BAE: KÖRFEZ’İN ‘İTHAL AKIL’LA GÜÇLENEN ÜLKESİ
Anadolu Ajansı, 31.05.2018
https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/bae-korfezin-ithal-akilla-guclenen-ulkesi/1161859
Son yıllarda sessiz ama derinden bir yayılma
politikası izleyerek, Ortadoğu ile Kuzey ve Doğu Afrika’yı şekillendiren bir
bölgesel güce dönüşme arzusunda yeni bir aktör var: Birleşik Arap
Emirlikleri. BAE, bölgedeki hemen her mücadelenin bir kenarında doğrudan
veya dolaylı yer alıyor. Peki ama nüfus ve yüzölçümü bakımından bu küçücük
ülke, geçmişteki aktif tarafsızlık politikasını bırakıp, gücünü aşan şekilde
müdahaleci bir politika benimsemekle hangi temel hedefleri güdüyor? Amaçlarına
ulaşmak için hangi araçları ne şekilde kullanıyor? Başarı şansı var mı?
BAE “büyük oynuyor”
BAE’nin hedeflerinden ilki iktisadi. Dünya petrol
rezervlerinin yüzde 10’una sahip ve petrol ihracatında dünya yedincisi olan BAE
için Körfez’deki enerji kaynaklarının dışarıya güvenli arzı kritik bir mesele.
Yine Ortadoğu ticaretinde ve finans sektöründe Dubai önemli bir merkez
konumunda. Dolayısıyla Asya-Avrupa arasındaki deniz ticaret yollarını ve enerji
güzergâhlarını kontrol etmek, -hele de ABD’nin küresel jandarma rolünden yavaş
yavaş el etek çektiği, buna mukabil diğer küresel ve bölgesel güçlerin boşluğu
doldurmak için birbiriyle yarıştığı bir ortamda- BAE için hayati önemde.
Bu amacına erişmek için Körfez’den başlayıp Kızıldeniz
ve Akdeniz’e uzanan güzergâhtaki stratejik boğazlar, adalar ve ticaret yolları
üzerinde limanlar, askeri üsler ve lojistik ikmal hatları kurarak iktisadi ve
askeri olarak gücünü yaymaya, adeta bir "deniz imparatorluğu" kurmaya
çalışıyor. BAE'nin oyununu ne denli iddialı oynadığını anlamak için kontrol
etmeye çalıştığı noktalara bir göz atmak yeterli: Dubai’nin Cebel Ali
limanından başlayarak Yemen’in Aden, Mokha, Mukalla ve eş-Şihr limanları,
Sokotra ve Perim/Meyun adaları; Eritre’nin Assab limanı; Somali’nin Puntland ve
Somaliland/Berbera bölgeleri; Kıbrıs’ta Limasol limanı; Libya’nın Bingazi
bölgesine uzanıyor. Bu üslerin bir kısmını İran’ın ve silahlı devlet dışı
aktörlerin yayılmasına karşı askeri amaçlı kullanıyor.
BAE’nin diğer hedefleri ise siyasi nitelikli.
Bunlardan ilki, Arap dünyasının iç çatışmalarla parçalandığı ve Kahire, Şam,
Bağdat gibi kadim medeniyet merkezlerinin güçten düştüğü bir dönemde doğan
boşluğu doldurmak ve nüfuz alanı genişleyen Türkiye ve İran’ın önünü kesmek.
İkinci siyasi hedefi, -gelecekte kendi rejimini de
tehdit edebileceğinden- Ortadoğu’daki değişim dalgasına her türlü araçla karşı
durmak ve mümkünse süreci geri çevirmek. Abu Dabi yönetimi, bunun için “Arap
Baharı”nın başından itibaren eski rejimlerin adamlarına kucak açtı; hatta kilit
isimler, BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’e danışman yapıldı. Böylelikle
BAE karşı-devrim dalgasının operasyonel üssüne dönüştü. 2013’ten bu yana
bölgede değişimi savunan güçlere karşı askeri darbeden psikolojik harbe, siber
savaştan tehdit ve şantaja, vekâlet savaşından doğrudan askeri müdahaleye kadar
her yönteme başvuruluyor. Muhammed Dahlan gibi Arap dünyasının kirli ve
karanlık adamları, veliaht prensin danışmanı sıfatıyla bu misyonlarda aktif bir
şekilde kullanılıyor.
