26 Mart 2024 Salı

N.EL-HİLA: “GAZZELİ KADINLAR HEM GÜÇLÜ HEM DE ÇOK CESUR VE FEDAKÂRDIRLAR”


“GAZZELİ KADINLAR HEM GÜÇLÜ HEM DE ÇOK CESUR VE FEDAKÂRDIRLAR”

Nur el-Hila (İstanbul’da hadis alanında doktorasını tamamlayıp çalışmaya başlayan Gazzeli bir hanım)

İstanbul, 1.3.2024

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


7 Ekim’den bu yana Filistin tarihinde görülmemiş bir savaş ve yıkım yaşanıyor. Bütün aileniz ve sevdikleriniz Gazze’de. Siz de Türkiye’den izliyorsunuz. Savaşı sahada bizzat yaşamak ayrı bir zorluktur, uzaktan takip etmek ayrı bir zorluk. Türkiye’deki Gazzeli bir öğrenci dayanamayıp kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Siz ne hissediyorsunuz?

Okullarımız, üniversitelerimiz, Gazze’nin güzel yerleri hep bombalandı gitti. Bazen videolara, fotoğraflara bakıp ben rüya mı görüyorum diye düşünüyorum. Çok üzülüyor, ailem için endişeleniyorum. Üzülmemek mümkün mü? Medyada Gazze’dekilerden “hasbünallah”, “elhamdülillah” sözlerini sürekli duyduğunuz için bizim üzülmememizi bekliyorsunuz. Oysa biz de insanız. Üzülüyoruz diye bize “Siz Gazze’dekiler gibi güçlü değilsiniz” diyorlar. Biz taş mıyız, duygusuz muyuz? Peygamber Efendimiz de oğulları vefat edince ağladı. İnsan çocuğu ve aile bireyleri ölünce tabii ki üzülür; ama Allah sabrını da verir. Üzüntü peygamberlerin hayatında da vardır. Yakup Aleyhisselam da oğlu Yusuf’u kaybettiğinde kahırdan gözleri kör oldu. Savaşı uzaktan takip etmek, yardım ve dua yollamaktan başka bir şey yapamamak çok zor.

Gelelim asıl konumuza. Savaş altında Gazzeli kadınlar ne yaşarlar?

Kadın bizde zaten her şeyi yapar. Ekmeği bile kendimiz yaparız, nadiren fırından alırız. Sadece çalışıp da vakti olmayan kadınlar ekmek satın alır. Şu an savaş altında her şeyi sıfırdan yapıyorlar. Kadınlar çocuklarının karnını nasıl doyuracakları, çamaşırlarını nasıl yıkayacakları derdindeler. Çadırlarda yemek pişirmek için malzeme ve yakacak bulmak bile zor. Yeterli su da yok. Gazzeli aileler kalabalıktır, ortalama altı-sekiz kişiliktir. Kadınlar herkesin çamaşırını elleriyle yıkamak zorundalar. Çadır içinde yatıp kalkmak başlı başına çok zor. Biz mahremiyete çok önem veririz. Ama artık kadınlar yemeği bile dışarıda pişirmek zorundalar. Dahası, otuz aile kadın-erkek tek bir tuvalet kullanıyor. Yani 200 küsur kişiye bir tuvalet düşüyor. Bu, çok büyük bir sıkıntı.

Kadının Gazze’de artık bir özelliği kalmadı, erkek gibi her şeyi yapmak zorundalar. Çocuklarını kurtarmaya da gidiyorlar. Bir kadın çocukları için bir şeyler almaya gitmişti, bu sırada yolu kestiler. Kadın bir tarafta, çocuklar diğer tarafta kaldı. Kadın “çocuklarımı asla bırakmam, vuracaklarsa beni vursunlar” diyerek karşı tarafa geçmeye çalıştı… Bir gece çadırların bulunduğu alana insanlar uyurken tanklar girdi. Anne gözlerini açtığında yanı başında bir tank vardı, hemen yanında da kızı. Tank beni ezsin, kızımı ezmesin diye çocuğunu oradan uzaklaştırdı. Ebeveynler çocukları yaşasın diye böyle fedakarlıklar yapıyorlar. Yine ölürsek birlikte ölelim diye bir arada yaşayanlar da çok.

Gazze’de kadınlar sadece güçlü değildir, aynı zamanda çok cesurdur. Eşi şehit olan kadınlar çocuklarına sonuna kadar sahip çıkarlar. Gazze’deki kadınlar çok fedakârdırlar.

Ayakta kalan evlere diğer bölgelerden birçok Gazzeli sığındı. Aslında onlar ev sahibinden bir şey beklemiyorlar. Ama Gazze’de evine misafir gelen kişi, parası yoksa bile borç alıp mutlaka ikram edecek bir şeyler pişirir. Çünkü yemek yapamayan kendisini çok mahcup hisseder.

Yine Gazzeli kadınların en önem verdiği şey eğitim ve hafızlıktır. Çocukları şu an okula gidemese bile Kur’an ezberletmeye devam ediyorlar. Bu şartlar altında bile eğitimi bırakmıyorlar. Hamileler çok fazla Kur’an okurlar ki çocuklarının kulakları daha en baştan alışsın.

2021’de oğlu ile birlikte şehit düşen meşhur mühendisin eşi dedi ki “Mahallemizden herkes çıkıp gitti, sadece biz kaldık. Çıkmak istemedik, burada sabit kalma şerefine nail olmak istedik.” Evlerinden ayrılmadılar. Kızı her gün üç cüz okuyor. “Biz Kur’an-ı Kerim’i hıfzedersek Allah da bizi korur” diyor. [Arapça korumak kelimesi hıfzetmek kelimesiyle aynı kökten gelir.] Böyle kadınlar var Gazze’de.

Allah’ın çok sevgili kulları var ve Allah onların hürmetine Gazze’yi koruyor. Ama herkes birbirinin aynısı da değil. İyi insanlar da var, kötüler de. İsrail’e hizmet edenler hala mevcut, ama sayıları fazla değil.

Savaş altında doğum yapmak zorunda kalan on binlerce kadın var. Onlar ne yaşıyor?

Birçok kadın doktorsuz doğum yapıyor; çünkü hastaneye götürmek için araç yok, bir yerden bir yere gitmek de güvenli değil. Mesela evde doğum yapan bir hanım bebeğin göbeğini kestiremedi. Mecburen yeni doğmuş bebeğini kucağına alıp bir araba bulup hastaneye götürdüler ki göbeği kesilebilsin. Başka bir kadın doğum yaptı ve ardından evi yıkıldı; götürüldüğü okulda bir sınıfta yirmi kişiyle birlikte kalıyor. Özel ilgilenilmesi gereken insanlar bile mecburen lavabo sırası bekliyor. Bir arkadaşım doğum yaparken stresten ve yaşadığı kötü şartlar yüzünden bebeği öldü. Kuzenimin kuzeninin komşusu evinin bombalanması sonucu yanarak yaralandı. Hamileydi, doğum yaptı. Bebek iyiydi. Ama anne, bedeni hem yanıkları hem doğumu kaldıramadığı için vefat etti. Ölmeden evvel ablasına bana bir şey olursa bebeğime sen bakarsın diye emanet etti.

Kadınlar doğum yapıyor ve yiyebilecek yemek bulamadıklarında sütleri de olmuyor, bebeklerini doyuramıyorlar. Küçücük parça ete ve bir avuç pirince 100 dolar veriyorlar. Özel ihtiyaçları karşılamak da büyük sıkıntı. Sadece hamileler ve doğum yapanlar değil, bütün kadınlar için duş, gusül ve abdest almak hepsi birer sıkıntı. Teyemmüm fetvaları veriliyor artık. Düşünsenize otuz ailenin aynı lavaboyu kullandığı bir ortamda kadınlar nasıl duş alacak?

Gazze 2006’dan beri defalarca İsrail’in irili ufaklı saldırılarına sahne oldu, birkaç defa yıkıcı savaşlar yaşandı. Geçmiş savaşlar nasıldı?

Ben üç savaş yaşadım. En kötüsü 2014 yazında 52 gün süren savaştı. Savaş başladığında hava çok sıcaktı. Elektrik hiç yoktu. Kadınlar her şeyi düşünmek zorunda. Bozulur diye yiyecekleri toplu alamıyorlardı. Çocuk yemek istiyor, annenin parası yok. Ne yapacak? Çok zor günlerdi.

Savaş başlayınca mücahitlerin eşleri, evleri her an bombalanabileceğinden çocuklarını alıp annelerinin evine gidiyorlar. Savaş bitene kadar bu hanımlar eşlerinden hiçbir haber alamıyorlar. Çocuklar sürekli babam nerede diye soruyor. Kolay değildir direnmek.

Geçmişteki savaşlarda okula sığındınız mı?

Hayır; ama okullarda toplu yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum. 2014’teki savaşta arkadaşımın Kanada’da yaşayan teyzesi para göndermiş, biz o parayla satın aldıklarımızı okula sığınanlara dağıtmıştık. Okulda Han Yunus’un en zengin insanları kalıyordu. [İsrail’le] Sınır tarafında oturan zenginler… Onlar mülteci değildi; nesillerdir orada yaşayan gerçek Han Yunuslulardı. Arazileri ve mülkleri vardı. Yardım dağıtırken düştükleri hale çok üzülmüştüm.

Bu arada Gazzelilerin hepsi fakir değildir. Özellikle tarlası, arazisi olan yerliler zengindir. Bunların çocukları, baba parasıyla Türk üniversitelerinde okuyorlar. Ama savaşla birlikte şu an aileleri sıfıra düştü. Çocukları burada o kadar zor durumda ki ve özellikle harçlar konusunda bir kolaylık tanınmamasına o kadar kırgınlar ki…

(Röportajı 1 Mart'ta yapmıştım; ancak yayınlayabildim. Bu süreç içinde devlet üniversitelerinin tamamı Gazzeli öğrencilerden harçları kaldırmış. Vakıf üniversitelerinin de bir kısmı kaldırmış. Ama öncesinde gerçekten büyük sıkıntılar yaşanmış. Bu güncek bilgiyi veren Betül Özel Çiçek’e teşekkür ederim.)

Bu savaşta kadınların geçmişten farklı olarak yaşadığı sıkıntılar var mı?

Gazzelilerde tesettür ve haremlik-selamlık çok önemlidir. Enkaz altında kalan bir doktor hanım “Bana başörtü verin, böyle çıkartmayın” dedi. Çıkartmaya çalışan erkekler “Burada başörtü bulamayız; vakit de yok, tekrar bombalanabiliriz” dedikleri halde “Bu şekilde ölürüm de çıkmam” dedi. Adam gömleğini çıkartıp kadına başını örtmesi için verdi. Gazzeliler tesettüre böyle önem verir. Her an ölüm tehlikesi olduğu için savaşlarda hep namaz elbisesiyle yatıp kalkarız.

