SAVAŞ VE
İŞGAL KARŞISINDA TAHAMMÜL: FİLİSTİN
Zahide
Tuba Kor
Bu
makale, Anadolu Federasyonu’nun 29 Ağustos 2024 tarihinde
düzenlediği 18. Anadolu Buluşmaları programında yaptığım konuşmanın ayrıntılı
bir şekilde yazıya dökülmüş halidir. Dört gün süren programda yapılan
konuşmaların makaleleri ileride kitap olarak yayınlanacaktır. Bu makale de
sempozyum kitabı içinde yer alacaktır. Konuşmam aşağıdaki linkte olup videonun
2. saatinde başlamaktadır. https://www.youtube.com/live/V86_bEls1dk
NOT:
Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html
linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Gerek 7
Ekim Aksa Tufanı gerekse akabinde İsrail’in açtığı soykırım savaşı bütün
ezberleri bozarken Filistinli çocukların bile İsrail saldırıları karşısında dik
duruşu ve özgüveni, takdir-i ilahiye teslimiyeti ve adanmışlığı, direniş azmi
ve ölümle kurdukları ilişki biçimi herkesi şaşkına çevirdi. Vicdan sahibi
gayrimüslimleri İslam’ı araştırmaya ve materyalist hayat tarzlarını sorgulamaya
sevk ederken birçok Müslüman’a da kendi imanının derecesini ve hayat tarzını
sorgulattı. Peki, bir yandan günde onlarca veya yüzlerce can alan bombardımanlara
ve sevdiklerini kaybetmeye diğer yandan evsizlik, açlık, susuzluk,
elektriksizlik, yakıtsızlık, ilaçsızlık, salgın hastalıklar, toplu gözaltılar,
gözaltında işkence ve taciz-tecavüzlere öte yandan gökyüzünde 24 saat yüksek
sesle uçan, zaman zaman sürekli bebek ağlamaları veya köpek havlamaları sesleri
çıkaran keşif uçaklarına nasıl tahammül edebiliyorlar? Daha eskiye gidersek,
Filistinlilerin 1948’den bu yana işgal altında yaşadıkları türlü türlü fiziki, ekonomik
ve psikolojik çökertme operasyonlarına karşı dayanıklılığını sağlayan temel
unsurlar neler? Yirmi yıldır Filistin ve savaş çalışan biri olarak sahadan öğrendiğim
bilgileri[1]
sizinle paylaşacağım.
1.
1948 ve
1967’de yersiz yurtsuzlaşmanın acı tecrübelerini hatırda tutmak
7
Ekim’den sonra ya tehcir ya da soykırım ikileminde bırakılan Gazzelilerin
-tamamı olmasa da- ekseriyetinin “Toprağımızı asla terk etmeyiz, öleceksek
vatanımızda ölelim” diyebilmelerinin en önemli sebebi, dedelerinin ve
ninelerinin 1948 ve 1967 tecrübelerinin kendilerine aktarılması ve hafızanın
canlı tutulması diyebiliriz. Bu, Rumlar eliyle yaşadıkları acıları bilinçli bir
şekilde çocuklarına aktarmama kararı alan Kıbrıs Türklerinin hikayesinin[2]
tam aksi... 1947-1948’de önce altı aylık iç çatışma ve katliamlar, ardından
Arap ordularının müdahalesiyle başlayan ilk Arap-İsrail savaşında 1,4 milyon
Filistinliden 800 bin kadarı yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kaldı. Çoğu
evinden ayrılırken birkaç hafta veya birkaç ay sonra çatışmaların durulmasıyla
geri döneceğini zannetmişti; ancak bugün onların torunlarının çocukları bile
mülteci konumunda yaşıyor. 1948’de Gazze toprakları iyice küçülüp Akdeniz
boyunca dar bir şeride dönüşürken, nüfusu ise göçlerle üç kattan fazla arttı;
öyle ki bugün Gazze’nin %70’e yakını 1948 mültecileri.[3]
Maddi imkân bulan mülteciler zaman içinde kamp dışına taşınsa da, 7 Ekim öncesinde
bunların 600 binden fazlası hala 8 mülteci kampında çok kalabalık ve birçoğu sağlıksız
ortamlarda yaşamaktaydı. 1967 Savaşı’yla bütün Filistin toprakları İsrail
işgaline girerken 300 bin Filistinli daha Ürdün’e göçe zorlandı; Gazze’nin
%10’u, Batı Şeria’nın %20’si yeniden mülteci konumuna düştü. Mültecilerin
ekseriyeti her şeylerini yitirip on yıllar boyunca elektriksiz-susuz sefil bir
hayata mahkûm kaldı. Toprağını terk etmeyip İsrail içinde kalan ve vatandaşlık
alan Filistinliler de askeri yönetim altında farklı türde bin bir sıkıntıyla
boğuştular.[4]
Yersiz
yurtsuzlaşmayı yaşadıklarından vatanın ve toprağın kıymetini dünyada en fazla
bilen halkların başında Filistinliler gelir. Çünkü vatanını yitirmek, hem
onurunu hem de geleceğini yitirmek demektir. Mülteci konumuna düşen
Filistinliler[5]
gittikleri ülkelerde başta hoş karşılansa da kalıcı oldukları anlaşıldıktan
sonra Lübnan’da veya İsrail’e karşı direnişe geçtikten sonra sığındıkları
ülkelerde tehdit sayıldılar; çatışma dönemlerinde katliamlarla ve/ya
sürgünlerle karşılaştılar (Ürdün’de 1970 Kara Eylül olayları, 1975-1990 Lübnan
İç Savaşı, 1982-2000 İsrail’in Lübnan’ı işgali, 1990 Irak’ın Kuveyt’i işgali,
2011’de sonra Suriye Savaşı gibi). Geçmişin hafızasıyla yaşayan Gazzeliler için
bu acı tecrübeler oldukça öğreticiydi.[6]
2.
