Geopolitical
Futures, 28.3.2018
Tercüme:
Zahide Tuba Kor
NOT:
Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını
kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
Bir Müslüman çoğunluklu ülke düşünün ki
cihatçılığın yayılmasını varoluşsal bir tehdit olarak görüp onu yenilgiye
uğratmak için kendi halkını kurban etmeye dahi razı ve istekliydi. Farz edin ki
bu, büyük nüfusu, güçlü ordusu ve bolca doğal kaynağıyla cihatçı tehlikeyi
kendinden uzak tutan bir ülkeydi. Yine farz edin ki coğrafi olarak Müslüman
dünyanın tam kalbindeydi; öyle ki her biri farklı düzeylerde istikrarsızlığı
tecrübe eden Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya’ya gücünü yayacak
şekilde ideal bir noktadaydı. Son olarak düşünün ki bu ülke, bir zamanlar
-Soğuk Savaş yıllarında SSCB’ye karşı Amerikan çevreleme stratejisinin mihenk
taşı olmuş- ABD’nin bir müttefikiydi ve tekrardan bir müttefike dönüşebilirdi.
Hala zihninizde canlanmadıysa
belirtelim, bu öyle hayali bir ülke değil. İran İslam Cumhuriyeti.
İran, Amerikalı politika üreten
kuşakların kafasını karıştırıp durdu. ABD, İkinci Dünya Savaşı Soğuk Savaş’a
yol verirken İran’ın stratejik açıdan ne denli önemli olduğunu kavradı.
Washington (ve Londra), İran’ın yeni seçilen başbakanı Muhammed Musaddık’ı
SSCB’yle müttefik olacağı endişesiyle 1953’te devirip yerine nice İranlının
gayrimeşru saydığı kukla bir hükümeti geçiren askerî bir darbeyi destekledi.
İranlıların buna karşı ayaklanması biraz zaman alacaktı ama isyan 1979’da
gerçekleşti. Bu tarihten itibaren teokratik bir yönetim başa geçti ve
Amerikan-İran ilişkileri karşılıklı husumetle tanımlanır hale geldi; vekâlet
savaşları, tehlikeli tehditler ve karşılıklı atışmalar ilişkilere damga vurdu.
İran’ı kaybetmek ABD için büyük bir
stratejik yenilgiydi. Geriye dönüp baktığımızda biliyoruz ki o dönem SSCB
düşüşteydi ve kısa bir süre sonra içeriden patlayacaktı. Ama aynı zamanda bu,
bir anda Ortadoğu’daki güçler dengesinin kapanın elinde kalacağı anlamına
geliyordu. ABD hızla harekete geçerek [1980-1988]
İran-Irak Savaşı’nda Bağdat’la istihbarat paylaşımı ve iktisadi yardımlar
yoluyla komşu Irak’ı destekledi. Ayrıca ABD Tahran’daki yeni rejimin
meşruiyetini baltalamanın yollarını aramaya başladı.
Diğer bir deyişle ABD, hiçbir zaman
Tahran ve Bağdat’ın yeni yönetimlerinin ideolojik temayüllerine gerçek anlamda
aldırmadı; tek umursadığı, bu ülkelerin Sovyetlere karşı koymaktaki
faydalarıydı. Moskova baş düşmandı ve Amerikan dış politikası ideolojik
tercihlere değil, kuvvet politikasına göre yönetilmeliydi. Mesela Suudi
Arabistan, hem demokratik değildi hem de dinî bakımdan radikaldi; ama petrolü
vardı ve Amerikan koruması karşılığında petrolü sadece dolar cinsinden satmaya
istekliydi. Mısır, askerî bir diktatörlükle yönetiliyordu; ama Sovyet kampını
terk edip İsrail’le barış antlaşması imzalamaya hazır olduğunda ABD, her yıl
milyarlarca dolarlık askerî yardım sağlamak suretiyle Kahire’nin sadakatini
ödüllendirdi. Washington’ın Soğuk Savaş’taki en önemli müttefiklerinden biri
olan Türkiye birçok askerî darbeye maruz kaldı; ama ABD için Türkiye’de
demokrasi, bu ülkeyi ve stratejik Boğazlarını Batı ittifakı içinde tutmaktan
çok daha az önem arz ediyordu.
Hülyalar
Ama daha sonra her şey bir anda değişiverdi.