Ama İsrail askerleri bu sefer bazı kadınları esir alıp kıyafetlerini çıkartmaya zorladı. Serbest kalanlardan bazıları kimliklerini gizleyerek hapiste başlarına gelen çok kötü şeyleri anlatıyorlar. Muhtemelen çocukları ve eşleri şehit edildi veya hapiste, haber alamıyorlar. Bu kadınlar olabilecek en büyük acıları yaşadı.

Bütün bunlar dünya Müslümanlarının Gazzelileri yalnız bırakması yüzünden. 1969’da Mescid-i Aksa yakıldığında Yahudiler çok korktu; ama İslam dünyasından doğru düzgün tepki olmayınca rahatladılar. Tarih tekerrür ediyor.

Gazzelilere “Allah ayaklarınızı sabit kılsın” diye dua ediyorum. Aileme de sürekli bu duayı tavsiye ediyorum. Çünkü çok büyük bir imtihandalar. Dünyanın en dindar insanları Gazze’de. Biz dine bu kadar bağlıyız, neden bunları yaşıyoruz, Allah nerede diye düşünebilirler.

Aileniz ne durumda, görüşebiliyor musunuz?

Evimiz bombalanmasın diye çok dua ettim, ama bombalandı. Şu an ailem çadırda. Annem yaralı, hastanede tedavi görüyor. Beş ay içinde annemle sadece dört sefer sesli görüştüm. Son görüşmemde keşke konuşmasaydım dedim, çünkü sesi çok kötüydü ve o sesi duyunca ben de kötü oldum. Annem dedi ki “Evimiz gitti, önemli değil, direnenler sağ olsunlar da. Biz hiç kimseden hiçbir şey istemiyoruz, Allah bize yeter.”

Geçmiş savaşların travmaları daha henüz iyileşmemişti, öyle değil mi?

Bizde travmalar çok uzun sürmez. Yahudiler hep şaşırır, Gazzeliler savaş biter bitmez ertesi gün nasıl hiçbir şey olmamış gibi hayata devam edebiliyorlar diye. Ama herkes dayanıklı değil. Mesela bütün ailesi şehit düşen bir hanım vardı; kendisi de yaralanmıştı. Tedaviden sonra çocuklarını sorduğunda önce gizlediler, sonra söylemek zorunda kaldılar. Herkesin şehit düştüğünü öğrenince çok üzülüp kahırdan öldü.

Biz hep ölümle iç içe yaşadığımızdan çocuklar da bu bilinçle yetişiyor. Annelerinin “Allah bize yeter” ve benzeri sözlerini sürekli duyarak büyüyorlar. Mesela sizde deprem bölgesindekiler için ölüm yeni bir şeydi. Ama bizimkiler için her zaman olan bir şey. Bizim ölümle ilişkimiz sizinkinden farklı.

Gazzeliler şu an savaş şartlarında direnmeye, ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ama savaş bitip de geri döndüklerinde ve yıkımı görüp kayıplarıyla baş başa kaldıklarında ciddi bir psikolojik çöküş yaşayacaklar gibi geliyor bana. Ne dersiniz?

Şu an herkesin şehidi veya yaralısı var. Herkesin zihinleri çok meşgul. Çadırlarda hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Savaş bittiğinde daha büyük bir zorluk onları bekliyor olacak…

Geçmişte 1948 ve 1967’deki savaşlarda ve göçlerde büyükleriniz neler çekmiş, size neler anlattılar?

Kudüslü olan annemin babası kırk yaşında şehit düşmüş; annem yetim büyümüş ve bunun acısını hep yaşamış. Dört kız, iki erkek kardeşlermiş. Çok muhafazakâr bir aile olup kimse onları dışarıda görmezmiş. Annem hep kardeşlerine annelik yapmış. Çünkü en büyük ablası Ramallah’a üniversite okumaya gittiğinde anneannem ona eşlik etmiş.

1948’de herkes evlerinden çıkmak zorunda kalmış. Kıyamet günü gibiymiş. Herkes kendi derdine düşmüş.

Bir tanıdığım Gazze’nin köyünde yaşayan akrabasını anlatmıştı. Kadın 1948’de Siyonist çetelerden can havliyle kaçarken bebeğini evinde unutmuş. Yıllar sonra [muhtemelen 1967 Savaşı’ndan sonra aradaki sınırlar kalkınca] terk ettikleri evi görmeye gitmiş, içinde Yahudiler yaşıyormuş. Eve yerleşen Yahudi aile bu unutulan Filistinli bebeği evlat edinmiş ve büyüdüğünde orduda asker yapmış. Kadın oğlunu bir kerecik olsun görebilmek için yalvarmış; ama evlat edinen aile önce kabul etmemiş, sonra “Görebilirsin ama geçmişte neler olduğunu anlatırsan seni öldürürüz” demiş. Kadın oğlunu görmüş ama ona hiçbir şey diyememiş. O mülteci anneler neler yaşadılar neler... Aslen Filistinli olan ama bir Yahudi olarak yetiştirilen oğlu, İsrail ordusunda Filistinlilere kim bilir neler yaptı…

Babam da 1948’de can havliyle topraklarından kaçan bir tanıdığından bahsederdi. 1967 işgalinden sonra Gazzelilerin İsrail’de çalışmasına izin verilmiş. O adam da yıllar evvel terk etmek zorunda kaldığı kendi portakal bahçesine tarım işçisi olarak yollanmış. Bahçesinin kendisine ait olduğunu görünce hüngür hüngür ağlamış.

Böyle çok hikayeler var.

1948 Nekbe’sini anlatan Felaketi Gördüm kitabında unutamadığım çok acı bir hikâye vardı. Siyonist çetelerin köylerini bastığı bir hanım, can havliyle kundaktaki bebeğini kucaklayıp ailesiyle birlikte kaçmış. Kilometrelerce yürüdükten sonra bir de bakmış ki kucağındaki çocuğu değil, yastık. Kahrolmuş ama geri dönmesi mümkün değil. Yıllar sonra çocuğun yaşadığını ve Filistin’in bir başka yerinde olduğunu öğrenmiş… Sizin İsrail askerleriyle şahsi tecrübeniz var mı?

Biz çok küçükken babamı tutuklamaya geldiler; annem hamileydi. Askerlerin yaptığı bir şey yüzünden annem yere düşünce ya ölürse diye çok korktular. Askerler salonumuza sanki kendi evleriymiş gibi oturdular. İçlerinden biri anneme yapılanı telafi etmek istercesine kaskını çıkarıp başıma takınca fırlatıp attım. Onlardan nefret ediyordum çünkü. Annem o an “eyvah, kızım gitti, öldürecekler” diye düşünüp çok korkmuş. Asker gülmüş… Normalde onlar kadınları da, çocukları da öldürmekten hiç çekinmezler. Zaten biz onların nazarında insan değiliz.


21 Mart 2024 Perşembe

Z.T.KOR İLE AKSA TUFANI HAKKINDA RÖPORTAJ

 

ZAHİDE TUBA KOR İLE AKSA TUFANI HAKKINDA RÖPORTAJ

Röportajı yapan: Ala İslam Çelik

Davet Mektebi dergisi, Ocak-Şubat 2024, sayı 105, sf. 24-38

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz. 

 

HAMAS’ı Aksa Tufanı operasyonuna gerçekleştirmeye iten sebepler nelerdir?

Birçok sebebi var. Birincisi, İsrail 1967’de işgal ettiği Gazze’den 2005’te askerlerini ve yerleşimcileri geri çekse de havadan, karadan ve denizden kuşatarak bir açık hava hapishanesine dönüştürdü. 2006 Ocak’ında HAMAS’ın Filistin seçimlerini %60 oyla kazanıp tek başına iktidar olmasının ardından bir cezalandırma aracı olarak başlayan abluka ve ambargo 17 yıldır devam ediyordu. Gazzelilerin hayat şartları yıllar geçtikçe daha da kötüleştiği halde dünyanın umurunda bile değildi. Oyunun kuralları değişmeden abluka ve ambargonun kırılabilme ihtimali yoktu.

İkincisi, 7 Ekim yaşanmasaydı şu an biz İsrail-Suud barışını ve doğmakta olan yeni bölgesel düzeni, yeni yatırımları, boru hatlarını ve ticaret yollarını vs. konuşuyor olacaktık. 2020’den bu yana “İbrahim Anlaşmaları”yla -Filistinliler pahasına- kurulan bölgesel düzenin tesisinde son aşama Suud’la anlaşma olacaktı. Filistin meselesi adeta tarihin çöp sepetine atılmak üzereydi. HAMAS, Aksa Tufanı’yla bizi yok sayarak yeni bir düzen kuramazsınız, yüzyıldır Ortadoğu’nun en temel meselesi Filistin’dir dedi.

Üçüncüsü, İsrail bugün tarihinin en aşırı sağ hükümetiyle yönetiliyor. Öyle ki 1990’larda ABD ve İsrail tarafından Yahudi terör örgütü ilan edilen ekolün siyasi uzantıları hükümette maliye ve iç güvenlik gibi kritik bakanlıkları elinde tutuyor. İktidardaki dinî Siyonist ekol, Suud’la barışa vardıktan sonra Batı Şeria ve Kudüs üzerindeki emellerini hayata geçirmeyi planlıyordu. Yani Batı Şeria’yı ilhak ve MS 70’te Romalılar eliyle Kudüs’te yıkılan tapınaklarını (Mescid-i Aksa ve Kubbetu’s-Sahra üzerinde) yeniden inşa etmeyi… Son bir yılda Batı Şeria’da Yahudi yerleşimcilerin İsrail ordusuyla el ele verip düzenlediği saldırılar sonucunda Filistinliler yirmiye yakın köyü boşaltmak zorunda kalmıştı. İşte HAMAS, işgale ve Batı Şeria ile Kudüs’ün Yahudileştirilmesi planına da karşı koymak istedi.

Bu arada İsrail hükümeti, 2021 ve önceki tecrübelerine binaen, Gazze’de direnişi bertaraf etmeden Batı Şeria ve Kudüs üzerindeki emellerini gerçekleştirmeyeceğinin farkındaydı. Bu nedenle 2023’ün sonlarına doğru Gazze’ye saldırma planı zaten yapıyordu. Hatta 7 Ekim günü Gazze çevresindeki İsrail kışlalarından elde edilen belgelerde müstakbel savaş planları da bulundu. HAMAS, bir bakıma İsrail’e savaş hazırlıklarını tamamlamadan ön alıcı bir savaş açtı. 7 Ekim günü Gazze konusunda uzman askerî kadroyu ya esir aldı ya da öldürdü ve İsrail’in planlarını altüst etti.