Kudüs’ün
ve Mescid-i Aksa’nın varlığı
İkinci
büyük direniş ve tahammül kaynağı, Mescid-i Aksa’nın ve Kudüs’ün varlığı ve
İslam’ın kutsallarını koruma kaygısı. Ne yaşarlarsa yaşasınlar sabredip “Son
nefesimize kadar kutsal toprakların murabıtları, koruyucuları olacağız”
zihniyetiyle hareket edenler çoktur. Bunu kaderlerine yazılmış bir vecibe
addederler. Ebeveynlerin birçoğu “Çocuklarım Mescid-i Aksa uğruna feda olsun” der.
Müslüman’ı-Hristiyan’ı, dindarı-laiki, hatta ateisti bütün Filistinlileri
birleştiren ortak sembol Kudüs’tür, hatta birçokları için kimliğin kurucu
unsurudur. Bu arada Doğu Kudüs’te, hele de Eski Şehir ve çevresinde yaşamak çok
zor olup gündelik hayatın her alanında mücadele etmeyi ve büyük bedeller
ödemeyi gerektirir.[7]
Gazzelilerin
1994’ten beri Kudüs’e gitmeleri yasak. Buna rağmen -tıpkı 2021’de olduğu gibi-
Mescid-i Aksa tehlikeye girdiği anda, yıkıcı bir saldırıya maruz kalıp büyük
bedel ödeyecekleri kesin olduğu halde İsrail’e roket atarak kutsalları savunma
çabasına girdiler. 7 Ekim operasyonunun isminin “Aksa Tufanı” olması da bir tesadüf
değil; bu operasyon 2024’te İsrail’in Mescid-i Aksa’yı Yahudileştirme ve
sinagoga dönüştürme planına karşı bir ön alma girişimiydi.
İstanbul’da
doktora öğrencisi bir Gazzeliyle 2021’de yaptığım röportajda şu sözleri durumun
bir özeti: “Biz hiç göremediğimiz Kudüs için, hiç gidemediğimiz Filistin
şehirlerinin özgürlüğü için savaşıyoruz, bunca sıkıntıya göğüs geriyoruz.
Anlamlı bir hayatımız var. Zaten hayatın tadı ümmetin meselesi için yaşamaktır…”
3.
Direnişte
ve tahammülün öğretilmesinde annelerin etkisi
Filistinlilerin
direnişi ve işgalcinin maddi-manevi baskısına tahammülü çoğu zaman anne
karnında başlar. Bebekler direnmek veya boyun eğmek zorunda kalacakları bir
dünyaya doğarlar. Aktif veya pasif direniş ruhunun yeni nesillere aşılanmasında
en kritik rolü anneler oynarlar. Kadınların hayatının hemen her aşaması
direnişin bir parçasıdır: Çok çocuk sahibi olmak (yani Filistin’in
Yahudileştirilmesine karşı demografik bir savaş yürütmek) ve çocuğunu elden
geldiğince iyi eğitmek (Filistinliler Arap dünyasının en iyi eğitimli
kesimidir); fakirleştirme politikalarıyla boğuşmak; işgalcinin fiziki ve
psikolojik şiddetine ve aşağılamalarına direnmek; hareket kısıtlamalarıyla
mücadele etmek; İsrail’in yok saydığı Filistin kimliğini korumak ve toprakla
güçlü bir aidiyet bağı kurmak, (İsrail’in Yahudilere ait olduğunu iddia edip
tescil altına aldırmaya çalıştığı) yemek kültüründen tutun geleneksel
kıyafetlere kadar Filistin kültürünü sürdürüp yeni nesillere aşılamak (yani
işgalciye karşı kültürel bir savaş yürütmek); direniş ruhunu ve hafızasını
canlı tutup çocuklarına aktarmak; işgalcinin sürekli korku salmasına karşı
çocuklarına korkmamayı, cesareti, aciz görünmemeyi, üzüntüye teslim olmamayı
öğretmek... Ayrıca direniş örgütlerindeki babalar için şehit düştükleri veya
hapse girdikleri takdirde çocuklarına bakacak eşleri ve anneleri olduğunu
bilmek gözlerinin arkada kalmaması bakımından önemli.
Bu arada
Filistin direnişi denince akla ilk olarak silahlı direniş gelse de aslında
direniş çok boyutlu. Geçmişte İsrail işgal yönetiminin içeride her türlü
silahlı direniş imkân ve kabiliyetini şiddetle bastırdığı, hayatları dayanılmaz
kılıp terke zorladığı bir ortamda Filistinlilerin başlarına ne gelirse gelsin
sabrederek, sineye çekerek gündelik hayatlarını metanetle sürdürme çabası bile
başlı başına bir direnişti. Hatta buna “sumud” denirdi. Geçmişten beri
Filistin’de pasif direniş, silahlı direnişten çok daha yaygın olup kadınlar
bunun öncüsüydü.