Üçüncüsü, “Arap Baharı” sürecinde çürümüş seküler
milliyetçi rejimlerin en önemli alternatifine dönüşen Müslüman Kardeşler başta
olmak üzere, siyasi iddiası olan İslami hareketlerin tamamını terör örgütleri
kapsamına sok(tur)arak onlarla içte ve dışta topyekûn mücadele etmek.
“Arap Baharı”nın yol açtığı siyasi, iktisadi ve askeri
meydan okumalarla mücadelede BAE öncü bir rol üstleniyor. Ortadoğu’da güvenlik
için “otoriter istikrar”ın yılmaz savunucusu olup kendisini radikalizme karşı
ılımlılığın ve hoşgörünün timsali, “liberal otoriterliğin” rol modeli olarak
sunuyor. Ayrıca siyasal İslam’a karşı sekülarizmi ve din-devlet ayrımını
destekliyor. Aslında komşularından İran Şiiliği, Suudi Arabistan
Vehhabi-Selefiliği, Katar da İslamcılığı himaye eden bir politika izlerken BAE’nin
elinde güçlü rakiplerine karşı başkaca bir alternatif de bulunmuyor. Yine
çoktandır ölüm döşeğindeki Arap milliyetçiliğini yeniden diriltmeye çalışıyor
ve “Arapların meseleleri Arap dünyası içinde çözülmeli” görüşünü savunuyor.
Aslında bu politikayla hedeflediği, hiç şüphesiz Türkiye ve İran’ın bölgede
artan nüfuzuna engel olmak; yoksa Arap meselelerine Batı’nın ve İsrail’in
müdahil olmasından hiç rahatsız olmadığı gibi, rakiplerine karşı onlarla sıkı
bir işbirliği yapıyor. Keza “Arap milliyetçiliği” kisvesi altında kendi
yayılmacı emellerinin de üzerini örtüyor.
İttifaklardan silahlı
kuvvetlere, paradan propagandaya BAE’nin dış politika araçları
Türkiye ve İran ile İslamcı akımların yükselişini,
yine terör örgütleri ile Ortadoğu’daki anarşik ortamı birer tehdit olarak
algılayan, ama küçük bir ülke olması hasebiyle gücünün sınırlarının da farkında
olan BAE, hem bu tehditleri kendi sınırına dayanmadan yerinde bertaraf etmek
hem de bölgesel bir denge kurmak için ittifaklar ağına öncelik veriyor. Bu çerçevede
bölgede, Suudi Arabistan ve Mısır’la birlikte “ılımlı Arap rejimleri” ekseninin
başını çekerken; dışarıda ise -BAE’nin Washington Büyükelçisi Yusuf
el-Uteybe’nin 2008’den itibaren sarf ettiği çabalarla- ABD’yle, özellikle de
Amerikan sağı (neoconlar), Yahudi lobisi ve İsrail’le yakın ilişkiler ağı
kurdu. Obama yönetiminin yerel ortakları sahaya sürerek “geriden yönetme”
politikası ve Trump’ın müttefiklerin ellerini taşın altına koydurma taktiği
için BAE biçilmiş bir kaftandı. Bu süreçte Amerikan politikalarını
uygula(t)maya en hevesli aktör olarak sivrildi; İsrail’in Arap dünyasıyla
ilişkilerini güçlendirme noktasında hayati bir rol oynadı.