Dördüncüsü, yüzlerce İsrailliyi esir alıp bunları İsrail hapishanelerindeki 5000 Filistinli mahkûmu kurtarmak ve başka kazanımlar elde etmek için kullanmayı hedefliyordu.

Aksa Tufanı operasyonu bölgesel gelişmeler bağlamında önemli bir kırılma noktası oluşturur mu?

Evet, bölge tarihi yazılırken 7 Ekim’in bir kırılma noktası olarak zikredileceği kanaatindeyim. Hem de 1948 ve 1967 Arap-İsrail Savaşları, 1979 İran İslam Devrimi, 11 Eylül saldırıları ölçeğinde bir kırılma noktası…

Bölgede kırılma noktası oluşturan bu operasyon küresel gelişmeleri etkiler mi?

Hâlihazırda etkilemiş durumda. 7 Ekim’in ana kaybedeni ABD’dir. 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan ve Irak maceralarıyla bir bataklığa saplandı ve bu süreçte Çin ile Rusya yükselişe geçti. Daha oğul Bush’un son döneminde başlayan, Obama döneminde hız kazanan ABD’nin Ortadoğu’dan çekilip Rusya’ya karşı NATO sınırlarına ve Çin’e karşı da Asya-Pasifiğe odaklanma hayali, Trump ve Biden döneminde “İbrahim Anlaşmaları” bağlamında gerçekleşmek üzereyken 7 Ekim’de acı bir şekilde sona erdi. ABD, savaş gemilerini Asya Pasifik yerine İsrail’in bekası için Doğu Akdeniz’e demirlemek zorunda kaldı. Envanterinde ne kadar silah ve savaş araç gereci varsa İsrail’e yolladı. Buna mukabil, İsrail’in kendisini bile koruyamadığı görüldü ki ABD’nin bölgeden çekildiği bir ortamda müttefiki Arap rejimlerini nasıl savunabilsin. 7 Ekim, ABD’yi Rusya ve Çin’e odaklanmaktan alıkoydu, Ortadoğu’ya geri dönmeye zorladı. Bunun ilk sonucunu Ukrayna’da görüyoruz. Ukrayna, Rusya’ya karşı Batı cephesini korumanın jeopolitik olarak en kritik noktasıydı. İsrail’in bekasının söz konusu olduğu bir ortamda ABD ve AB’nin Ukrayna’ya odaklanma ve silah yığma imkânı kalmadı. Bu kış Ukrayna’da dengeler Rusya lehine değişebilir.

Bir de 2008’den bu yana iktisadi ve askerî alanda Amerikan hegemonyası zayıflasa da “evrensel” değerler sistemi ve kültürel hegemonyası hala ayaktaydı. Dünyanın gözü önünde Gazze’de yaşanan soykırım ve bunda ABD’nin dahli, Amerikan yumuşak gücünün temeli olan değerler sistemini ve normları Batı’da ve kendi ülkesinde dahi sorgulatıyor. Yani ABD, İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız desteğin bedelini, kendi meşruiyet zeminini kaybederek ödeyebilir. Bütün bunlar rakip güçler Çin ve Rusya’ya yarayacaktır.

HAMAS’ın operasyon öncesi hedefleri nelerdi ve gelinen nokta itibariyle hedeflerini gerçekleştirdi mi?

HAMAS’ın ana hedefi, İsrail’i en gafil olduğu anda avlamak ve yenilmezlik mitini yıkmaktı. Bunu, 7 Ekim’de İsrail’e tarihi boyunca hiç tatmadığı büyük bir şok ve kayıp yaşatarak kesin olarak başardı. İsrail’in zannedildiği gibi kadir-i mutlak bir güç olmadığını, zafiyetlerle malul olduğunu dünyaya gösterdi. 1948’den bu yana İsrail’in güvenlik ve dış politikasının temeli, aşırı güç kullanarak düşmanlarını caydırmaktı. Bu şekilde hem Filistinlilere ve Araplara bana bulaşırsanız akıbetiniz feci olur mesajı vererek kendisine yönelik saldırıları asgaride tutuyor hem de aşırı güç kullanımıyla kendi halkına özgüven ve özsaygınlık kazandırıp dünya Yahudileri için en güvenli vatan olduğu hissini perçinliyordu. Ayrıca mesela 1967’de altı günde işgali altındaki toprakları üç kat genişleterek ordusu ve istihbaratıyla kimsenin alt edemeyeceği yenilmez bir güç olduğu kanaatini bölge halklarının ve rejimlerinin zihinlerine yerleştirmişti. İsrail’in Ortadoğu’ya verdiği en büyük zarar, ardı ardına yaşattığı mağlubiyetlerle halkların özgüvenini ve özsaygınlığını yitirtmesi ve bizden adam olmaz fikrini yerleştirmesiydi. İşte 7 Ekim bunu da bozdu.

Yine HAMAS, İsrail’in -tıpkı dünyadaki diğer güçler gibi- ancak içeriden çökertilebileceğinin farkında. Biz savaşın sadece fiziki çatışma boyutuna bakıyoruz; oysa direnişin etkili bir şekilde yürüttüğü bir de psikolojik savaş var. Yayınladığı videolar, yaptığı açıklamalar ve esir takasında izlediği yöntemle hedefi, 7 Ekim’den evvel karpuz gibi ortadan bölünmüş haldeki İsrail toplumunu ve siyasetini daha da parçalayıp birbirine düşürmekti. Bunu da başardı. İsrail siyaseti, toplumu, ordusu ve istihbaratının bu şoktan toparlanabilmesi ve iyice derinleşen iç ihtilafları atlatabilmesi hiç kolay olmayacak.

Diğer bir hedefi de İsrail’in gerçek yüzünü bütün dünyaya göstermek ve bu şekilde halklara kendi yönetimlerine politikalarını değiştirtmek için baskı yaptırmaktı. Bu hedefinde de başarılı sayılır. Biden yönetimi, hem içeriden hem de dışarıdan yükselen tepkiler karşısında artık İsrail’e ilk günlerdeki gibi kayıtsız şartsız destek veremiyor. İmaj İsrail için her şeydir; on yıllar içinde ince ince dokuduğu bir imaj vardır. İşgal politikalarını hem kendi halkının hem de dünya kamuoyunun dikkatini celp etmeyecek şekilde hukuki, siyasi, iktisadi, kültürel vb. kılıflar altında yürütmekteydi. Ama 7 Ekim’den sonra kaba kuvveti soykırıma varacak şekilde kullanmak suretiyle özenle oluşturduğu imajını kendisi yıktı.

Yine HAMAS, İsrail-Suud barışını erteletti ve Ortadoğu’da Filistinliler yok sayılarak yeni bir düzen kurulamayacağını dosta, düşmana göstermiş oldu. Bir müddet sonra İsrail’in Filistin tarafıyla masaya oturmak zorunda kalacağı kanaatindeyim. Son sözde barış masası 2014’te kurulmuştu.

Son olarak kadın, çocuk ve yaşlı esirleri sadece Filistinli mahkûmlarla takas bağlamında serbest bıraktı. Büyük dış baskılara rağmen geri kalanları, özellikle askerleri, tüm Filistinli mahkûmların salınması karşılığında serbest bırakmamaya kararlı. İsrail ordusu tüm çabalarına rağmen şimdiye kadar tek bir esiri dahi kurtaramadı; her esir kurtarma operasyonu bir fiyaskoya dönüştü ve esirlerin ölümüne yol açtı. 

Ama başaramadığı şeyler de var: Birincisi, Arap ve İslam dünyasından -gerek halklar gerekse yönetimler nezdinde- İsrail’e karşı çok daha etkili bir tepki ve -tıpkı 2021’de olduğu gibi- Batı Şeria, Kudüs ve İsrail içindeki Filistinlilerin Gazze’ye destek olmak için topyekûn ayaklanmasını bekliyordu. Ama dış devletler Gazze’nin başına gelen feci akıbete duçar olmak veya kazanımlarını yitirmek istemediği için, işgal altındaki Filistinliler de İsrail güvenlik güçlerinin çok sıkı takibatına uğradığı için direnişe beklediği ölçüde destek ver(e)medi. İkincisi, İsrail’i Batı Şeria ve Kudüs’le ilgili politikalarında -2021’de olduğu gibi- caydırmaya ve geri adım attırmaya niyetlenmişti; ama bunu da başarabilmiş değil. İsrail ordusu 7 Ekim’den bu yana Batı Şeria ve Kudüs’te hemen her şehre, mahalleye ve mülteci kampına baskınlar düzenleyip 5000 Filistinliyi daha tutukladı, yüzlercesini öldürdü ve yaraladı. Keza yüzlerce evi yıktı veya yıkım için tahliye emrini adreslere yolladı. İçeride ve dışarıda tepki çekmemek için yıllardır planladığı ama hayata geçiremediği projeleri başlatma kararı aldı. Filistinlilerin Mescid-i Aksa’da kalabalık bir cemaatle Cuma namazı kılmasını 7 Ekim’den bu yana engelliyor. İntikam için hapishanelerdeki Filistinli mahkûmların hayatını tam bir kâbusa çevirdi, işkencelerle öldürdüğü mahkûmlar oldu. Yahudi yerleşimcileri kendilerini koruması (ve Filistinlilere saldırması) için daha fazla silahlandırıyor. Üçüncüsü, kimsenin beklemediği ölçüde başarılı bir direniş sergilese de, Gazze’deki akıl almaz yıkımı ve soykırımı engelleyebilmiş değil. İsrail’in karada ilerleyişini sekteye uğratsa ve birçok noktadan geri çekilmeye zorlasa da hava üstünlüğü hala İsrail ordusunda.

Bu operasyonun sonucunda HAMAS’ın istediği gibi bir Filistin devleti kurulur mu?