Yeni
öğrendiğim, Gazze’de savaş şartlarında yaşanan iki ayrıntıyı paylaşmak isterim.
Birincisi, “O takvâ sahipleri, bollukta da darlıkta da Allah yolunda
harcarlar…” ayeti (Âl-i İmrân, 134) gereği, dışarıdan gelen yardımlar sayesinde
eline biraz para geçebilen bazı anneler, çocukları sırf fakirlik ve maddi
sıkıntı altında dahi sadaka verme alışkanlığı kazansınlar diye paranın cüzi bir
kısmını çocuklarının eline verip en fakirlere götürmeye teşvik ediyorlar. Kendilerinin
o paraya çok ihtiyacı olduğu halde… İkincisi, İsrail’in her gün yüzlerce
Gazzeliyi katletmesi karşısında nüfus dengesinin bozulmaması için -hamile
kadınlar hem hamilelikte hem doğumda hem de sonrasında çok büyük sıkıntılar
çektikleri ve bazıları bu yüzden hayatını kaybettiği halde- demografik savaşı
sürdürüyor, hamile kalmaya devam ediyorlar.
4.
Güçlü
iman, hafızlık, Hz. Peygamber’in ve ashabının hayatından teselli bulma
Gazzelilerin
önemli bir kısmının Kur’an-ı Kerim, hadis, siyer ve
peygamberler tarihinden beslenmeleri ve hafızlığın çocuklar arasında dahi
yaygınlığı, maruz kaldıkları abluka ve soykırım karşısında tahammüllerinin
temel sebeplerinden. Ayrıca insanoğlunun yeryüzündeki varlık gayesinin imtihan
olduğunun, dünya imtihanındaki duruşları ve eylemleriyle ahiret notunun
belirlediğinin, Allah’ın bu dünyadaki en çetin imtihanları kendi seçtiği
peygamberlerine ve salih kullarına yaşattığının farkında olmaları da
tahammüllerini artırıyor. Nasıl ki Hz. Peygamber ve ashabı Mekke döneminde üç
sene müşriklerin ablukasına uğradıysa Gazzeliler de 2006’dan bu yana abluka
altındalar. Hz. Peygamber nasıl ki bir yetim ve öksüzse Gazzeli çocukların da
birçoğu artık öyle. Hz. Peygamber nasıl ki bütün oğullarını küçücükken kaybedip
bir bir toprağa gömdüyse Gazzeli ebeveynler de aynısını yapıyorlar. Gazzeliler
de açlıktan karınlarına taş bağlıyorlar. Dolayısıyla bizim uzaktan bakıp
dayanamadığımız görüntüleri Gazzeliler bizzat yaşarken Hz. Peygamber’in ve
ashabının hayatından teselli buluyorlar. Tam da bu yüzden Gazze’de sahabe
hayatının örneklerini ve 21. yüzyılda da İslam’ın yaşanabileceğini hayretler
içinde sosyal medyadan izliyoruz. Gazzeli çocuklar Kur’an’ı ezberlerken
Allah’ın kendilerini koruyacağına inanıyorlar. (Arapçada ezberlemek ile
korumak/korunmak aynı kökten gelen kelimeler.) Savaş şartlarında hafızlığını
tamamlayan çok sayıda çocuk var. Bu arada bizim Kur’an, hadis ve siyere
baktığımızda gördüklerimiz ve anladıklarımız ile Gazzelilerinki birebir aynı
değil; çünkü her kul, ister Kur’an olsun isterse başka bir metin kendi
ihtiyaçları, arayışları ve ilgisine göre okuduğunu anlar, yorumlar ve dersler
çıkarır. Bu noktada savaş yaşayanların hikayelerini dinlerken ve savaş yaşamış
coğrafyaları gezerken Kur’an-ı Kerim’deki nice ayeti kavrayabilir hale
geldiğimi söyleyebilirim.
Bu bahiste
Şeyh Ahmed Yasin ve arkadaşlarını anmadan geçmek olmaz. Nitekim Gazze, hem
dindarlığı hem de dirençliliği ve direnişçiliği ile diğer Filistin bölgelerine
fark atar. (Batı Şeria’da el-Halil, Cenin, Nablus halkı da direnişçidir.) Geçmişten
beri neredeyse her dönem direnişin ilk çıktığı ve şiddetle bastırıldığı yer
Gazze’ydi. Tam da bu yüzden önce İngilizler, ardından Mısırlılar, 1967’den
sonra İsrailliler Gazzelileri kumarhaneler, gece kulüpleri vs. açarak ifsat
etmeye, dininden ve kültüründen kopararak veya en azından dünyevileştirerek
asimile etmeye, böylelikle direnişçiliğini törpüleyip uysallaştırmaya çalıştı. Yani
18. Anadolu Buluşmaları’nın konusunu hatırlatacak şekilde Filistin insanını
bozmak için uğraştılar. Buna karşı en etkili mücadeleyi, 1978’den itibaren Şeyh
Ahmet Yasin ve arkadaşları başlattı; dünyevileşen veya asimile olan gençleri
sportif faaliyetler vs. üzerinden camiyle buluşturdular, hakiki ve etkili bir
direniş için önşart olan kültürü ve kimliği din ile yeniden yoğurdular. Onların
Şeyh İzzettin Kassam gibi geçmişin direnişçi kahramanlarından aldıkları ilhamla
1970’li yılların sonlarında başlattıkları mücadelenin meyvelerini, 2000’li
yıllarda, ama özellikle İsrail’i şok edip dayandığı temelleri sarstıkları 7
Ekim operasyonu ve müteakip savaştaki direnişle aldılar, alıyorlar. Ve bu arada
Aksa Tufanı’nın planlayıcıları ve uygulayıcılarının bir kısmı, İsrail’in vakti
zamanında babasını katlettiği, çok zor şartlarda büyümüş yetimler.
