“KÜLTÜRÜ BOZULMAYA MAHKÛM OLANLARLA SURİYELİLERDİR, BİZ
DEĞİL”
Z. T. Kor ile röportajın 1. Bölümü: Minber-i Aksa dergisi, sayı 48, 2023, sf. 24-28.
Röportajı yapan: Elif Atabaş
NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html
linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Suriyelilerle 2011’den bu yana birlikte yaşama
tecrübemizi genel olarak nasıl değerlendirirsiniz? Mesela Tandem dil mantığı
veya bir dil kardeşliği projesi ile bizim Arapça onların Türkçe öğrenmesi gibi
bir fayda sağlayamaz mıydık?
Aslında birçok şey yapılabilirdi. Arap dünyasının Türk
kültürüne en yakın halkı Suriyelilerdir. Ülkemize gelenlerin çoğu coğrafi
olarak Suriye’nin kuzeyinden. Yüzyıl evvel aramıza sınırlar çekilene kadar
Suriye’nin kuzeyi ile Türkiye’nin güneyi aynı idari, iktisadi ve kültürel
havzaydı. Halep, Osmanlı’nın Kahire’den sonraki ikinci büyük vilayetiydi ve
bizim Güneydoğumuzun büyükçe bir kısmı idari olarak Halep’e bağlıydı. Yani
sınırın kuzeyi ile güneyi etnik, dini ve aşiret bağları açısından süreklilik
arz eder. Hatta röportaj yaptığım bir Suriyeli genç, Halep lehçesindeki
kelimelerin %30’unun zaten Türkçe olduğundan bahsetmişti. Suriyelilerin
zihinleri Türkiye’ye daha açıktı; ama bizimki kapalıydı, 1998’e kadar siyasi
ilişkilere hâkim olan husumetin ve Arap fobisinin de etkisiyle. 2000’li
yıllarda iki ülke ilişkilerindeki yakınlaşmaya rağmen biz Suriye’yi ve
Suriyelileri hiç tanımıyorduk, hala da öyle. Zihnimizi dolduran olumsuz algılar
ve yanlış bilgiler yüzünden birçoğumuz, ortak projeleri ve kültürel alışverişi
düşünemediğimiz gibi, kültürümüzü bozacaklar zannediyoruz. Suriyelileri
tanımaya çalışsaydık, aramızdaki kültürel benzerlikleri fark edebilirdik. Öte
yandan son 20-25 yıldır küresel popüler kültüre ve tüketim kültürüne dalarak
kendi tercihimizle Türk kültüründen uzaklaştığımızın da farkında değiliz.
İktisaden birbirimizi tamamlayıcı özelliklere sahibiz.
Suriyeliler, bilhassa Halepliler girişimcidir, üretkendir, icatçıdır.
Zanaatkârlık, el becerileri ve sabır isteyen işler, tamircilik gibi alanlarda
iyidirler. Bunlar kendi gençlerimizin uzak durduğu alanlar. Suriyelilerin
girişimciliği ve zanaatkarlığından daha fazla istifade edilebilirdi. Yine kendi
insanımızın uzak durduğu mesela hasta veya çocuk bakımı gibi alanlarda onlara
eğitim verilip istihdam edilebilirdi. Aynı şekilde Arapça öğrenmekte veya geliştirmekte
Suriyelilerden daha fazla istifade edebilirdik. Suriye fasih Arapçanın en iyi
öğretildiği ülkelerdendi.
1990 İstanbul doğumlu bir Suriyelinin benimle paylaştığı
bir hikâyesi, Suriye’yi ne denli tanımadığımıza çarpıcı bir örnekti. Dedi ki “Her
yeni okula kaydolduğumda bir tanışma faslı yaşanır ve ‘Nerelisin?’ diye
sorarlardı, ‘Suriyeliyim’ derdim. ‘Suriye neresi?’ diye sorarlardı, ‘Türkiye’nin
güneyinde’ derdim. ‘Sen Kürt müsün?’ diye sorarlardı, ‘Yok ben Arap’ım’ derdim.
‘Yani Suudi Arabistan’dan mı geldin?’ diye sorular devam ederdi. ‘Ya kardeşim
Suriye’den geldim, Türkiye’nin güney komşusu’ cevabını verirdim. İnanın halkın
bu konudaki genel kültürü çok zayıftı, ilgi ve alakası çok düşüktü.”