HAMAS 2017’de iki devletli çözümü kabul etmek zorunda kalmıştı. Ama bunun gerçekleşebilir bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. Çünkü 1990’lardaki barış sürecinde iki devletli çözüm dense de Filistinlilere sunulan şey sadece özerk bir yönetimdi, o kadar. Altına imza konan yazılı metinlerde hiçbir zaman devlet kelimesi geçmedi. İsrail sözde barış süreci yürürken Batı Şeria’nın toprak bütünlüğünü bozup muhtemel bir devlet oluşumunu engelleyecek şekilde Yahudi yerleşimlerini her yere yaydı. Şu an Filistin Devlet Başkanı dediğimiz Mahmud Abbas yönetiminin tam veya kısmi kontrolündeki alanlar Batı Şeria’nın sadece %40’ı, kalanı İsrail’in işgali altında. Gazze ile Batı Şeria coğrafi bakımdan tamamen birbirinden kopuk olmakla kalmayıp Batı Şeria içinde Filistin yönetiminin kontrolündeki alanlar -araları Yahudi yerleşimler, otoyollar ağı, askerî alanlar, atış alanları, duvarlar, kontrol noktaları, doğal rezerv alanlarıyla vs. dolu- irili ufaklı toplamda 220 adacıktan müteşekkil. İsrail’in Filistin devletinin toprak bütünlüğüne, yerin altında ve hava sahasında egemenliğine, kendi su kaynaklarını kullanmasına, ordusunun olmasına, Doğu Kudüs’ü başkent edinmesine, kendi para birimine ve bağımsız bir ekonomiye sahip olmasına vs. kesinlikle karşı çıktığını da hatırlatayım. Sizce böyle bir devlet olabilir mi? Aksa Tufanı’yla aldığı darbeden sonra İsrail’in barış masasına oturmak ve bazı tavizler vermek zorunda kalacağı kesin, tıpkı 1973 Savaşı’ndan birkaç yıl sonra buna mecbur kaldığı gibi. Ama gerçek bir çözüme varmak için İsrail’in on yıllardır benimsediği politikalardan ve ayak oyunlarından vazgeçmesi, bunun için de kendisine zihnî bir format atması gerekir. İşte bunu çok zor görüyorum. Yani barış masası illaki gelecektir, ama çıkacak sonuçtan ümitvar değilim.

Öte yandan savaştan sonraki ilk hedef, barış masasına oturmak ve bir Filistin devleti kurmak değil, Gazze’nin HAMAS’sız nasıl yönetileceği ve savaşta yok edilemeyen direnişin masada nasıl bertaraf edileceği olacak gibi görünüyor. Hem enkaza dönen Gazze’nin yeniden inşa edilebilmesi için dış finansmana ve inşaat malzemelerine ihtiyaç var hem de Gazzelilerin ekmek-su-ilaç gibi en temel ihtiyaçlarına erişebilmesi dış yardımların ulaşması gerekiyor. İşte yaraların sarılma sürecinde dış güçler HAMAS’sız bir Gazze önşartını dayatabilir. Bunda da başarılı olacaklarını zannetmiyorum ama silahlar sustuğunda masada çetin bir siyasi mücadele devam edecektir.

Arap devletlerinin İsrail’in yaptığı soykırımlarla ilgili tutumunu nasıl değerlendirebiliriz?

Aksa Tufanı, Arap devletleri ya her alanda derin iç krizlerle boğuşurken ya da İsrail’le barışmış veya barışmak üzereyken gerçekleşti. Dolayısıyla ya elleri çok zayıf ya İsrail’le planladıkları yeni projelerin ve bölge vizyonunun baltalanmasının huzursuzluğu içindeler ya da Gazze’de yaşananların kendilerini etkilemesinden korkuyorlar. Fas, Ürdün, Yemen gibi ülkelerde kitlesel gösteriler yapıldı, yapılıyor. Ama mesela Suudi Arabistan ve BAE’de Gazze’deki soykırım konusunda bir karartma var. Bahreyn ve Umman İsrail’le normalleşme bağlamında attıkları bazı adımlardan vazgeçip anlaşmaları iptal etti. Şimdiye kadar en cesurca adımı, Yemen’deki Husiler, İsrail ve bağlantılı gemilerin Babu’l-Mendeb Boğazı’ndan geçişini engelleyerek yaptı. Bu, kanaatimce 1973 Savaşı’nda Suudi Kralı Faysal öncülüğünde uygulanan petrol ambargosundan bu yana dünya ticaretini etkileyen en önemli silah oldu.

Kritik olan, komşuların tutumu. İsrail’in Gazzelileri Mısır’a, Batı Şerialıları Ürdün’e gönderme planı 1967’den beri vardı; Aksa Tufanı’ndan sonra para karşılığında bunu hayata geçirmek için rejimlere büyük baskı yaptı. Mısır da, Ürdün de buna direniyor. Tabii ki Filistin topraklarının Yahudileşmesini engelleme gibi bir şuurla değil; Filistinlileri kendi bekalarına yönelik bir tehdit gördükleri için… İsrail’in kuzeyde Lübnan’a (Hizbullah’a ve bu ülkede yerleşik HAMAS unsurlarına) yönelik bir cephe açma ihtimali en baştan beri vardı; bu, Batı tarafından şimdiye kadar engellenmeye çalışıldı. Çünkü Lübnan, yasama-yürütme-yargı erkleri çalışmayan, ekonomisi tamamen çökmüş, parası adeta pul olmuş, eğitim ve sağlık sistemi büyük darbe almış, doğru düzgün elektriği bile olmayan, halkın %70’inin fakirlik sınırı altında yaşadığı bir ülke olup İsrail saldırısına uğradığı takdirde tamamen çökme ihtimali var. Suriye zaten savaştan belini doğrultabilmiş değil, sefalet diz boyu. Savaş uzadıkça komşu Mısır ve Ürdün ekonomisi de çok ağır bir darbe alacak. Lübnan’a savaş ihtimali de ortadan kalkmış değil.

Burada asıl mesele, HAMAS’ın Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu olması ve 2013’ten bu yana bölgedeki bazı rejimlerin Müslüman Kardeşleri bir iç tehdit olarak görüp bu hareketle bağlantılı bütün yapılanmaları terör örgütü kapsamına alıp gayrimeşrulaştırması. Bu rejimler, kamuoyu önünde İsrail’in soykırımını kınasa da, kapalı kapılar ardında HAMAS’ı yok etmesi için Netanyahu yönetimini teşvik ediyor. Çünkü Gazze’de Filistin direnişinin başarısı, kendi ülkelerinde rejimden rahatsızlık duyan kitleleri on iki yıl sonra sokağa dökülme noktasında yeniden cesaretlendirebilir.

Bu arada Arap rejimlerinin birçoğu İsrail ve Amerikan desteği sayesinde ayaktalar. Koltuğunu İsrail’e borçlu olanların soykırıma karşı dik ve kararlı bir duruş sergilemesi beklenemez. Geçmişteki dört Arap-İsrail savaşının şahidi eski Arap liderler kuşağı çoktan öldü veya iyice yaşlandı. Özellikle Körfez’deki genç liderler kuşağı, İsrail’in değil, İran’ın baş tehdit olduğu bir dünyaya gözlerini açtılar. Onların tehdit algılamasında baş sırada İran, Türkiye ve kendi halkları var ve Filistin diye bir davaları yok.

İran ve Türkiye’nin Aksa Tufanı operasyonu ile ilgili duruşlarını nasıl değerlendirebiliriz?

İran da, Türkiye de yıllardır Filistin davasını savunan ve kullanan önemli bölge ülkeleri. Özellikle 7 Ekim’den sonra İran’ın Lübnan, Suriye ve Irak’taki müttefiklerini Gazze’ye destek için harekete geçirir mi diye bir endişe duyuldu. ABD’nin Doğu Akdeniz’e derhal donanma yollamasının ana nedeni savaşın başka cephelere yayılmasını caydırmaktı; çünkü İsrail aynı anda birkaç cephede savaşabilecek durumda değildi. Öte yandan İran, geçtiğimiz on yılda Ortadoğu’daki düzeni ABD’yle uzlaşma içinde kurmuş aktördür. Bunca yıllık emekle ve kan dökerek elde ettiği büyük kazanımlarını Gazze için feda etmek istemiyor. Ama bunca yıldır “direniş cephesi” adı altında Filistin’i kullanıp da en zor zamanında Gazzelileri yüzüstü de bırakamazdı. Dolayısıyla Gazze’ye kara harekâtını kırmızı çizgisi ilan etse de İsrail harekâta giriştiğinde vekil güçlerini sahaya sürüp topyekun bir savaşa girmek yerine Suriye ve Irak cephelerinde Amerikan üslerinin vurulması, Lübnan’dan İsrail’e angajman kuralları dahilinde saldırılar düzenlenmesi ve Yemen’de Husilerin Babu’l-Mendeb Boğazı’nı tutması gibi daha az riskli yöntemleri tercih etti. Bu bakımdan Gazze’deki direnişi de hayal kırıklığına uğrattı.

Türkiye en baştan beri savaşın bölgeye yayılmasını engellemek, bir an evvel tarafları ateşkese vardırmak ve insani yardım girişini sağlamak için uğraşıyor. Aslında arabuluculuk adımları çok doğru ve önemli. Ama muhatap İsrail olunca bu çabalar nafile kaçıyor. Perde arkasından önemli adımlar atılıyordur, ama sahada somut adımlara dönüşemediğinden Gazzelileri biz de hayal kırıklığına uğratmış durumdayız. Bu arada yılladır Diriliş Ertuğrul gibi dizilerle Filistinlileri de, Ortadoğu halklarını da çok büyük bir beklenti içine soktuk. Bizi hakikaten bir kurtarıcı olarak görüyorlardı. Zannedersem artık acı bir şekilde bir yanılsamadan uyandılar.

Kaybedeceği çok şey olan devletler ve aktörler, arkasında tam bir Amerikan desteği olan İsrail gibi bir soykırımcı yapıyla savaşa girmeye cesaret edemezler. 

HAMAS’a operasyon öncesi askeri lojistik desteğini sağlayanlar kimler olabilir?

Büyük ölçüde kendi çabasıyla bu silahları ürettiği söyleniyor. Beni en şaşırtan, mesela geçtiğimiz yıllarda Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın batırdığı İngiliz savaş gemisini Gazze sularının derinliklerinde bulan dalgıçlar, batıktaki bombaları tek tek çıkartıp bunlardan roketler üretip 2021’deki savaşta İsrail’e fırlatmışlardı. Soba borusundan bile roket üretecek bir kafa yapısına sahipler. Gazzeliler icatçı bir toplumdur; İsrail’in 17 yıldır uyguladığı ablukalar da bu özelliklerini perçinledi. Tabii yeraltındaki tüneller aracılığıyla İran gibi ülkelerden gelen silahlar veya teknik ekipman vardır, ama bunlar sınırlı. İran’ın mali ve lojistik desteği HAMAS’tan ziyade İslami Cihad örgütüne. Bu arada HAMAS’a destek sağlayan İsrailliler de var olmalı ki 7 Ekim’de İsrail yönetimi ve güvenlik birimleri, şoka uğrayıp kendi içlerindeki “düşmanla işbirliği yapan hainleri” bulabilmek için epey uğraştı. Hatta harekâtın hemen başlamama nedenlerinden biri önce kendi içlerinde temizlik yapmaktı. Sonuç ne oldu bilmiyorum.