(…) SSCB çöktü. (…)
(…)
Bir bakıma ABD de Avrupa kadar hayaller
âlemindeydi. (…) Ancak [1990’larda] tarihin
sonunun ilan edilmesiyle birlikte, birçok Amerikalı kendi değerlerinin herkesin
değerleri olması gerektiğine ve Washington yönetiminin bu değerleri başkalarına
dayatma yükümlülüğü olduğuna inandı. Bu, şimdilerde “yeni-muhafazakârlık”
dediğimiz düşünce tarzıyla en iyi şekilde tecessüm eden bir hissiyattı. Tıpkı
AB’nin Avrupa’nın destansı hülyası olduğu gibi, yeni-muhafazakârlık da bunun
ABD’deki muadiliydi.
Yeni-muhafazakârlığın kökeni, Amerikan
değerlerini dünyaya yaymaya değil, 1970’ler ve 1980’lerde SSCB’ye karşı çok
daha etkin bir saldırıya can atmaya dayanır. Ancak 1991’den sonra dünya düzeni
değiştiğinde ABD’nin dünyayla irtibatı de değişti. Bu değişimin ilk
laboratuvarı, genellikle “liberal uluslararasıcılık”la nitelenen Clinton yönetimiydi.
Liberal uluslararasıcılık da, tıpkı yeni-muhafazakârlık gibi, Amerikan
değerlerinin dünyaya yayılmasını savunuyordu.
Bunun nasıl yapılması gerektiği
konusunda ise ihtilaf içindelerdi. Yeni-muhafazakârlar uluslararası kurumlara
güven duymuyordu, liberal uluslararasıcılar ise bu kurumları destekliyordu.
Liberal uluslararasıcılara göre, -Soğuk Savaş siyasetinin kısıtlamalarından
artık kurtulmuş olan- BM değişimin gerçek itici gücü olabilirdi. Dolayısıyla [Clinton döneminde] ABD, AB’nin
kurulmasını alkışladı, NATO ittifakını genişletti ve Somali ile Balkanlar gibi coğrafyalara
bu defa stratejik değil ideolojik nedenlerle müdahale etti.
Yeni-muhafazakârlar (neoconlar), George W. Bush yönetimi başa geçtiğinde kendi ilkelerini
küresel çapta uygulama şansı elde ettiler. Yeni bir güç ve yetki kazanarak ve
SSCB’nin Amerikan dış politikasına dayattığı rekabetin kısıtlamalarından
kurtulmuş halde, -geçmişe kıyasla- çok daha hırslı bir şekilde düşünmekte
özgürdüler. Artık hedefleri SSCB’yi yenmek değildi; ABD’nin tahayyülüne uygun
şekilde dünyayı en iyi nasıl yeniden kuracaklarına odaklandılar.
Yeni-muhafazakârlar, Amerikan değerlerini yaymanın sadece arzu edilir bir şey
olmayıp aynı zamanda Amerikan milli menfaatleri için de zaruri olduğuna
inanmaya başladılar. İdeolojik düşmanlara karşı bu türden bir ideolojik “cihat”/seferberlik
çok daha etkili olduğundan ABD, ideologlara -yani radikal İslam’a (ayrım
gözetmeksizin hem Sünni hem de Şii versiyonuna) ve komünizmin son kalıntısına
(Kuzey Kore’ye)- gözlerini dikti.
ABD’nin ihtiyacı olan şey
İşte bu, Amerikan Başkanı Donald
Trump’ın -Bush döneminin en saldırgan neoconlarından biri olan- John Bolton’ı
milli güvenlik müsteşarı olarak atamasının tarihî bağlamı. Bu adım, en hafif
deyimiyle, karışık mesajlar yolluyor. Trump, Irak Savaşı’nın feci bir hata
olduğu inancıyla seçim kampanyasını yürüttü; Bolton ise bu savaşın en güçlü
savunucularındandı. Trump, “Amerika öncelik” sloganına dayalı bir dış politika
kampanyası yürüttü; Bolton da Amerika’yı öncelik sayıyor ama aralarındaki fark
şu: Bolton, ABD’yi sadece içeride değil, dünyanın her yerinde öncelik kılmayı/başat
hale getirmeyi düşünüyor. [Milli güvenlik
müsteşarlığına] Atanmasının hem Amerikan müttefikleri hem de hasımları
nezdinde kafa karışıklığına ve kaygıya yol açması hiç de sürpriz değil.
