeklini hatırlatıyor.
ABD’nin eğittiği ve finanse ettiği Irak ordusu, yine ABD’nin teçhiz ettiği –ve Irak’ın kuzeyinde İD’le savaşta hayati bir rol oynayan- Kürt peşmerge birliklerini kovmak için İran destekli Şii milislerle el ele çalıştı.
Geçtiğimiz hafta Kerkük çevresinde etnik temizlik yeterince gerçekti. Yaklaşık 100.000 Kürt evlerinden kaçmak zorunda kaldı, birçoğunun iş yerleri kundaklandı ve çok sayıda peşmerge savaşçısı da öldürüldü.
Bütün bu süreçte Washington kenarda kaldı. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü dedi ki: “Federal [yani merkezi] yönetimin ihtilaflı bölgeleri yeniden kontrolü altına alması hiçbir şekilde bu toprakların statülerini değiştirmez; statü sorunu Irak Anayasası’na uygun bir zeminde çözülünceye kadar bu bölgeler ihtilaflı olarak kalmaya devam edecektir.”

Amerikan askeri şemsiyesinin lime lime olması
Aslında Kerkük üzerinden yürütülen bu savaş, Saddam rejiminin düşmesinin ardından oluşan yeni Irak’ta Bağdat’ın Kürtlere karşı askeri güç kullanmayacağına dair varılan anlaşmanın ilk büyük ihlali. Irak Başbakanı İbadi otoritesini artırdı. Kerkük’ün geri alınması, 2018 genel seçimlerinde İbadi’nin, rakibi eski Başbakan Nuri el-Maliki’yle mücadelesine de yarayacak ve bütün bunlarda Irak Anayasası’nın ne deyip ne demediğinin pek de bir kıymeti harbiyesi olmayacak.
Dolayısıyla bir Amerikan müttefiki olmak, bırakın Amerikan askeri kalkanının, diplomatik şemsiyesinin dahi bir garantisi değil.
ABD’nin geri çekilmesiyle bırakılan boşluk (ki ben Trump’ın Amerika Öncelik milliyetçiliğini, Obama’nın Bush dönemi müdahalelerinden geri çekilmesinin bir devamı olarak görüyorum), Beyaz Saray’ı bir reality şova dönüştüren bir başkandan [Z.T.K. Trump’ı kastediyor] çok daha istikrarsızlaştırıcı.
Barzani, içeride [Z.T.K. rakibi Talebani’nin milis gücü] KYB’ye bağlı peşmergelerden artık ne tür bir destek almayı umduysa bunu elde edemediği gibi,  Riyad ve Abu Dabi’den de yanlış işaretler aldı.
O halde post-Batı dünyasına hoş geldiniz. Geçmişte İngiltere de Rusya da o sancılı imparatorluklarını kaybetme sürecinden geçtiler. Şimdi sıra Washington’da.
Geri çekilmekte olan ABD, arkasında güçlü bölgesel aktörlerin denetiminde yeni bir güçler dengesi bırakmıyor. Batı’nın silahlarıyla donatılmış, vurdumduymaz ve savaşla yoğrulmuş orduların devriye gezdiği devasa bir çekişmeli alan bırakıyor. Eski müttefikler bir kenara atılıyor ve politikalar bir gecede bozulup dağılıyor.

Kazanan yine İran
Şüphesiz bu süreçte kazananlar da var ve bunlardan biri İran.
Güçlü ve muteber bir uluslararası arabulucunun yokluğunda İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü’nün komutanı Kasım Süleymani, yaklaşmakta olan Haşd-i Şa’bi birlikleriyle bir anlaşmaya varması için KYB içindeki Talebani ailesi kanadını iknada çok daha etkili bir rol oynamışa benziyor; her ne kadar Şii milisler kısa sürede geri çekilip kontrolü Irak ordusu ve federal polise bıraksalar da.
Donald Trump’ın nükleer anlaşmayı “bozması”ndan [Z.T.K. yani desteğini çekip topu Kongre’ye atmasından] sadece iki gün evvel İran, kendisine bağlı Şii vekil güçler üzerinden Irak’a ait yeni bir dizi stratejik gayrimenkullerin ve petrol kuyularının kontrolünü etkili bir şekilde ele geçirmiş oldu.
Türkiye böylelikle İran’ın kollarına daha fazla itilmiş durumda. Şimdi artık Türkiye’nin Irak’taki sembolik kuvveti, Kerkük’e saldırının öncüsü olarak kullanılan İran destekli milis gücü Haşd-i Şa’bi ile dört bir tarafından çevrili.