HAMAS, operasyonu İran, Katar, Türkiye veya herhangi başka bir devletin istekleri doğrultusunda mı gerçekleştirdi?

Direnişe destek veren bu ülkelerden herhangi biri, 7 Ekim operasyonundan haberdar olsaydı engellemeye çalışırdı. Çünkü Aksa Tufanı, sadece İsrail-Körfez ülkeleri değil, bütün bölge çapında eski düşmanlarla ilişkileri düzeltme, milli menfaat ve iktisadi fayda doğrultusunda yeni bir düzene geçme çabaları iyice ilerlemişken yaşandı. Mesela 7 Ekim olmasaydı Netanyahu Türkiye’yi ziyaret edecekti; Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı ittifak zayıflatılmaktaydı. İran, Suud’la bile barışmıştı, müttefiki Esed yeniden meşru aktöre dönmekteydi. Eğer böyle bir operasyonu isteseydi, sonrasında savaşa müdahil olup Gazze’deki müttefiklerini bu denli hayal kırıklığına uğratmazdı. Katar yıllardır Gazze’nin hamisi ve ana finansörüydü; ekonomisi çok kötü olan bölgede memur maaşlarını ödüyor, inşaat ve yatırımları yapıyordu. Bunca yıldır yaptığı bütün yatırımları İsrail savaşta yerle bir etti. Hatta hava bombardımanına Katar’ın inşa ettiği, Gazze’nin orta ve üst sınıfının yaşadığı lüks Rimel Mahallesini yerle bir ederek başladı. İsrail, savaş sonrası Gazze’nin geleceğinde hami güç olarak -HAMAS’ın güçlenmesinin baş sorumlularından gördüğü- Katar’a bir daha rol vermemeye kararlı; onun baş rakibi BAE ve Suudi Arabistan’ı yeni hami güçler olarak devreye sokma niyetinde. Katar Gazze’deki kazanımlarının ve yatırımlarının bir çırpıda yok olmasını istemezdi herhalde.

HAMAS’ın Gazze içindeki siyasi kanadının operasyondan son anda haberi oldu; Katar gibi ülkelerde yaşayan sürgündeki siyasi liderler ise tıpkı bizler gibi 7 Ekim sabahına şok içinde uyandı. HAMAS’ın siyasi kanadı bile habersizken bölgesel güçlerin parmağı bu işin içinde nasıl olsun? Öte yandan ABD’yle mücadele bağlamında Rusya veya Çin’in dolaylı desteği veya teşviki bana daha mümkün görünüyor.

Operasyon tarihi olarak neden 7 Ekim seçildi?

İsraillilerin en gafil olduğu anı kolladılar. 15 Eylül’de Yahudi bayramları sezonu başlamıştı; ardı ardına bayramlar yaşanıyordu. İsrailliler bir haftadır devam eden Sukkot Bayramı’nın son günü 6 Ekim’i 7 Ekim’e bağlayan gece boyunca içmişlerdi ve sarhoştular. 7 Ekim sabahı, yani Yahudiler açısından kutsal Şabat (Cumartesi) günü operasyon başladı. Bayramlar sezonu olduğu için de askerî-güvenlik birimlerindekilerin bir kısmı izindeydi. Bu arada İsrail, Batı Şeria ve Kudüs’ü kaşıdığı için patlamayı oradan bekliyordu ve ordusunun büyük kısmını o cephelere sevk etmişti. Bir de 6 Ekim, aynı zamanda 50 yıl evvel İsrail’in Mısır-Suriye ortak saldırısıyla şoka uğradığı 1973 Savaşı’nın da başlangıç tarihi. Bir sembolik anlamı ve benzerlikleri de var.

ABD uluslararası kamuoyunda tepki görmesine rağmen neden ısrarla İsrail’i desteklemeye devam ediyor? İsrail bu desteği nasıl elde ediyor?

İsrail’i kuran ve bugüne kadar ayakta kalmasını sağlayan zaten -İngiltere ile birlikte- ABD’dir. Yani Protestan aklı, parası ve gücüyle ayaktadır. İsrail, ABD’nin şımarık çocuğudur, bölgesel hedeflerine ulaşmak için kullandığı bir araçtır. ABD ile İsrail arasında simbiyotik bir ilişki biçimi vardır. İsrail, ABD için sadece bir dış politika değil, aynı zamanda bir iç politika meselesidir. İsrail lobisi, Amerikan iç siyasetinde önemli bir güçtür ve her iki partinin de ana sponsorlarındandır. Dolayısıyla hiçbir Amerikalı siyasetçi kolay kolay onları göz ardı edemez ve hilafına hareket edemez; bunu yapmaya kalkışanlar, aleyhte büyük bir medya kampanyasıyla sindirilir, pişman edilir. Geçmişte New York’ta İsrail’in BM büyükelçiliği görevini yürüten Binyamin Netanyahu şöyle demişti: “ABD hükümeti İsrail siyasetine karşı çıkacak olursa Amerikan kamuoyunu kendi hükümetine karşı nasıl manipüle edeceğimi biliyorum.”

Amerikan kamuoyunda tepki gösterenler daha ziyade Demokrat Parti tabanı; yani Biden’ın seçmen kitlesi sokaklarda. Kahir ekseriyeti Cumhuriyetçileri destekleyen Evanjelik Hristiyanlar ise Yahudilerden daha fazla İsrailci olup kayıtsız şartsız Netanyahu’ya destek veriyorlar… 2021’deki savaşın 11 gün sürmesi ve Netanyahu’nun çok istemesine rağmen kara operasyonuna girişememe nedeni, Amerikan Başkanı Biden’ın yeşil ışık yakmamasıydı. Hem Netanyahu’nun seçim sürecinde Biden’a karşı Trump’a açık ve tam destek vermesinin yol açtığı şahsi husumet hem de Demokrat seçmenin sokaklarda Filistin yanlısı eylemleri bunda etkili olmuştu. Ama Biden yönetimi, 7 Ekim’i İsrail için bir beka, yani varoluş meselesi olarak görüp İsrail ordusuna Gazzelilerin soykırımında tam destek verdi. Bu arada biz ABD’nin İsrail’e Gazze’yi yerle bir etmesinde nasıl bu denli destek çıktığına şaşırıyoruz; oysa Amerikan ordusu aynısını başta Irak olmak üzere işgal ettiği coğrafyalarda yaptı.

Filistin yıllardır büyük bir saldırı altında. Dünya çapında halklar nezdinde kitleler halinde çok büyük tepkiler alan İsrail daha önce böyle bir durumla karşılaşmış mıydı? Bu tepkiler İsrail’i zor durumda bırakacak şekilde çok daha geniş kitlelere yayılır mı?

2021 savaşında dünyanın her yerinde aynısı yaşanmıştı. Amerikan ve İngiliz tarihinin en büyük Filistin’e destek gösterileri yapılmış ve savaş bittikten sonra bile kitleler eylemlerine devam etmişti. O dönem Avrupa yönetimleri bu gösterileri yasaklamaya kalkışmamıştı; çünkü Kudüs’te İsrail’in haftalardır yaptığı kışkırtmalar ve saldırılar sonucunda Gazze devreye girmişti.

Gerek 2021’de gerekse hâlihazırda bu kitleselliğin temel nedeni, sosyal medyanın İsrail’in propaganda tekelini kıracak şekilde geleneksel medyaya alternatif bir mecra olarak yükselişi ve Filistinlilerin bu mecrayı maharetle kullanması. 24 saat canlı yayın yapan el-Cezire etkisi de yaşananları dünya gündemine taşımakta önemli bir faktör. İsrail’in dehşet verici katliam görüntüleri sürdükçe dünya çapında eylemler daha da yayılacaktır. 

Bu arada hem 2021’de hem de bugün İngilizce yayın yapan İsrail medya organlarında en temel tartışma konularından biri, yıllarca özenle kurdukları propaganda tekelinin kırılmasından duydukları rahatsızlık ve bunu nasıl telafi edip dünya kamuoyunu ikna edecekleri. Yine İsrail aleyhtarı diasporadaki Yahudilerle kopan güven bağını nasıl tesis edeceklerini de tartışıyorlar.

İsrail yaklaşık 3 aydır çok yoğun bir saldırı altında. Tarihten gelen çok ağır travması olan bir millet olduklarını biliyoruz. Bu saldırılar sonrası kendi halkı nasıl etkilenmiştir? Bu durumun İsrail iç siyasetinde ne gibi etkileri olacaktır?

Çok derinden etkilendiler. Bu travmayı kısa sürede atlatabilecekleri kanaatinde değilim. İlk kez kendi evlerinde vuruldular; geçmişte İsrail bütün savaşlarını düşmanlarının topraklarında vermişti. Yenilmezlik miti yerle bir oldu; ordularının ve hükümetlerinin kendilerini koruyamadığını gördüler. Dahası, tanıklar konuştukça yalan propagandalar açığa çıkıyor, 7 Ekim’de kendi ordularınca havadan bombalandıkları ve yakıldıkları gerçeğini öğreniyorlar. İsrail toplumunda güven problemi başladı. Ayrıca hem hükümet içinde hem de askerî ve sivil kurumlar arasında güvensizlik had safhada. Güven, güvenliğin önşartıdır; güven olmadan güvenlik sağlanamaz. Gerek Gazze çevresindeki gerekse kuzeydeki İsrailliler çoktan evlerini terk edip Tel Aviv’de vs. otellere sığındılar; ilk kez yerinden oluşu tadıyorlar. Keza Gazze’de çok fazla İsrail askeri öldü, yaralandı veya sakat kaldı; bunların sayısını resmen açıklayamıyorlar bile. İsrail işgücünün önemli bir kısmı yedek asker olarak silahaltına alındı; bu da İsrail ekonomisini, üretim çarklarını olumsuz etkiliyor. Bütün bunların İsrail siyasetine yansımaları olacaktır. Netanyahu’nun sürekli yalan söylediğini, adeta bir yalan makinesi olduğunu artık fark ediyorlar. 7 Ekim’de siyasi hayatı biten ve savaşı uzatarak uzatmalara oynayan Netanyahu ateş kesildikten sonra hapse girecek. Hatta kendisine yönelik bir suikast da olabilir. Ama Netanyahu sonrası da İsrail siyasetinin kısa sürede rayına girebileceği kanaatinde değilim. Çünkü 2018’den beri siyasi kriz içindeler ve 3,5 yılda 5 genel seçim yapmalarının nedeni, sadece Netanyahu yandaşlığı ve karşıtlığı üzerinden keskin kutuplaşma değil, aynı zamanda yapısal problemler ve demografik değişimdi. Bu arada 7 Ekim’den sonra beka kaygısı iç ihtilafların üzerini kısa süreliğine örtse de, toplumda laikler ile aşırı sağcılar arasındaki kutuplaşma daha da derinleşiyor. İsrail’in artık güvenli bir vatan olmadığını düşünen ve “canının kıymetini bilen” İsrailliler ülkeyi terke çoktan başladı. Savaş sürdükçe bu eğilim devam edecektir.

