23 Nisan 2018 Pazartesi

J.L.SHAPIRO: BATI, RUSYA’YA DERSİNİ SURİYE’DE VERİYOR





Jacob L.Shapiro (Geopolitical Futures analiz direktörü)
Geopolitical Futures, 16.4.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


Geçen hafta ABD, İngiltere ve Fransa Suriye’de belirli rejim hedeflerine yönelik koordineli füze saldırıları gerçekleştirdi. (…) Sözkonusu üç ülkeyi harekete geçiren temel saik, büyük ölçüde kendi iç siyasi mülahazalarıydı; bu da hem Suriye’deki hedeflerinin rejim değişikliği olmadığına hem de Beşşar Esed’in adımlarından kısmen Rusya’yı sorumlu tuttuklarına işaret ediyordu.

Dört büyük güç
Şu an için Suriye’ye müdahil olan dört küresel güç var: Rusya, ABD, İngiltere ve Fransa. Rusya, kendi iç problemlerinden dikkatleri dağıtmak için güneye yöneldi. (…) ABD’nin iki kez Esed’i vurma nedeni, Başkan Trump’ın (…) selefi Obama’yla kıyaslanmak istememesi. İngiltere, Avrupa’nın öcüsü olarak Rusya’ya sarmış durumda; son dönemde hem Rus diplomatların sınır dışı edilmesini hem de Rusların vekil gücü bir devlete [yani Suriye’ye] hava saldırılarını -birkaç ay evvel Başbakan Theresa May hükümetini düşmenin eşiğine getiren- çekişmeli Brexit müzakerelerinden dikkatleri dağıtmak amacıyla kullanıyor. Ülkeyi felce uğratan işçi isyanıyla baş etmeye çalışan ve Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un popülerliğini hızla yitirdiği Fransa ise herkesin malumu olan bir gerçeği gizlemeye çalışıyor: Fransa, AB içinde Almanya’nın küçük ortağına dönüşmüş durumda.
Dört ülke de Esed’in sözümona kimyasal silah kullanımına hazırlıksız. ABD çaresizce Suriye’den bir çıkış yolu arıyor. İngiltere ve Fransa ise, bırakın Rusya’yla askeri bir çatışmayı, Esed rejimini devirmek için gerekli olan türden bir askeri kuvveti konuşlandırmakta dahi isteksiz. Rusya’nın Suriye’deki konuşlanması başından beri hep (…) hava kuvvetleriyle sınırlıydı. Bu, ne bir Körfez Savaşı ne de Üçüncü Dünya Savaşı’nın bir girizgâhı. Dış güçler Ortadoğu’da her zaman yaptıklarını tekrarlıyorlar: Birbirine karşı ve hatta kendilerine puan kazan(dır)mak için satranç tahtasında piyonların üzerine gidiyorlar.
Öte yandan bu savaştaki asıl oyuncular hafta sonu dikkat çekici bir şekilde sessizdiler. Daha evvel Esed rejimini ve Suriye’deki İran hedeflerini defalarca bombalamış olan İsrail, gelen haberlere göre, Suriye’nin kimyasal silah tesisleri hakkında [müttefiklerine] birtakım istihbaratlar sağlamak dışında bu harekâta katılmadı. (…) Türkiye de füzeler düşmeye başlayana kadar Rusya ile ABD arasında arabuluculukla meşguldü. İran ise bu saldırıları suç saydı, ama intikamı söylemlerde kaldı.
Suriye İç Savaşı çok daha geniş bir yangına dönüşebilir ve eğer ki bu gerçekleşirse Batı’nın Esed’in kimyasal silah tesislerine sınırlı hava saldırılarından değil, Türk-İran menfaatlerinin çatışmasından patlak verecektir. Rusya ile ABD BM’de karşılıklı olarak birbirini kınayadursun Esed rejimi muhalefeti temizlemeye devam edecek, Türkiye kuzey Suriye’deki istilasını sürdürecek, İran üsler kurmayı ve kendi vekil güçlerini kuvvetlendirmeyi bırakmayacak, İsrail çok daha geniş bir hedefle caydırma stratejisini uygulayacak ve Suriye Kürtleri de artık kendilerine ihtiyaç duymayan patronları ABD tarafından yarı yolda yüzüstü bırakılacakları o kaçınılmaz ana daha da yaklaşacaktır. Batı’nın hava saldırıları tehdidi yatıştıkça hasım güçler de gerçek savaşa o kadar hızlı geri dönecektir.

Rus karşıtı koalisyon
(…) Duma’da kimyasal silahların kullanıldığına dair mevcut kanıtlar az. (…) Batı’nın saldırılarının zamanlaması (…) kafa karıştırıcı.
Dahası, Esed rejiminin bu türden silahlar kullanması için ortada çok az neden var. (…) Rusya Suriye’den çekilmeye ve bunun için aylardır çözüm amaçlı müzakereler yürütmeye çalışıyor. İran’ın Suriye’deki konumu tehdit edici olmakla birlikte zayıf; sağlam bir varlık oluşturması ve uzun ikmal hatlarını güvence altına alması için zamana ihtiyacı var. Bu şartlar altında İran’ın Batı’nın hedefi haline gelmesi, kendi gündemini hayata geçirmesi bakımından zararlı olacaktır.
Bu kafa karışıklığı arasında kesin olarak söylenebilecek şey, bu vesileyle Rus karşıtı bir koalisyonun şekillenmekte olduğu. Batı’nın saldırıları, Suriye savaşında güçler dengesini değiştirmedi [Z.T.K. aksine bu saldırı Esed’in Suriye’deki meşruiyetini ve halk desteğini artırdı] ve aslına bakarsanız, Suriye’yi moloz yığınına dönüştüren çatışmayla da pek alakalı değildi. Bu aşamada sözkonusu saldırı, daha ziyade Rusya’ya karşı alınmış siyasi bir duruş gibi görünüyor. (…)
[Geopolitical Futures olarak] 2018 yılına ilişkin öngörülerimiz arasında Batı ile Rusya’nın bu boyutta bir çatışması yer almıyordu. Rusya, Ortadoğu’da Türkiye ile İran’ı süresiz olarak birbiriyle çatışma halinde tutan ve böylelikle her ikisinin de -kendi nüfuz alanında Rus menfaatlerine meydan okuyacak kadar- güçlenmesini engelleyecek bir güç dengesi istiyor. Batılı güçler de bir güç dengesi arzusunda. [Z.T.K. Hiçbir gücün diğeri üzerinde hegemonya kuramayacağı şekilde Türk, Arap ve Fars unsurları arasında bir denge diyebiliriz buna.] Ancak eski alışkanlıklar kolay kolay değişmiyor. Soğuk Savaş kıyaslaması, -her ne kadar mevcut duruma uyarlanması yanlış olsa da- ahlaken muğlak bir çatışmada anlaşılabilir şekilde ilgi uyandırıyor [Z.T.K. Shapiro’nun konuyla ilgili “İdeoloji Ölmüş Durumda” başlıklı yazısını okumak için TIKLAYINIZ]. Zaman zaman iç zorunluluklar uluslararası gereklilikleri aşarlar. Amerikan Başkanı Trump güçlü görünmek istiyor; İngiltere Başbakanı May’in Avrupa’nın Kuzey İrlanda’yla sınır meselesi yerine dış tehditlere odaklanmasına ihtiyacı var; Fransa Cumhurbaşkanı Macron da siyasi bir zafer konusunda çaresiz durumda. Ve işte bütün bu istek ve ihtiyaçlar, Ortadoğulu bir paryanın topraklarındaki önemsiz hedeflere yönelik maliyeti düşük bombardımanlarla elde edilebilir. Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’e gelince, [onun formülasyonu da] Moskova’ya karşı Batı; nitekim büyük iktisadi işlevsizlikler, eğer çekilen sıkıntılar Kutsal Ana Rusya’yı savunma adınaysa tabii ki affedilebilirdir.
Burada verilen iki savaş var: Birincisi Suriye için verilen askerî bir savaş, ikincisi Rusya ile Batı arasında bir halkla ilişkiler savaşı. Suriye’ye hava saldırıları bu ikinci savaşın salvoları. İlkine gelince ufukta bir değişiklik, bir çözüm yok. 