Suudi Arabistan eskiye kıyasla bölgesel olarak daha da zayıf. Game of Thrones’u oynayıp her defasında kaybederken acaba aklını başına alıp bunlardan ibret alacak mı? Bu rekabetlerin mirası, enkaza dönmüş Sünni şehirler listesinin giderek kabarması ve milyonlarca mülteci. Enkazlar ve mülteciler, Suud’un Sünni Arap dünyasında oynadığı sözde liderlik rolünün bir neticesi. 

21 Ekim 2017 Cumartesi

G.FRIEDMAN: ALMANYA İÇİN EN TEHLİKELİ SEÇENEK: RUSYA



ALMANYA İÇİN EN TEHLİKELİ SEÇENEK: RUSYA

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)

Geopolitical Futures, 16.10.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Geçtiğimiz hafta büyük Alman şirketlerinin yöneticilerinden bir heyet, Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’le bir araya geldi. Bu tür heyetler sıradan sayılır. (…) Ama nadiren önem arz ederler; hele de Rus-Alman ilişkileri sözkonusu olduğunda.

İstikrarsız İlişkiler
Almanya için temel iki ilişki vardır. Biri AB’yle, diğeri ABD’yle. Şu sıralar her ikisiyle de ilişkileri istikrarlı değil. İngiltere’nin AB’den çıkışı (Brexit), İspanya Krizi, Polonya’yla derin ihtilaflar ve güney Avrupa’nın çözümsüz iktisadi problemleri AB’nin dokusunu hırpalıyor. Almanlar ve AB kurumları ise bunların hiçbirinin Birliğin sağlığını temelden tehdit etmediği iddiasında olup 2008 [Küresel Kriz]’den yaklaşık on yıl sonra Avrupa’nın son derece mütevazı bir iktisadi büyüme kaydedebildiği gerçeğine işaret ediyorlar.
Tabii ki Almanlar önlerinde bekleyen tehlikeleri biliyorlar, her ne kadar Brüksel bunun farkında olmasa da. AB’nin problemlerinin çoğu iktisadi değil siyasi. Polonya ile Almanya, ulusal kaderini kendi kendine belirleme hakkı ile AB kuralları[na uyma zorunluluğu] arasındaki gerilimde kafa kafaya gelmiş durumdalar. Brexit de zaten bununla alakalıydı. İspanya, bir ulusun doğası ve bir bölgenin ayrılma hakkı tartışmasına kilitlenmiş haldeyken AB de bir üye devletin içişleri sözkonusu olduğunda ne tür bir rol oynaması gerektiğini kara kara düşünüyor. Her ne kadar güney Avrupa’nın problemleri iktisadi olsa da Avrupa’nın asgari bir büyümeyi dahi zar zor kaydetmesi gerçeği gösteriyor ki bu tür bir büyüme ne sürdürülebilir ne de bu oranda bir büyüme kıtanın derin yapısal sorunlarını çözmeye yetebilir. Hal böyleyken AB’nin fiilî lideri olarak Almanya, bir yandan başarısızlığın sonuçlarını düşünürken diğer yandan [dışarıya] kendinden emin görüntüsü vermek zorunda.
Almanya’nın ABD’yle ilişkileri de bir o kadar istikrarsız ve bu sadece Başkan Donald Trump’ın kişiliğinden kaynaklanmıyor. Avrupa’nın stratejik ve iktisadi durumu, –SSCB’nin dağıldığı, Almanya’nın birleştiği ve hayati önemdeki Maastricht Antlaşması’nın imzalandığı– 1990’ların başlarından bu yana dramatik bir şekilde değişti; ancak Almanya’nın ABD’yle stratejik ilişkileri değişmedi. Her ikisi de NATO üyesi ama örgütün misyonu ve finansmanı konusunda radikal şekilde farklı görüşlere sahipler. Almanya dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi: ancak NATO’ya mali katkısı, iktisadi büyüklüğüyle örtüşmüyor.
Bir de Rusya var. ABD’nin Rusya’ya dönük siyaseti, Demokratlar’ın yoğun bir Rus karşıtı duruş benimsemesinden bu yana sertleşti ki [bu karşıt duruş] Moskova’yla ilişkileri zaten hep gergin olan Cumhuriyetçiler’den bile daha yoğundu. Amerikan askerî birlikleri Baltıklar, Polonya ve Romanya’ya konuşlanırken Ukrayna Krizi iltihaplanmaya devam ediyor. Bu da AB içindeki yarıkları daha da büyütüyor. Almanya ikinci bir Soğuk Savaş meraklısı değil; Doğu Avrupa ise çoktandır bir soğuk savaşta olduğuna inanıyor. Doğu Avrupalılar bu konuda Almanlardan giderek yabancılaşarak Amerikalılarla daha yakın saf tutuyor. Almanya’nın kilit Doğu Avrupa ülkeleriyle ilişkilerinin test edildiği bir dönemde bölgede Amerikan politikasının ilave baskısı Alman çıkarlarına yönelik bir tehdit. Almanya Rus probleminin yatıştırılmasını istiyor. ABD ve onun Doğu Avrupalı müttefikleri ise bunu başarma yolunun karşılıklı cepheleşmeden geçtiğini düşünüyor.  