Yine
öğrencilerin dünyevi ve dini ilimleri bir arada ve en iyi şekilde alması
hedefiyle özel bir müfredatla kurulan Gazze İslam Üniversitesi de kaliteli
nesiller yetişmesinde önemli bir işlev gördü. Bugün Gazzeli mühendislerin direnişin
silah ve teknolojilerinin birçoğunu kendilerinin üretmesi ve geliştirmesinde bu
eğitimin rolü göz ardı edilemez.
Öte
yandan direniş denince 1990’lardan bu yana akla genellikle İslami örgütler
gelse de aslında direniş onlardan ibaret değil. Bugün Gazze’de İsrail’e karşı
silahlı mücadele verenler, sadece Hamas ve İslami Cihad değil, aynı zamanda Arap
milliyetçisi el-Fetih’ten çıkan el-Aksa Şehitleri Tugayı veya Filistin
Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi sol seküler hareketlerin askeri kolları
da mevcut ve hatta İsrail’e karşı birlikte operasyonlar düzenliyorlar.
Bu arada
Gazze’de herkes çok dindarmış veya yaşananlar karşısında tahammül ve tevekkül
edebiliyormuş gibi bir algı da oluşmasın. Yitirdikleri karşısında ümitsizliğe
düşenler ve isyan aşamasına gelenler tabii ki var. Ama -bizdekinin aksine-
Gazze’de emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yani
iyiliği teşvik ve kötülükten sakındırma müessesi çalıştığı için birbirine
hakkı ve sabrı tavsiye edenler, “Allah bize yeter” gibi ayet ve hadislerle
ümidini yitirenleri motive edebiliyorlar. Dünya Müslümanlarının acizliği ve
sessizliği karşısında çok büyük bir hayal kırıklığına uğrasalar da, Allah’a
olan güvenleri ve cihat bilincini hâlâ ayakta tutabiliyorlar.
5.
2006’dan
beri maruz kaldıkları ablukanın sonucu: Kaybedecek bir şey kalmaması ve
icatçılık
İsrail
2005’te karşılıklı anlaşmayla değil, tek taraflı bir adımla geri çekildiği
Gazze’yi karadan, havadan ve denizden kuşatıp bir açık hava hapishanesine
dönüştürürken ablukayla dünyadan tecrit de etti. Temel ihtiyaçların temini
zorlaştı ve fiyatlar arttı. Asıl önemlisi, Gazzeliler -diğer Filistin
bölgelerinden farklı olarak- tecrit altında tüketim kültüründen ve dünya
nimetlerinden uzak kaldılar. İnsanoğlunu çürüten ve mücadeleden, direnişten
alıkoyan en baş düşman olan konfordan hep mahrumdular. 2014’ten beri Birleşmiş
Milletler ve Dünya Bankası raporlarında 2020’den itibaren yaşanamayacak bir
yere dönüşeceği uyarısı yapılan Gazze, 2021’de 11 gün süren yıkıcı bir savaşa
daha maruz kaldı. 2020’li yıllarda Gazzeli gençler şöyle diyordu: “Biz yavaş
yavaş ölüyoruz. Ölemediğimiz için yaşıyoruz.” Dünyanın ablukayı hiç umursamadığı,
giderek kötüleşen hayat şartları altında, dahası 2020’lerde İbrahim Mutabakatı’yla
Arap ülkeleri İsrail’le ilişkileri normalleştirirken Filistin davasının adeta “tarihin
çöp sepeti”ne atılmak üzere olduğu, dolayısıyla artık kaybedecekleri hiçbir
şeyin kalmadığı bir ortamda “Bari işgalciye karşı direnerek şerefimizle ölelim,
şehitlik mertebesine erişelim” dediler.
Ablukanın
diğer bir sonucu, Gazzelileri dünyanın en icatçı halklarından biri yapması, her
zorluğun bir kolaylığını ve her yokluğun bir alternatifini bulma becerisi
geliştirtmesi oldu ki bu sayede bir seneye yakındır her türlü imkânsızlık
altında -bazıları can vermekle birlikte- büyük çoğunluk hala hayatta. Geçmişte
elektrik ve temiz su kıtlığının yanı sıra “çifte kullanım” denilen hem sivil
alanda hem silah yapımında kullanılan ürünlerin Gazze’ye girişinin yasak veya
çok sınırlı olduğu bir ortamda Gazzeliler zaten yaşayabilmek için icatçı olmak
zorundaydılar; insanların birçoğu geçinebilmek ve temel ihtiyaçlarını
karşılayabilmek için bir şeyler icat ediyordu. Şu anda da öyle, hem de her
alanda ve çok daha yaygın bir şekilde. İcatçılığın en çarpıcı örneği, İsrail’in
7 Ekim’den sonra -sadece sığınak delici tonlarca bomba atmakla yetinmeyip su ve
gaz da bastığı halde- çökertmekten aciz kaldığı, hem sivil hem askeri amaçlı
kullanılan mühendislik harikası yeraltı tünelleri ağı…
6.