BAE, uzun yıllardır bekasını ve güvenliğini
ülkesindeki Amerikan üslerine borçluydu. Ancak “Arap Baharı”yla birlikte hem
ülke içinde hem de bölgede yükselen tehditler karşısında -ABD’nin geri
çekilmesinden de duyduğu kaygıyla- kendi polis, ordu ve istihbarat
teşkilatlarını ya sıfırdan kurdurtmaya ya da Batı modeli temelinde yenileyerek
etkinliğini artırmaya odaklandı. Bunun için 2011’den itibaren Blackwater’ın
kurucusu Erik Prince başta olmak üzere çeşitli yabancı özel güvenlik
şirketleriyle ve Amerikalı, Fransız, İngiliz ve Avustralyalı emekli askerler ve
istihbaratçılarla çalışmaya başladı. İlk kez 2014’te kendi vatandaşlarına
zorunlu askerliği getirse de ordusu halen büyük ölçüde -savaşla yoğrulmuş
coğrafyalardan seçilen– Asyalı, Afrikalı ve Latin Amerikalı paralı askerlerden
oluşuyor. Son teknoloji ürünü silahlara da muazzam yatırım yapıyor. Dünyada en
çok silah ithal eden üçüncü ülke konumunda. Bu silahları ve ordusunu Amerikalı
yetkililerin deyimiyle “en ideal şekilde kullanıyor”. Hem 1991 Körfez
Savaşı’ndan bu yana neredeyse tüm Amerikan harekâtlarına muharip birlikler
yolluyor ve bu sayede operasyonel tecrübe kazanıyor hem hâlihazırda Yemen’den
Libya’ya ve Suriye’ye birçok alanda DEAŞ, el-Kaide, Husi Ensarullah ve diğer
İslamcı gruplara karşı savaş yürütüyor hem de komşusu İran’ı caydırma amacı
güdüyor. Kısaca BAE, artık yumuşak güçle yetinmeyip ordusunu sınırları ötesinde
gücünü yayacak şekilde kullanmaya çalışıyor. Bu politikanın mimarı ise uzun
süredir ülkeyi fiilen yöneten asker kökenli Veliaht Prens ve Başkomutan
Yardımcısı Muhammed bin Zayid.
BAE’nin yumuşak ve kaba gücünün asıl kaynağı ise
petrolden ve ticaretten kazandığı servet. Gerek Batı’da gerekse Orta Asya’dan
Balkanlara, Ortadoğu’dan Afrika’ya gelişmekte olan ülkelerde, servetini büyük
yatırımlara sermaye olarak kullanıyor. Ayrıca “çek defteri diplomasisi”yle
gelişmekte olan ülkelere yardım, yatırım veya borç mahiyetinde para akıtarak
–veyahut para musluklarını kapatma tehdidiyle– iç ve dış politikalarını
yönlendiriyor. İngiltere’yi ve ABD’yi Müslüman Kardeşler menşeli hareketleri
terör örgütleri listesine almaya zorlamak için milyar dolarlık yatırımlarla
silah ve petrol anlaşmalarını baskı aracı olarak kullanıyor. Mısır örneğinde
görüldüğü üzere karşı-devrimleri finanse ediyor. Abu Dabi yönetimi bu aracı
sadece dış politikada kullanmıyor; “Arap Baharı”nın başında, kendi içinde daha
fakir olan emirliklerde çıkabilecek huzursuzlukların önüne geçmek ve siyasal
İslam’ın yayılmasını engellemek için kesenin ağzını açarak halkına milyonlarca
dolarlık ilave destek sağlamıştı.
BAE, Batı’da birçok medya kuruluşunun, STK’nın,
üniversitenin, düşünce kuruluşunun, akademik derginin finansörü veya bağışçısı
olarak bilgi üretimini de doğrudan veya dolaylı olarak etkiliyor, zaman zaman
yönlendiriyor. Ayrıca çok sayıda uydu kanalına ev sahipliği yaparak ve birçok
medya kuruluşuna maddi kaynak aktararak Arap dünyasının medya merkezine
dönüşmeye çalışıyor. El-Cezire’ye karşı Sky News Arapça başta olmak üzere
kurduğu veya sponsor olduğu haber kanallarıyla Katar’ın bu alandaki gücünü
kırma ve kendi vizyonu doğrultusunda Arap sokaklarını şekillendirme hedefi
güdüyor.
BAE’yi diğer zengin Körfez ülkelerinden ayıran en
önemli fark ise uzun yıllardır lobicilik faaliyetlerine muazzam paralar
ayırarak başta ABD olmak üzere Batı’da karar alıcı çevreler üzerinde nüfuz
kurup Ortadoğu politikalarını yönlendirmeye çalışması. Bu noktada Yahudi
lobilerini örnek aldığı gibi bizzat onlarla işbirliği de yapıyor. Bu
faaliyetlerinde o kadar ileri gitti ki ABD’de Başkan Trump’ın seçim
kampanyasına usulsüz para akıttığı ve siyasi nüfuz kurmaya çalıştığı iddiası,
özel savcı Robert Mueller’ın soruşturma dosyasına girmiş bulunuyor.