Daha Tehlikeli Bir Seçenek
Uluslararası realite 1991’den bu yana dramatik bir değişimden geçse de Alman dış politikası aşağı yukarı aynı kaldı. Bu ise Almanya’yı istemediği bir kararı almaya zorluyor. Eğer ki AB ülkeleri dağılmaya ve Avrupa siyaseti ve dış politikası kendisininkinden farklılaşmaya devam ederse Berlin yönetimi neler olacağını düşünmek zorunda. Yine eğer ki ABD, –Almanya’yı Amerikan düşmanlarıyla yüzleşmek zorunda bırakacak şekilde– Avrupa’nın dinamiklerini şekillendirmeyi sürdürürse neler olacağı üzerinde kafa yormak zorunda. Bu sadece Rusya’yla alakalı değil, aynı konuyu İran üzerinden de değerlendirebiliriz.  
Almanya istikrarlı iktisadi ortakları olmaksızın ayakta kalamaz. Zira birleştiğinden bu yana hiç kendi kendine yeterli bir ülke olmadı. Alternatifler keşfetmek zorunda. Almanya için en bariz alternatif ise ister ittifakla isterse fetih yoluyla hep Rusya olageldi. Almanya’nın Rusya’nın hammaddelerine ihtiyacı var. Aynı zamanda Rus piyasası daha sağlam olmalı ki Alman mallarını çok daha fazla satın alabilsinler. Ancak Rusya, dışarıdan yardım olmaksızın hızlı bir iktisadi gelişme kaydetmekten aciz durumda ve petrol fiyatlarının tepetaklak olmasıyla birlikte ekonomisini istikrara kavuşturmak için hızlı bir kalkınma ihtiyacı içinde. Almanya Rus ekonomisinin başarısına muhtaç olup Rusya’ya sunması gereken şeyler sermaye, teknoloji ve işletme yönetimi. Bunun karşılığında Rusya da ona hammadde ve iş gücü sunabilir. Rusya’yla bir işbirliği/hizalanma Doğu Avrupa’yı Almanya’nın yörüngesine sokabilir. Olayların gidişatına göre ve Almanya’nın alternatifleri dikkate alındığında, Rus seçeneği pahalı olmakla birlikte potansiyel olarak son derece kazançlı.
Ancak Almanya’nın Rusya’yla bir problemi var. Daha evvelki her ittifak veya fetih kalkışması başarısızlığa uğradı. Alman mallarına sağlam bir pazar yaratmak için Rus ekonomisini takviye etmek hiç şüphesiz iki ülkenin de faydasına olacaktır; ama bu aynı zamanda Avrupa’daki güçler dengesini değiştirecektir. Şu an için Almanya askeri açıdan zayıf ve fakat iktisaden güçlü. Rusya ise askeri açıdan bir dereceye kadar güçlü ve fakat iktisaden zayıf. Almanya’yla işbirliği/hizalanma Rus ekonomisini güçlendirebilir ve bu sayede Moskova askeri gücünü dramatik şekilde artırabilir. ABD’den uzaklaşmış ve Avrupa yarımadasının kalanında askeri gücün önemini azaltmış olarak Almanya, kendisini eski pozisyonunda bulabilir: Rus gücü karşısında savunmasız/hassas hale gelmek ve fakat Rusya’ya karşı müttefiksiz kalmak.