Suriyeliler hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar
nelerdir dersek, ilk akla gelenleri söyleyebilir misiniz?
Aslında Suriyeliler hakkında bildiğimiz hemen her şey
yanlış. Mesela, zannedilenin aksine, 12 yıldır devlet tek bir Suriyelinin
kirasını ve faturasını ödemedi, herhangi bir nakdi yardım yapmadı. Başta
Kızılay Kart olmak üzere Suriyelilere yardımlar, Avrupa Birliği veya Birleşmiş
Milletler’e bağlı teşkilatların fonlarından tahsis ediliyor; ama bu fonlar
-egemen bir devlet olduğumuz için- kendi devlet kurumlarımız üzerinden
dağıtılıyor. Halkımız da bunların kendi vergileriyle devlet bütçesinden
karşılandığını zannediyor. Mesela Kızılay Kart, AB finansmanlı bir karttır.
Keza UNICEF ve UNESCO’nun Türk okullarında okuyan Suriyeli öğrencilere
kırtasiye vs. desteği MEB üzerinden dağıtılıyor. Öte yandan devletimiz, kayıtlı
mültecilere ücretsiz eğitim ve sağlık hakkı veriyor.
Kimimiz Suriyeliler işimizi elimizden alıyor diyor,
kimimiz devletin akıttığı parayla ekmek elden su gölden yaşıyor sanıyor; onlara
tembel veya dilenci diyen de var. Halbuki, Türkiye’deki bütün Suriyelilerin %30’dan
fazlası iş piyasasında, buna ilkokul-ortaokul çağındaki çocuklar da dahil; alın
terleriyle çalışıp kendi ayakları üzerinde duruyorlar. Suriyeliler, üniversite
mezunlarımızın değil, fabrika veya inşaat işçisi en alt sınıfımızın işini
alıyor veya kendi insanımızın tenezzül etmediği alanlarda çalışıyor. Kendi
işini kuran da çok.
Ya da neden biz Türkler Suriyelere yardım ediyoruz da
Suriyeliler kendi kendilerine yardım etmiyor deniyor. Oysa hem Türkiye’deki hem
Suriye’deki Suriyelilere yardım için kurulmuş yüzlerce Suriyeli STK var. Ayrıca
Suriye ekonomisi 2021’den bu yana çökmüş durumda; ortalama devlet memuru maaşı
bu sene [2023] başında 20-25 dolara tekabül ediyordu, Temmuz’da 10-15 dolara
düştü. Ülkede çok yüksek bir enflasyon var. Bugün Suriye içindeki nüfusun %90’dan
fazlası fakirlik, yarıdan fazlası da açlık sınırı altında yaşıyor. Mülteci
Suriyelilerin yolladığı paralar sayesinde ayaktalar.
Üniversitelere imtihansız girip Türk öğrencilerin hakkını
yiyorlar deniyor. Halbuki onlar Türk değil, yabancı öğrenci kontenjanından, YÖS
sınavına ve her üniversitenin kendi açtığı sınavlara girerek ve yüksek harçlar
ödeyerek okuyorlar. Bu arada Türk üniversitelerinde lisanstan doktoraya kadar
her düzeyde okuyan Suriyeli öğrenci sayısı 53 bin. Türkiye üniversitelerinde
2021-2022’de ön lisans, lisans ve lisansüstü yerli-yabancı bütün öğrencilerin
8,3 milyon olduğunu dikkate alırsak Suriyeli öğrenci sayısı sadece binde 6’ya
tekabül ediyor.
Kopan diğer bir yaygara da devletimizi ele geçirecekler,
kültürümüzü bozup bizi öz vatanımızda yabancı kılacaklar şeklinde. Halbuki
kültürü bozulmaya mahkûm olanlar Suriyelilerdir, biz değil. 84 milyonluk bir
ülkede 3,5 milyonluk bir nüfusun kültürümüzü bozacağını zannetmek,
Suriyelilerin savaş ve göçle yaşadığı hızlı sosyolojik dönüşümden
habersizliğimizin bir ürün. Göç hareketlerinde sosyolojik olarak ikinci nesil
gittiği ülkenin dilini ve kültürünü; üçüncü, en geç dördüncü nesil de dinini
benimser.