Son olarak BAE, önümüzdeki yıllarda çok daha önemli
hale gelecek alanlara da -yine Batılı uzmanlar sayesinde- muazzam yatırımlar
yapıyor. Nükleer enerji projesini başlatırken BAE Uzay Ajansını kurmak için
NASA’yla temas içinde. Siber alana odaklanarak bilgisayar korsanlarından elit
bir görev gücü ve sosyal medya trollerinden oluşan güçlü bir ağ kuruyor. Bu
noktada attığı en kritik adım, Doha’yı diplomatik ve ekonomik tecrit altına
almadan evvel Katar Haber Ajansı’nı hackleyerek Katar Emiri’nin ağzından sahte
içerik yaymasıydı.
“Küçük Sparta”nın başarı
şansı
BAE -vitrinde Suudi Arabistan görünse de- perde
arkasından Arap coğrafyasını yönlendiren aktör olmakla övünüyor. Ancak gücünün
kat kat üzerinde oynadığından ve aşırı yayıldığından orta ve uzun vadede başarı
şansı düşük görünüyor. En büyük zaafı 9,4 milyonluk nüfusunun sadece yüzde
12’sinin yerli halktan oluşması. Ekonomisini Asya’dan gelen işçiler ayakta
tutarken, bütün o iddialı politikalarının akıl hocası ve uygulayıcısı ise
dolgun maaşlar sayesinde veliaht prensin emrine giren yabancılar.
BAE, askeri gücü ve savaşma istekliliğiyle Amerikalı
yetkililerin “Küçük Sparta” övgüsüne mazhar olsa da bunu dışarıdan ithal
silahlar, ileri teknolojiler, paralı savaşçılar ve danışmanlarla elde etmiş
durumda. 1820’lerden itibaren imzaladığı anlaşmalarla (Osmanlı ve İran’a karşı)
güvenliğini ve dış politikasını İngiliz himayesine devretmesinden gelen bir
alışkanlıkla, bugün de Batı’nın güvenlik yapılanmalarını ve savunma
stratejilerini kopyalamaya ve bizzat Batılıları kiralamaya çalışsa da bunları
kendi bünyesine uyduramadığı gibi yerli ve bütüncül bir vizyondan da yoksun.
Dışarıda askeri üsler ve limanlarla kurmakta olduğu o büyük “deniz
imparatorluğu”nu da kendi başına yönetmesi imkânsız.
İşte bu noktada devreye giren gücünün asıl bileşeni
ittifaklar ağına gelince, baş müttefiki ABD’de en büyük yatırımı yaptığı Başkan
Trump’ın görev süresini salimen bitirip bitiremeyeceği belirsiz. Görev süresini
tamamlasa dahi Trump’ın ikinci dönem başkan seçilebilmesi mümkün görünmüyor.
Washington’da bir yönetim değişikliği durumunda BAE için işler şu anki gibi
yolunda gitmeyebilir. “Karşı-devrimci Arap ekseni” ise ortak tehditler
etrafında şekillenmiş olup kendi içinde rekabetler ve kırılganlıklar sözkonusu.
BAE Veliaht Prensi, devlet yönetiminde toy Suudi Veliaht Prensi üzerinde
kurduğu etkiyle Suudi tahtının ardındaki asıl güce dönüşse de uygulattığı
“devrim” niteliğindeki politikalar önümüzdeki süreçte kraliyet ailesi ve
rejimin dayandığı güç odakları içinde bir patlamaya yol açabilir. Suud-BAE
arasında şu an Yemen politikasında alenen görünen farklılıklar ileriki dönemde
başka alanlarda da kendini hissettirebilir. Tıpkı dayattıkları sözde
Arap-İsrail barışıyla Ürdün’ü giderek yabancılaştırdıkları gibi önümüzdeki
süreçte bu eksen içinde başka savrulmalar da yaşanabilir.