Son olarak şunu da eklemek isterim: İsrail hükümetinin 7 Ekim’den sonraki ana hedefi, tıpkı 2006’dan bu yana olduğu gibi, HAMAS’ı ve altyapısını yok etmekti. Ama Gazze’nin önemli bir kısmını yerle bir ettiği halde direniş hala ayakta. Üstelik İsrail ordusunun tam kontrolümüze aldık dediği bölgelerden İsrail’in içine roket atışları devam ediyor. HAMAS’ın önemli komutanlarından hiçbirini öldürebilmiş değil. Asıl önemlisi, her askerî operasyonun bir siyasi planı ve çıkış senaryosu olmalıdır. Ama Netanyahu hükümetinin üzerinde uzlaşılmış böyle bir planı ve senaryosu hala yok. Gazze ile ilgili seçeneklerin tamamı kötü. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte İsrail hükümeti kötünün iyisi bir senaryoya razı gelirken hem iç kamuoyunun öfkesini çekecek hem de koalisyon hükümetinin dağılmasıyla iç siyasi krizler derinleşecektir. Çünkü 7 Ekim’le birlikte İsrail, hem Filistin içinde hem de bölgede oyun kurma veya dayatma gücünü yitirdi.

 


19 Mart 2024 Salı

Z.T.KOR: POST ÖYKÜ DERGİSİNİN ÇEVİRİLERİMLE İLGİLİ SORUSUNA CEVABIM


POST ÖYKÜ DERGİSİNİN ÇEVİRİLERİMLE İLGİLİ SORUSUNA CEVABIM

Zahide Tuba Kor

Post Öykü dergisi, Mart-Nisan 2024, sayı 57, sf. 134-135.

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


Bu sıralar üzerinde çalıştığınız, yeni bitirdiğiniz, yeni başladığınız metin ve yazarlardan bahseder misiniz? Her çeviri yeni bir deneyimdir, her yeni günün olduğu gibi. Bizimle paylaşmak istediğiniz herhangi bir bilgi var mı?

Siyonist anlatıya meydan okuyan İsrailli revizyonist tarihçilerden Avi Shlaim’in 2023’te İngiltere’de yayımlanan Three Worlds: Memoirs of an Arab-Jew başlıklı hatıratını çevirmeye yeni başladım. Bu kitap, aslen bir Irak Yahudi’si olan ama 1950’de henüz beş yaşındayken ailesiyle İsrail’e göç etmek zorunda kalan, daha sonra 15 yaşında Londra’ya eğitim için giden yazarın Irak-İsrail-İngiltere’de geçen ilk on sekiz yıllık hayat hikayesini anlatıyor. Konuyu İngiliz sömürgeciliği, yükselen Yahudi ve Arap milliyetçilikleri, Arap-İsrail savaşları ekseninde, siyasi argümanlarla ele alıyor. Ailesinin geçmişi üzerinden Ortadoğu’nun çalkantılı bir dönemine ayna tutarken alternatif bir tarih anlatısı sunuyor.

Bu kitabı neden çevirmek istedim? 1000 sayfalık Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası başlıklı şaheserinin giriş bölümünde kitabı babasının hatırasına adadığını vurguladığı şu satırlar merakımı celbetmişti: “Bizler Arap Yahudileriydik, evde Arapça konuşur ve Müslüman komşularımızla daima uyum içinde yaşardık. Ebeveynimin Siyonizm ve Siyonizm ülküsü hakkında çok az bilgisi ve sempatisi vardı. (…) Babam, asıl vatanından sürgün edildiği bu zorlu deneyimi asla atlatamamıştı. Irak’ta yüksek statülü varlıklı bir tüccar; İsrail’de ise iflas etmiş ve yıkılmış bir adamdı. Derin bir iç geçirmeyle ‘Yahudiler iki bin yıl boyunca kendi devletlerine sahip olmak için dua ettiler ve duaları beyhudeydi; İsrail devleti benim ömrüme denk gelmek zorunda mıydı?!’ demeyi adet edinmişti.”

Hatıratında da İsrail’e birlikte gittiği ninelerinin “Cennet Bahçesi” dedikleri Irak’ı sevgili anavatanları, İsrail Toprağını ise sürgün yeri gördüğünü vurguluyor. Çünkü Arap-Yahudileri olarak Irak’tan İsrail’e göç, aile için mutlu ve müreffeh bir hayattan Avrupa merkezli yeni ‘vatan’da sosyokültürel aşağılanma, marjinalleştirilme, uyum sorunları ve güçlü kimlik duygusunu yitirme anlamına geliyor.

Kitabın benim açımdan en güzel yönü, ezberleri bozucu olması ve aynı zamanda Avi Shlaim’in dilinin sadeliği sayesinde çevirmenin kolaylığı.

Son çıkan kitabıma gelince, otuz küsur Suriyeliyle yaptığım röportajlardan oluşan Tuz ve Taş Üstünde: Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç Ekim ayında yayımlandı. Üçte ikisi Arapça, üçte biri de İngilizce veya Türkçe toplamda elli saatlik röportajdan oluşuyor. Farkı, yazılı bir metni değil, sözlü röportajları çevirmiş olmam ve bu, çok daha zor bir iş. Çünkü röportajlarda jest, mimik, ses tonu ve duraksamaların hepsinin bir anlamı vardır. Hele de bu röportajlar savaşı, göçü ve kimseciklere anlatılamayan acı hayat hikayelerini içeriyorsa. Zaten birçok Suriyeli, “Dünyadaki hiçbir dil ve hiçbir kelime, yaşadıklarımızı ve şahit olduklarımızı hakkıyla anlatmakta yeterli değildir” diye vurguladılar.

Kitabın en önemli özelliği; Suriye’nin farklı şehirlerinden, mesleklerinden, etnik, mezhep ve yaş gruplarından insanların hem duygu ve düşüncelerini hem de rejime, isyana, savaşa ve göçe dair şahitliklerini içermesi. Yani devleti ve uluslararası sistemi değil, Suriyelilerin kendisini özne kılması.

Bu arada ilk çeviri röportaj kitaplarımı (Küresel Vicdanın Dilinden Özgürlük Filosu ve Witnesses of the Freedom Flotilla: Interviews with Passengers) 2011’de yayınladım. Gazze’ye deniz ablukasını kırmak için yola çıkan, ancak uluslararası sularda İsrail’in saldırısına uğrayan Mavi Marmara’nın otuz beş yabancı ve dört Türk yolcusuyla kahir ekseriyeti İngilizce röportajlardan oluşuyordu.

En değerli çevirime gelince; aslen bir tıp doktoru, insan hakları aktivisti, siyaset teorisyeni ve tam bir münevver olan Tunus’un devrim sonrası ilk cumhurbaşkanı Munsif Merzûkî’nin el-Cezire’deki Arapça makalelerinden derleyip çevirdiğim, Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri başlıklı kitap 2019’da yayımlandı. Kendisiyle yaptığım iki röportajı ve hayat hikayesini de eklediğim bu eser, son derece ufuk açıcı ve ezber bozucu.

Merzûkî’nin makalelerini çevirmek hiç kolay değildi. Çünkü Arap dilini ve edebiyatını enfes bir şekilde kullanıyor. Maalesef ki kaliteli bir Arapça edebi eseri Türkçeye kazandırabilmek kolay değil. Çünkü dilimizi on yıllar içinde fena budamışız ve kısırlaştırmışız. Çeviri yapmaya başlamasaydım ‘öztürkçeleştirme’ adı altında dilimize ve düşünce dünyamıza ne kadar zarar verildiğini fark edemezdim.

Çevirdiğim diğer kitap ise jeopolitik alanında dünyaca meşhur Amerikalı yazar Robert D. Kaplan’a ait. Coğrafyanın İntikamı: Yaklaşan Çatışmalar ve Kaderle Savaş Hakkında Harita Bize Neler Söyler? başlıklı kitap 2022’de yayımlandı. Küreselleşmeyle sınırların kalktığı iddia edilen bir dünyada coğrafya ve tarihin neden çok önemli olduğunu hatırlatan, alanında otorite bir eser. Daha evvel yazarın yirmi dokuz makalesini çevirmiş olmama rağmen bu kitap, diliyle ve muhtevasıyla beni o kadar yordu ki artık geçmişteki gibi keyif alamıyorum çeviriden.

Kitaplarım dışında bir de 2015-2021 yılları arasında yabancı basından ve düşünce kuruluşlarından Türkiye, Ortadoğu ve dünya siyasetiyle ilgili çevirdiğim yedi yüz küsur analiz ve makale var. Bütün çalışmalarıma Ortadoğu Günlüğü blogumdan ulaşabilirsiniz.

 


2 Mart 2024 Cumartesi

Z.T.KOR: GAZZELİLER İLE SURİYELİLERİN ORTAKLAŞAN KADERLERİ


GAZZELİLER İLE SURİYELİLERİN ORTAKLAŞAN KADERLERİ

Zahide Tuba Kor

NOT: Bu yazının değiştirilmiş bir versiyonu 1.3.2024 tarihinde Fokus+ sitesinde yayınlanmıştır. Yazının orijinali aşağıdadır. 

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


Gazze’de 7 Ekim Aksa Tufanı’ndan sonra cereyan eden savaşın görüntüleri, Gazzelilerle yapılan röportajlar ve sahada yaşananlara ilişkin analizler, Suriye savaşıyla arasında önemli bazı benzerlikler olduğunu ortaya koyuyor. Rejimin kuşattığı muhaliflerin kontrolüne giren bölgelerdeki Suriyeli sivillerin yıllar boyunca tecrübe ettiklerini, daracık bir mekânda ve sınırlı bir zamanda, ama aşırı yoğun ve şiddetli bir şekilde şu an Gazzeliler yaşıyor. Buyurunuz, iki savaşta sivillerin çektiklerinin benzerliklerine…

 

Bombardımanla yıkım, abluka altında açlık ve susuzluk

İsrail nasıl ki 7 Ekim Aksa Tufanı’nda aldığı şok edici darbe karşısında intikam hırsıyla ağır hava bombardımanıyla Gazze’de taş üstünde taş bırakmıyorsa, Suriye’de de Esed rejiminin bilhassa varil bombaları ve Rusya’nın ağır hava bombardımanı sonucu muhaliflerin kontrolüne geçmiş kırsal kesim, şehirlerin kenar mahalleleri ve birkaç şehrin merkezi benzer bir yıkıma uğradı. Keza IŞİD’in kontrolüne geçen Fırat’ın doğusundaki bölgeler de Amerikan hava bombardımanıyla yerle bir oldu. Gazze’de binaların yüzde 80’i kısmen veya tamamen yıkılırken Suriye’de milyonla ev oturulamaz hale geldi.