Şirket yöneticilerinin Rusya seyahati ezber bozucu bir gelişme olmadığı gibi Alman politikasında ciddi bir değişime de işaret değil. Ama bu, devam eden bir sürecin bir parçası. Uluslararası realite Almanya’nın ihtiyaç duyduğundan farklı bir yöne kayarken Berlin de başka bir yol bulmak zorunda. Kısa vadede ABD periyodik bir resesyona maruz [Bu konuyla ilgili daha evvel Friedman’dan yaptığım “ABD’nin Ekonomik Resesyonu ve Dünyaya Muhtemel Yansımaları” başlıklı tercümeyi (26.4.2016) okuyabilirsiniz] ve Almanya’ya karşı husumet Avrupa’da, bilhassa da Doğu Avrupa’da giderek artıyor. Çin kendi iç meydan okumalarıyla yüzleşiyor. Berlin’in önünde Rusya’dan başka çok az seçenek var ve tarihsel olarak bu ülke Almanya için en tehlikeli seçenek.

19 Ekim 2017 Perşembe

J.JEFFREY: BÜTÜNLÜĞÜ KORUMAK ZORDUR, AMA BÖLÜNMEK ÇOK DAHA ZOR



BÜTÜNLÜĞÜ KORUMAK ZORDUR, AMA BÖLÜNMEK ÇOK DAHA ZOR

James Jeffrey (ABD’nin eski Irak ve Türkiye büyükelçisi; hâlihazırda Amerikan bölgesel, diplomatik ve askeri stratejisinin yanısıra Türkiye, Irak ve İran’a odaklandığı Washington Enstitüsü kıdemli üyesi)
The Cipher Brief, 17.10.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Kürtlerin kontrolündeki Kerkük şehrine Irak askerî birliklerinin baskınına baktığınızda bunun nasıl gerçekleştiğine dair ilk intibalarınız nelerdir?
Bunun gerçekleme nedeni, (IKBY Başkanı Mesud) Barzani’nin hayatî bir hata yapması. ABD’nin ve Türkiye’nin sadece onun bağımsızlığa doğru ilerleyişini değil, aynı zamanda (…) Kerkük bölgesini almasını da destekleyeceğini düşündü. Ama bu gerçekleşmedi.
İkincisi, bunu yapmakla Barzani, Amerikan yönetiminin geçen cuma günü ilan ettiği ve fakat hala daha oluşum aşamasındaki İran karşıtı stratejini büyük ölçüde sabote etti. Zira ABD olarak bizim ihtiyacımız olan şey, İranlılara karşı hedeflerimizde Kürtlerin büyük oyuncu olacakları bir ve bütün Irak’tı. Şu an Kürtler çok kötü bir şekilde kendilerini tecrit etmiş oldular.
Kerkük’te büyük bir silahlı çatışma türü vakalar yaşanmadığı (…) ve ABD, Kürtleri IŞİD sahneye çıkmadan evvelki sınırlara geri dönmesi (…) için bastırma pozisyonunu benimsediği sürece bunu çözme imkanınız var. ABD aynı zamanda Irak ordusu ve Haşdi Şa’bî birliklerinin bu bölgelere girmemesi sözünün yeniden altını çizerek pekiştirmeli.
Üçüncüsü, ABD, Irak’ın kuzeyi ve güneyinden petrol ihracatında ve petrol gelirlerinin paylaşımında hakkaniyetli bir çözüm için Bağdat, Erbil ve Ankara’yla çalışmalı. ABD daha evvel bunu defalarca kısmî bir başarıyla yaptı; bu, çözülebilir bir problem ama (IKBY’nin ana petrol ihracat ortağı olan) Türkiye’nin de sürece dahil olması lazım. ABD’nin burada ana oyuncu olma nedeni, petrol gelirlerinin New York Federal Rezerv Bankası’nda biriktirilmesi. Petrol meselesi Bağdat ile Erbil arasındaki kilit ihtilaf mevzuu.
Ayrıca ABD’nin bütüncül bir Irak’a desteğini pekiştirmesi, uzunca bir süredir önemli bir hedef olduğunu vurguladığım şeye bizi zımnen götürmüş olacaktır: Biz Irak’ın diğer kısımlarında kalamasak bile kuzeyde askerî mevcudiyetimizi koruyacağız.