Rusya’yı ele alalım. Modern Rusya, bir SSCB değil; harekete geçirici ilkesi de
proleterya devrimi değil Rus milliyetçiliği. Moskova, bunun ikili ilişkileri
yürütmenin daha akıllıca bir temeli olduğuna inanıyor. Suriye, Ukrayna ve
yaptırımlar gibi konularda tavizin önünde duran fikirler savaşıyla
ilgilenmiyor, özellikle de Soğuk Savaş dönemindeki türden…
Ancak belki de hiçbir ülke Trump
yönetimi içinde yaşanan gelişmelerden İran kadar endişe etmiyor. Bütün
göstergeler Trump’ın İran’la nükleer anlaşmadan 12 Mayıs’ta çekileceği yönünde.
Bunun 12 Mayıs’ta mı bir başka tarihte mi olacağı önemli değil; gerçek şu ki
Washington, Tahran’la pragmatik bir ilişkiyi kaybedip apaçık bir husumete
geçişin eşiğinde. Yüzeysel olarak bu bir nebze anlaşılabilir. İran nükleer
anlaşması belirli jeopolitik şartlarda ortaya çıktı. İran, İslam Devleti (İD)’nin
yükselişini, en iyi ihtimalle Ortadoğu’da bölgesel bir oyuncu olmasını
engelleyebilecek ve en kötüsü Sünni Arapları kendisine karşı birleştirebilecek
muhtemel bir varoluşsal tehdit olarak gördü. Ortadoğu’da bitmek bilmeyen
savaştan yorgun düşüp bezmiş ABD, İran’ın bu mücadelede kendi üzerine düşeni
yapması için [nükleer] anlaşmayı
imzaladı. İran ile ABD’nin birbirine ihtiyacı vardı. İdeoloji bir kenara
bırakıldı.
İD artık yenilgiye uğratıldı ve Tahran,
Irak’taki kontrolünü kurumsallaştırmaya kalkışarak ve Suriye topraklarını İran
kara güçleri ve askerî üsleriyle doldurup Esed hükümetini tamamen bir İran
vekil gücüne dönüştürerek [İD’e karşı
kaydettiği] başarıyı kendi lehine çevirdi. Bu, ABD için ideal bir durum
sayılmaz. ABD -sürekli dünyanın en büyük devlet terörü destekçisi olarak
nitelediği- İran’ın Akdeniz’e eriştiğini tabii ki görmek istemiyor.
ABD’nin Ortadoğu’da en çok ihtiyaç
duyduğu şey istikrarlı bir güç dengesi. Dış politika kararlarında giderek
ABD’den bağımsızlaşan Türkiye de potansiyel bir bölgesel hegemon haline
gelmekte ve bu şartlar altında ABD, eğer ki tamamen stratejik kavramlarla düşünebilseydi
İran meselesine mutlak hükümlerle yaklaşmazdı.
Şunu düşünün. İran’da büyük bir siyasi
güç mücadelesi yaşanıyor. Bu yılın başındaki protestolar bunun bir ispatı. Hasan
Ruhani yönetimi, İD’le savaşmayı kabul edip geçici de olsa İran’ın nükleer
arayışından vazgeçti; çünkü petrol gelirlerine ve daha da önemlisi, anlaşmayla
gelecek dış yatırımlara ihtiyacı vardı. Eğer ki Ruhani, İran siyasetine Devrim
Muhafızları’nın tamamen hâkim olmasını engelleyecekse ekonominin büyümeye devam
etmesi lazım ve bu da dış yatırımsız olmaz. İşte bu yüzden Ruhani, ABD çekilse
bile İran’ın nükleer anlaşmanın bir parçası olarak kalabileceğini söyledi. ABD
yaptırımları dayatmaya başlamadan çok evvel 2005 yılında AB, petrolünün %6’sını
İran’dan ithal ediyordu. 2012’de ekonomik yaptırımlar İran’ın tüm petrol
ihracatını durdurdu (en azından resmiyette). Geçen sene AB, petrolünün
neredeyse %5’ini İran’dan ithal etti. Tahran yönetimi bu satışları korumak ve
artırmak istiyor; bu da uluslararası topluma Ruhani hükümeti üzerinde güçlü bir
koz veriyor.