Yine bayramlarda gidebiliyorlarsa demek ki Suriye güvenli
diyorlar. Halbuki 2017’den bu yana bayramlarda sınırı geçen Suriyelilerin
sayısı 30-50 bin arasında. Yani ülkemizdeki Suriyelilerin en fazla %1-1,5’u
bayramlarda Suriye tarafına geçiyor. Bunlar rejim bölgesine gitmiyor, Türkiye’nin
kontrolündeki alanlarda yaşayan akrabalarını ziyarete ediyor. [Rejim bölgesinde
gidişler zaten Türkiye değil, Lübnan üzerinden oluyor.] Bir aile tanıyorum.
Dört erkek çocuğunu dedesi Kilis’e getirmiş; kalan çocuklar, anne ve babasıyla
hemen güneyindeki Azez ilçesinde yaşıyor. Evleri arasında mesafe belki kuş
uçuşu 10-15 kilometredir. Ama bu çocuklar anne-babaları ve kardeşlerini
göremeden büyüdüler, sadece bazı bayramlarda gidebildiler. Kısaca bayramlarda
kitlesel bir gidiş-geliş söz konusu değil.
Türk milleti olarak geçmişimizde bunca farklı
milletten insanı aynı devlet çatısında barındırmış bir mirasa sahip olmamıza
rağmen mültecilere karşı sizce neden ülkemizde bu kadar acımasız hadiseler
oluyor? Benzer örnekler aslında tarihimizde de var mı?
Aslında vardı. Bunun en iyi örneği, savaşlarda alınan
yenilgilerle Osmanlı geri çekilirken Balkanların ve Kafkasların Müslüman
ahalisi kitleler halinde Anadolu’ya ve İstanbul’a sığındı. Buradaki
varlıklarının kalıcılaşması yerli ahaliyi çok rahatsız etmiş; “Ne zaman gidecek
bu bitli muhacirler” tarzında söylemler olmuş. Burada doğmuş ikinci nesilleri
bile dışlanmaya devam etmiş. Dışlamacılık sadece dışarıdan gelen ‘yabancı’ya
karşı da değil. Size çarpıcı bir örnek vereyim. İstiklal Savaşı sırasında
Aydınlıların Yunanların saldırılarından kitlesel kaçışında babaannem, yetim
kalan iki küçük çocuğuyla birlikte, Büyük Menderes Nehri’nin bir tarafından
öbürüne geçmiş. Nehrin öbür tarafındaki varlıkları beklenenden uzun sürünce
buradaki ahali “On günler yetmedi, bitli muhacirler gitmedi” diye söylenmeye
başlamış. Halbuki nehrin iki tarafındakiler de Aydınlı. Keza şu an
depremzedelerimizi sığındıkları yerlerde bağrına basanlar olduğu gibi kötü
muameleyle kaçırtanlar da oldu. Mesela Mardin’de KYK yurdunda kalan Malatyalı
bir hanım, bana sığındıkları kendi akraba evinden artık yeter diye birkaç hafta
sonra nasıl kovulduğunu ağlayarak anlatmıştı. Uzayan her misafirlik, yakın
akraba bile olsa, ev sahibini rahatsız eder. Zihinlerimize yerleşik Arap
husumeti ve korkusu da Suriyelilere yönelik olumsuz algıyı ve muameleyi artıran
bir etken. Öte yandan 2015’te Lübnan’dan İstanbul’a sığınmış Suriyeli bir hanım
bana “adeta cehennemden cennete geldik” demişti. Lübnan başta olmak üzere başka
ülkelere sığınan Suriyeliler, bizdekinden çok daha acımasız muamelelerle
karşılaşıyorlar.
Özelikle Güney illerimizde ikamet eden
Suriyelilerin bize sığınmadan önceki sosyo-ekonomik durumu nasıldı? Ayrıca
Suriyeliler bize yük algısı yayılmaya çalışılıyor. Suriyelilerin Türkiye
ekonomisine katkısı yok mu?