Peki, şimdiye kadar Trump yönetiminden buna dönük herhangi bir hareket gördünüz mü?
Trump yönetiminin bu konuyu düşündüğünü zannediyorum. Şahıslara inmeden, diyebilirim ki şu an Suriye ve Irak politikası, tek meselenin cihatçılarla savaşmak olduğunu düşünen Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları çalışanlarca yürütülüyor. Zira cihatçılarla mücadele, işin kolayı olup bunda kazanıyoruz. İran ise çok zorlu bir mücadele; ama Suriye’de İran’la baş etme konusunda Ruslara ve Irak’ta da (Irak Başbakanı Haydar) el-İbadi’ye güvenebiliriz. Bu, mutlak bir felaketi önlemenin bir reçetesi.
Amerikan yönetimi bu spesifik meseleyle baş etmek için alışıldık otomatik duygusal tepkileri verecektir: “Herkes [masada] konuşsun, silahları sustursun”. Ancak yukarıda bahsettiğim, benim son derece sınırlı Diplomasiye Giriş dersi seviyesindeki politika eylem planıyla birlikte… Yani her iki tarafı da masaya çekmek için Amerikan Merkez Bankasını bir koz olarak kullanmak, müzakerelere dahil etmek için Türkiye’yle ilişkilerimizden istifade etmek ve yerel aktörlere bütüncül bir Irak taahhüdümüzü sürdürme konusunda -en azından bir askerî birliğin varlığıyla zımni olarak- güvence vermek.
Bu tür bir ufacık diplomatik adım dahi, bizim Suriye ve Irak topraklarındaki gerçek tehdidimiz olan İran’a karşı yine Suriye ve Irak’ta ne yapmak istediğimiz konusunda biraz olsun bir fikir sahibi olmamızı gerektirmekte. Ama şu an için böyle bir şey yok. Körfez’i hava savunma sistemine entegre etme gibi şeylerden bahsediliyor ki bu sadece kullan-at tarzı [yani geçici] bir teknik politika.
Burada kazançlı bir rol oynama fırsatına sahibiz; ancak Trump yönetiminin bu fırsatı yakalayıp yakalamayacağını bilmiyoruz.

Irak’ın bir bütün olarak kalıp kalamayacağına dair o eski soruya dönersek, sizce bu kriz sözkonusu tartışmayı nasıl besliyor?
Irak’ın bir ve bütün olarak kalması hep zordu, ama bölünmesi çok daha zor. Esasen IŞİD bir Sünni Arabistan kurmak için Irak’ın bir parçasını koparmaya kalkıştığında doğurduğu sonuca bir bakın. Hâlihazırdaki kriz Kürdistan’ın kopmaya kalkışması ki onun da akıbetine bakın. Irak’ta birliği muhafaza edici merkezcil güçler, merkezkaç kuvvetlerden daha güçlü olma eğiliminde.
Birincisi, daha evvel yaptığım Diplomasiye Giriş seviyesindeki politika önerilerim arasında yer alan bütüncül bir Irak’ı korumak, bu krizde yapılması gereken en cazip şey; bu bizim Irak’taki geleneksel duruşumuz ve aslında Kosova ve Güney Sudan dışında her yerde izlediğimiz tipik bir duruş. Ancak ikincisi, bütüncül bir Irak’ı desteklediğimizi söylememek veyahut kapıyı açık bırakmayıp bu aşamada sahada bu denli tehlikeli bir durumda (…) akıllı ve yaratıcı olmaya çalışmamak benim destek vereceğim bir politika değil.
Ekmek kapısında dur. Birlik ve bütünlüğü vurgula; de ki biliyoruz bu zor ama alternatifi daha beter.

Bu krizle birlikte görünen o ki iktidardaki KDP ile KYB arasında fiiliyatta bir bölünme zaten varmış. Kerkük’teki KYB peşmergeleri, ilerlemekte olan Irak askerî birlikleriyle bir anlaşama bile yapmış olabilir. Sizce Barzani şu an ne düşünüyordur? Kürtler bu durumdan nasıl geri adım atıp bellerini doğrultabilir?
Bellerini doğrultacaklar; zira bir kez daha Irak’taki gidişat, Irak’ın bir ve bütün kalması ve KDP ile KYB’nin ihtilaflarını iğreti de olsa giderilmesi gibi, genel olarak beklenen yönde ilerliyor. Çünkü insanları bir arada tutan güçler, Irak’ın parçalanması için bastıran güçlere kıyasla çok daha kuvvetliler.

En azından Kerkük çevresinde Kürtler tarafından ele geçirilen alanlar neredeyse tamamen petrol sahalarıydı ve bu, Kürdistan’dan yeni bir Kuveyt yaratma planının bir parçasıydı. Bu fikir, KDP’yle ve Mesud Barzani’nin bizzat kendisiyle yakından bağlantılıydı. KYB, bu anlaşmada kendi haklı hissesini hiçbir zaman alamadı; yine onlar, etrafa saçılan muazzam miktardaki paradan da hak ettikleri paylarını elde edemedi. Türkiye’yle petrol ihracat anlaşması da dahil bütün anlaşmaları yapan Barzani’ydi; dolayısıyla KYB bu sahalar için ölmeyi göze almadı.