Ölümle
iç içe yaşayıp korkmama ama hayatı da sevme ve önem verme
İsrail
on yıllardır Gazzelileri yok etme planları yaptıkça onlar da inadına var olmaya,
hayatta kalmaya çalışıyorlar. Şehit olmak istedikleri kadar hayatı da seviyor
ve önem veriyorlar. Hayatları da ölümleri de güzel ve manalı olsun istiyorlar.
İşgal ve abluka altında hayatlarını güzelleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Burada hayat felsefesine dönüştürdükleri temel dayanakları “Kim bir iş yaparsa en iyisini yapsın” hadis-i şerifi.
Diğer
husus, Gazze’nin zaten sık sık savaş veya saldırı alanı olması. Öyle ki 2000
yılında 2. İntifada patlak verirken doğan bir Gazzeli genç, ömrünün azımsanmayacak
bir kısmını İsrail’in havadan ve/ya karadan yağdırdığı bombalara ve kurşunlara
tanıklıkla geçirdi, sevdiklerini yitirdi. 2005’te İsrail ordusu ve Yahudi
yerleşimciler çekilse de beş ay sonra yapılan seçimlerde Hamas’ın yüksek bir oy
oranıyla tek başına iktidar olması karşısında cezalandırıldılar, defalarca
şiddetli ve yıkıcı saldırılara maruz kaldılar. Savaşın olmadığı dönemlerde dahi
havada 24 saat uçan ve her anlarını kayda alan İHA’ların sesleri hiç kesilmedi.
Velhasıl Gazzeliler hep ölümle iç içe yaşadılar; annelerinin “Üzülmeyin,
endişelenmeyin, Allah bize yeter” vb. telkinleriyle büyüdüler, ölümden
korkmamayı öğrendiler. Tam da bu yüzden 7 Ekim’den bu yana İsrail karşısında
boyun eğmeyip “ya zafer ya şehadet” diyorlar.
7.
Üzüntüye
ve acıya teslim olmayıp mutluluk vesilesi arama
Gazze’yi
genelde yaşadığı acılarla tanısak da Gazzeliler -tıpkı diğer bölgelerdeki
Filistinliler gibi- üzüntüye ve acıya teslim olmayıp hep mutluluk için bir vesile
ararlar. Bu bakımdan sahip olamadıklarının peşinden koşup elindeki nimetleri
fark edemeyen ve şükredemeyen, -istisnalar olmakla birlikte- hayatından memnuniyetsiz
ve şikayetçi olan Türk toplumunun tam zıddılar diyebiliriz... Savaşa ve
ablukaya rağmen bayramları bayram gibi kutlarlar, neslin devamlılığına çok önem
verirler, büyük ve neşeli düğünler yaparlar, özel günlerini kutlarlar, fakir
bile olsalar komşudan borç alıp misafirlerini en iyi şekilde ağırlarlar,
ağlayıp sızlamak yerine sıkıntılarını bile nükteyle anlatırlar, mizah çok
yaygındır. Abluka altında nefes aldıkları tek yer Akdeniz olup doyasıya
yüzerler, sahilde eğlenme amaçlı türlü etkinlikler düzenlerler. Bütün bunlar
direnmenin farklı birer yoludur. Çünkü insanoğlu sürekli stres, kaygı ve acı
hissederek yaşayamaz; yoksa akıl, ruh ve beden sağlığını yitirir. Tam da bu
yüzden direnişin gerektiği anlarda var güçleriyle mücadele yürütürler,
çatışmalar bittiği anda sanki hiçbir şey olmamışçasına normal hayata geçerler,
hatta oynamaya[8]
ve eğlenmeye başlarlar. Bu şekilde hem acıya boyun eğmeyip toparlanmaya hem de
ağlaşıp aciz görünerek işgalciyi sevindirmemeye çalışırlar.
İsrail’in
Filistinlilere uyguladığı her politikanın bir de psikolojik çökertme boyutu var.
Adeta Filistin topraklarını bir laboratuvar, Filistinlileri de birer kobay
olarak kullanır; sadece yeni geliştirdiği metotları, teknolojileri ve silahları
denemek değil, aynı zamanda hangi baskı ve zulme ne kadar dayanabileceklerini
test etmek için… Tam da bu yüzden her uygulaması keyfi ve öngörülemezdir.
Filistinliler, başlarına ne zaman ne gelecek bilemedikleri için uzun vadeli
plan yapamazlar; o ân neyi gerektiriyorsa onu yaparak, adeta “ânın tadını
çıkararak” yaşarlar. Hayatı ertelemezler. 7 Ekim’den sonra bitmek bilmez savaş
esnasında bile evlenmeleri, çocuk sahibi olmaları, tezlerini yazıp savunmaları,
çadırlarda eğitimi sürdürmeleri, Akdeniz’de yüzmeleri, sığındıkları kamplarda
marşlar çalıp söylemeleri vs. tam da bunun bir neticesi. Ve bunların hepsi
direnmenin birer yöntemi.
2010’lu
yıllardan bu yana Ortadoğu, gerek savaşların gerekse diktatör rejimler altında akıl
almaz zulümlerin de etkisiyle dünyada depresyonun en fazla olduğu bölgelerden.