17 yıldır abluka altındaki Gazze’ye “yasal” mal girişi sadece İsrail üzerindendi. Gazze elektriğinin de yarısı oradandı. 9 Ekim’de İsrail Gazzelileri cezalandırmak amacıyla gıda, ilaç, yakıt, tüp, su, elektrik başta olmak üzere her şeyin girişini durdurdu. Açlığı ve susuzluğu direnişi teslime zorlamak için bir silah olarak kullandı. Üç ayın sonunda artık Gazzelilerin hayvan yemlerini öğütüp ekmek yapmaya ve hayatını kaybetmeye başladığı haberleri geldi.  Bütün bunlar Suriye’de de yaşanmıştı.

Esed rejimi, muhaliflerin eline geçen bölgeleri -ucuz ve risksiz bir savaş yöntemi olarak- etrafını aylarca, hatta yıllarca kuşatıp içeri başta un olmak üzere temel gıda ve ihtiyaç maddelerinin girişini engelleyip, zaman zaman elektrik ve suyu da keserek sürekli havadan bombalıyordu. Bazı dönemler parası olanın bile satın alabileceği herhangi bir gıda kalmıyordu. Türkiye, Avrupa ve Suriye’nin kuzeyinden onlarca mülteci ve yerinden edilmişle yaptığım röportajlarda kuşatma ve bombardıman altında ne yediniz diye sorduklarım şunları söyledi: ağaç yaprakları, yerde biten yenebilir her türlü ot, kaktüs, hayvan yemi arpa… Hatta Doğu Guta’dan bir hanım, arpa ile kartonu yarı yarıya karıştırıp ekmek diye yediklerini anlatmıştı. Şam’ın güneydoğusunda Suriyelilerin de yaşadığı koskoca bir ilçe halini alan ve Filistinli mültecilerin üçte birinin ikamet ettiği Yermük Kampı’nda abluka altında kalanlar için kedi-köpek yiyebilir fetvaları verilmişti. Bunu sorduğum, kampta yaşamış ve rejimle savaşmış Suriyeli bir genç, “İnanır mısınız, yenebilecek tek bir kedi-köpek bile kalmamıştı. (…) 12 gün boyunca mideme sadece su ve biraz baharat girdiği oldu” diyerek o zor günleri anlattı. Sadece Yermük Kampı’nda kahir ekseriyeti Filistinli 300’e yakın kişi açlıktan hayatını kaybetti. Hayatta kalanlar da zapzayıf hale geldi. Bu kamptan Suriye’nin kuzeyindeki Azez’e sığınan Filistinli bir genç kızla çadırında yaptığım röportajda 2017’de kuşatma altında babasının susuzluktan öldüğünü anlattı. Keza ülkenin farklı savaş bölgelerinde su bulabilmek için evinin bodrumundan çıkıp bombaların hedefi olan Suriyelilerin sayısı da çok.

İsrail’in bu tür toplu cezalandırma yöntemleriyle hedefi, direniş ile sivil halkın arasını açıp halkın direnişe isyan etmesini, bu sayede direnişin pes edip İsrailli esirleri serbest bırakıp bölgeyi terk etmesini sağlamaktı. Ama başarısız oldu; Gazze halkı ölüm pahasına bile olsa direnişin etrafında kenetlendi. Esed rejimi ise aynı mantıkla hareket edip başarıya ulaştı. Bombardıman ve abluka altında sivil halk ile silahlı muhalifler arasında sürtüşmeler hep yaşandı ve sonunda silahlı gruplar teslime ve tehcire mecbur kaldı.

Nasıl ki dış baskılar sonucu İsrail’in girişine izin verdiği yardımlar son derece yetersizse, Suriye’de de uzun pazarlıklar sonucu içeri girebilen BM yardımları öyleydi. Rejim, uluslararası basının önünde belli sayıda TIR’ın kuşatma altındaki bölgelere girişine izin verip kalanını engelliyordu. Yıllarca Doğu Guta’da kuşatma altında yaşamış bir Suriyeli, bana kendilerine ulaşan BM yardımının kişi başı 2 gram tuz, 100’er gram pirinç ve şeker olduğunu anlattı.

 

Savaş bitse de ölüm her yerde kol gezecek

Gazze’de savaş bitse bile halk çok zor şartlarda yaşamaya ve hayatını kaybetmeye devam edecek. Hatta muhtemeldir ki İsrail’in hem uyguladığı abluka hem de bütün yerel iktisadi kaynakları ve altyapıyı yok etmesi yüzünden ölenlerin sayısı, bombardımanla şehit düşenleri geçecek. Zira insanların kışın soğuğunda sokaklarda derme çatma çadırlarda kalması gıdanın, suyun, temizlik malzemesinin, elektriğin, yakıtın ve ilacın olmamasıyla birleştiğinde soğuktan, kirli sudan, hastalıktan ve salgından ölümler daha uzun süre devam edecek. Tıpkı Suriye’de ve tüm diğer savaş bölgelerinde olduğu gibi. Suriye’nin Azez ilçesinde Şubat ayında görüştüğüm doktorlar, yıllardır çadırlarda yaşayıp hayat kalitesi dibe vuranların ortalama ömrünün artık 50-55 yaşa düştüğünü söyledi. Oysaki burası 2016 sonundan beri Türkiye kontrolünde olup savaş yaşanmıyor.

Suriye’de savaş sırasında bombalanan binalar ve altyapı, üzerinden yıllar geçse de hala harap; ayrıca uluslararası yaptırımlar da nefes aldırmıyor. Silahlar kuzeybatı cephesi hariç sussa da vahim bir sosyoekonomik hayatta kalma savaşı tırmanarak sürüyor. Orta sınıfın artık kalmadığı ülkede rejim destekçileri de dahil nüfusun %90’dan fazlası fakirlik sınırı altında yaşıyor; 12 milyon ise açlık sınırında. Suriye’de savaşın bittiği bölgelerde elektrik ve su çok azken, savaşın yaşanmadığı yerlerde bile (zenginlerin mahalleleri hariç) elektrik her gün 5-6 saatte bir yarım veya bir saat, su birkaç günde bir geliyor. Isınma her yerde ciddi bir sorun. Gazze, Suriye’ye kıyasla çok küçük bir bölge olup dünya harekete geçse yeniden inşa imkânı var. Ancak 2006’dan bu yana abluka altında tuttuğu Gazze’ye defalarca savaş açan İsrail, yerle bir ettiği altyapının ve binaların yeniden inşa edilmesine hiçbir zaman tam olarak izin vermeme taktiğini sürdürecek.

İsrail nasıl ki ağır bombardımanla kuzeydeki Gazzelileri güneye -Mısır sınırına doğru- göçmeye zorladıysa ve daha sonra güneyi de vurmaya başladıysa, Esed rejimi de benzerini yaptı. Muhaliflerden geri aldığı yerlerdeki nüfusa iki seçenek sundu: Ya rejime boyun eğip kalacaklar ya da kuzeyde muhaliflerin kontrolündeki bölgelere gitmeye razı olacaklardı. Boyun eğmeyenleri önce otobüslerle kuzeye yolladı, ardından kuzeyi de vurmaya başladı. Rejim bu şekilde muhaliflerin sığınağı haline dönüştürdüğü İdlib’in daha sonra bombardımanla önemli bir kısmını ele geçirirken insanları Türkiye sınırında dar bir alana kıstırdı. Öte yandan rejim, halihazırda ülke topraklarının üçte ikisini kontrolünde tutsa da nüfusun sadece üçte biri burada yaşıyor. (Savaştan evvel nüfusun yüzde 75’i buradaydı.) Yani Suriyelilerin ekseriyeti, sığındıkları yerlerde sefil bir hayat sürseler dahi gaddar rejimin bölgesine geri dönmüyor. Gazzeliler ise yıkık da olsa evlerine dönebilmek için gün sayıyor.

 

Savaşta ölüm ve yaralanmaların benzerliği

İsrail nasıl ki kasıtlı olarak sivil alanları gelişigüzel vurup çok fazla kadın ve çocuk öldürüyorsa aynısı Suriye’de de yaşandı. For Sama belgeselinin baş kahramanı doktor Hamza bir röportajda şunu söylemişti: “Save Children adlı STK, 2011-2016 yıllarında Suriye’de yaptığı bir çalışmada saldırılar yüzünden çocukların ölme ihtimalinin savaşçılara kıyasla yedi kat daha fazla olduğu sonucuna ulaşmıştı.” Gazze’de savaşçıların yeraltındaki tünellerde yaşadığını düşünürsek bu oran katbekat fazla.

İsrail nasıl ki fosfor ve misket bombası gibi uluslararası hukukta yasaklı bombaları kullandıysa ve nice Gazzeli ya içten içe ya da dıştan bedenen yandıysa, aynısı Suriye’de de oldu. Rejim de, Rusya da bunları kullandı. Bu silahlarla bedeni veya organları yanmış birçok Suriyeli var. Rejim, İsrail’den farklı olarak, defalarca kimyasal silah da kullandı ve çocuklar bile boğularak can verdi. Ayrıca savaşta kullanılan diğer silahlar yüzünden vücut bütünlüğünü yitirmiş, kolları veya bacakları kesilmiş, felç kalmış birçok Suriyeli var; tıpkı bugün Gazze’de olduğu gibi. Bombalar altında paramparça can verenlerin ise haddi hesabı yok. Rusya için Suriye son model silahlarını denediği bir sahaydı; İsrail de ABD’den aldığı en yıkıcı silahları kullanıyor.

Her ikisinde de hem sağlık personeli hem de arama-kurtarma ekipleri, kurtarılması gerekenlerin hiç bitmediği bir ortamda, her an ölüm tehlikesi altında ve gerekli teçhizattan mahrum oldukları halde durmaksızın çalıştı. Her ikisinde de enkazlardan yaralıların birçoğu çıkartılamayıp ölüme terk edildi, sokaklar cesetlerle doldu. Talihsiz hastalar ve yaralılar anestezisiz ameliyat oldu. Kanser hastaları ve kronik hastalar -eğer komşu ülkenin hastanelerine gönderilemezse- tedavi imkânı olmadığı için öldü. Hem Suriye hem İsrail güvenlik birimleri, doktorları ve sağlık personelini kâh bombardımanda kâh gözaltına alıp işkenceyle katletti.