X.SYNDER: AMERİKAN GÜCÜNÜN SINIRLARI




AMERİKAN GÜCÜNÜN SINIRLARI

Xander Snyder (Geopolitical Futures jeopolitik analisti)
Geopolitical Futures, 12.4.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


Rus rublesi, Türk lirası ve İran riyalinin değeri düşüyor. Bunların ortak noktası nedir? ABD’nin bu paraların değer kaybında bir şekilde payı olması. Bu, Amerikan gücünün bir işareti aslında: ABD, -askerî gücü giderek daha sınırlı hale gelse ve Ortadoğu ile dünyanın diğer bölgelerinden geri çekilmekle tehdit etse de- hala daha kendi menfaati aleyhine çalışan ülkelerin ekonomilerine baskı yapabilir ve askerî kuvvete başvurmaksızın küresel çatışmaları etkileyebilir durumda.

Rusya’da yaptırımların baskısı
Rusya’ya karşı geçtiğimiz günlerde yürürlüğe konan yaptırımların ve yeni yaptırım tehdidinin Rus ekonomisini ve para birimi rubleyi tüketmekte olduğu ortaya çıktı. Geçen hafta ABD, Rus oligarkları ve onların yaptıkları işleri hedef alan yeni bir yaptırımlar paketini ilan etti. Bilhassa dünyanın en büyük alüminyum üreticilerinden olan Rusal maden holdingi, hisselerinin iki gün içinde yaklaşık %35 değer kaybetmesiyle fena darbe aldı. (…) Keza iki büyük Rus bankası Sberbank ve VTB hisseleri de yaklaşık %20 ve %10 oranında bir düşüş yaşadı. Bazı uzmanların tahminlerine göre, Rus oligarkların sahip olduğu 16 milyar dolar değerinde bir servet sadece birkaç saat içinde uçup gitti.
Tali/dolaylı yaptırım aracının kullanımı, Rus şirketler ve bireylerle ticaret yapan Amerikan firmalarını ve diğer yabancı şirketleri de hedef almasına rağmen, ABD Rusya’nın dolara erişimini kısıtlıyor. Bu da Rus şirketlerin küresel çapta dolarla işlem yapma ve dış yatırıma erişim imkânını sınırlıyor. (…) Ayrıca rublenin değer kaybı, Rusya’nın en baş ithalat kalemi arasında yer alan ve ekonomisini modernleştirmek için ihtiyaç duyduğu dış makine ve teçhizat alımını daha maliyetli kılıyor.
Petrole ve diğer doğal kaynaklara bağımlılığını azaltmak amacıyla ekonomisini ıslah etmeye çalışan Moskova için dışarıdan yatırım çekmek son derece önemli. Ancak Rusya’dan sermaye kaçışı 2017’de -2016’ya kıyasla- %60 oranında artarak 2018’in ilk çeyreğinde 13,4 milyar dolara ulaştı. Bu kaçışı durdurmak öyle kolay bir şey değil.
ABD, -yaptırım uygulamak suretiyle- Rusya’nın iç meselelerini daha da artırıp Moskova yönetimini içeriye odaklandırmak ve dış maceralarını sınırlandırmak istiyor. Yeni yeni yaptırımlar yolda olabilir. Geçen hafta Amerikan Kongresine sunulan bir kanun tasarısı, Rusya’nın devlet borçlarına yatırımı sınırlayarak ruble üzerindeki baskıyı daha da artıracak türden. Böylelikle Washington, elinde hala daha [hasımlarına karşı kullanabileceği] silahları olduğunun işaretini veriyor.
Amerikan Hazine Bakanı Steven Mnuchin, bu ay içinde yürürlüğe konan yaptırımların Rusya’nın Kırım’ı işgaline ve Suriye’de Esed rejimine verdiği desteğe bir cevap mahiyetinde olduğunu söyledi. Eski Rus casusunun İngiltere’de zehirlenmesi vakası hiç şüphesiz bu yaptırımların yürürlüğe konmasında etkili oldu. Ancak yaptırımlar salt bu olaylara bir tepki olarak görülmemeli. ABD Rusya’ya çok daha kapsamlı bir mesaj vermekte: Eğer ki Moskova Ukrayna, Suriye ve Gürcistan gibi yerlerde kendi otoritesini kabul ettirme çabasını sürdürürse bunun sonuçlarına katlanacaktır. Bir bakıma bu, Rusları kontrol altında tutmaya ve başka yerleri istilasını önlemeye dönük proaktif bir hamle.

İran’da belirsizlik
ABD’nin karşı karşıya olduğu diğer bir düşman ise İran. ABD Beşşar Esed ve İslam Devleti’yle savaşmak üzere ılımlı isyancılardan zayıf bir koalisyonu bir araya getirmekle meşgulken İran bölgedeki konumunu güçlendiriyor. Şu an ABD, Tahran’ın yayılmasını sınırlandırmak ve İran riyalinin değerini düşürmek için bir yol arıyor ve bu bağlamda İran nükleer anlaşmasını yırtıp atma tehdidini kullanıyor. Anlaşmanın geleceğiyle ilgili belirsizlik, yabancı şirketlerin İran’la iş yapmasını zorlaştırarak dış yatırım potansiyelini sınırlandırıyor. Büyük/kalıcı bir etki bırakmak için ABD’nin anlaşmadan fiilen çekilmesi gerekmiyor; böyle bir tehdit dahi başlı başına yeterli.
Sözkonusu belirsizlik yüzünden riyalin keskin bir değer kaybı yaşaması, Suriye’de ve Irak’ta artan nüfuzuna rağmen, İran ekonomisinin hassas ve kolayca darbe alabilir olduğunun bir işareti. Tıpkı Rusya gibi İran da dışarıda yayılmaya çalışmak yerine kendi iç meselelerine odaklanmak zorunda. (…) Ocak ayındaki geniş çaplı protestolar ve bu hafta Huzistan ve İsfahan’da meydana gelen daha yerel gösteriler, rejimden yaygın ve sürekli bir memnuniyetsizlik olduğunun göstergesi. Bu memnuniyetsizlik sadece öğrenciler veya şehirlerde yaşayanlarla da sınırlı değil. İsfahan’daki çiftçiler, ülke çapında bir kuraklık yaşanırken rejimin su sıkıntısına ciddi bir şekilde eğilmemesini protesto ediyorlar; nitekim bu sıkıntı çiftçilerin geçimini imkânsızlaştırmasa da zorlaştırıyor. Sonuçta içeride daha az ürün hasadı İran’ın gıda ithalatına olan ihtiyacını artırıyor. Ama riyalin değer kaybı yüzünden gıda ithal etmek artık daha pahalı hale geliyor.
Ocak ayındaki gösterileri tetikleyen gelişmelerden biri temel gıda ürünlerindeki fiyat artışıydı. Protestoların akabinde -savaşları sürdürmek için askeriyeye daha fazla para ayırması yüzünden bütçe baskısı altındaki- İran yönetimi, halkı memnun etmek için planladığı sübvansiyon kesintisinden geri adım atmak zorunda kaldı. (…) Ancak zayıf bir riyal, hiç şüphesiz İranlıları askerî bütçe üzerinde yeniden düşünmeye sevk edecek ve son birkaç yıldır yürüttüğü ölçekte bir savaşı sürdürme kapasitesini etkileyebilecektir. Eğer ki yüksek gıda fiyatları bir kez daha büyük çaplı isyanları tetiklerse bu durumda İran, toplumsal istikrarı sağlamak adına kaynaklarını iç ihtiyaçlarını karşılamaya yönlendirmek zorunda kalacaktır.