Filistin’de de böyle bir eğilim söz konusu. Ancak Gazzeliler, tahammülü zor
travmatik olaylara maruz kalsalar da, hatta travma üzerine travma yaşasalar da bu
travma ve depresyonları çoğu zaman fazla uzun sürmüyor, kalıcı olmuyor. Bunda
Allah’a imanları, güvenleri ve tevekkülleri, yaşananları akidevi bir
perspektifle değerlendirmeleri[9]
önemli bir faktör. Hızla toparlanabilme becerisine sahipler. Gazzelilerin savaşlar
biter bitmez ertesi gün sanki hiçbir şey olmamışçasına “normal” hayata devam
etme ve yaralarını sarma çabaları İsraillileri çıldırtan bir özellikleri. Öte
yandan her Gazzelinin çelik gibi sağlam sabredebildiğini zannetmek de yanlış
olur.[10]
Nitekim Gazze’de bombardıman sonrası ailesinin veya çocuklarının şehit
düştüğünü öğrenenlerden acıya dayanamayıp hayatını kaybedenler var.
8.
Mahkumların
ve hastaların tahammülü
Gelelim
mahkumlara. Direnişin en dikkat çekici boyutu, İsrail tarafından birkaç defa
müebbet veya on yıllar boyu hapis cezasına çarptırılan genç Filistinli
mahkumların bir kısmının ümidini yitirmek yerine hapishanede çeşit çeşit
yabancı diller öğrenmeleri, uzaktan liseyi ve üniversiteyi bitirmeleri, hatta
bazılarının yüksek lisans ve doktora yapmaları. En çarpıcı örnek, Hamas’ın yeni
lideri Yahya Sinvar. Dört defa müebbet hapis cezasına çarptırıldığı halde hem
hapishanede ileri seviyede İbranice öğrenip lisans ve lisans üstü eğitimini
tamamladı hem yakalandığı beyin kanserine yenik düşmedi hem de İsrail
toplumunun ve askeri-güvenlik bürokrasisinin zihin yapısını ve iş tutuş
biçimini çok iyi çözdü. Sinvar ve diğer birçok mahkûm, normalde hapisten
kurtulma imkân ve ihtimalleri olmadığı halde Allah’a olan tam tevekkülleri ve
güvenleri sayesinde hapishaneyi eğitim yuvasına çevirdi ve ânın acılarına
teslim olmayıp geleceğe odaklandı, on yıllar sonra rehine takası sayesinde
serbest kaldıklarında hayata atılacak donanıma sahip oldular. Tabii ki 7
Ekim’den sonra İsrail hapishaneleri tam bir cehenneme dönüştü, dil öğrenme veya
uzaktan eğitim gibi imkanlar kalmadı. Artık tahammülü imkânsız fiziki ve manevi
işkenceler yaşanıyor.
Diğer
bir ilginç durum, ölümcül hastalığa yakalanan direnişçilerin kendilerini
bırakmamaları, 7 Ekim’den sonra tıbbi tedavi imkanının doğru düzgün kalmadığı
bir ortamda sancılarına tahammül ederek mücadeleyi sürdürmeleri. Belki de örnek
aldıkları şahsiyet, felçli olduğu halde tekerlekli sandalyede Hamas’ı kuran ve
şehadetine kadar yöneten Şeyh Ahmet Yasin’dir.
Herkes
tahammül edebiliyor mu? Tahammül nereye kadar?
Gazzelilerin
57 yıllık işgale ve 7 Ekim’den sonra ölüm ve yıkıma nasıl tahammül edebildiğini
bu şekilde özetleyebiliriz. Ancak bu demek değil ki bütün Gazzeliler benzer bir
iman ve adanmışlık içinde başlarına her gelene tahammül edebiliyor ve işgalciye
karşı mücadele yürütüyor. Aksine, geçmişten günümüze ya İsrail’in şantaj ve
tehditleri karşısında çaresiz kalarak ya da para-makam elde etme arzusuyla gönüllü
olarak İsrail’e çalışan Filistinli muhbirler de az değil. Öyle ki Hamas
liderlerinin çocuklarından bile İsrail’e ajanlık yapanlar oldu; en çarpıcı
örneği, ajanlığı ifşa olunca İsrail’in himayesin giren ve bugün BM dahil her
platformda İsrail adına Hamas aleyhine propaganda yürüten ve İslam düşmanlığını
açıkça dillendiren Mossab Hasan. Diğer çarpıcı örnek, Han Yunus mülteci
kampında yetim ve fukara bir çocukken bir Hamas lideri tarafından okutulup adam
edilen Muhammed Dahlan. İsrail hapishanesinde ajanlaşan Dahlan, 1994’te
Filistin Yönetimi kurulduktan sonra Gazze güvenlik şefi sıfatıyla İsrail adına Hamaslıları
hapse atıp işkence etti. ‘Başarılı’ Gazze tecrübesinden hareketle 2013’ten
itibaren Ortadoğu çapında Müslüman Kardeşler ve İslami hareketlere darbe
indirmekte kullanıldı. İsrail yıllardır Mahmud Abbas’tan kurtulup yerine tam
teslimiyetçi Muhammed Dahlan’ı getirmek için fırsat kolluyor ve halihazırda Gazze’nin
savaş sonrası Dahlan’a teslim edilmesi konuşuluyor...