BAE, “Arap Baharı” sürecine en büyük sekteyi vuran
aktörlerden olsa da Mısır’dan Libya’ya ve Yemen’e kadar desteklediği kadroların
ülkelerine istikrar getiremeyeceği gibi birlik ve bütünlüğü de koruyamayacağı
aşikâr. BAE’nin özellikle stratejik önemi haiz Yemen ve Somali’de ayrılıkçı
grupları eğitip silahlandırarak ve gerekli kurumsal altyapıyı hazırlayarak
bölünmelerinin önünü açtığı ve bölgede yeni yeni çatışmaların tohumlarını
attığı bariz bir şekilde görülüyor. Ancak yedi emirlikten müteşekkil bir
federasyon olarak, önümüzdeki dönemde parçalanan Ortadoğu’da kurulabilecek yeni
federatif yapılar için ideal bir model olacağı beklentisinde. Dahası
Ortadoğu’da kendisi gibi küçük devletçiklerin ortaya çıkması BAE’nin bölgesel
aktörlüğünü sürdürebilmesinin de bir teminatı.
Öte yandan BAE’nin destek çıktığı karşı-devrimlerin o
kadar da başarılı olduğu söylenemez. On milyarlarca dolar akıtılmasına rağmen
Mısır hala daha istikrara kavuşamadığı gibi her an patlamaya hazır bir bomba
olarak Arap dünyasının göbeğinde duruyor. Libya’da muazzam yatırım yaptığı
General Halife Hafter dört yıldır hala daha ülkeyi kontrolü altına alabilmiş
değil. Yemen’de kurdukları oyunlar her defasında ellerinde patladığı gibi üç
yıldır devam eden bombardımana rağmen Husiler hala daha başkenti kontrol
ediyor. Birçok ülkede planladıkları darbe tezgâhları tutmuş değil. En son
Katar’da yönetimi devirme ve 2013’te Sisi darbesiyle başlattıkları karşı-devrim
sürecini tamamlayarak kendi bölge vizyonlarını hâkim kılma amaçlı kuşatmadan da
henüz istedikleri sonucu alabilmiş değiller. BAE-Suud baskısıyla Katar’la
diplomatik ilişkileri kesip tecrit kervanına katılan Arap ülkelerinin bir kısmı
-kendileri de bu süreçten zarar görerek- Doha’yla ilişkileri yeniden rayına
oturtmanın şu an yollarını arıyor.
BAE, büyük güçlerin dış politikalarını etkileyip
yönlendirebildiği gibi, kendisi de bölgede uyguladığı politikalarla aynı büyük
güçlerin taşeronluğunu üstleniyor. Bu durum ileriki dönemde BAE’ye duyulan
öfkeyi artırabilir. Keza bölgede izlediği yayılmacı politikalar dostlarıyla da
düşmanlarıyla da arasının bozulmasına, hatta çatışmalara yol açabilir. Zira
Kızıldeniz ve çevresi şu an bütün küresel ve bölgesel güçlerin üslendiği ve
rekabet ettiği bir coğrafya niteliğinde. Yine Yemen’in güney ve doğusundaki
yayılmacılığı, komşusu Umman’ı öfkelendirerek karşı önlemler almaya itmekte.
Ayrıca BAE’nin politikaları zaman içinde ev sahibi ülkelerle arasının
açılmasına yol açıyor; tıpkı Cibuti, Somali ve Yemen’le olduğu gibi.
Ortadoğu’da halkların ihtiyaçlarını ve çağın
icaplarını dikkate alan gerçek ve yerli bir oyun kurmak yerine, dışarıdan ithal
akıllar ve araçlarla eski düzeni geri getirmeye ve Suudi Arabistan’ı öne
sürerek dikkatleri fazla üzerine çekmeden bir bölgesel güce dönüşmeye odaklanan
BAE’nin başarı fazla görünmüyor. Tam da Middle East Eye’ın baş editörü David
Hearst’ün ifadeleriyle, “Onlar, kumpas kurabilirler ve devirebilirler; ama
idare edemezler ve istikrara kavuşturamazlar. Onların gerçek bir bölge vizyonu
yok.”
[Ortadoğu politikaları
çalışan Zahide Tuba Kor’un araştırma alanları arasında dinler ve mezhepler
tarihi ile Türk dış politikası da bulunmaktadır]