Türkiye’de borçla sağlanan büyüme
Rusya ve İran’ın aksine, Türkiye ABD’nin doğrudan hedefi değil. Ancak ABD’nin para politikası yüzünden ciddi risklerle karşı karşıya. ABD’de sıkı istihdam piyasası ve sürekli iktisadi büyümeye karşılık Amerikan Merkez Bankası 2015’ten bu yana faiz oranlarını artırıyor ve 2018 yılı boyunca bu politikasını sürdüreceği neredeyse kesin. Bu da ABD’ye dışarıdan sermaye akışını teşvik ediyor; nihayetinde yatırımcılar yüksek kazanç peşindedirler. Ayrıca bu, dolara olan talebi ve dolayısıyla lira da dahil diğer para birimleri karşısında doların değerini artırıyor.
Zayıf bir lira da bir problem; zira her ne kadar Türk ekonomisi yüksek büyüme oranlarını görse de bu daha ziyade dış borçlarla destekleniyor (yani borçlanma döviz cinsinden). Borçla sağlanan büyümeye bir de enflasyon oranlarındaki artış eşlik ediyor ki bu da liranın değerini düşürüyor. Zayıf bir lira, Türk işadamlarının dış borçlarını ödemelerini zorlaştırıyor. (…)
Dolayısıyla Amerikan faiz oranlarının daha da yükselmesi, Türkiye’nin büyüyen ekonomisine ve böylelikle Ankara’nın Amerikan menfaatlerine meydan okunabileceği alanlara yayılma kapasitesine yönelik bir tehdit. Daha fazla kaynağını borçları çevirmeye tahsis eden zayıf bir ekonomi, savaşın maliyetlerini karşılamakta gittikçe daha çok zorlanacaktır. Ve Türkiye, Suriye’den fethettiği toprakları yönetmenin meydan okumalarıyla yüzleştikçe ve daha da doğuya doğru yöneldikçe bu maliyetler artacaktır.
Daha açık olmak gerekirse, ABD kendi para politikası üzerinden Türk ekonomisini kasten zayıflatıyor değil. Amerikan ekonomisi o denli büyük ve yayılmış durumda ki ister istemez dünyadaki ülkeler üzerinde kapsamlı etkilerde bulunuyor. Gerçi ABD ile Türkiye’nin kuzey Suriye yüzünden araları bozuk ve dolayısıyla Washington, Türkiye’nin Suriye’deki Kürt güçlere karşı operasyonlarını genişletme kapasitesini dolaylı şekilde sınırlandırmaktan çekinmeyecektir. 
Küresel meseleler tartışılırken Amerikan gücünün zayıflaması tekrar eden bir temadır. Ancak hasımlarının -ve giderek arasının açıldığı bir müttefikinin- iç problemlerinde payı olma becerisi, ABD’nin -ordusu fazlaca yükümlülük altına girmiş ve yeni alanlara kuvvet konuşlandırma kapasitesi sınırlı olmakla birlikte- hala daha yumuşak gücünü önemli ölçüde uygulayabildiğinin bir işareti.

10 Nisan 2018 Salı

J.L.SHAPIRO: İDEOLOJİ ÖLMÜŞ DURUMDA





Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures analiz direktörü)
Geopolitical Futures, 5.4.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Geçen hafta İngiltere ve ABD’nin öncülüğünde 20’yi aşkın ülke Rus diplomatları kovdu. Moskova da misliyle mukabele edeceğini belirterek 60 yabancı diplomatı çoktan kapı dışarı etti. Batı ve Rus medyasındaki yorumcular nefes nefese aynı soruyu tartışıyorlar: Acaba dünya ikinci bir soğuk savaşın arifesinde mi? Bu, birkaç nedenle tuhaf bir soru; ama ben burada bunlardan sadece birisini açıklayacağım. Soğuk Savaş, jeopolitik olduğu kadar aynı zamanda ideolojik bir çatışmaydı. SSCB kendisini küresel ihtilalin öncü kuvveti olarak görüyordu ve bu, araçları meşrulaştıran bir amaçtı. Benzer şekilde ABD de -her bir bireyin hürriyetini savunmaya ahdetmiş ulusların üzerinde liberal bir ışık olarak- kendisinin eşsizliğine inandı.
Bugün aynısı her iki aktör için de söylenemez. Aslında hâlihazırda dünyada herhangi bir büyük gücün eylemlerini harekete geçirici veya meşrulaştırıcı bir ideolojiye sahip olduğu da iddia edilemez. Rusya da Çin de artık küresel bir ihtilal peşinde değil: Moskova tampon bölgelerde, Pekin de kıyıdaş sularda kendi milli menfaatlerinin peşinden gidiyor. Kim Il Sung’un Kuzey Kore’deki resmî devlet ideolojisi ve ona dayalı siyasi sistem olan juche, nükleer silah programından biraz daha fazlasına tekabül ediyor. Avrupa’da en ateşli Avrupa [Birliği] severler dahi belli bir noktada Brüksel’in kendi işine bakması gerektiğini düşünüyor. ABD’ye gelince, 2000’lerin başında kısa süreli yeni-muhafazakâr (neocon) suaresi dışında Washington’ın kafası 1991’den bu yana çok daha karışık. [Trump’ın henüz daha] 1,5 yıllık “ABD’yi Yeniden Yüceltmek” [söyleminin] anlamı aslında neredeyse “ABD’yi Daha Güçlü Yapmak”tan ibaret.

İdeoloji Çağı
İdeolojinin şansı yaver gitmişti; İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1939’dan itibaren 52 yıl hâkimiyet kurdu. O savaşın hatırası hala daha dünyanın aklından çıkmış değil. Tıpkı Soğuk Savaş gibi İkinci Dünya Savaşı da –(yıllara bağlı olarak farklı kombinasyonlara bürünen) liberal demokrasi, komünizm, faşizm ve ulusal kurtuluş arasında- bir ideoloji savaşıydı. Aslında İkinci Dünya Savaşı kinayesi bugün hala her yerde yaygın; kişinin bir duyguyu/düşünceyi ifade ettiği herhangi bir sohbette haddini aşarak “Nazi kartının ileri sürmesi”nden [yani karşısındaki kişinin görüşünü Adolf Hitler veya Nazi Partisi’nin görüşleri ile karşılaştırarak çürütmeye çalışmasından] tutun manşetlerde hemen her gün köpürtülen İkinci Dünya Savaşı’nın tarihsel hafızası üzerinden yürüyen kavgaya kadar… Sözkonusu tarihsel hafıza savaşı; Polonya’da belirli savaş suçlarından kimler suçlanmalı konusunda, Güney Kore’de Japonya’nın savaş zamanı zulümleri için nasıl kulağı çekilmeli üzerinden ve Ortadoğu’da Türkiye ile İran’ın bir ortak nokta olarak zaman zaman yabancılar tarafından Nazi Almanya’sıyla kıyaslanmaları bakımından devam ediyor.
Ancak bugün dünya, 1939-1991’in ideolojik bakımdan heyecan yaratan dünyasına benzemiyor; zira o dönemlere dönmekten muazzam bir korku var. Gerçekten de dünya bugün farklı bir küresel savaşın -Birinci Dünya Savaşı’nın- öncesindeki on yıllara çok daha fazla benziyor. Bu, ideolojik bir savaş değil, büyük güçlerin yükselip düştüğü bir çağda sahici bir milli güç savaşıydı. Almanya artık Germany no longer wished to chomp at the bit of the British Empire. [İzolasyon politikası izleyen] ABD her şeyden fazla yalnız bırakılmayı istiyordu. Osmanlılar, Avusturya-Macaristanlılar ve Ruslar yavaş yavaş gerilemekteydi ve çökmekte olan siyasi rejimlerine canlılık katmanın bir yolunu arıyorlardı. Bu arada Fransızlar üçlü krem peynir icat etmekte ve [geçmişindeki travmatik] ihtilalleri ve Napolyon’u unutmaya çalışmaktaydı. [Avusturya-Macaristan] Arşidük[ü] Franz Ferdinand suikastla öldürüldüğü sırada Avrupa ittifak sistemi o şekilde yapılanmıştı ki savaş kaçınılmaz hale geldi.
Günümüz dünya düzeninde benzer bir güç yapılanması çerçevesinin izini sürmek mümkün. Hâkim emperyal güç olan ABD, statükoyu sürdürmek için sürekli tokmakla köstebek vurma oyununa girişmiş durumda. Çin ve Türkiye gibi güçlenen aktörler, ABD’nin orantısız güç ve servet paylaşımından rahatsız. Rusya Federasyonu ve Avrupa Birliği gibi çokuluslu yapılar, eski şaşalı günlerini çoktan yitirmiş gibi görünüyor – bu da kanamayı durdurmak için Moskova’nın agresifçe, Brüksel’in ise etkisiz çözümler önermesine yol açıyor. Manşetleri dolduran konular, ideolojik değil bürokratik: Çin’in düşük fiyatlı alüminyumu ve çeliğine karşı Amerikan gümrük vergileri, (NAFTA ve Brexit de dâhil) serbest ticaret anlaşmalarının yeniden müzakeresi, (AB-Türkiye anlaşmasında olduğu gibi) Müslüman mültecileri yerleştirmek için mali ödenek ve İran nükleer anlaşması. Bu ille de iyiye işaret değil. Nitekim ideolojisizlik, Birinci Dünya Savaşı’nda 20 milyon insanın can vermesini engelleyemedi; dahası, 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya son derece yıkıcı şekilde hâkim olan ideolojiler de bu ilk muazzam küresel mücadeleden neşet etmişti. Ancak Birinci Dünya Savaşı o denli geçmişte kaldı ki ondan alınan dersler de ekseriyetle unutulup gitti.