Savaş bölgelerinde fiziki sağlık kadar akıl ve ruh sağlığı da kritik önemdedir. Bugün hem Gazze’de hem Suriye’de yediden yetmişe hemen herkes sık sık yenilenen çok derin travmalarla boğuşuyor. Her iki coğrafya da dullar ve yetimlerle kaynıyor. Ama Gazze’nin Suriye’den en büyük farkı, bazı ailelerin soyunun tamamen kesilmesi.

 

Hastaneler, okullar, çarşılar, tarihi eserler ve kütüphanelerin bombalanması

İsrail nasıl ki IŞİD’le özdeşleştirdiği Hamas’ı yok etme adı altında sivil-askeri mekân ayrımı yapmadan hem meskenleri hem de hastaneleri, okulları, çarşıları, fırınları, camileri, kiliseleri, mezarlıkları vs. bombalıyorsa aynısını Suriye ordusu da, İran, Rusya ve ABD de yaptı. Dahası, Suriye’de yüzlerce okul ve hastane savaşta yerle bir oldu. Ama arada önemli bir fark var: Suriyeli sivillerden şanslı olanlar bombardıman sırasında binalarının bodrumuna sığınabiliyordu. İsrail’in direnişin tünellerine karşı sığınak delici bombalar kullandığı bir ortamda Gazzeli sivillerin ise sığınabileceği hiçbir yer yok. Ayrıca Suriye’de aynı anda her yerde savaş yoktu; dolayısıyla sivillerden imkân bulanlar ülke içinde savaşın yaşanmadığı daha güvenli yerlere veya komşu ülkelere sığınabiliyordu. Türkiye’nin en küçük şehri Yalova’nın yarısı kadar olan ve etrafı duvarlarla ve denizle çevrili Gazze’de ise sivillerin bombalardan kaçabileceği güvenli hiçbir mekân yok.

Suriye’de rejim bölgesindeki okulların birçoğu, savaştan kaçanların sığınağına dönüştüğünden yıllarca eğitim verilemedi; tıpkı aylardır Gazzelilerin daha güvenli olabileceği ümidiyle okullara dolduğu gibi. Keza bombardımandan kaçmak için ülke içinde defalarca yer değiştiren Suriyelilerin çocukları yıllarca okul yüzü görmedi, eğitimsiz kalan kayıp bir nesil ortaya çıktı. 2023-2024 eğitim yılında da Gazzeli çocuklar ve gençler okula gidemedi. Ateş kesildiğinde de durum hemen değişmeyecek; sayısız binanın yıkıldığı Gazze yeniden inşa edilmeden sivillerin buralardan ayrılması ve okulların asli işlevi olan eğitime dönebilmesi kolay olmayacak.

Her iki ülkede de savaş yüzünden tarihî eserler, kütüphaneler ve arşivler yok oldu. Yani bu coğrafya tarihsizleşme, kültürsüzleşme ve hafızasızlaşmaya mahkûm bırakıldı. Hem eğitimden koparılan nesillerle geleceği hem de yok edilen eserlerle geçmişi söndürülmeye çalışıldı. Neyse ki Filistinliler İsrail’e karşı en büyük silahlarının iyi eğitim olduğunun bilincindeler. Bu sayede talihsiz Suriyeli genç nesiller gibi cehalet girdabına düşmeyecek.

Gazze’de şehit düşen yüzlerce akademisyen, öğretmen, doktor-sağlık personeli, mimar-mühendis, alim, entelektüel, profesyonel meslek sahibi insan var. Gazze, yeniden ayağa kalkmakta çok ihtiyaç duyacağı insanlarını yitiriyor. Suriye de öyleydi ama önemli bir farkla: Rejim, değişim isteyen halka önderlik edebilecek önemli kişileri veya -şantaj için- onların aile bireylerini tutuklayarak, işkenceyle öldürerek veya kaybederek 2012’den itibaren eğitimli elit kesimi ülke dışına göçe zorladı. Suriye şu an âkıl insanlardan büyük ölçüde mahrum; eli silahlı eğitimsiz insanlar her yerde söz sahibi. Ayrıca 18-42 yaş arası erkeklerin çoğu, ya içeride savaşa seferber edildiğinden ya da muhaliflerin bölgesinde veya yurtdışında olduğundan yeniden inşa için ihtiyaç duyulan insan gücünden de mahrum kaldı.

 

İki lider profilinin ve rejimlerin benzerlikleri

İki ülke liderinin refleksleri de benzeşiyor. Nasıl ki İsrail tarihinin en uzun başbakanlık koltuğunda oturan lideri Netanyahu için tek öncelik iktidarda kalıp hapse girmekten kurtulmaksa ve bunun için savaşı uzattıkça uzatıyorsa, aynısı Beşşar Esed için de geçerliydi. Her ikisi de terörle ve IŞİD’le savaşıyorum dedi. Arada önemli bir fark var tabii: “Büyük İsrail” ideolojisini savunan Netanyahu, yeniden işgal etmeye heveslendiği düşman toprağı Gazze’yi ve Gazzelileri yok ederken, Esed kendi ülkesini ve halkını mahvetti. İki rejimin diplomasiyi ve propagandayı yürütme şekli de benzer. Halkına ve dünyaya sürekli yalan söylemeleri, kendi işledikleri savaş ve insanlık suçlarını sanki düşmanı yapmış gibi göstermeye kalkışmaları, her türlü barış girişimini sabote edip sorumluluğu karşı tarafa atmaları vs. iki liderin de ana karakteri.

Rejimlerin diğer bir ortak yanı, insanları gelişigüzel tutuklamaları. İsrail, 5000 küsur Filistinli mahkûma ilaveten, 7 Ekim’den sonra 6000 küsur Filistinliyi daha Batı Şeria ve Kudüs’te tutukladı. Gazzelileri de her gün kitlesel şekilde gözaltına alıp sorguluyor. Suriye’de de isyanla birlikte istihbarat merkezleri ve hapishaneler öyle bir dolup taştı ki tutuklular bırakın yatmayı, bazı yerlerde oturacak alan bile bulamadı. Korkunç işkenceleri ve taciz-tecavüzleriyle nam salan Suriye ve diğer Arap ülkelerinin hapishanelerine kıyasla, geçmişte İsrail hapishanelerine ‘otel’ denirdi; ama 7 Ekim’den sonra mahkumları aç-susuz-elektriksiz bırakma ve korkunç işkenceler uygulama bakımından Suriye standartlarına epeyce yaklaştı. Suriye hapishanelerinde işkenceden, açlıktan ve hastalıktan ölüp toplu mezarlara gömülen Suriyelilerin haddi hesabı yok; İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutuklular henüz bu düzeye gelmese de ölüm vakaları çoktan başladı.

 

Dünyanın samimiyet testinde sınıfta kalışı

Suriyelilerin de ölüleri Gazzeliler gibi bir sayıdan ibaretti; hatta bir noktadan sonra Suriyelilerin ölüsü bile sayılamaz hale geldi. Yine de Gazzeliler çok daha şanslı; en azından onların katliamı karşısında dünyanın vicdanı harekete geçebildi. Öte yandan Gazze’de öldürülen Filistinlileri sahiplenenler, Suriye’de öldürülen Filistinli mültecilerin hiç farkında bile olmadı. Suriye’de de, Gazze’de de Filistin mülteci kamplarının çoğu yerle bir oldu; Filistinlilerin ekseriyetinin yaşayabileceği bir evi kalmadı. 1948’den beri üçte ikisi mülteci statüsünde yaşayan Gazzeliler, topraklarını bir kez daha işgalci İsrail’e bırakmamak için ölümüne direniyorlar. Suriye’deki Filistinli mültecilerin yarıya yakını ise çoktan ikinci defa mülteci konumuna düşüp Türkiye gibi komşu ülkelere veya Batı’ya sığındı.

Havadan yoğun bombardıman altında kalıp açlıkla imtihan edilen sivil halk, her iki coğrafyada da kaderine terk edildi. Suriyeli talihsiz sivillerin şu dünyada tatmadığı ölüm çeşidi kalmadı. Gerek Esed rejimi gerekse İsrail, dış müttefiklerinden her türlü yardımı fazlasıyla alırken, onlara karşı direnenler kendilerini savunup savaşın kaderini değiştirebilecek nitelikte silahları (uçaksavar ve füzesavar gibi) sözde dış destekçilerinden temin edemedikleri gibi, üzerlerindeki ablukayı da kaldırtamadılar. Her iki savaş da şunu gösterdi: Kendi dininden, ırkından ve milliyetinden bile olsa hiçbir dış güce güvenmeyip direnen halkların kendi kendilerini güçlendirmeleri, öz kapasitelerine dayanmaları gerekiyor. Gazzeliler geçmiş savaşlardan bu dersi aldıkları için kendi silahlarını ve özgün direniş metotlarını ürettiler ve bu sayede aylardır İsrail’e ve onu var eden Batılı güçlere karşı direnişi sürdürebiliyorlar.

İki savaşta her şey aynı mı? Tabii ki değil. En temel fark, Gazzelilere bunları yaşatan bir dış işgalci, sömürgeci-yerleşimci bir düşman olup bu, onların direnme azmini diri tuttu. Suriye’de ise ülkeyi yıkan ve insanları perişan eden kendi rejimi ve ordusu olup halkın bir kısmı diğer kısmıyla savaştırıldı, hatta aynı ailenin mensupları birbirine öldürtüldü. Bu süreçte bölgesel ve küresel güçler kendi menfaatleri doğrultusunda müdahale ederek adeta bir üçüncü dünya savaşını Suriye topraklarında, Suriyelilerin kanı üzerinden verdiler. Daha 2012’de Suriye Suriyelilerin elinden çıktı; yerel-bölgesel-küresel üç düzlemde verilen savaşta rejim de, muhalifler de birer piyona dönüştü. Haklı olarak soracaksınız, bütün suç rejimde mi, muhalifler silahlanıp rejime isyan etmedi mi diye. Muhaliflerin ellerine silah alması şüphesiz en büyük hatalarıydı ve onlar da savaş suçu işledi. Ama muhaliflerle uzlaşma ve çözüm imkânı olduğu halde onları silahlanmaya sevk eden, barışçıl mücadeleyi silahlı isyana dönüştüren rejimin bizzat kendisiydi. Sonuçta bir devlet, bir toplum ve bir halk kolay kolay belini doğrultamayacak şekilde dağıldı gitti. Gazze ise küllerinden yeniden doğabilecek mi, bunu önümüzdeki süreçte varılacak ateşkes ve ateşkes maddelerinin ne ölçüde uygulanacağı, sözde Gazze’yi destekleyen devletlerin ellerini taşın altına koyup koymayacağı gösterecek.