Öte
yandan 7 Ekim, hem bölge tarihinde hem de Filistin-İsrail çatışmasında bir
dönüm noktası. Daha evvel hiç yaşanmamış ilklere şahit oluyoruz. Bunların
başında savaşın süresi geliyor. Geçmişte İsrail’in girdiği savaşlar
Ortadoğu’nun en kısa süren savaşlarıydı; her ne kadar işgal en uzunu olsa da… Bugün
Gazzeliler İsrail’in en uzun ve en yıkıcı savaşına maruz kalıyor ve
sığınabilecekleri hiçbir yer yok. Dahası, Siyonistler geçmişte hiç cesaret
edemedikleri şeylere, mahkumlara taciz ve tecavüze girişiyor, sivilleri
paramparça katlediyor, açlıktan öldürüyor, yanına kimsenin yanaştırılmadığı
cesetler ortalıkta hayvanlara yem oluyor vs. Her ne kadar Gazzeliler aylar
geçmesine rağmen kimsenin beklemediği kadar başarılı ve sağlam bir direniş
sergileseler de ve İsrail’e daha evvel hiç olmadığı kadar büyük zararlar vermeyi
başarsalar da savaş uzadıkça tahammül kapasitesini ve inancını yitirenler çıkabilir.
Tıpkı yakın geçmişte Esed rejiminin dinmeyen vahşeti karşısında ölümün ve
zulmün her türlüsünü yaşayan Suriyelilerden bazılarının ilahi adaletten ve Allah’ın
yardımdan ümidini kesmesi, deizm veya ateizme savrulmaları gibi. Tutunacak
hiçbir dalı kalmayan ve sorunun çözümsüzlüğünü görenlerden bazılarının intiharı
veya uyuşturucuyu tek kurtuluş sayması gibi. Yine 1948’de Siyonist çetelerin
saldırılarıyla yerinden ettiği Filistinlilerden gerek alınan yenilgi gerekse
göç yollarında ve sığındıkları yerlerde yaşadıkları sonu gelmez felaketler
karşısında inancını yitirenler olduğu gibi. Savaşın ve zulmün süresinin uzaması
ve felaketlerin ardı ardına yağması karşısında insanların çoğu dine daha fazla
sarılarak ayakta kalmaya çalışırken bir kısmı da her şeye inancını yitirir. Geçmiş
savaş tecrübeleri bunu gösteriyor.
Gazze’de
yaşanan savaş ve soykırım, sadece jeopolitik veya ekonomi-politik üzerinden
açıklanamaz; teopolitik de en az diğerleri kadar önemli. Pek farkında değiliz
ama şu an hangi din hak din ve hangi kutsal kitabın vaadi gerçek mücadelesi de
yaşanıyor. Bu mücadelenin neticesi, -dört günlük bu programın ana konusu olan- insan
bozumu süreci tam gaz devam edecek mi, yoksa frene mi basılacak sorusuna da
kısmen cevap verecek. Gazze’yi bir başına bırakırsak ve onların tahammülü
tükenirse bunun vebali hepimizin üzerine olacak.
[1] Filistinlilerin ve
Gazzelilerin hayatı ve tahammülü ile ilgili paylaştığım bilgilerin birçoğu, ya Middle
East Eye internet sitesinde yayınlanmış makalelerde okuduğum ya da birkaç
yıldır hem Filistinlilerle hem de Filistinlileri yakından tanıyanlarla yaptığım
mülakatlara dayanmaktadır.
[2] Bu bilgiyi, 1999-2000
eğitim-öğretim döneminde Lefkoşa’daki öğrenciliğim sırasında bizzat Kıbrıslılardan
dinledim; daha sonra sosyal psikoloji ve politik psikoloji alanında dünyaca
meşhur Kıbrıslı psikiyatr Prof. Vamık Volkan’ın kitaplarında okudum.
[3] Gazze Şeridi’ndeki
Filistinlilerin işgal altında günlük hayatlarını öğrenmek isterseniz 2021’de
Bilim ve Sanat Vakfı’nda verdiğim dört oturumluk “Filistinlilerin Gündelik
Hayatı” seminerinin ilk oturumunu BİSAV TV’den izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=KCm4tAyXK8Y
[4] 1948 Filistinlileri olarak anılan İsrail
vatandaşı Filistinlilerin işgal altında günlük hayatta neler yaşadıklarını
öğrenmek isterseniz 2021’de Bilim ve Sanat Vakfı’nda verdiğim dört oturumluk
“Filistinlilerin Gündelik Hayatı” seminerinin dördüncü oturumunu BİSAV TV’den izleyebilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=6ovN_bHGszk
[5] Filistinli mülteci olmak
ne demektir, Filistin toprakları dışındaki 1948 ve 1967 mültecileri neler yaşar
konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Zahide Tuba Kor, “What It Means To Be A
Palestinian Refugee”, Afrika Vakfı, Summer School on Palestine Refugees – 7,
2.9.2024, https://www.youtube.com/watch?v=ZSaw1IB-iqM.
[6] 7 Ekim’den 10 gün sonra röportaj yaptığım Batı
Şeria-Cenin kökenli, Suriye’de okumuş ve yaşamış, birkaç sene evvel Türkiye’ye
sığınmış eski UNRWA görevlisi Leyla Cerrar şöyle demişti: “Yaşanan zorlukların
şiddeti ve vahameti insanımızı daha güçlü kıldı. Vatan toprağına bizi daha çok
bağladı. Annem hep ‘Arap ülkeleri de dahil başka diyarlarda yersiz yurtsuz
olacağımıza kendi toprağımızda acı çekelim ve ölelim’ derdi. Çünkü Arap
rejimleri bize asla acımazdı. (…) Bilerek veya bilmeyerek İsrail’e yardım eden,
işgalcinin bize yaptığı zulmü artırmasını sağlayan bir sürü Arap ülkesi oldu.