Uluslararası alanda İran aşırı yayılmış
durumda. Tahran, bölgesel hedeflerinden bazılarını başarmasına yardım edeceğine
inandığı Rusya’yla yakından iş tutuyor; ancak Moskova’nın -Washington’a kıyasla-
İran’ın Ortadoğu’da tahakküm kurmasından çıkarı çok daha az (ve zaten ikili
arasındaki gerginlikler tırmanmaya başladı bile). ABD İran’dan koskoca bir kıta
ve bir okyanusla ayrılmış durumda. Rusya’nın İran’la arasında ise sadece
Kafkaslar ve Orta Asya var; bu iki bölge bugün Rusya’nın kurmak istediği nüfuz
alanı içinde ve her iki bölgelerin yüzyıllarca Fars nüfuzu altında kalmış
olması İran’ı Rus kontrolü karşısında önemli bir tehdit kılabilir. Ve dolayısıyla
ABD’nin -tamamen stratejik düzeyde- Türkiye’yle İran arasında güç dengesini
sürdürmeye çalışması ve gıpta edilen eski tampon bölgelerinde Rus ihtiraslarını
püskürtmek için her iki ülkeyi de kullanması akıllıca olacaktır. İran’ı
düşmanlaştırmak, Tahran’ı ancak ve ancak daha da saldırganlaştıracak ve
Rusya’ya daha da yakınlaştıracaktır. Nükleer anlaşmayı yırtıp atmak ve İran’a
karşı yeni yaptırımlar koymaya çalışmak, AB’yi İran’dan petrol ithalatını
durdurmaya ikna etmek demektir ki bu da AB’nin Rusya’ya olan bağımlılığını çok
daha fazla artırmak anlamına gelir.
İran’ın ABD’nin baş düşmanı olduğu
görüşü ideolojik olup Washington’ın İran’la uzun ve karmaşık ilişkilerinin ve
Soğuk Savaş’ın muzafferinin [ABD’yi
kastediyor] dünyaya tozpembe gözlüklerle bakan zihniyetinin bir kalıntısı.
Ama olgular ortada. İran’da rejim değişikliğini başarmak, tamamen imkânsız
olmamakla birlikte zordur ve böyle bir kalkışma sadece ve sadece İran içindeki
en Amerikan karşıtı gruplara hizmet edecektir. İran’a karşı başarılı bir
Amerikan askerî harekâtı neredeyse imkânsızdır; zira İran dağlık coğrafyasıyla hakiki
bir müstahkem kaledir ve ABD Ortadoğu’da savaşı sürdürmek istese bile dünyaya
yayılmış haldeki askerî güçleri, aşırı derecede kanlı ve maliyetli bir savaşa
girişmek için son derece zayıftır. Tarih bize gösteriyor ki eğer ki bir ülke
nükleer silahlar edinmeyi kafaya koymuşsa çoğunlukla bunu elde etmiş ama hiçbir
zaman kullanamamıştır (bkz. İsrail, Pakistan ve Hindistan). Dahası ABD’nin
İran’a karşı herhangi bir başarılı saldırı hamlesi, sonunda hiçbiri ABD’nin
milli çıkarına hizmet etmeyecek üç ana aktöre yarayacaktır: Rusya, Türkiye ve
Sünni cihatçılar.
Geçtiğimiz Aralık ayında Beyaz Saray
tarafından yayınlanan Milli Güvenlik Stratejisi belgesi, Çin ve Rusya’yı
“Amerikan gücü, nüfuzu ve çıkarları”na meydan okuyucu aktörler olarak
tanımlıyordu. Kuzey Kore ve İran, “bölgelerini istikrarsızlaştırıcı, Amerikalıları
tehdit edici ve kendi halklarına merhametsizce davranışları” yüzünden ismen
zikredilen diğer düşmanlardı. Washington bu savaşların ikisini birden aynı anda
veremez ve tarih göstermiştir ki ABD ikincisiyle değil, ilkiyle baş etmek için
son derece iyi bir konumda. İran nükleer anlaşması meselesi tali bir konu; daha
büyük konu ise ABD’nin İran’la pragmatik bağlantı için temeller bulup
bulamayacağı. Şu an hayal etmesi çok zor olmakla birlikte jeopolitik bize diyor
ki ABD, -liderleri ister yeni-muhafazakâr ister liberal uluslararasıcı isterse
izolasyoncu olsun hiç fark etmez- ufukta beliren çok daha büyük tehditlerle
boğuşurken İran’la bir tür uzlaşmaya varacak. Diğer bir deyişle ABD,
jeopolitiği büyük bir sınavdan geçirmek üzere ve dünya endişe içinde bunun sonuçlarını
beklemekte.