İdeolojiye karşı rekabet
İdeoloji; liberallerin ve muhafazakârların, otoriterlerin ve demokratların gece gözlerine uyku sokmayan dehşet. Batı, SSCB’nin geri dönmesinden, Rusya ise Batı destekli rejim değişikliği dalgasından korkuyor; yine herkesin müşterek korkusu, -ironik bir şekilde şu an dünyanın en net siyasi ideolojisi ama aynı zamanda en vahşisi olan- radikal İslam. İdeolojiye yönelik bu küresel suskunluğu anlamak önemli; zira milletlerin nelerden korktukları, ne yapacaklarının en güçlü ön göstergesidir. Ama bu ideolojik güçlerin 20. yüzyılda çatışmaların bizzat nedeni olmamakla birlikte onları şiddetlendirdiklerini idrak etmek de aynı derecede önemli. Bu çatışmaların kökeninde büyük güçler arasındaki rekabet vardı ve dünya şu an yeni bir rekabete doğru adım adım ilerliyor.
İdeoloji etrafındaki ton duyarsızlığının Amerikan siyasi söylemi kadar iyi bir örneği olmasa gerek. Başkanlığı sırasında Barack Obama, -hasımları tarafından aşağılamak için, destekçileri tarafındansa ABD’yi İsveç haline getireceği düşüncesiyle- bir sosyalist olarak nitelendi. Başkan Donald Trump’a ise -hasımları onun lafebeliğinden nefret ederek, destekçileri ise güç konusundaki katı duruşuna hayranlık besleyerek- popülist diyorlar. Bu iki başkana yönelik popüler görüşlerin hiçbiri gerçeklikle bağdaşmıyor. Zira Obama sosyalist değildi; sizce acaba solculuğun hangi numune-i imtisali, [Obama’nın yaptığı gibi] çokuluslu finans ve sigorta devi AIG’in mali destekle kurtarılmasına rıza gösterebilir? Trump da popülist değil; acaba hangi popülist, borsadaki irrasyonel zirvelerin alt ve orta gelirli işçilere yarayacağını iddia edebilir? ABD’de siyasi etiketler, deli saçmalığından pek de öteye geçmiyor; öyle ki kimin neyi temsil ettiğini bilebilmek artık zor.
Öte yandan bu sadece bir Amerikan olgusu da değil. Aynısı dünya çapında yaşanmakta, özellikle de iç bölünmüşlüğü rejimi gerçekten tehdit edebilecek hale gelen ülkelerde… Çin, Rusya ve Türkiye buna birkaç örnek. Bunun anlamı, açığa çıkarabileceği şeyden korkarak kamusal tartışmayı bastırmak ve alternatifinden korkarak muhafazakâr otoriter şahsiyetleri yerleştirmek olageldi. Bütün bu mantıksızlıklar, -dünya halklarının menfaatlerinin farklılaştığını yansıtan- genel huzursuzluğun derinleşmesinin bir tezahürü sadece. Geleceğin giderek belirsizleştiği ve müstakbel nesiller için iktisadi beklentilerin iç karartıcı olduğu bir dünyada hayal kırıklıkları kolayca küresel süper güce hamledilebilir. Bu süper gücün sahip olduğu paradan ve güçten payının adil olmadığı, çok daha hakkaniyetli bir paylaşım gerektiği görülüyor. Eş zamanlı olarak bu küresel süper güç, bizzat kendisi yalnız bırakılmayı ve mevcut konumunu sürdürmeyi istiyor ki bu da onun dengesiz davranışlarda bulunmasına yol açıyor ve döngü öylece dönüp duruyor.
Büyük bir ideolojik mücadele kapıda değil; [1945-1989 arasında olduğu gibi] yeni bir Demir Perde dünyanın hiçbir kıtasına inmek üzere değil. Başat bir dünya gücünün yanısıra, -ABD’nin hâkimiyetinin azaltılmasını isteyen ve fakat bu hedefini gerçekleştirecek kadar da henüz güçlenememiş- ikinci ligde yükselen ve düşen güçler var. Bu durum anlaşmazlıklara yol açmakta olup bunu anlamlı kılmak için Soğuk Savaş nostaljisine başvurma gibi bir eğilim sözkonusu. Ama bu yanlış bir benzetme. Daha doğrusu ise 19. yüzyılın ikinci yarısına benzetmek olacaktır. Bu dönem, yeni ortaya çıkan büyük güçlerin bir rekabet çağıydı, devletler arasındaki ilişkilerin ideolojik haklılıklara değil milli menfaatlere dayalı olduğu bir çağdı. Ve fakat milli güçler dünyayı yeniden şekillendirirken dahi insanoğlu ideolojiye (veya dine veya bilime veyahut diğer dünya görüşlerine) hasret çekiyordu. İrrasyonel olanı makul hale getirmeyi ve dünyalık olana bir anlam katmayı vaat ettiği için ideolojiye özlem duyuyordu. Ve savaş patlak verdiğinde kıyımları kitlelerin zihinlerinde meşrulaştıracak ideoloji eksikliği sözkonusu değildi.
Mevcut küresel yapıda başat bir güç var; ama kendi milli menfaatlerini savunmak veya başarmak arayışındaki diğer güçler tarafından gittikçe daha fazla meydan okumalarla yüz yüze. Dünya daha rekabetçi hale gelirken ve sıradan insan için mevcut gidişatın daha iyi bir geleceğe yol vereceğini tahayyül etmek giderek zorlaşırken ideolojiye hasret artacak. İdeoloji ikili ilişkileri şekillendirmiyor; çünkü zamanın ruhunu yakalamış bir ideoloji henüz ortaya çıkmış değil. Dünya, 21. yüzyılı 20. yüzyılın gözlüğünden anlamaya çalışarak hala daha eskilerle patinaj yapıyor. Bu da demek oluyor ki biz İkinci Soğuk Savaş’ın eşiğinde değiliz. İdeoloji ölmüş durumda. Yine de şu an yeni yaratılan tanrıların hayaletini görebiliriz. 

J.L.SHAPIRO: İDEOLOGUN İRAN’A KARŞI DAVASI





Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures analiz direktörü)
Geopolitical Futures, 28.3.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Bir Müslüman çoğunluklu ülke düşünün ki cihatçılığın yayılmasını varoluşsal bir tehdit olarak görüp onu yenilgiye uğratmak için kendi halkını kurban etmeye dahi razı ve istekliydi. Farz edin ki bu, büyük nüfusu, güçlü ordusu ve bolca doğal kaynağıyla cihatçı tehlikeyi kendinden uzak tutan bir ülkeydi. Yine farz edin ki coğrafi olarak Müslüman dünyanın tam kalbindeydi; öyle ki her biri farklı düzeylerde istikrarsızlığı tecrübe eden Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya’ya gücünü yayacak şekilde ideal bir noktadaydı. Son olarak düşünün ki bu ülke, bir zamanlar -Soğuk Savaş yıllarında SSCB’ye karşı Amerikan çevreleme stratejisinin mihenk taşı olmuş- ABD’nin bir müttefikiydi ve tekrardan bir müttefike dönüşebilirdi.
Hala zihninizde canlanmadıysa belirtelim, bu öyle hayali bir ülke değil. İran İslam Cumhuriyeti.
İran, Amerikalı politika üreten kuşakların kafasını karıştırıp durdu. ABD, İkinci Dünya Savaşı Soğuk Savaş’a yol verirken İran’ın stratejik açıdan ne denli önemli olduğunu kavradı. Washington (ve Londra), İran’ın yeni seçilen başbakanı Muhammed Musaddık’ı SSCB’yle müttefik olacağı endişesiyle 1953’te devirip yerine nice İranlının gayrimeşru saydığı kukla bir hükümeti geçiren askerî bir darbeyi destekledi. İranlıların buna karşı ayaklanması biraz zaman alacaktı ama isyan 1979’da gerçekleşti. Bu tarihten itibaren teokratik bir yönetim başa geçti ve Amerikan-İran ilişkileri karşılıklı husumetle tanımlanır hale geldi; vekâlet savaşları, tehlikeli tehditler ve karşılıklı atışmalar ilişkilere damga vurdu.
İran’ı kaybetmek ABD için büyük bir stratejik yenilgiydi. Geriye dönüp baktığımızda biliyoruz ki o dönem SSCB düşüşteydi ve kısa bir süre sonra içeriden patlayacaktı. Ama aynı zamanda bu, bir anda Ortadoğu’daki güçler dengesinin kapanın elinde kalacağı anlamına geliyordu. ABD hızla harekete geçerek [1980-1988] İran-Irak Savaşı’nda Bağdat’la istihbarat paylaşımı ve iktisadi yardımlar yoluyla komşu Irak’ı destekledi. Ayrıca ABD Tahran’daki yeni rejimin meşruiyetini baltalamanın yollarını aramaya başladı.
Diğer bir deyişle ABD, hiçbir zaman Tahran ve Bağdat’ın yeni yönetimlerinin ideolojik temayüllerine gerçek anlamda aldırmadı; tek umursadığı, bu ülkelerin Sovyetlere karşı koymaktaki faydalarıydı. Moskova baş düşmandı ve Amerikan dış politikası ideolojik tercihlere değil, kuvvet politikasına göre yönetilmeliydi. Mesela Suudi Arabistan, hem demokratik değildi hem de dinî bakımdan radikaldi; ama petrolü vardı ve Amerikan koruması karşılığında petrolü sadece dolar cinsinden satmaya istekliydi. Mısır, askerî bir diktatörlükle yönetiliyordu; ama Sovyet kampını terk edip İsrail’le barış antlaşması imzalamaya hazır olduğunda ABD, her yıl milyarlarca dolarlık askerî yardım sağlamak suretiyle Kahire’nin sadakatini ödüllendirdi. Washington’ın Soğuk Savaş’taki en önemli müttefiklerinden biri olan Türkiye birçok askerî darbeye maruz kaldı; ama ABD için Türkiye’de demokrasi, bu ülkeyi ve stratejik Boğazlarını Batı ittifakı içinde tutmaktan çok daha az önem arz ediyordu. 


Hülyalar
Ama daha sonra her şey bir anda değişiverdi. (…) SSCB çöktü. (…)
(…)
Bir bakıma ABD de Avrupa kadar hayaller âlemindeydi. (…) Ancak [1990’larda] tarihin sonunun ilan edilmesiyle birlikte, birçok Amerikalı kendi değerlerinin herkesin değerleri olması gerektiğine ve Washington yönetiminin bu değerleri başkalarına dayatma yükümlülüğü olduğuna inandı. Bu, şimdilerde “yeni-muhafazakârlık” dediğimiz düşünce tarzıyla en iyi şekilde tecessüm eden bir hissiyattı. Tıpkı AB’nin Avrupa’nın destansı hülyası olduğu gibi, yeni-muhafazakârlık da bunun ABD’deki muadiliydi.
Yeni-muhafazakârlığın kökeni, Amerikan değerlerini dünyaya yaymaya değil, 1970’ler ve 1980’lerde SSCB’ye karşı çok daha etkin bir saldırıya can atmaya dayanır. Ancak 1991’den sonra dünya düzeni değiştiğinde ABD’nin dünyayla irtibatı de değişti. Bu değişimin ilk laboratuvarı, genellikle “liberal uluslararasıcılık”la nitelenen Clinton yönetimiydi. Liberal uluslararasıcılık da, tıpkı yeni-muhafazakârlık gibi, Amerikan değerlerinin dünyaya yayılmasını savunuyordu.
Bunun nasıl yapılması gerektiği konusunda ise ihtilaf içindelerdi. Yeni-muhafazakârlar uluslararası kurumlara güven duymuyordu, liberal uluslararasıcılar ise bu kurumları destekliyordu. Liberal uluslararasıcılara göre, -Soğuk Savaş siyasetinin kısıtlamalarından artık kurtulmuş olan- BM değişimin gerçek itici gücü olabilirdi. Dolayısıyla [Clinton döneminde] ABD, AB’nin kurulmasını alkışladı, NATO ittifakını genişletti ve Somali ile Balkanlar gibi coğrafyalara bu defa stratejik değil ideolojik nedenlerle müdahale etti.
Yeni-muhafazakârlar (neoconlar), George W. Bush yönetimi başa geçtiğinde kendi ilkelerini küresel çapta uygulama şansı elde ettiler. Yeni bir güç ve yetki kazanarak ve SSCB’nin Amerikan dış politikasına dayattığı rekabetin kısıtlamalarından kurtulmuş halde, -geçmişe kıyasla- çok daha hırslı bir şekilde düşünmekte özgürdüler. Artık hedefleri SSCB’yi yenmek değildi; ABD’nin tahayyülüne uygun şekilde dünyayı en iyi nasıl yeniden kuracaklarına odaklandılar. Yeni-muhafazakârlar, Amerikan değerlerini yaymanın sadece arzu edilir bir şey olmayıp aynı zamanda Amerikan milli menfaatleri için de zaruri olduğuna inanmaya başladılar. İdeolojik düşmanlara karşı bu türden bir ideolojik “cihat”/seferberlik çok daha etkili olduğundan ABD, ideologlara -yani radikal İslam’a (ayrım gözetmeksizin hem Sünni hem de Şii versiyonuna) ve komünizmin son kalıntısına (Kuzey Kore’ye)- gözlerini dikti.

ABD’nin ihtiyacı olan şey
İşte bu, Amerikan Başkanı Donald Trump’ın -Bush döneminin en saldırgan neoconlarından biri olan- John Bolton’ı milli güvenlik müsteşarı olarak atamasının tarihî bağlamı. Bu adım, en hafif deyimiyle, karışık mesajlar yolluyor. Trump, Irak Savaşı’nın feci bir hata olduğu inancıyla seçim kampanyasını yürüttü; Bolton ise bu savaşın en güçlü savunucularındandı. Trump, “Amerika öncelik” sloganına dayalı bir dış politika kampanyası yürüttü; Bolton da Amerika’yı öncelik sayıyor ama aralarındaki fark şu: Bolton, ABD’yi sadece içeride değil, dünyanın her yerinde öncelik kılmayı/başat hale getirmeyi düşünüyor. [Milli güvenlik müsteşarlığına] Atanmasının hem Amerikan müttefikleri hem de hasımları nezdinde kafa karışıklığına ve kaygıya yol açması hiç de sürpriz değil. Rusya’yı ele alalım. Modern Rusya, bir SSCB değil; harekete geçirici ilkesi de proleterya devrimi değil Rus milliyetçiliği. Moskova, bunun ikili ilişkileri yürütmenin daha akıllıca bir temeli olduğuna inanıyor. Suriye, Ukrayna ve yaptırımlar gibi konularda tavizin önünde duran fikirler savaşıyla ilgilenmiyor, özellikle de Soğuk Savaş dönemindeki türden…
Ancak belki de hiçbir ülke Trump yönetimi içinde yaşanan gelişmelerden İran kadar endişe etmiyor. Bütün göstergeler Trump’ın İran’la nükleer anlaşmadan 12 Mayıs’ta çekileceği yönünde. Bunun 12 Mayıs’ta mı bir başka tarihte mi olacağı önemli değil; gerçek şu ki Washington, Tahran’la pragmatik bir ilişkiyi kaybedip apaçık bir husumete geçişin eşiğinde. Yüzeysel olarak bu bir nebze anlaşılabilir. İran nükleer anlaşması belirli jeopolitik şartlarda ortaya çıktı. İran, İslam Devleti (İD)’nin yükselişini, en iyi ihtimalle Ortadoğu’da bölgesel bir oyuncu olmasını engelleyebilecek ve en kötüsü Sünni Arapları kendisine karşı birleştirebilecek muhtemel bir varoluşsal tehdit olarak gördü. Ortadoğu’da bitmek bilmeyen savaştan yorgun düşüp bezmiş ABD, İran’ın bu mücadelede kendi üzerine düşeni yapması için [nükleer] anlaşmayı imzaladı. İran ile ABD’nin birbirine ihtiyacı vardı. İdeoloji bir kenara bırakıldı.
İD artık yenilgiye uğratıldı ve Tahran, Irak’taki kontrolünü kurumsallaştırmaya kalkışarak ve Suriye topraklarını İran kara güçleri ve askerî üsleriyle doldurup Esed hükümetini tamamen bir İran vekil gücüne dönüştürerek [İD’e karşı kaydettiği] başarıyı kendi lehine çevirdi. Bu, ABD için ideal bir durum sayılmaz. ABD -sürekli dünyanın en büyük devlet terörü destekçisi olarak nitelediği- İran’ın Akdeniz’e eriştiğini tabii ki görmek istemiyor.
ABD’nin Ortadoğu’da en çok ihtiyaç duyduğu şey istikrarlı bir güç dengesi. Dış politika kararlarında giderek ABD’den bağımsızlaşan Türkiye de potansiyel bir bölgesel hegemon haline gelmekte ve bu şartlar altında ABD, eğer ki tamamen stratejik kavramlarla düşünebilseydi İran meselesine mutlak hükümlerle yaklaşmazdı.
Şunu düşünün. İran’da büyük bir siyasi güç mücadelesi yaşanıyor. Bu yılın başındaki protestolar bunun bir ispatı. Hasan Ruhani yönetimi, İD’le savaşmayı kabul edip geçici de olsa İran’ın nükleer arayışından vazgeçti; çünkü petrol gelirlerine ve daha da önemlisi, anlaşmayla gelecek dış yatırımlara ihtiyacı vardı. Eğer ki Ruhani, İran siyasetine Devrim Muhafızları’nın tamamen hâkim olmasını engelleyecekse ekonominin büyümeye devam etmesi lazım ve bu da dış yatırımsız olmaz. İşte bu yüzden Ruhani, ABD çekilse bile İran’ın nükleer anlaşmanın bir parçası olarak kalabileceğini söyledi. ABD yaptırımları dayatmaya başlamadan çok evvel 2005 yılında AB, petrolünün %6’sını İran’dan ithal ediyordu. 2012’de ekonomik yaptırımlar İran’ın tüm petrol ihracatını durdurdu (en azından resmiyette). Geçen sene AB, petrolünün neredeyse %5’ini İran’dan ithal etti. Tahran yönetimi bu satışları korumak ve artırmak istiyor; bu da uluslararası topluma Ruhani hükümeti üzerinde güçlü bir koz veriyor.
Uluslararası alanda İran aşırı yayılmış durumda. Tahran, bölgesel hedeflerinden bazılarını başarmasına yardım edeceğine inandığı Rusya’yla yakından iş tutuyor; ancak Moskova’nın -Washington’a kıyasla- İran’ın Ortadoğu’da tahakküm kurmasından çıkarı çok daha az (ve zaten ikili arasındaki gerginlikler tırmanmaya başladı bile). ABD İran’dan koskoca bir kıta ve bir okyanusla ayrılmış durumda. Rusya’nın İran’la arasında ise sadece Kafkaslar ve Orta Asya var; bu iki bölge bugün Rusya’nın kurmak istediği nüfuz alanı içinde ve her iki bölgelerin yüzyıllarca Fars nüfuzu altında kalmış olması İran’ı Rus kontrolü karşısında önemli bir tehdit kılabilir. Ve dolayısıyla ABD’nin -tamamen stratejik düzeyde- Türkiye’yle İran arasında güç dengesini sürdürmeye çalışması ve gıpta edilen eski tampon bölgelerinde Rus ihtiraslarını püskürtmek için her iki ülkeyi de kullanması akıllıca olacaktır. İran’ı düşmanlaştırmak, Tahran’ı ancak ve ancak daha da saldırganlaştıracak ve Rusya’ya daha da yakınlaştıracaktır. Nükleer anlaşmayı yırtıp atmak ve İran’a karşı yeni yaptırımlar koymaya çalışmak, AB’yi İran’dan petrol ithalatını durdurmaya ikna etmek demektir ki bu da AB’nin Rusya’ya olan bağımlılığını çok daha fazla artırmak anlamına gelir.


İran’ın ABD’nin baş düşmanı olduğu görüşü ideolojik olup Washington’ın İran’la uzun ve karmaşık ilişkilerinin ve Soğuk Savaş’ın muzafferinin [ABD’yi kastediyor] dünyaya tozpembe gözlüklerle bakan zihniyetinin bir kalıntısı. Ama olgular ortada. İran’da rejim değişikliğini başarmak, tamamen imkânsız olmamakla birlikte zordur ve böyle bir kalkışma sadece ve sadece İran içindeki en Amerikan karşıtı gruplara hizmet edecektir. İran’a karşı başarılı bir Amerikan askerî harekâtı neredeyse imkânsızdır; zira İran dağlık coğrafyasıyla hakiki bir müstahkem kaledir ve ABD Ortadoğu’da savaşı sürdürmek istese bile dünyaya yayılmış haldeki askerî güçleri, aşırı derecede kanlı ve maliyetli bir savaşa girişmek için son derece zayıftır. Tarih bize gösteriyor ki eğer ki bir ülke nükleer silahlar edinmeyi kafaya koymuşsa çoğunlukla bunu elde etmiş ama hiçbir zaman kullanamamıştır (bkz. İsrail, Pakistan ve Hindistan). Dahası ABD’nin İran’a karşı herhangi bir başarılı saldırı hamlesi, sonunda hiçbiri ABD’nin milli çıkarına hizmet etmeyecek üç ana aktöre yarayacaktır: Rusya, Türkiye ve Sünni cihatçılar.
Geçtiğimiz Aralık ayında Beyaz Saray tarafından yayınlanan Milli Güvenlik Stratejisi belgesi, Çin ve Rusya’yı “Amerikan gücü, nüfuzu ve çıkarları”na meydan okuyucu aktörler olarak tanımlıyordu. Kuzey Kore ve İran, “bölgelerini istikrarsızlaştırıcı, Amerikalıları tehdit edici ve kendi halklarına merhametsizce davranışları” yüzünden ismen zikredilen diğer düşmanlardı. Washington bu savaşların ikisini birden aynı anda veremez ve tarih göstermiştir ki ABD ikincisiyle değil, ilkiyle baş etmek için son derece iyi bir konumda. İran nükleer anlaşması meselesi tali bir konu; daha büyük konu ise ABD’nin İran’la pragmatik bağlantı için temeller bulup bulamayacağı. Şu an hayal etmesi çok zor olmakla birlikte jeopolitik bize diyor ki ABD, -liderleri ister yeni-muhafazakâr ister liberal uluslararasıcı isterse izolasyoncu olsun hiç fark etmez- ufukta beliren çok daha büyük tehditlerle boğuşurken İran’la bir tür uzlaşmaya varacak. Diğer bir deyişle ABD, jeopolitiği büyük bir sınavdan geçirmek üzere ve dünya endişe içinde bunun sonuçlarını beklemekte.

K.DOZIER: İSRAİL İSTİHBARAT BAKANLIĞININ BİR GÖZÜ TAHRAN’DA, DİĞERİ İSTİKBALDE





Kimberly Dozier (The Cipher Brief genel yayın yönetmeni ve CNN analisti; daha evvel Associated Press, CBS News ve BBC World’de istihbarat ve terörle mücadele alanında muhabirlik yapmıştı)
The Chipher Brief, 3.4.3018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

İsrail istihbarat bakanlığından Chagai Tzuriel, İran Suriye’de kalıcı bir varlık inşa ettiği takdirde İsrail’in buna karşı harekete geçeceği, böyle bir çatışmanın da Amerikan birliklerinin orada kalması halinde önlenebileceği mesajını iletmek üzere Brüksel’e geldi.
Tzuriel, Brüksel’deki Alman Marshall Forum toplantısı arasında dedi ki “Şu an için bir numaralı hedefimiz, İran’ın askerî olarak Suriye’de üslenmesini engellemek. Eğer ki ABD sahada var olup Suriye’nin geleceğine ilişkin siyasi süreçte yer alırsa gidişatı etkileyebilir.”
Tzuriel, pazartesi günü Başkan Trump’ın sarf ettiği Suriye’den “çok çok kısa bir süre sonra” çekileceklerine dair sözlerine bir yorum yapmadı. Ancak eğer ki ABD İran’ı Suriye’de askerî üsler kurmaktan alıkoyacak bir yol bulamazsa İsrail’in Trump’ın bahsettiği “icabına bakacak başkaları” haline gelebileceği aşikâr.
İsrail (…) bir Şii milisler ağını destekleyen İran’ı gönülsüzce sineye çekti. (…)
Tzuriel dedi ki “Eğer ki onlar [İranlıları kastediyor] kendileri ve Şii milisler için -daha evvel tıpkı Lübnan’da Hizbullah için bir ileri üs kurdukları gibi- hava, deniz ve kara üsleri inşa etmeye başlarlarsa bu durumu kabul etmeyeceğimizi açıkça ortaya koyduk. Bunu bir kırmızı çizgi olarak ilan ettik.”
İsrail’in diğer kırmızı çizgileri ise şunlar: Suriye’ye gelişmiş silahlar aktarmayın, Golan Tepelerinde İsrail topraklarının egemenliğini ihlal etmeyin, kimyasal silah üretmeyin.
Bu giderek büyüyen endişeler listesi, İsrail’in Moskova’yla niçin görüştüğünü de kısmen açıklıyor.
Tzuriel şöyle devam etti: “Suriye’de müthiş başarılar elde eden Ruslar bunu sarsıntıya uğratmak istemiyor… İran’ın Suriye’de bulunan vekil kuvveti bir anlaşmazlık ve gerilim kaynağıysa ve potansiyel bir parlama noktasıysa kendilerinin de [Rusya’yı kastediyor] yapıcı bir oyuncu olabileceğini ve İran ile Hizbullah’a karşı sınırlayıcı ve dizginleyici bir rol oynayabileceğini biliyorlar.”
Tzuriel, Amerikalı muhataplarını Suriye’de kalmaya ikna etmek isteyecektir.

Müstakbel tehlikelerin izini sürmek
Tzuriel Washington’da mesaj iletiminin nasıl işlediğini biliyor. 27 yılını geçirdiği Mossad’da araştırma ve analiz birimi başkanı, ABD temsilcisi ve stratejik işler birimi başkan yardımcısı görevlerinde bulunmuş bir isim.
İsrail istihbarat bakanlığı, dış istihbarata odaklanan Mossad ve iç güvenlik servisi Şin-Bet’i yöneten başbakanlığa bağlı bir kurum. Askeri istihbarat teşkilatı olan Aman ise İsrail ordusunun idaresinde.
(…)
(İngiltere, ABD ve Singapur’da çalıştığı istihbarat paylaşım ağlarını kopyalamak suretiyle) İsrail’deki bahsi geçen istihbarat birimlerinin çabalarını bir araya getirmek, Tzuriel’in müstakbel tehditleri öngörme görevinin bir parçası. İstihbarat Bakanlığında “Ufuk/Horizan Forumu” veya Cav Ofek adını verdiği toplantıları başlatmaya yardımcı oldu. Bu platform, şimdiye kadar üç defa toplanan, İsrail’in güvenlik ve istihbarat kurumlarını sivil bakanlıklarla bir araya getiren gizliliği bulunmayan bir forum.
Tzuriel’e göre, “Güncelle irtibatta kalmak, sadece istihbarat teşkilatları değil, özel sektör için de stratejik bir meydan okuma. Son birkaç yıldır herkes istikrarsızlığın ve değişimin baş döndürücü hızıyla nasıl baş edeceğini konuşuyor.”
Bu da onun, görevi sırasında Mossad’da günlük taktik operasyonlardan ayrı olarak, geniş bir çerçevede müstakbel tehditleri çalışabileceği küçük bir stratejik öngörüler ofisi kurmasına yol açmış. (…)
Ufuk Forumu’nda bir sonraki adımı, yatırımları ve karar verme süreçlerini yönlendirecek trendleri ve mega-trendleri inceleyerek, verileri öğütüp paylaşmak için bir “ufuk tarama mekanizması” kurmak.
Önümüzdeki yıllar boyunca Tzuriel’in stratejik tehdit listesinin en başında neyin yer alacağını bilmek için bir foruma gerek yok. [Tabii ki] Tahran.

Müstakbel tehdit İran
İsrail, bölgedeki İran nüfuzundan neşet eden bir yığın muhtemel baş ağrısı görüyor ki bu ağrılar, ileride Amerikalı müttefikini de içine çekebilecek doğrudan çatışmalara yol açabilir.
Sözkonusu baş ağrıları şunlar: İran, Lübnan Hizbullah’ı ve Hamas arasında güçlenen bağlar; Suriye’den Lübnan’daki Hizbullah’a ileri teknoloji ve gelişmiş silah transferinin devam etmesi (ki şu an zaten tahminen 100.000’i aşkın füze güneyde yönü İsrail’e çevrilmiş halde bekliyor); Hizbullah ve Şii milislerin Golan Tepelerinin diğer tarafındaki varlığı; İran ve ona bağlı milislerin Suriye ve Irak sınırını kontrolü.
İsrailliler, Obama yönetiminin Suriye’de işi ağırdan alan yaklaşımından hayal kırıklığına uğrayarak ve Amerika’yı önceleyen mevcut başkanın da bir an evvel çekip gideceğini hesaba katarak çoktan Moskova’yla görüşmelere başladılar.
Tzuriel dedi ki “Rusya Suriye’de daha baskın. Savaşın başlarında ABD’nin hareketsizliği dolayısıyla [Ruslar] ortada bir boşluk ve bir fırsat gördüler. Onlar tamamen dost gibi görünen bir düşman; yaşananlar, mümkün oldukça işbirliği yapıp diğer alanlarda sürtüşmekten ibaret. ABD bizim stratejik müttefikimiz, Rusya ise hayatın bir gerçeği.”
Peki, tehlike nerede? Tzuriel’e göre, Suriye’nin kendisi “küresel ve bölgesel ilişkilerin bir küçük evreni: Rusya ve ABD, Türkiye ve İran, Araplar ve Arap olmayanlar, Şiiler ve Sünniler, IŞİD, el-Kaide ve biatlıları.” “Suriye çatışmasının beklenmedik yan ürünleri, hem terörizmin hem de mültecilerin ihracı oldu ve bunlar Ortadoğu ve Avrupa’nın iktisadi ve toplumsal dokusunu bozdu” diyerek sözlerine devam etti.
Dolayısıyla İsrail, ABD’nin sahada en azından küçük de olsa bir askerî birlikle çatışmada kalmasını isteyecektir. Tzuriel de dedi ki  “Ümit ederim ki [ABD] çatışmaya müdahil olmaya ve [İsrail olarak bizim] endişelerimizi orada temsil etmeye devam eder. Bölgenin en büyük meselesi olan İran’a karşı koymak, öncelikle Suriye sahasında gerçekleştirilmeli. Az şeyle çok işler başarabilirsiniz. Nihayetinde orada var olmakla masada oturup Suriye’nin geleceğini şekillendiriyorsunuz.”



G.FRIEDMAN: GAZZE’DEKİ ÖLÜMLER VE STRATEJİK İHTİMALLER




George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 2.4.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

İsrail askerî birlikleri 30 Mart’ta Gazze’de 17 Filistinliyi öldürdü. (…) Hangi tarafın iddialarında haklı olduğu akademik bir konu. İnkâr edilemez gerçek ise şu: İsrail-Gazze sınırı, nispeten sakinlikle geçen uzunca bir sürenin ardından son aylarda çok daha aktif bir hale geldi ve İsrailliler sınırı kontrol etmek için askerî varlığını ciddi bir şekilde artırdı.
Gazze’deki olaylara daha geniş stratejik bağlamda bakılmalı. Geçen hafta İsrail hava kuvvetlerinin Lübnan-Suriye sınırında faaliyet gösteren Hizbullah birliklerini bombaladığına dair teyit edilmemiş haberler var. Lübnan’ın gözetlenmesi ve Suriye içinde veya yakınlarında Hizbullah birliklerine yönelik saldırılar yeni değil, ama belli bir örüntü ortaya çıkıyor. İsrail’in tüm sınırları hareketlendi veya hareketlenme tehdidiyle karşı karşıya. İran’ın Suriye’de ciddi bir gücü ve Esed rejimi ile attığı adımları üzerinde derin bir nüfuzu var. İran’ın boyunduruğu altındaki Hizbullah Lübnan’da ciddi bir kuvvet olup örgütün Suriye İç Savaşı’nda da büyük bir rolü var. (…) İsrail’e roket ve füze atma kabiliyetini halen koruyor ve 2006’da[ki savaşta] İsrail’i durduran kara kuvvetlerini daha da iyileştiriyor.
İsrail’in kuruluşundan beri Araplar ve İsrailliler temel stratejik problemlerle yüzleştiler. Araplar hiçbir zaman kendi sayı üstünlüklerinden istifade ederek İsrail’in çevresinde uzun süre koordineli bir savaş verecek müşterek bir komutanlık oluşturamadılar. İsrailliler de -nüfuslarının azlığı ve nispeten küçük ama etkili askerî gücü dikkate alındığında- (on binlerle ifade edilen) büyük can kayıplarını sindirebilecek durumda değildi. Dolayısıyla İsrail’in stratejisi, hep ya Arap dünyası içindeki bölünmüşlüklerden istifade etmek ya da bunları körüklemek oldu. Ayrıca İsrail’in savaş stratejisi, sonuçlanmamış bir savaş anlamına gelse dahi can kayıplarını asgaride tutmak için çatışmaları hızlıca sona erdirmek olageldi.
Araplar için ideal strateji, İsrail’i kuzeyde Lübnan ve Suriye’den başlayıp doğuda Ürdün Nehri boyunca ilerleyip güneyde Eliat’a kadar ve güneybatıda Mısır’dan Sina-Necef bölgesi boyunca tüm çevresinde bir savaşa zorlamak olageldi. Araplar, İsrail’in teknolojisinin ve çok daha üstün olan askerî birliklerinin etkisini kırmak için daha fazla can kaybını kabullenerek çok daha fazla sayıda asker kullanacak ve zaman içinde İsrail askerî gücünü kırmak için bir yıpratma savaşı verecekti.
Bu türden bir girişime 1948’de kalkışıldı ama başarılı olmak için gerekli koordinasyon yetersizdi. [1969-]1970’te Mısırlılar ve İsrailliler bir yıpratma savaşı verdiler; ama bu sadece İsrail’in tek bir sınırı boyuncaydı. 1973’te Suriyeliler ve Mısırlılar başlangıçta başarı kazandıkları iki cepheli bir savaş açtılar; ama sonunda İsrailliler tarafından önleri kesildi. Araplar, bu savaşların hiçbirinde İsrail’e -uzun Ürdün Nehri hattını savunmak ve süresi belirsiz şekilde askerî birliklerini savunma pozisyonunda [farklı cephelere] yaymak zorunda bırakarak- tam bir çevre savaşı verdiremedi. İsrail’in siyasi stratejisi [yani Arap dünyasındaki bölünmüşlüklerden istifade etme ya da körükleme stratejisi], askerî birliklerinin tek bir noktada toplanıp düşmanı yenmelerine imkân verdi.

Gazze’nin rolü
Dolayısıyla Gazze olayları önemli. Tahran’ın Hamas’a uzaktan malzeme desteği verdiği önceki dönemlerin aksine, İranlılar şu an doğrudan Suriye ve Lübnan’dalar. Sina-Necef hattı cihatçılara karşı eşgüdüm içindeki İsrail ve Mısır birlikleriyle takviye edildiğinden ve Ürdün Nehri hattı da İsrail’den çok daha büyük endişelere sahip Ürdünlüler tarafından sıkı tutulduğundan tam bir çevre savaşı yine imkânsız. Bununla birlikte Lübnan ve Suriye’de cephelerin aktifleşme ve -İsrail’in hızla bertaraf edemeyeceği roketler de dâhil- Gazze’den yükselen başka bir tehdidin de buna eşlik etme ihtimali İsrail için bir risk. Arap (ve şu anda İran) bakış açısından hedef, hızlı bir zafer değil, İsrail’in savaşma kabiliyetini ve istekliliğini baltalayacak şekilde uzunca bir süre askerî ve sivil nüfusa can kayıpları verdirtmek. İran varlığından evvel bunu başarmak zordu; şu an hala zor, ama imkânsız değil.
İşte tam da bu yüzden İsrailliler Gazze’de meydana gelen herhangi bir gelişmeye karşı son derece hassaslar ve Gazze’deki Filistinliler de İsraillileri dikkatlice test ediyorlar. Hamas kısa bir süre evveline kadar köşeye sıkışmıştı; ama şimdi İran’la (Sünni ve Şii işbirliğiyle) birlikte fırsatlar doğdu. İsrail için şu an kilit çözüm siyasi. Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’nin Mısır’ın, Haşimilerin de Ürdün’ün başında kalmasını teminat altına almak için elinden gelen her şeyi yapması lazım. İran’ın stratejisi, başta Ürdün olmak üzere her ikisini de istikrarsızlaştırmak olmalı. Tahran’ın Irak’taki gücünü ve İran lojistiğinin yayılmasını dikkate alarak İsrail, [mevcut konuşlu] birliklerini [kaydırıp] seyrelterek ve kuvvet yığınağı stratejisini baltalayarak Ürdün Nehri hattına ciddi bir kuvvet yerleştirebilir.
İran nükleer silahlarına ilişkin tüm söylenenler bir yana, asıl İran tehdidinin, yani İsrail’e karşı yıpratma savaşının ilk aşaması bu. Tabii ki bölgedeki büyük güç ve İran’ın komşusu olan Türkiye de diğer Arap ülkeleri de Tahran’ın Arap dünyasını kontrol ettiğini görmeye meraklı değil. Arap dünyasındaki bölünmüşlükler sonunda aşılıp İsrail’e değil ama İran’a karşı bir birleşmeye yol açabilir.

Tabii ki bütün bunlar için henüz daha oldukça erken. Ancak Gazze’de son yaşananlar ve İran’ın Suriye ile Lübnan’daki gücü dikkate alındığında çatışmanın muhtemel şeklini düşünmek için erken sayılmaz. Hizbullah kuzeyden ve Hamas da güneyden roket fırlatırken İsrail askerî birliklerinin kara operasyonu için birkaç cepheye dağılması, İsrail’i batırmayacaktır ama fazlaca zorlayacak ve -İran’ın hedefi olduğu üzere- bölgede güçler dengesini yeniden şekillendirme yolunda bir adım olacaktır. Bu da İsrail’i yok etmekten ziyade Arap dünyasına hâkim olmak demektir ve İran için en ilginç sonuç olacaktır.