Biz de buna karşılık bir yandan vatanımıza daha fazla bağlandık, diğer yandan
eğitime ve ilme sarıldık. Kendi kendimize biz okumak zorundayız, üniversite
diploması alıp kendi ayaklarımız üzerinde durmalıyız diyorduk. Çünkü her
Filistinli toprağını kaybetme, bir başka ülkede yersiz yurtsuz kalma korkusuyla
yaşar. Bu zorluklar karşısında elimizde eğitim gibi bir silah olmak
zorundaydı.” “Her Filistinli Toprağını Kaybetme, Bir Başka Ülkede Yersiz
Yurtsuz Kalma Korkusuyla Yaşar”, Ortadoğu Günlüğü, 26.11.2023, https://ortadogugunlugu.blogspot.com/2023/11/lcerrar-her-filistinli-topragini.html
[7] Kudüs’teki Filistinlilerin işgal altında
günlük hayatta neler yaşadıklarını öğrenmek isterseniz 2021’de Bilim ve Sanat
Vakfı’nda verdiğim dört oturumluk “Filistinlilerin Gündelik Hayatı” seminerinin
Kudüs’ü konu alan üçüncü oturumunu BİSAV TV’den izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=SYl5tXJ8_jA
[8] Mesela çatışmalarla geçen 2021 Ramazan’ında bir
gün Filistinli gençler, sabah saatlerce Mescid-i Aksa’nın içinde ve çevresinde
işgalciyle çatıştılar, askerler çekildiği anda mahvolan caminin içini hızlıca
temizleyip öğle namazına hazırladılar, ezan okununca cemaatle namaz kıldılar,
namazın akabinde cami avlusunda doyasıya futbol oynadılar. Futbol videolarını
paylaştığımızda takipçilerimizden “Hani Mescid-i Aksa’da çatışmalar vardı, bu
ne biçim iş? Futbol oynuyor bunlar” diye tepkiler gelmişti. Oysa bunu,
işgalciye karşı görevini yerine getiren gençler hem stres atıp rahatlamak hem
de İsrail’e mesaj vermek amacıyla yapıyorlardı.
[9] Gazze’deki tek kanser tedavi merkezi olan
Türkiye’nin kurduğu hastane, işgalcinin eline düşüp kullanılmaz hale gelince
hastalar refakatçiler eşliğinde Türkiye’ye getirildi. Ankara’daki hastaları ve
refakatçileri sık sık ziyaret eden ve tercümanlık yapan bir arkadaşımın
anlattıklarını paylaşmak isterim: “Hastası vefat edenler, burada güvende
oldukları halde Gazze’ye dönmek için sabırsızlanıyorlar, bizi ne zaman
vatanımıza geri göndereceksiniz diye sorup duruyorlar.” “Onlara gönüllü olarak
terapi yapmak isteyen bir psikolog arkadaşıma tercümanlık yaparken 3 çocuğu ve 60
küsur akrabası şehit düşmüş bir hanımın şu cevabı birçok Gazzelinin
psikolojisini özetliyordu: ‘Biz kayıplarımıza akidevi açıdan bakıyoruz, ortada psikolojik
bakımdan tedavilik bir durum yok. Belki çocukların bazıları henüz imani
gelişimleri tamamlanmadığı için onlara yardımcı olabilirsiniz, ama onların da
hepsine değil’.”
[10] 1 Mart 2024’te röportaj yaptığım, İstanbul’da
hadis alanında doktorasını tamamlayıp çalışmaya başlayan Gazzeli Nur el-Hila’ya
hissiyatını sorduğumda şunları söylemişti: “Okullarımız, üniversitelerimiz,
Gazze’nin güzel yerleri hep bombalandı gitti. Bazen videolara, fotoğraflara
bakıp ben rüya mı görüyorum diye düşünüyorum. Çok üzülüyor, ailem için
endişeleniyorum. Üzülmemek mümkün mü? Medyada Gazze’dekilerden ‘hasbünallah’,
‘elhamdülillah’ sözlerini sürekli duyduğunuz için bizim üzülmememizi
bekliyorsunuz. Oysa biz de insanız. Üzülüyoruz diye bize ‘Siz Gazze’dekiler
gibi güçlü değilsiniz’ diyorlar. Biz taş mıyız, duygusuz muyuz? Peygamber
Efendimiz de oğulları vefat edince ağladı. İnsan çocuğu ve aile bireyleri
ölünce tabii ki üzülür; ama Allah sabrını da verir. Üzüntü peygamberlerin
hayatında da vardır. Yakup Aleyhisselam da oğlu Yusuf’u kaybettiğinde kahırdan
gözleri kör oldu. Savaşı uzaktan takip etmek, yardım ve dua yollamaktan başka
bir şey yapamamak çok zor.” “Gazzeli Kadınlar Hem Güçlü Hem de Çok Cesur ve
Fedakârdırlar”, Ortadoğu Günlüğü, 26.3.2024, https://ortadogugunlugu.blogspot.com/2024/03/nel-hila-gazzeli-kadinlar-hem-guclu-hem.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder