30 Nisan 2016 Cumartesi

A.H. BAKİR - ESED’İN KADERİ


ESED'İN KADERİ


Ali Hüseyin Bakir (Uluslararası İlişkiler Uzmanı ve Türkiye'nin Katar Büyükelçiliğinde Siyasi Danışman)
El-Cezire Arapça, 1 Nisan 2016


Arapçadan tercüme eden: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme, el-Cezire Turk web sitesinde 13 Nisan 2016’da “Esed’in Akıbetini Hiç Böyle Okumadınız” başlığıyla yayınlanmıştır. http://www.aljazeera.com.tr/gorus/esedin-akibetini-hic-boyle-okumadiniz


Suriyelilerin kahir ekseriyeti, Mart 2011’de devrim için sokaklara döküldüğünde, aslında Esed’in kaderi hakkında kararını vermişti demek, hiç de abartı sayılmaz. Zira Esed, Suriye Devrimi’nin patlak vermesiyle birlikte öteden beri suni olan meşruiyetini kaybetti ve aslında 2012 yılında fiilen iktidardan düştü. Bu tarihten itibaren günümüze kadarki süreç, bölgesel ve küresel güçler arasında –bizzat Esed’in kendisi için değil ama– Esed üzerinden yürütülen bir nüfuz ve çıkar mücadelesinden ibarettir.

Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Rus mevkidaşı Sergey Lavrov’la Moskova’daki görüşmesinin ardından, 25 Mart’ta Rus Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Ryabkov, şu an için Beşşar Esed’in geleceğini tartışmamayı veya bu aşamada onu müzakere gündemine getirmemeyi teklif eden Moskova’nın pozisyonunu ABD’nin anlayışla karşıladığını ifşa etti.

Obama yönetimi bunu anında yalanladı ve ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby konuyu şöyle yorumladı: “Esed’in geleceğiyle ilgili görüşümüzün değiştiğine dair söylentilerin hiçbirisi doğru değil. Esed iktidar meşruiyetini kaybetti ve biz bu konuda duruşumuzu değiştirmedik.”

Ancak Amerika’nın yalanlaması Rusların açıklamasıyla kesinlikle çelişmiyor, aykırı da düşmüyor: Esed meşruiyetini kaybetmiştir demek, asla Obama yönetiminin onu denklemden çıkarmak için herhangi bir adım atma niyetinde olduğu anlamına gelmiyor – konuyu sadece ve sadece müzakere masasına taşımak da dâhil. Amerikan tarafı tam altı senedir Esed’in meşruiyetini yitirdiğini sürekli tekrarlayıp duruyor, ama bu konuda kesinlikle hiçbir şey yapmıyor. Büyük ihtimalle bu açıklamanın şu anda hâlâ tekrarlanıyor olması, Amerikan tarafının hiçbir şey yapmamakta ısrarcı olduğu anlamına geliyor.

Bu tutum, sadece son Kerry-Lavrov görüşmesine indirgenemez; zira “meşruiyetini kaybeden” Esed’i siyasi denklemden çıkarmak için hiçbir ciddi adımın atılmamasına kasten göz yuman ABD’nin politikasının bir devamıydı. Bundan dolayı Suriye’de siyasi, iktisadi ve toplumsal süreçlerin yanı sıra güvenlik alanında ilerleme sağlanamadı.

Uluslararası belgelerde, BM kararlarında ve kapalı toplantıların beyanatlarında hep Esed’e atfın göz ardı edilmesi, çatışmanın devam etmesini sağlamak içindi; zira çatışmaların devamı, bazı devletlerin Suriye krizini yönlendirmek suretiyle kendi çıkarlarına ulaşmalarına yardımcı oluyor. Bunu gerekçelendirmek için ABD, Rusya ve İran’da bahaneler her zaman mevcuttu.

Bununla birlikte, 30 Haziran 2012’de yayınlanan Cenevre-1 belgesi, özellikle “tam yürütme yetkisine sahip bir geçiş hükümeti”ne işaret etmek suretiyle, Esed’in kaderine dolaylı da olsa değinen en net belge olarak görülüyor. Eğer hayata geçirilirse, bu da fiilen cumhurbaşkanının tüm yürütme yetkilerinin devralınması, böylece Esed’in yetkisiz bırakılması, denklemden çıkarılması ve hukuken pozisyonunun sona ermesi anlamına geliyor. İşte bu yüzden Suriye muhalefeti her şeyden evvel bu kararın uygulanması gerektiğinde ısrarcı.

ABD, Suriye dosyasını Rusya’ya devrederken
Birçoklarının bugüne kadar bilmediği bir husus da şu: Ağustos 2013’te Esed’in kimyasal silahla gerçekleştirdiği katliamın ardından yavaş yavaş ABD, Suriye dosyasını resmen Rusya’ya “devretme”ye başladı. Washington’ın rolü, sadece Esed’e karşı çıkan devletleri zapt ederek hepsini kendi liderliği altında –diğerlerinin pozisyonlarını dikkate bile almaksızın– kendisi için uygun gördüğü çözüme doğru çekmekten ibaretti.

2014 Ocak’ında Cenevre-2 toplandı ve bu toplantıda ABD’nin pozisyonundaki değişim pekişti. Şöyle ki, Amerikan yönetimi Rusya tarafına yeni tavizler verdi ve –muhalefetle bölgesel destekçilerinin ısrarlarına rağmen Esed’in görevinden uzaklaştırılmasını ve Suriye halkının meşru taleplerini desteklemek yerine– teröre karşı savaşı ana gündem maddesi haline getirdi.

2015’e gelindiğinde Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry, Suriye’nin Dostları Grubu’na dahil olan ülkelerle kapalı kapılar ardında yaptığı toplantılarda, Suriye dosyasında Rusya’nın daha büyük bir rol almasının önemini ve Rusları muhatap almanın gerekliliğini ısrarla vurguladı. Bunun Esed’in görevden uzaklaştırılmasını isteyenleri hedefine ulaştıracağını ima etti. Bu toplantılarda Kerry, bizzat mevkidaşlarını Suriye konusunda –krizin anahtarlarını elinde tuttuğu gerekçesiyle– Rusya’yla iletişim halinde olmaya teşvik etti; her ne kadar Moskova’nın, tüm gücüyle Esed’i destekleme kararlılığında olduğunu itiraf etse de…

Suriye’de siyasi sürecin hızlandırılmasını tartışmak üzere 2015 yılı ortasında Fransa’da Suriye’nin Dostları Grubu’na üye ülkeler arasında üst düzey bir toplantı gerçekleştirildi. Bazı ülkeler Esed’in denklemden çıkarılması gerektiğini dillendirirken, bazıları ise ona güvenli bir sığınak sağlanmasını önerdi ve o dönemde sığınabileceği ülkeler arasında adı geçenler Rusya, İran, Cezayir ve Umman’dı.

Özellikle bu toplantıda Amerikan tarafı iki noktayı vurguladı: Birincisi, ABD için de önem arz etmesi nedeniyle, Rusların Suriye meselesine dahil olmasını sağlamak. İkincisiyse, süreci kolaylaştıracağı gerekçesiyle, Esed’in geleceğini görüşmek de dahil hiçbir şeyi ön şart olarak dikte etmemek.

Buna dayanarak, 2015 Haziran’ından Eylül’üne kadar uzanan dönemde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Mısır ve Türkiye başta olmak üzere birçok ülkeden heyetler Moskova’yı ziyaret etti. Katar’ın başkenti Doha’da Amerikan, Rus ve Suudi dışişleri bakanları Kerry, Lavrov ve Adil el-Cübeyr’i bir araya getiren üçlü bir toplantı yapıldı.

Rusya’sız asla
Ancak daha sonra, ABD’nin Rusya’nın sürece dahil olmasını, Esed’in saf dışı bırakılması karşılığında değil, Moskova’nın müdahilliğini meşrulaştırmak için istediği ortaya çıktı.

Aynı dönemde Suriye’nin durumuna ilişkin bazı belgeler ve teklifler devletler arasında gidip geldi. Bunların en önemlisi, Ağustos ayında teklif edilen ve grupların oluşturulması fikrine odaklanan belgedir. Bu fikir, şu anda Cenevre’de yürütülen Suriye krizi çözüm çabaları kapsamında insani eylem grubu, askeri grup ve siyasi grup gibi yapılanmalarla hayata geçirildi.

Söz konusu  belge, doğrudan Esed’in kaderine değinmeyi göz ardı etmekle kalmayıp bir de ortaya attığı iki aşamalı bir geçiş sürecinde onun varlığını zımnen kabul etmiş de oldu. Şöyle ki, ilk aşamada geçiş hükümeti heyetine seçilmiş belirli bazı yetkiler veriliyor, ikinci aşamada ise heyete şeklî veya sembolik yetkiler dışında tam yetki veriliyor. Bu şeklî veya sembolik yetkilere atıf da dolaylı olarak Esed’in kalıcılığına işaret ediyor.

Washington, Esed düğümünün çözümü için Rusya’yla iletişimi artırmak gerektiğine diğerlerini ikna etmeye çalışırken, diğer taraftan Rusya, askeri müdahale için ön hazırlıklarını tamamlıyordu. Bu müttefiklerine ve dostlarına ima ettikleriyle de tamamen çelişiyordu. Rusya’nın siyasi ve askeri müdahalesi, Moskova’nın inisiyatifi ele almasına ve Esed’e siyasi ve askeri destek vererek gasp ettiği iktidarda ona biçilen ömrün uzamasına zemin hazırladı.

Viyana’da ne oldu?
30 Ekim 2015’te toplanan Viyana Konferansı’nda ABD daha da fazla taviz verdi. Washington sadece Rusya’yı sürece dahil etmekle yetinmedi; Suudi Arabistan’ın tüm itirazlarına rağmen Cenevre-1’e katılmayan İran’ı da davet etti. Suudilerin itiraz gerekçesi, Tahran’ın ‘tam yürütme yetkisiyle donatılmış bir geçiş hükümeti’ kurulmasını içeren Cenevre-1 sonuçlarını kabul etmemesiydi.

İran’ın konferansa davet edilmesi, Amerika’nın Esed’in görevi bırakması talebinden vazgeçtiğini veya en azından artık onu hesaba katmadığını resmen itiraf etmesi anlamına geliyordu.

Özellikle 30 Ekim 2015 tarihli genişletilmiş ilk Viyana bildirisi yeni bir teklif içeriyordu: “güvenilir, kapsayıcı ve etnik ya da mezhebi temeli olmayan bir geçiş hükümeti” kurulması. Toplantı sonuçlarının Esed’in kaderi konusunda Rus-İran gündemini yansıttığı ve Cenevre-1’in dahi gerisinde kaldığı çok açıktı.

Toplantının sona ermesinin ardından Kasım 2015’te Rusya, Suriye’de çözüme ilişkin duruşunu ve vizyonunu içeren sekiz maddelik resmi bir belgeyi birçok ülkeye yolladı. Daha sonra bu iki sayfalık belge, özü itibarıyla, bugün Suriye’de siyasi çözümden anlaşılan şeye dönüştü.

Bu belgede Moskova, Esed’in denklemden çıkarılmasından bahsetmiyordu. Bunun yerine yeni anayasanın hazırlanmasından sorumlu Anayasa Komisyonu’na Suriye Cumhurbaşkanı’nın değil, oybirliğiyle seçilen başka bir adayın başkanlık yapacağını belirtirken, aslında Esed’in görevde kalacağını da ima etmiş oldu.

14 Kasım 2015’te gerçekleşen ve Uluslararası Suriye Destek Grubu toplantısı olarak da bilinen Viyana-2’de “güvenilir, kapsayıcı ve etnik ya da mezhebi temeli olmayan bir geçiş hükümeti” konusu vurgulandı; ancak geçmişteki korkuları azaltmak için Cenevre-1 Bildirisi’ne de işaret edildi. Katılımcı devletlerin kahir ekseriyeti, dışa kapalı toplantılarda siyasi geçiş sürecinin başladığı ilk günden itibaren Esed ve çevresinin iktidarı bırakıp ülkeyi terk etmesini talep etse de, buna Rusya ve İran çok açık bir dille, diğer bazı devletler ise üstü kapalı bir şekilde karşı çıktı.

15 Aralık 2015’te Suriye’deki geçiş sürecine ilişkin bir belge daha ortaya çıktı. Belgede Esed’in “bazı” yetkilerini kendi tayin edeceği yardımcısına devir etmesi önerisi vardı. Aynı belgede, düzenli ordu ile silahlı muhalefet gruplarından oluşturulacak Askeri Konsey’in başına Alevi bir komutanın tayini teklif ediliyordu.

Esed’in kaderi bir kez daha göz ardı edilirken
18 Aralık 2015’te kabul edilen ve Cenevre-1 süreciyle Viyana sürecini birleştiren BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararıyla Esed’in kaderi bir kez daha göz ardı edildi.

Şubat 2016’da Cenevre-3 müzakerelerinin ilk turu başarısız oldu ve 2016 Mart’ında Suriye muhalefetinin tüm ağırlığını koyduğu ikinci tur da sona erdi. Buna rağmen gayet net görünüyor ki rejim, siyasi geçiş süreci ve Esed’in geleceği meselelerini tartışma gibi herhangi bir hakiki niyeti olmaksızın konuları hilelere başvurarak geçiştirdi.

Esed ve heyeti bugüne kadar hiçbir gerçek baskıya maruz kalmadı. Müzakerelerin ilan edilmiş asıl hedefi, Esed’siz bir siyasi geçişi sağlamak olsa da Washington, Esed konusunun müzakere masasına gelmemesinden dolayı huzursuzluk, öfke veya rahatsızlık duyduğunu gösteren hiçbir emare ortaya koymadı.

Eğer ki Cenevre’nin üçüncü turunda geçiş süreci öncelikli olarak tartışılmazsa ve yine eğer ki “güvenilir, kapsayıcı ve etnik ve mezhebi temeli olmayan bir yönetim”den kasıt, “tam yürütme yetkisine sahip bir geçiş hükümeti” olmazsa, en azından ilk altı ayda Esed’in başta kalacağı ve yine ortalama bir tahminle sürecin başlamasından itibaren 18 ay boyunca da varlığını koruyacağı aşikâr. Uzun vadeye gelince, zikredilen bütün bu belgelerde Esed’in de, işlediği suçlarla meşhur rejimin adamlarının da, onlara bağlı olan veya onlar adına iş tutanların da gelecekteki seçimlerde adaylıklarına engel koyan hiçbir madde yok.

Burada söylenmek istenen şu: ABD tek bir gün dahi Esed’in görevini bırakmasını Suriye’deki bir önceliği olarak görmedi.

ABD’nin Esed’in görevi bırakmasını dayatmak veya hatta bu konuyu tartışmaya açmak için bırakın askeri mücadeleyi, diplomatik veya siyasi bir mücadele yürütmeye dahi hazır olduğuna dair ortada herhangi bir emare yok. Ve bu, Rusya pozisyonunu değiştirmediği sürece de gerçekleşmeyecek.

Obama Yönetimi kırılgan bir ateşkes ve tökezleyen müzakereler gibi küçük şeklî başarıları ön planda tutarak iktidardan ayrılana kadar çözüm konusunu geçiştirmeyi tercih edebilir. Ancak bu, siyasi sürecin tamamen çöküşü tehlikesini doğuruyor veya doğurabilir.



Z.BRZEZINSKİ - KÜRESEL GÜCÜN YENİDEN DAĞILIMI VE ORTADOĞU


KÜRESEL DÜZENDE SAFLARIN YENİDEN BELİRLENMESİNE DOĞRU

Zbigniew Brzezinski (Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezinde danışman ve 1977-1981 döneminde Amerikan başkanı Jimmy Carter’ın milli güvenlik müsteşarı)
The American Interest, 17.4.2016


Tercüme: Zahide Tuba Kor

Küresel siyasi gücün yeniden dağılımı ve Ortadoğu’daki şiddet içeren siyasi uyanışın beş temel gerçekliği, küresel alanda safların yeniden belirlenmesine doğru gidildiğinin bir işareti.

Beş temel gerçeklikten ilki şu: ABD hala dünyanın siyasi, iktisadi ve askeri olarak en güçlü yapısı olmakla birlikte, bölgesel dengelerdeki karmaşık jeopolitik kaymalar karşısında, artık küresel emperyal bir güç değil. Ama diğer büyük güçler de değiller.

İkincisi, Rusya emperyal gerilemesinin son çırpınış aşamasını yaşıyor. Eğer ki akıllıca davranmazsa Rusya’nın sancılı bir sürecin sonunda önde gelen bir Avrupalı ulus-devlet olmaktan başka kaçarı yok. Ancak hâlihazırda gerek eski geniş imparatorluğunun güneybatısındaki bazı eski Müslüman vatandaşlarını gerekse Ukrayna, Belarus, Gürcistan ve Baltık ülkelerini gereksiz yere kendine yabancılaştırıyor.

Üçüncüsü ABD’nin sonunda dengi ve muhtemelen de rakibi olacak Çin, yavaş yavaş da olsa istikrarlı bir şekilde yükseliyor. Şu anda ABD’ye açıkça meydan okumamak için dikkatli davranıyor. Oldukça sınırlı olan donanma gücünü sabırla geliştirmeye çalışırken askeri olarak da yeni nesil silahlarla başarı sağlama arayışında.

Dördüncüsü, Avrupa’nın küresel bir güç olma ihtimali yok. Ama ulus-aşırı tehditlerle mücadelede başı çekerek yapıcı bir rol oynayabilir. Ayrıca Avrupa, siyasi ve kültürel açıdan müttefik olduğu ABD’nin Ortadoğu’daki temel çıkarlarının da destekçisi ve NATO içinde Avrupa’nın göstereceği sabır Rusya-Ukrayna krizinin nihai yapıcı çözümünde oldukça hayati.

Beşincisi, vakti zamanında sömürgecilik tecrübesini yaşamış Müslümanlar arasındaki mevcut şiddet içeren siyasi uyanış, aslında bir bakıma, Avrupalı güçler tarafından zaman zaman kanlı bir şekilde bastırılmalarına karşı gecikmiş bir cevap niteliğinde. Ertelenen ama derinden hissedilen haksızlık ve adaletsizlik ile dini motivasyonun iç içe geçerek kaynaşması, çok sayıda Müslüman’ı dış dünyaya karşı birleştirirken; aynı zamanda Batı’yla hiçbir alakası olmayan, İslam’ın kendi içinde yaşadığı tarihi-mezhepçi ayrışma yüzünden son dönemde tarihi bir kinle dolup taşma hali de İslam’ı kendi içinde bölüyor.

Bütüncül bir çerçeve içinde bu beş gerçeklik bize şunu söylüyor: ABD, küresel güç mimarisinin yeniden şekillenmesinde öncü bir rol oynamalıdır ki böylece Müslüman dünyada ve ötesinde patlayan şiddet (bu, gelecekte muhtemelen Üçüncü Dünya ülkelerine de yansıyacaktır) küresel düzeni bozmadan kontrol altına alınabilsin. Bu beş gerçekliğin her birini kısaca ele alarak yeni mimarinin taslağını çizmemiz mümkün.

Birincisi, ABD Ortadoğu’daki mevcut şiddetin etkin bir şekilde üstesinden ancak –farklı düzeylerde Rusya’yı ve Çin’i de dahil eden– koalisyonlar kurarak gelebilir. Böyle bir koalisyonun şekillenebilmesi için de öncelikle Rusya, –başta Ukrayna, Gürcistan ve Baltık ülkeleri olmak üzere– komşularına karşı tek taraflı kuvvet kullanmaktan vazgeçirilmeli ve Çin’in de küresel alandaki hırslarına –Ortadoğu’da yükselen bölgesel kriz karşısında bencilce pasif kalmak suretiyle– siyaseten ve iktisaden ulaşabileceği fikrinin [yanlışlığını] görmesi sağlanmalı. Bu basiretsiz, miyop politika dürtüleri, ileri görüşlü bir vizyona kanalize edilmeli.

İkincisi, Rusya tarihinde ilk defa gerçek anlamda milli bir devlete dönüşüyor. (…) SSCB’nin dağılması sonrası bağımsızlığını ilan eden Rus olmayan “cumhuriyetler” şu anda bağımsızlıklarını konsolide ediyorlar ve hem Batı hem de Çin –farklı bölgelerde, faklı şekillerle– bu yeni gerçekliği Rusya’nın aleyhine istismar ediyor. Bu arada Rusya’nın kendi geleceği, –bütünleşen bir Avrupa’nın parçası olacak şekilde– büyük ve etkili bir ulus-devlet olma becerisine bağlı. Bunu yapmamasının, –geçmişte Moskova’nın Pekin’e dayattığı “eşit olmayan” antlaşmaları gücü arttıkça hatırlamaya başlayan– Çin’den gelecek toprak-nüfus baskına karşı Rusya’nın direnme kabiliyetini son derece olumsuz şekilde etkileyebilir.

Üçüncüsü, Çin’in büyük iktisadi başarısı sabırlı olmasını ve siyasi acelenin toplumsal tükenişe yol açtığının farkına varmasını gerektiriyor. Yakın gelecekte Çin’in yapabileceği en iyi siyasi şey, Ortadoğu’dan dışarıya doğru yayılan küresel kaosu kontrol altına almak için ABD’nin ana ortağı haline gelmesi. Eğer ki bu kaos kontrol altına alınamazsa hem Rusya’nın güneydeki ve doğudaki hem de Çin’in batıdaki topraklarına bulaşacaktır. Orta Asya Cumhuriyetleriyle, güneybatı Asya’nın Müslüman devletleriyle (bilhassa Pakistan’la) ve özellikle de (stratejik araçları ve iktisadi önemi dikkate alınarak) İran’la yürüttüğü yakın ilişkileri, Çin’in bölgesel jeopolitik yayılmasındaki doğal hedefleridir. Ama bunlar aynı zamanda küresel Çin-Amerikan uzlaşmasının da hedefleri haline gelmelidir.

Dördüncüsü, Ortadoğu’ya kısmi bir istikrar, yerel silahlı birlikler toprak bölüşümünden kendilerinin de istifade edeceklerine kâni olana kadar gelmeyecektir. Bunların barbarca hareket etme kabiliyetleri, ancak ve ancak ABD-Rusya-Çin işbirliğine dayanan etkili –ama aynı zamanda dikkatli– bir baskıyla ve bu sayede bölgenin nispeten kurumsallaşmış devletlerinin (yani İran, Türkiye, İsrail ve Mısır’ın) daha sorumlu bir şeklide kuvvet kullanmasını sağlayarak kontrol altına alınabilir. Bu ikinci gruptaki bölgesel güçler daha seçici bir Avrupa desteğini de almalıdır. Normal şartlarda Suudi Arabistan bu listede önemli bir oyuncu olabilirdi; ama Suudi yönetiminin –her ne kadar ülke içinde iddialı modernleşme çabalarına girişse de– Vehhabi fanatizmini teşviki sürdürme yönündeki mevcut eğilimi, Suud’un bölgede yapıcı bir rol oynama kabiliyetine ilişkin ciddi şüpheler uyandırıyor.

Beşincisi, Batı dışı dünyanın yeni yeni siyasi uyanış yaşayan kitlelerine de özel olarak odaklanmak lazım. Uzunca bir süredir baskılanan siyasi hafızalar, Ortadoğu’da İslami radikalliğin harekete geçirdiği, büyük ölçüde ani ve çok şiddetli bir uyanışı tetikledi. Bugün Ortadoğu’da yaşananlar, belki de önümüzdeki yıllarda Afrika, Asya ve hatta Batı Yarımküre’de sömürgeciliği yaşamış yerli halklar arasında ortaya çıkacak daha geniş bir [uyanış] olgu[su]nun daha henüz başlangıç safhası da olabilir.

Sömürgeciler ve onlarla bağlantılı çoğunluğu Batı Avrupa’dan gelen servet avcıları tarafından işlenen dedelerine-atalarına yönelik periyodik katliamlar, sömürgeleştirilen halkların son birkaç yüzyıldır –İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin suçlarıyla mukayese edilebilecek ölçüde– kıyıma maruz kalmalarıyla sonuçlandı: Yüz binlerce ve hatta milyonlarca kurban… Geciken kin ve acıyla beslenen siyaseten kendi hakkını arama hali, şu anda sadece Ortadoğu’da değil, muhtemelen diğer bölgelerde de ortaya çıkmaya başlayan ve intikam arzusuyla yanıp tutuşan güçlü bir damar.

Verilerin çoğu tam doğru olmamakla birlikte toplu olarak değerlendirildiğinde oldukça şok edici. Hadi birkaç örnek verelim. 16. yüzyılda büyük ölçüde İspanyol kâşiflerin getirdiği hastalık sonucu, bugünkü Meksika topraklarında bulunan Aztek İmparatorluğu’nun nüfusu 25 milyondan yaklaşık 1 milyona düştü. Benzer şekilde, Kuzey Amerika’da tahminen yerli nüfusun %90’ı Avrupalı yerleşimcilerle kurdukları temasın ilk beş yılında –yine büyük ölçüde hastalıklardan– hayatlarını kaybetti. 19. yüzyılda savaşlar ve zorunlu yeniden iskân politikaları sonucu 100 bin kişi daha öldü. 1857 Hint İsyanı’na misilleme olarak İngilizlerin 1857-1867 arasında Hindistan’da 1 milyon sivili katlettiği tahmin ediliyor. (…) Belçika Kralı Leopold II’nin şahsi mülkü olan Kongo’da 1890-1910 yılları arasında 10 ila 15 milyon insan katledildi. Vietnam’da son tahminlere göre 1955-1975 arasında 1 ila 3 milyon sivil öldürüldü. 

Müslüman dünyaya gelince, Rus Kafkasya’sında 1864-1867 arasında yerel Çerkez nüfusun %90’ı zorunlu tehcire tabi tutulurken 300 bin ila 1,5 milyon Çerkez ya açlıktan hayatını kaybetti ya da öldürüldü. Yine 1916-1918 arasında 300 bin Müslüman Türk’ün Rus yönetimi tarafından Orta Asya dağlarına ve Çin’e doğru sürülmesi sırasında on binlerce Müslüman öldürüldü. Endonezya’da 1835-1840 arasında Hollandalı işgalciler tahminen 300 bin kişiyi katletti. Cezayir’de 1830-1845 arasında 15 yıl süren iç savaşta Fransız vahşeti, açlık ve hastalık yüzünden 1,5 milyon Cezayirli hayatını kaybetti ki bu rakam o dönemde nüfusun yarısına tekabül ediyordu. Komşu Libya’da İtalyanlar [Bingazi merkezli] Sireneyka/Berka bölgesinde yerli ahaliyi toplama kamplarına yerleştirdi ve 1927-1934 arasında tahminlere göre 80 ila 150 bin kişi bu kamplarda hayatını kaybetti.

Daha yakın döneme gelirsek, Afganistan’da 1979-1989 arasındaki Sovyet işgalinde SSCB’nin yaklaşık 1 milyon sivili öldürdüğü tahmin ediliyor; 20 yıl sonra bu defa ABD 15 yıldır devam eden Afganistan Savaşı’nda 26 bin sivili öldürdü. Geçtiğimiz 13 yılda Irak’ta ABD ve müttefikleri tarafından 165 bin sivil katledildi. (Avrupalı sömürgeciler ile ABD ve müttefiklerinin Irak ve Afganistan’da mâl oldukları can kaybı arasındaki bu büyük fark; kısmen, tam isabetle [hedef alarak] kuvvet kullanma imkanı sağlayan teknolojik ilerlemeden, kısmen de dünyadaki normatif [değerler] atmosfer[in]e kayıştan kaynaklanıyor olabilir.) Bu mezalimin ölçeği kadar şok edici diğer bir boyut da Batı’nın bütün bunları çarçabuk unutuvermiş olması!

Bugünün postkolonyal dünyasında yeni bir tarihi anlatı ortaya çıkıyor. Müslüman ülkelerde ve diğerlerinde Batı’ya ve onun sömürgeci mirasına karşı duyulan derin nefret, kendi mahrumiyet duygularını ve öz saygınlıklarını görmezden gelmeyi meşrulaştırmak için kullanılıyor. (…)

Müslüman dünyada ve diğer yerlerde bu hatıraların gittikçe daha fazla zihinlerde canlanması, geçmişin hala daha günümüzü nasıl etkilediğini ortaya koyuyor; ama tabii ki bütün bunlar bugün Ortadoğu’da yaşanan saldırgan davranışları meşrulaştırmaz.

Bütün bunların ışığında, başlangıç itibarıyla sınırlı bir bölgesel uzlaşmaya doğru gidilecek uzun ve sancılı yol, ABD, Rusya, Çin ve ilgili Ortadoğu ülkeleri için mümkün olan tek seçenek. Daha geniş bir çerçevede bölgesel istikrarı şekillendirirken ABD’nin yeni bazı ortaklarla (özellikle de Rusya ve Çin’le) işbirliğine dayalı ilişkiler kurmak için sabırla uğraşması ve daha kurumsallaşmış, tarihi kökleri olan Müslüman devletlerle (Türkiye, İran, Mısır ve eğer dış politikasını Vehhabi radikalliğinden ayrıştırabilirse Suudi Arabistan’la) beraberce adımlar atması gerekecek. Bölgenin eski egemen güçleri olan Avrupalı müttefiklerimizin de bu anlamda katkıları olabilir.

ABD’nin –ülke içindeki izolasyoncuların da teşvikiyle– Müslüman dünyadan tamamen el etek çekmesi (mesela İsrail ile İran veya Suudi Arabistan ile İran arasında savaş veyahut Mısır’ın Libya’ya kapsamlı bir müdahalesi gibi) yeni savaşlara yol açabilir ve bu da ABD’nin küresel olarak istikrara kavuşturucu rolüne ilişkin çok daha derin bir güven krizi yaratır. Böyle bir gelişmeden –her ne kadar küresel düzenin bizatihi kendisi en öncelikle jeopolitik darbeyi alacak olsa da– jeopolitik olarak faydalanacak taraflar, farklı ama hiç beklenmedik şekillerde, Rusya ve Çin olabilir. En az diğerleri kadar önemli olan son hususa gelince, bu şartlar altında bölünmüş ve korku içindeki Avrupa, şu andaki 28 üyesini, yeni patronlar ararken ve daha güçlü üçlü arasında [Z.T.K. ABD, Çin ve Rusya’yı kastediyor] [birbirine] alternatif ve farklı kombinasyonlarla [ilişkiler ağı kurmak için] birbiriyle yarışırken bulacaktır.

Yapıcı bir Amerikan siyaseti uzun vadeli bir vizyonla sabır içinde yönlendirilmeli. Rusya’nın (muhtemelen Putin sonrası) etkili bir dünya gücü olarak tek yerinin önünde sonunda Avrupa olduğunu yavaş yavaş fark etmesini sağlayacak sonuçların peşinden gitmeli. Yine Çin’in Ortadoğu’daki artan rolünün ve Ortadoğu krizleriyle baş etmek için geliştirilen Amerikan-Çin ortaklığının, müteakip süreçte iki gücün beraberce küresel istikrarı şekillendirme becerisi olup olmadığını ortaya koyan önemli bir test alanı haline geleceği konusunda bir farkındalık oluşturulmalı.

Yapıcı bir vizyonun alternatifi ve bilhassa askeri ve ideolojik bakımdan tek taraflı bir sonuç dayatma arayışı, ancak ve ancak süreğen ve kendi kendini tahrip eden bir abesle iştigalle sonuçlanır. ABD için bu, sürekli çatışmaya, tükenmişliğe ve belki de 20. yüzyıl öncesinin izolasyonculuğuna moral bozucu bir şeklide geri dönüşe yol açabilir. Rusya için ise bu, bir ölçüde Çin üstünlüğüne boyun eğme ihtimalini artıracak büyük bir mağlubiyet anlamına gelebilir. Çin için de sadece ABD’yle değil, aynı zamanda ya Japonya ya Hindistan ya da her ikisiyle de birden –ve belki de hepsiyle ayrı ayrı– savaşa girmeye bir işaret olabilir. Her durumda, kendini erdemli addeden fanatizmin eşliğinde Ortadoğu üzerinden verilen etnik, dini kılıflı savaşların giderek uzaması, gerek bölge içinde gerekse dışında gittikçe daha fazla kanın akmasına ve her yerde merhametsizliğin artmasına yol açacaktır.

Vaka şu ki ABD dünya sahnesine çıkıncaya kadar gerçek anlamda “egemen” bir küresel güç hiçbir zaman olmamıştı. Emperyal Büyük Britanya böyle bir güç olmaya yaklaşmıştı; ama önce Birinci, ardından da İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte sadece batmakla kalmadı, aynı zamanda rakip bölgesel güçlerin ortaya çıkmasına da yol açtı. Sonuçta ortaya çıkan yeni küresel realite, ABD’nin aynı anda hem en zengin hem de askeri açıdan en güçlü oyuncu olarak dünya sahnesinde yerini alması oldu. 20. yüzyılın kalan kısmında hiçbir güç onunla boy ölçüşebilir bir hale gelemedi bile.

Artık bu çağ da kapanıyor. Yakın gelecekte hiçbir devletin ABD’nin iktisadi-mali üstünlüğüyle aşık atma ihtimali olmasa da, yeni silah sistemleri bir anda bazı devletlere ABD’yle ortak bir kısasa kısas [denkleminde] intihar etme veya hatta onu [yani ABD’yi] mağlubiyete uğratma araçlarını bahşedebilir. Spekülatif ayrıntılara girmeden, bazı devletlerin bir anda ulaştığı askeri kapasiteyle ABD’yi askeri açıdan büyük ölçüde geride bırakması Washington’ın küresel rolünün sonuna işaret edecektir. Sonuç ise çok büyük bir ihtimalle küresel kaos olacaktır. İşte tam da bu yüzden ABD’nin, bölgesel ve ardından da küresel istikrarı sağlama arayışında bir ortak olarak en azından iki potansiyel tehditten [Rusya veya Çin’den] birini yanına çekecek bir siyaset izlemesi ve böylece en az öngörülebilir ama potansiyel olarak en muhtemel rakibinin yayılmasını kontrol altına alması lazım. Şu anda yayılma ihtimali daha fazla olan güç Rusya, ama daha uzun vadede bu, Çin de olabilir.

Gelecek yirmi yıl daha geleneksel ve alışık olduğumuz siyasi saflaşmanın son aşaması olabileceğinden buna karşı cevap şimdiden şekillendirilmelidir. Zira 21. yüzyılın geri kalan kısmında insanlık, çevresel meydan okumaların birikmesi yüzünden giderek daha fazla hayatta kalma mücadelesiyle meşgul olacaktır. Bu meydan okumalara karşı da ancak ve ancak uluslararası uzlaşmanın arttığı bir ortamda etkili ve sorumlu bir şekilde cevap üretilebilir. Ve bu uzlaşma da acil bir yeni jeopolitik çerçeve ihtiyacının farkına varan bir stratejik vizyona dayanmak zorundadır.

GEOPOLITICAL FUTURES: 2040’TA DÜNYA VE TÜRKİYE


2040’A DOĞRU: GELECEK ÖNGÖRÜMÜZÜN BİR ÖZETİ

Geopolitical Futures Raporu, 2.12.2015

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Raporun genel giriş kısmı ile ardından gelen temel tahminler kısmındaki maddeler büyük ölçüde birbirinin tekrarı idi. Bunlar tekrar tercüme edilmek yerine farklı olanlar genel giriş kısmına köşeli parantezler içinde yerleştirilmiştir.

Önümüzdeki çeyrek yüzyılda küresel yapıda önemli birçok değişiklik ve karışıklık öngörüyoruz. Ancak değişmeyecek bir olgu varsa o da ABD’nin tek küresel güç olma pozisyonunu koruyacağı. ABD, gelecek 25 yılda en düşük maliyetle gücünü sürdürmek için yeni stratejiler benimseyecektir. Bu strateji izolasyonculuğa benzeyecektir, yani büyük bir kapasite kullanımıyla bölgesel askeri çatışmaların içine dalmayacak; bunun yerine müttefiklerine askeri teçhizat, eğitim ve biraz da hava gücü sağlayacaktır. Avrupa, Ortadoğu ve Asya’daki bölgesel meselelere doğrudan ve güç kullanarak müdahil olmak yerine, onları çevrelemeye/kontrol altına almaya odaklanacaktır. Bu, ihtiyatlı bir strateji olacak ve ABD’nin küresel hâkimiyetini sürdürmesine yardımcı olacaktır.

Avrupa’da AB [Avro Bölgesi de dahil], ya [en iyi ihtimalle] kıtanın daha küçük bir kısmını kapsayan çok daha mütevazı bir ticaret bölgesi şeklinde kendisini yeniden tanımlayacak ya da [daha muhtemel olanı] bir kurum olarak tamamen dağılacaktır. Başta Almanya olmak üzere üye devletler ihracata aşırı bağımlı bir şekilde büyüdüklerinden mevcut serbest ticaret yapısı sürdürülemez durumdadır. Bu bağımlılık söz konusu ekonomileri kendi sınırları dışında talep dalgalanmalarına karşı aşırı derecede hassas bir hale getirmiştir. Almanya bu anlamda en fazla hassaslaşan ülke olup ihracat pazarındaki kaçınılmaz dalgalanmalar yüzünden iktisadi düşüş yaşayacaktır. [Almanya’nın ansızın düşüşüyle bağlantılı olarak İngiltere de dahil kuzeybatı Avrupa’nın diğer ülkeleri de bir düşüşle yüzleşecektir. Böylece güç ve iktisadi dinamizm Batı Avrupa’dan Orta Avrupa’ya kayacaktır.] Neticede 2040’a kadar Almanya Avrupa’da ikinci kümeye düşmüş bir güce dönüşecektir. Batı Avrupa’daki diğer ülkeler de Almanya’nın düşüşünden etkilenecek ve bu da Orta Avrupa ve bilhassa Polonya’nın yeni büyük, aktif güç olarak ortaya çıkmasını sağlayacaktır.

Rusya düşen petrol fiyatlarının etkilerinden muzdarip olmaya devam edecektir. Doğal kaynaklardan elde edilen gelir şimdiye kadar iç bütünlüğü sürdürmek için kullanılmıştı. Bu gelirlerin artık iyice tükenmesiyle Rusya, 2040’a kadar ya [en iyi ihtimalle farklı bölgelerin kendisine bağlı ama Moskova’nın kontrolü altında olmadığı] bir konfederasyona dönüşecek ya da [Kuzey Kafkaslar, Pasifik kıyı bölgesi ve Finlandiya sınırındaki Karelya başta olmak üzere] ayrılıkçı bölgeler tamamen kopacaktır. [Ayrıntıları nasıl şekillenirse şekillensin Rusya’nın değişmeden kalma ihtimali çok düşüktür.] Rus nükleer silahlarının geleceği bu gerileme yaşanırken en kritik stratejik mesele olacaktır.

Asya’da Çin’in ihracat piyasasındaki rekabetçiliği azalmaya devam ettikçe yüksek işsizlik Çin devlet başkanı için büyük bir meydan okuma haline gelecektir. Rejim ekonominin aşağı doğru sürekli düşüşü karşısında ayakta kalabilmek için iktidara daha da sıkıca yapışacak ve diktatörlüğe doğru kayacaktır. Ancak Çin’de bölgesel farklılıklar/açmazlar son derece yaygın ve diktatörlükle bastırılması da o kadar kolay olmayacaktır. Bu yüzden 2040’a kadar Çin kargaşa eşliğinde bölgeselciliğe yeniden dönecektir. Çin zayıfladıkça Doğu Asya’da bir güç boşluğu oluşacak ve bu boşluk da Japonya tarafından doldurulacaktır. 2040’a kadar Japonya devasa ekonomisiyle ve büyük askeri kapasitesiyle Doğu Asya’nın öncü gücüne dönüşecektir.

Ortadoğu’da önümüzdeki on yıllarda İslam Devleti’nin yeterince kontrol altına alınacağını öngörmüyoruz. Aksine topraklarını genişletme ihtimali yüksek ve [bölgesel] büyük güçlerin sınırlarına girdiğinde ciddi bir meydan okuma olarak görülerek karşı konacaktır. İslam Devleti’ne karşı meydan okuma kapasitesine sahip bölgesel aktörler sadece Türkiye ve İran’dır. İran’ın bunu somut/tatmin edici bir şekilde yapma ihtimali bulunmamaktadır. İslam Devleti’nin toprak hırsı dikkate alındığında Türkiye sınırlarını korumak için askeri olarak çatışmaya girmek zorunda kalacaktır. [İslam Devleti’ne karşı operasyona girişmesi halinde Türkiye’nin başarılı olmasını, ama başarılarının Türkiye’yi kolay kolay geri çekilmeyeceği bir işgale sürükleyeceğini bekleyebiliriz.] Türkiye askeri ve iktisadi gücünü kanıtladıkça/ortaya koydukça bu gelişmeler fiilen Osmanlı İmparatorluğu’nun [ve Osmanlı’nın Arap topraklarına] geri dönüşünü beraberinde getirecek ve böylelikle Türkiye’yi 2040’ta hakim bölgesel güç pozisyonuna sokacaktır.

Özetlemek gerekirse, [Önümüzdeki çeyrek yüzyılda ana eğilimler, Doğu Yarımküre’de istikrarsızlığın devam etmesi ve şiddetlenmesi, Batı Yarımküre’de ise istikrarın artması olacaktır.] Bu süreçte temel konu, Avrupa ve Asya’da artan kargaşa, buna karşılık Kuzey Amerika ile Latin Amerika’da uzun istikrar olacaktır. Avrasya’da artan çalkantılara rağmen, üç bölgesel gücün ortaya çıkacağını bekleyebiliriz: Japonya, Türkiye ve Polonya. Bu üç ülke, Doğu Yarımkürenin parçalandığı bir ortamda ana gidişattan sapan aykırı güçler olacaktır. [ABD ise gelecek 25 yılda dünyanın tek küresel gücü olarak kalacaktır.]

Temel Tahminler:
(…)

Diğer tahminler:
• 2040’a kadar Rusya’ya yönelik Amerikan stratejisi, kendisi bizzat Ruslarla fazlaca karşı karşıya gelmeksizin Baltık ülkelerini, Polonya, Slovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’ı kapsayan bir direniş hattıyla Moskova’ya karşı koymak olacaktır.

• 2020’lerin ortasına kadar hem Almanya hem de Rusya giderek zayıflayacaktır; Polonya bir anda kendi kendine yükselişe geçmese de görece ağırlığı dramatik bir şekilde artacaktır.

• Rus askeri gücü Rusya’nın nihai krizinin ilk aşamada artacak ve bu Polonya’yla gerilimlere yol açacak; ancak temel iktisadi ve siyasi problemlerini idare etmek zorlaştıkça giderek güçten düşecektir.

• Rus nükleer silahlarının geleceği bu gerileme yaşanırken en kritik stratejik mesele olacaktır.

• Petrol gelirlerindeki düşüşün Rusya üzerinde uzun vadeli sonuçları olacaktır. Moskova’nın elinde ne bölge politikasını sürdürmek için yeterli kaynak ne de bütünlüğünü sağlayacak etkili bir güvenlik aygıtı olacaktır.

• Önümüzdeki 25 yılda ortaya çıkacak yeni iktisadi güçlerin kimler olacağının yeni enerji kaynaklarıyla bağlantılı olması kuvvetle muhtemeldir.

• Türkiye, İslam Devleti ve diğer tehditlere karşı askeri ve iktisadi gücünü kullanmak zorunda kalacak, bu da 2040’a kadar Türkiye’yi bölgede hâkim güç haline getirecektir. Bu güç sadece güneyle de sınırlı kalmayacak, kuzeybatıda Balkanlara ve kuzeyde Karadeniz havzasına doğru genişleyecektir.

• Şu anda küresel açıdan pek de önemli görülmeyen bazı alanlar, ABD’ye yönelik stratejik bir meydan okuma teşkil etmeseler de, birer iktisadi güç olarak ortaya çıkacaklardır. Bunlar hızlı büyüyen, ücretlerin düşük olduğu ülkeler ve ayrıca gelişmiş sanayi ülkeleri olacaktır.

• Batı Yarımküre Doğu’ya kıyasla giderek daha istikrarlı hale gelirken Latin Amerika oldukça önemli bir pozisyona yükselecektir. Ancak kıta hala kalkınmanın ilk aşamalarında olup bunun birçok ülke için 2040’a kadar böylece devam etmesi muhtemeldir.

• Avrasya’nın parçalanması sürdükçe mantıki sonuç gücün el değiştirmesidir. İyice zayıflayan Avrasya’nın çevresindeki veya çevresine yakın bölgelerde üç bölgesel gücün yükseleceğini bekleyebiliriz: Japonya Doğu Asya’nın büyük gücü, Türkiye Ortadoğu’nun hâkim gücü, Baltıklardan Karadeniz’e bir koalisyona öncülük edecek Polonya da Avrupa’nın ana oyuncusuna dönüşecektir.

• Avrupa’dan Çin’e [kadarki geniş coğrafyada] inanılmaz derecede kabiliyetli ve yaratıcı halklar var ki bunlar hem kendileri hem de başkaları için servet üretmeye devam edeceklerdir. Ancak –zaten birçok açıdan bölünmüş durumdaki Hindistan dışında– bu ülkelerin tamamı, uluslararası sistemde güçlerini azaltacak bir parçalanma sürecine girmektedirler.


R.N.HAASS - ABD BORCUNUN STRATEJİK SONUÇLARI


AMERİKAN BORÇLARININ STRATEJİK SONUÇLARI

Richard N. Haass (Amerikalı diplomat ve Dış İlişkiler Konseyi başkanı)
Council on Foreign Relations, 6.4.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

CFR Başkanı Richard Haass, Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde verdiği ifadesinde, ABD’nin sürüklendiği bir “ağır çekim kriz” olan Amerikan borçları krizi, bunun temel sebepleri ve Amerikan milli güvenliğine etkileri konusunu tartıştı.

İfadeden özet notlar:
ABD’nin kamu borçları hızla 14 trilyon dolara yaklaşıyor ve bu, GSYH’nin yaklaşık %75’ine tekabül ediyor. On yıl sonra bu oranın GSYH’nin %80-90’ına kadar ulaşması bekleniyor. Harcama-gelir tahminlerine bakıldığında önümüzdeki mesele, borçların GSYH’yi aşıp aşmayacağı değil, ne zaman aşacağı ki bunun 2030’da gerçekleşmesi bekleniyor.

Büyüyen borç problemi düzelmeyip daha da içinde çıkılmaz bir hal alacaktır. Bunun en az iki nedeni bulunuyor: Birincisi, harcamaların artışındaki temel saik olan Medicare, Medicaid ve Sosyal Güvenlik gibi yükümlülüklerin Amerikalı emeklilerin sayısı büyüdükçe ve ömürleri uzadıkça daha da artması muhtemel. İkincisi, faiz oranları tarihinin en düşük seviyelerinde ve önümüzdeki on yıllar boyunca bu oranların düşmesinden ziyade yükselmesi daha büyük bir ihtimal.

Artan borçluluğun birçok stratejik sonuçları var:
o       Borçları finanse etme ihtiyacı, Amerikan bütçesinden daha büyük bir payı tüketecektir. Bu da demek oluyor ki aynı oranda daha az kaynak; savunma, istihbarat, iç güvenlik, dış yardım gibi milli güvenlik önceliklerine ve zorunlu olmayan iç harcamalara ayrılabilecektir.
o       Şişen borçlar dünyada ABD hakkında soru işaretleri uyandıracak ve Amerikan siyasi ve iktisadi modeli eski cazibesini yitirecektir. ABD’nin bir araya gelip zorlu kararlar alma becerisi hakkında zihinlerde sorular uyanacağından diğer devletler ABD’ye imrenerek ona bel bağlamakta pek de istekli olmayacaklardır.
o       Biriken borçlar, ABD’yi piyasaların ve –Çin de dahil– devlet aygıtlarının kaprislerine karşı olması gerekenden daha dayanıksız hale getirecektir. Zira bir memnuniyetsizlik işareti olarak Amerikan borçlarını çevirmeyi yavaşlatabilir veya durdurabilirler ve hatta kendi milli menfaatlerini korumaları gerektiğini düşündükleri bir senaryoda borçları elden çıkarabilirler.
o       Artan borçlar, zaten düşük olan iktisadi büyümeyi daha da aşağı çekerek yurtiçinde veya yurtdışında kullanılabilecek fonları tüketebilir. Daha da kötüsü, yüksek borç oranı ve borç finansmanı, yönetimin doların değerini korumak isteyip istemediğine veya daha kötüsü, sorumluluklarını yerine getirip getiremeyeceğine dair endişeleri artıracaktır. Bu da –borç finansmanının maliyetini daha da artıracak, diğer harcamalara imkan vermeyecek ve büyümeyi düşürecek şekilde– bilhassa yabancıların borç için yüksek faiz istemelerine yol açacaktır.
o       ABD yüksek seviyedeki borcu yeni normali haline getirmek istemiyor. Zira yüksek seviyedeki borçlar, (…) esnekliği ortadan kaldırıyor. Harcamaları artırabilmek için borç düzeyini –bir borç krizini tetiklemeden– yeterli kadar düşük tutmak ihtiyatlı bir tedbire ve makul bir getiriye benziyor.
o       Katlanan borçlar, dünyada rezerv para birimi olan doların çöküşünü hızlandıracaktır. Zira Amerikan mali yönetimine güven kaybolacaktır. (…)
 (…)




R.N.HAASS – AMERİKAN HALKININ RUH HALİ


ABD’NİN DURUMU

Richard N. Haass (Amerikalı diplomat ve Dış İlişkiler Konseyi başkanı)
Project Syndicate, 24.3.2016


Tercüme: Zahide Tuba Kor
Amerikan başkanlık seçimlerine daha altı aydan fazla bir süre var ve 45. başkanın kim olacağını bırakın, kimlerin aday olacağını dahi şimdiden kestirebilmek imkansız. (...)

Bugün ABD’deki yaygın ruh hali, bütünüyle bir öfke olmasa da, hatırı sayılır derecede bir endişe. Kısa süre evvel The Washington Post; Wall Street, Müslümanlar, ticaret anlaşmaları, Washington, polisin vatandaşları silahla vurması, Başkan Barack Obama, Cumhuriyetçiler, göçmenler ve diğer hedeflere yönelik halkın kızgınlığını açığa vuran dört bölümlük bir yazı dizisi yayınladı.

Bugünlerde bir insan hakkında söylenebilecek en kötü sıfatlardan biri “profesyonel siyasetçiler”. Bu ruh halinden istifade edenler ise, serbest ticarete ve göçmen reformuna muhalif politikaları destekleyen ve mevcut vergi ve harcama politikalarında radikal bir revizyon çağrısı yapan düzen karşıtı adaylar. Neyi savunduklarının detayları değişebilir; ama statükodan radikal bir kopuş vaadini paylaşıyorlar.

Bu ruh halinin temel sebepleri apaçık/izahı kolay denemez; zira ülke bugün, 2007-2008 krizinin akabinde ortaya çıkan duruma kıyasla iktisadi açıdan çok daha iyi durumda. O dönemden beri 9 milyonu aşkın yeni iş tesis edildi; (ev ve araba için borç alınabilecek şekilde) faiz oranları düşmüş durumda ve petrol fiyatında düşüş ortalama bir Amerikalı aile için 700 dolarlık vergi kesintisine denk. Üstelik borsa, 7 yıl evvelki düşük seviyesinden %200 yükselmiş durumda ve sağlık sigortası olmayan milyonlar artık sigorta kapsamında.

Ancak ekonomiye ilişkin bu iyi haberler, yaklaşık 15 yıldır reel (enflasyona göre düzeltilmiş) anlamda yerinde sayan hanehalkı gelirlerindeki çok az büyüme yüzünden birçok açıdan dengeleniyor. Tam zamanlı çalışan Amerikalıların gelirleri halen daha yedi yıl evvelki düzeye ulaşamadı. Ve birçoğu yabancı rekabet, yeni teknolojiler veya dış kaynak kullanımı yüzünden işlerini kaybetmekten korkuyor.

Amerikalıların büyük bir kısmı artık daha uzun yaşıyor; ancak emekliliklerinde rahat bir hayat sürmelerini sağlayacak kadar parayı kenara ayıramadıklarından endişe içindeler. Obama döneminde yapılan reformun getirdiği zorunluluklardan dolayı daha evvel kaçındıkları sağlık sigortası primlerini şu anda ödüyorlar.

Ayrıca bir de eşitsizlik meselesi var. Bu durum gerçek bir öfkeye yol açıyor; ama problem salt eşitsizlikten değil, fırsatlardaki azalmadan kaynaklanıyor. Amerikan Rüyası, yerini sınıf bilincine bırakıyor – ki çok çalışarak herkes kendi talihini döndürebilir ideali üzerine kurulu bir ülke için bu çok derin bir değişim.

Ancak endişe ve kızgınlığın nedenleri iktisadi gerçekliği ve kaygıları aşıyor. İster suçlar isterse terörizm korkusundan kaynaklansın, ortada bir de fiziksel güvensizlik meselesi var. Birçok grup arasında kültürel ve toplumsal açıdan ülkenin nereye savrulduğu konusunda endişeler sözkonusu. 

Modern medya işleri daha da kötüleştiriyor. Bizimkisi yayıncılık (broadcasting) değil, “dar alana yayma (narrowcasting)” çağı. İnsanlar gitgide salt kendi görüşlerini ve ideolojilerini besleyen kablolu televizyon kanallarını veya web sitelerini takip ediyor.

Bütün bunlar arasında güven verici şeyler oldukça az. [Bu] ulusal ruh hali, [mevcut] seçim kampanyasıyla sınırlı kalmayacak ve [önümüzdeki dönemde] yeni başkan ve yeni kongreye yönelik gerçek bir meydan okumaya dönüşecek. Gerek Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasındaki gerekse her partinin kendi içlerindeki bölünmüşlükler, ülkeyi yönetebilmek için elzem olan tavizlerle uzlaşmayı ve koalisyonların oluşumunu neredeyse imkansızlaştıracak.

Emekliliğin ve sağlık hizmetlerinin [ne ölçüde] finanse edilebileceğine dair endişeler, kazanılmış hakların yeniden düzenlenmesini çok daha fazla zorlaştıracaktır, her ne kadar sosyal hakların genişlemesi milli borcu rekor seviyelere yükseltecek olsa da. Serbest ticaret, iş kayıplarının sorumlusu olarak görülüyor ve giderek destek kaybediyor, her ne kadar yeni iş imkanları sunan ve tüketicilerin tercihlerini artıran bir rolü olsa da ve dünyada ABD’nin stratejik konumunu güçlendirse de. Ülke mirasının kadim bir parçası ve yetenekli insanları [ülkeye çekmenin] bir kaynağı olan göç ise artık fazlaca ihtilaf konusu olmaya başladı.

ABD’nin bu ruh hali, ülkeyi yöneten yetkililerin içeriye odaklanmasını artırabilir. Maliyeti kârından/başarısından çok daha ağır olan Irak ve Afganistan müdahaleleri arifesinde dış müdahaleden canı sıkılan Amerikalıların birçoğu, şimdi de ABD’nin yurtdışında neyi başarabileceği konusunda şüphe içinde. Ortak yükü adil bir şekilde paylaşm[aya yanaşm]ıyor gibi görünen dışarıdaki müttefiklerden hayal kırıklığına uğramış durumdalar. Amerikan yönetiminin dünyaya daha az odaklanıp ülke içinde yanlış giden işleri düzeltmeye yoğunlaşması gerektiğine ikna olanların sayısı da giderek artıyor.

Diğer ülkelerden bazıları hiç şüphesiz bütün bu satırları memnuniyetle okuyacak; ama etraflıca bakıldığında bu, aslında dünyanın ekseriyeti için kötü bir haber. Dikkatini başka yöne çeviren ve bölünmüş bir ABD Ortadoğu, Avrupa veya Asya’ya istikrar getirmekte veya küresel meydan okumalarla mukabelede liderliği üstlenmeye daha az istekli ve daha az muktedir olacaktır. Ve Amerikan liderliği olmaksızın bu meydan okumaların, mukabelede bulunulamayan birer probleme, daha da kötüsü krizlere dönmesi son derece muhtemel.




R.HAASS - ÖLÜMCÜL ÇATIŞMA ORTADOĞU’YA YAYILACAK


ON YILLARIN ÖLÜMCÜL ÇATIŞMASI ORTADOĞU’YA YAYILACAK
Richard N. Haass (Amerikalı diplomat ve Dış İlişkiler Konseyi başkanı)
Financial Times, 26.3.2015

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Belki de 30 yıl sürebilecek kanlı ve maliyetli siyasi ve dini çatışmaların ağına düşen modern Ortadoğu tıpkı 17. yüzyıl Avrupa’sı gibi. Uzun yıllardır fakirlik ve kabilevi, dini, siyasi ve coğrafi çizgilerde iç bölünmelerle malul Yemen, bu çatışmaların sadece en sonuncusu. Halihazırda en az üç temel aktörün dahil olduğu bir iç savaş söz konusu: [düşen] Sünnilerin liderliğindeki Abdurrabu Hadi hükümetinden kalanlar, terörist grup Arap Yarımadası el-Kaidesi ve Şii İslam’ın bir kolunu temsil eden Yemen nüfusunun [Zeydilerin] bir bölümünün desteğini alan Husiler.

Çatışmaya dışarıdan da müdahale söz konusu. Mesela Amerikan istihbarat servisleri, bölgesel ve hatta küresel bir tehdit olarak görülen el-Kaide ve diğer gruplara karşı hükümetle işleyen bir ilişki yürütmüştü. İnsansız hava uçağıyla saldırılar yaygınlaşmıştı. Ancak bu politika [Yemen’deki] hükümet düştüğünde ve güvenlik bozulduğunda çökmüş oldu.

İran’ın yükselişteki Husilere silah, eğitim ve para verdiği iddia ediliyor. Şimdi ise Suudi Arabistan ve aralarında BAE, Bahreyn, Fas ve Ürdün’ün olduğu ülkeler düşen hükümete yardıma geliyor. (…)

Suudi öncülüğündeki bu askeri müdahale, aşikar ki hem çok yetersiz hem de çok gecikmiş bir adım; sadece hava harekatıyla Husilerin veya el-Kaide’nin kontrolü altındaki topraklar geri alınamayacaktır. Ama bu adım gösteriyor ki, çökmüş veya İran’la müttefik bir grubun kontrolündeki bir Yemen’in gerek Suud’un gerekse diğer Sünni yönetimlerin çıkarlarına büyük bir tehlike oluşturacağının farkına Riyad ve diğer yerlerde varılmış durumda.

Bu da demek oluyor ki Yemen, İran-Suud ve Şii-Sünni çatışmasının son mahalline dönüşmüş durumda. Bir diğeri ise Bahreyn: dört yıl evvel Suudiler ve BAE’liler Şii çoğunluklu nüfusun protestolarıyla karşı karşıya kalan Sünni azınlık yönetimini desteklemek üzere binlerce asker yollamışlardı. Ama Bahreyn’in nüfusu Yemen’in nüfusunun belki de 1/20’si ve yüzölçümü de %1’i kadar. Bahreyn yönetimi hiçbir zaman kontrolü kaybetmedi ve protestolar da iç savaşa dönüşmedi. Az sayıda polis ve asker düzeni yeniden tesis edebildi.

Suudilerin yapabileceklerinin sınırlarını belirleyen başka etmenler de var. Etkili/kapasiteli kara birliklerine sahip değiller ve üstelik ülkenin içiyle ilgili de endişelenecekleri konular var. Suud’un –İslam’ın iki mukaddes şehrine hâkim olan yönetimi devirmeyi büyük hedeflerinin olmazsa olmazı haline getirecek- IŞİD gibi grupların doğrudan meydan okumasıyla yüzleşmesi an meselesi.  Bu arada Suriye’deki iç ve bölgesel savaş devam ediyor: İran ve Rus destekli Beşşar Esed’in azınlık yönetimi, IŞİD’in de aralarında olduğu radikal Sünni gruplar, Kürtler ve diğer Sünni gruplar söz konusu. Sünni devletler hava saldırısı düzenledi ama kara birliklerini savaşa göndermedi. Yüz binlerce Suriyeli hayatını kaybetti ve 10 milyondan fazlası da evlerini kaybetti. Yakın gelecekte savaşın sonu görünmüyor.

Irak’ın da kendi dinamikleri söz konusu. İran ve Şii milislerin yardımıyla hükümet güçleri Tikrit’i IŞİD’den geri alıyor. (…) ama IŞİD’i püskürttükten sonra ne olacağı belirsiz. Sünniler ve Kürtler İran ve Şii milislerin kontrolünde bir ülkeyi asla kabul etmeyeceklerdir.

Bütün bunlar bizi Avrupa’nın Otuz Yıl Savaşlarına götürüyor. Dini ve siyasi gündemleri olan dışarıdakiler [dış güçler] tarafından körüklenen iç savaşlar ancak şu şekilde sonlanabilir: ya düzen taraflardan biri veya bir üçüncü taraf tarafından dayatılır yahut taraflar artık tükendikleri için masaya oturur. Yazık ki Ortadoğu için bu senaryolardan hiçbiri yakın görünmüyor.




S.KARAGANOV - RUSYA-TÜRKİYE ARASINDA II. KIRIM SAVAŞI YAŞANABİLİR


EĞER RUSYA TÜRKİYE’YLE GERGİNLİĞİ AZALTMAZSA ER YA DA GEÇ İKİNCİ KIRIM SAVAŞI YAŞANABİLİR

Sergey Karaganov (Rusya’nın en tanınmış siyaset bilimcilerinden ve 2001-2013 yılları arasında Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in dış politika danışmanı)
Russia Today TV kanalı, Worlds Apart programı, 4.2.2016
Röportajı yapan: Oksana Boyko

Deşifre ve tercüme: Zahide Tuba Kor

2004’te Batı “Rusya için işler artık bir daha hiçbir zaman eskisi gibi gitmeyecek” demişti; ama 2016’da Rusya artık eski taahhütlerine/angajman kurallarına geri döndüğünü ilan etti. (…) 2015 Rus diplomasisi için tarihi bir dönüm noktası oldu. Bu başarı Rusların kendi stratejik tercihlerinin bir sonucu mu, yoksa son dönemdeki jeopolitik boşluğun bir neticesi mi?
Bu, stratejik tercihlerin bir sonucu. 2013-2014’te işlerin eskisi gibi gitmediğini fark ettik. İlk vuruşu Ruslar yaptı, Kırım ve Donbass’ta isyancıları destek şeklinde. Bu, Rusların büyük bir darbesiydi. Bunun bir krize yol açacağının farkındaydık, ama bunun kaçınılmaz olduğunu da biliyorduk. İki yıl sonra geldiğimiz noktada insanlar oyunun yeni kurallarına alışmaya başladılar. Uluslararası ilişkileri yüzyıllardır idare eden eski oyunun kurallarını [Z.T.K. çok kutuplu dünyayı ve denge politikasını kastediyor] Batı, 20 yıl evvel bozup bir anda kendi kurallarıyla dünyayı yönetmeye kalkıştı.
Biz de bu süreçte olan bitenden suçlandık, sorumlu tutulduk. Çünkü birincisi biz çok zayıftık. İkincisi başkalarını memnun etmeye çalıştık, kendimizi kabul ettirme ümidiyle. Bu çok aptalcaydı. 

Rusya’ya sempati duyan uzmanlara göre, 2014-2015’teki adımlar Rusların, çıkarlarına meydan okuyan Batı’ya karşı bir tepkisiydi. Bunu Ukrayna için söylüyorlar ama aynısı Suriye için de söylenebilir. Sizce hala Rusya savunmacı bir modda mı, yoksa proaktif hale geldi mi?
Ukrayna operasyonu, Rusya’nın kendi güvenliği için, hayati güvenlik çıkarı olarak gördüğü bir sahada Batı’nın politikalarına karşı bir reaksiyon olabilir. Suriye ise farklı bir vaka. Ortadoğu’nun çökmekte olduğunu görerek endişelendik. Ya bu çöküşü seyredecektik ya da dümene geçip yönlendirecektik. Yine de bunun tam doğru tercih olduğuna emin değilim, çünkü çok riskli bir operasyon.

Rusya ile Batı arasında bir tanımlama, kavram kargaşası var. (…) Rusya proaktif politikalarının yapıcı, Batı için de faydalı olacağına muhataplarını ikna etmeye çalışıyor mu?
Politikalarımızın yapıcı ve faydalı olduğu aşikar. Ama problem şu ki bu oyunun Batı’yı ikna edeceğini sanmıyorum. Batı neler olup bittiğinin farkında, dünyadaki pozisyonunu kaybediyor, savunmaya geçti; Rusya onlara meydan okuyor ve dünyadaki değişimin dümenine geçip gidişatı Batı-dışı bir yöne doğru sürüklüyor. (...)

Batılılar Putin’in iyi bir taktikçi ama kötü bir stratejisyen olduğu iddiasındalar. Yani Rusya ve Putin’in uzun vadeli vizyonu olmadığını savunuyorlar. Olayların bu denli hızlı aktığı ve devletler arası ilişkilerin çok-katmanlı olduğu böyle bir dönemde uzun vadeli stratejilerle hareket etmek mantıklı mı?
Eğer uzun vadeli stratejiniz yoksa kaybetmeye mahkum olursunuz. Bu tam da bizim birçok muhatabımızın içine düştüğü durum. Zaman zaman taktik de olsa Rusya’nın uzun vadeli stratejileri var. 2000’li yılların sonuna doğru dünyada istikrar giderek azalırken Rusya’nın ordusunu modernize etmek için büyük yatırımlar yapması bir tesadüf değildi. Şimdi artık herkes bunu niye yaptığımızı anlıyor.

Oyun değiştiricilerin, bir diğer deyişle “siyah kuğu”ların arttığı söyleniyor ki buna iyi bir örnek Türkiye ile ilişkiler. Rusya, ordusuna yaptığı gibi, Türkiye’yle ilişkilerine de çok yatırım yapmıştı; ama tek bir olayla bütün politikamız tamamen değişti, sadece Türkiye’ye değil, tüm bölgeye yönelik.
Ortadoğu çıkmazına/bataklığına girdiyseniz bu tarz şeyler yaşamanız kaçınılmazdır. Rus liderliğinin biraz sakinleşmesini ümit ediyorum. Eğer Türkiye’yle gerginliği azaltmazsak er ya da geç İkinci Kırım Savaşı yaşanabilir ki bu akılsızca olur.
Bu siyah kuğu meselesi değil, ama Türkiye’yi cezalandırdıktan sonra gerilimin yatıştırılmasını düşünmeliyiz. Türkiye büyük oyunun sadece küçük bir parçası, eğer mevcut çatışmada ona çok fazla yatırım yaparsanız kaybedersiniz. 

Diğer bir oyun değiştirici de mülteci krizi. İki yıl evvel tali bir meseleydi. Ama artık AB’nin sadece iktisadi değil, aynı zamanda ideolojik temellerini de sarsıyor. Bu yaşananların ne kadarı Avrupalıların kendilerine olan hayranlıklarının bir sonucu? Biliyorsunuz kendilerinin başkalarına her daim yardım etmesi gereken barışçıl, ilerici vs. bir toplum olduğuna inanırlardı...
Bunu söylemek istemezdim ama Avrupalı komşularımız kaybediyorlar; çünkü AB, postmodern bir büyük yapı. Hayatta kalmasını ve zenginleşmesini/işlerinin yolunda gitmesini isterdim. İç ve dış birçok sebep dolayısıyla AB projesi ciddi bir sıkıntı içinde. Ve maalesef hiç de realist olmayan bir şekilde gerçek dünyaya hiç de hazır değiller. Rusya’nın yüzleşmesi gereken meydan okumalardan biri, zengin ve rahat komşumuzun bu özelliğini kaybedebilecek olması. Hatta dağılabilir de. Milliyetçi veya aşırı solcu hareketler yükselişte. Bu sıkıntıya yol açacaktır.

ABD ve AB ile güvenlik konusunda uzunca bir süredir tartışma içindeydik. Ama artık Avrupa’da güvenlik tanımı giderek değişiyor. Tehdit artık sınırlarında değil, sokaklarında. Bu AB’de güvenliğin tanımını ve ele alınma şeklini değiştirebilir mi?
Öyle olmak zorunda. Ama kendi retoriklerinin ve ideolojilerinin esiri olan mevcut Avrupalı elitler kendilerini realiteye göre yeniden ayarlayabilecekler mi merak ediyorum. Ama bu en az bir on yıl gerektirecek. İşte bu yüzden AB projesinin geleceğiyle ilgili ciddi endişelerim var.

(...) Yaşananların hepsi ABD’nin suçu mu?
Dünyada meydana gelen olumsuz gelişmelerin asıl sebepleri iç problemlerden kaynaklanıyor. Arap istikrarsızlığı %80 iç kaynaklıdır; gerçeklerle hiç de uyuşmayan toplumsal ve demografik süreçlerle alakalıdır.

Amerikan dış politikasındaki asıl problemin karar alıcıların beceriksizliği olduğunu söylemiştiniz. Bu beni şaşırttı; çünkü ABD’nin çok güçlü düşünce kuruluşları, siyaset bilim fakülteleri, çok güçlü diplomatik eğitim programları var. Entelektüel kaliteyle karar almadaki kalitesizlik arasındaki bu uyumsuzluk hakkında ne düşünüyorsunuz?
%90 ABD’nin bilerek dünyayı, özellikle Arap dünyasını ve Avrupa’yı istikrarsızlaştırdığına inanıyor. %10 ise beceriksizliğine ve stratejik yönelim kaybına dayandırıyor. Ben bu azınlık grubundanım. Yetenekli, mantıklı insanlar -ki bunlardan çok sayıda var- yönetici elitten uzaklaştırıldı ve dışlandı. Yaşayan en büyük dış politika düşünürü ve tam bir deha olan Kissenger neredeyse ötekileştirilmiş durumda. Bir tarafta Demokrat kanadın liberal müdahalecileri, diğer tarafta Cumhuriyetçilerin yeni muhafazakarları; her ikisinin de dünyayı algılaması/bakışı son derece tuhaf.

Amerikan Savunma Bakanı Ashton Carter bugünün güvenlik atmosferinin çok dramatik bir şekilde değiştiğini, ABD’nin dünyaya ilişkin yeni bir düşünce ve davranış tarzı geliştirmesi gerektiğini söyledi. Rus ve Çin karşıtı çevreleme politikasını öne sürdüğü bir ortamda ABD’de bu yeni düşünceler ne kadar yeni olabilir?
Ashton Carter realist ekolden. Ama Rusya ile Çin’i aynı anda çevrelemekten bahsetmek çok aptalca ve ABD için çok tehlikeli. Kendilerine tam aksini öneririm; ya her ikisiyle de yakınlaşma ya da birini diğerine karşı oynama, tıpkı geçmişte Kissenger’ın yaptığı gibi. Bu açıklanabilir değil. O yüzden Amerikalı karar alıcı elitlerin beceriksiz/yetersiz olduğu kanaatindeyim.

Rusya’nın ABD Büyükelçiliğindeki görevliler Suriye’ye müdahalemiz başladığında Kremlin’in neyin peşinde olduğunu anlamada ve Washington’a aktarmada çok zorlandılar. Siz Suriye ve geniş Ortadoğu çatışması konusunda kötümsersiniz, gerilimin onlarca yıl süreceğini düşünüyorsunuz. Bu yüzden Rusya’nın karşı stratejiler kadar, hatta ondan daha da fazla, çıkış stratejisinin nasıl olması gerektiği konusunda epeyce kafa yorması gerektiği kanaatindesiniz. Rusya nelere dikkat etmeli?
1. Kara gücü kesinlikle yollanmamalı. 2. Büyük güçlerle kesinlikle çatışılmamalı. Umarım Türkiye’yle bir çatışmadan da kaçınılır. 3. Stratejik akış içinde son derece taktiksel olmamalısınız. Dengeleme önemli. Teröristlerin veya militanların Rus topraklarına sızması engellenmeli. Bu tarz sınırlı hedeflerle ancak, bir zamanlar Sovyetlerin Afgan (ve daha sonra ABD’nin Afgan ve Irak) bataklığına dönüşmesi gibi bir tehlikenin tekrarlanmasını önleyebiliriz. Bu yüzden -bazıları pek de hoşlanmasa da- ısrarla bir an evvel çıkış stratejimizin olması gerektiğine vurgu yapıyorum. Belki bölgede kalmak zorunda kalabiliriz, ama bu bize pahalıya patlamamalı.

Türkiye’yle ilişkiler “riskleri dengeleme vs. sınırlama” stratejisinin iyi bir örneği. Bazı uzmanlar Erdoğan yönetiminin daha önceki hiçbir Türk politikacının girişmediği bir politikaya yöneldiği, yani Rusya’yla aleni meydan okumayı/çatışmayı göze aldığı düşüncesinde. Kremlin için Erdoğan’ın ikinci Saakaşvili haline geldiğini söyleyebilir miyiz?
Yüzyıllardır olduğu gibi Kremlin’in yine duygularıyla değil soğukkanlılıkla dış politikasını yürüteceği ümidindeyim. Bu süreçte Rusya’nın duygularıyla hareket etmeye başladığından biraz endişeliyim. Ümit ederim ki sakinleşiriz. Bu karşılık vermememiz gerekir anlamına gelmez, hatta yaptığımızdan daha sert bir karşılık da verebiliriz. Ama bu duygusal olmamalı.

Bir yazınızda diyorsunuz ki, Rusya’nın kaybedecek hiçbir şeyi yok, ya kazanacak ya da çökecek ve Putin anladığım kadarıyla sonuna kadar savaşacak/mücadele edecek. Bu, Türkiye’nin Erdoğan’ı için de geçerli değil mi?
Türkiye politikasını çok iyi bildiğimi söyleyemem. Ama Türkiye geçmişin Rusya’sına çok benziyor. Birincisi, onları çok da köşeye sıkıştırmamalıyız; zira onların da mücadele/savaşçı ruhları var. İkincisi, sınırımızda bir düşmana daha ihtiyacımız yok, onun davranışlarından tiksinsek dahi. 

Sizce Rusya’nın Türkiye’ye yönelik stratejisi şu anda nedir? Türkiye’yi köşeye sıkıştırıyoruz ama diplomatik ilişkileri kesmiyoruz.
Haini cezalandırıyoruz, bir şekilde yeni bir uzlaşma noktasına geleceği beklentisiyle. Ama bir şekilde kendi kendisini besleyecek daimi/kalıcı karşı karşıya gelme/çatışma haline varmasından korkuyorum. İkinci bir Kırım Savaşına gerek yok. Ama buna girmek zorunda da kalabiliriz.

Türkiye’nin çok önemli bir bölgesel güç olduğu aşikar. Büyük bataklığın/çıkmazın tam da merkezinde yer alıyor. Sadece Suriye ve Ortadoğu olaylarında değil, Rusya olaylarında da etkisi var. Türkiye’yle pragmatik ilişkiler uzun vadede Rusya’nın çıkarına değil mi?
Uzun vadede Türkiye, Almanya, Polonya ve bütün devletlerle ilişkilerde ılımlılık çıkarımıza. Ama bazen sonunda iyi bir ilişkiye kavuşmak için sert bir tavır almak zorunda kalırsınız.

Rusya-ABD ilişkileri için de bu geçerli. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Önümüzdeki yıllarda ABD-Rusya ilişkilerinin yapıcı bir ilişkiye dönüşeceğini hiç sanmıyorum. Amerikalılar üstünlüklerini kaybettiği bir dönemde yeni bir dünya arayışında. Yeni dünyada ne yapacaklarını henüz bilmiyorlar. Vakit alacak. Umarım nihayetinde ABD’de realizm galip gelir, ama bunun yakın zamanda olmayacağı kesin. O yüzden Kremlin’e nükleer kapasitemizi her daim  elde tutmalarını ısrarla ve sürekli tavsiye ediyorum.