Resmi verilere göre gelenlerin %60’ı Halep kökenli. Halep
tarihte İpekyolu’nun üzerinde olup tüccarlık adeta Haleplilerin genlerine
işlemiştir. Savaştan evvel Suriye’nin en kalabalık vilayeti ve iktisadi
merkeziydi. Halepliler ya girişimci, sanayici ve tüccardı ya zanaatkardı ya da
fabrika işçisiydi. Orta sınıftan ziyade, nüfusu üst veya alt tabakadandı.
Girişimci ruha sahip Halepliler Gaziantep başta olmak üzere güney illerimize
çok fazla yatırım yaptı. Zaten Halep’in fabrikalarının çoğu savaş yüzünden Antep’e
taşındı. Tekstilden halıcılığa, gıdadan inşaat malzemesine kadar çok çeşitli
alanlarda fabrika ve üretim tesisi kurdular, ihracat yapıyorlar. Türkiye’ye göç
genelde kuzeyden olduğu için Halep kırsalı, Haseke ve İdlib’den ziraat ve
hayvancılıkla uğraşanlar da geldi. Yatırımcılar, zanaatkarlar, fabrika işçileri
ve çiftçiler bizim de iktisaden ihtiyaç duyduğumuz kesim.
Öte yandan işadamlarımız maalesef ki Suriyelileri
sigortasız ucuz işçi olarak çalıştırıyor ve bu şekilde üretim maliyetlerini
düşürüyorlar. Hiç farkında değiliz ama ülkemizdeki Suriyeliler ve diğer bütün
göçmenler ülkelerine yollansa birçok alanda ya üretim duracak ve fabrikalarımız
kapanacak ya da ürünlerin fiyatları fırlayacak. Ayağımıza giydiğimiz
ayakkabıdan üzerimizdeki kıyafete ve midemiz giren gıdaya kadar hemen her
alanda Suriyelilerin ve diğer göçmenlerin ucuz emeğini tüketiyoruz.
Güney illerimizdeki vatandaşlarla akrabalık bağları
olan Suriyelilerin oranı biliniyor mu?
Bunu bilmek mümkün değil. Sınır mesela Nusaybin ile
Kamışlı gibi bazı ilçelerin, kasabaların ortasından çekildiği için aileler
bölünmüş. Öte yandan Cumhuriyet’in ilk dönemi güney illerimizden başta Kürt
nüfusumuz olmak üzere Suriye’ye epeyce çok göç olmuş. Son on yılda onların
torunları Türkiye’ye geri döndü. Şapka kanunu, tekke ve zaviyelerin
kapatılması, dinî eğitime konan engeller, Şeyh Sait İsyanı vs. nedeniyle çok
sayıda alim, mutasavvıf ve müderris sınırın diğer tarafına -kendi deyimleriyle-
hicret etmiş, Anadolu’da kapatılan medrese ve tekkeleri Suriye’de açmış. Dinî
ilim almak isteyen gençler de Suriye’ye gidip orada kalmış. Başkent Şam’da
Hayyu’l-Etrak ve Hayyu’l-Ekrad diye anılan Türk ve Kürt mahalleleri olduğunu
biliyor musunuz?
Neden mülteci değil de sığınmacı diyoruz? Geçici
korumanın kapsamı nedir?
Anadolu tarihten beri göç yolları üzerindedir. Bu yüzden
Türkiye, mültecilerle ilgili uluslararası sözleşmelere coğrafi çekinceyle imza
koymuştur. Buna göre sadece Avrupa Konseyi ülkelerinden gelenleri mülteci
olarak kabul ediyoruz. Suriye’den gelenlere ise geçici koruma statüsü verildi.
Buna göre Türkiye, gelen Suriyelilerin yiyecek, barınma ve güvenliğini sağlama
sorumluluğunu üstleniyor; ama hukuki veya idari herhangi bir sorumluluk
almıyor. Statü adı üstünde geçici olduğu için teorik olarak Türkiye istediği
anda korumayı kaldırabilir; ama pratikte bunu yapamaz. Çünkü biz Suriyelileri
mülteci olarak kabul etmesek de, uluslararası hukuka göre savaş yüzünden canı
tehlikede olduğu için yurtdışına çıkmış Suriyeliler mülteci konumundadır;
ülkelerine zorla geri gönderilemezler, bu bir suçtur. Ama tabii gönüllü geri
dönüş belgesine zorla imza attırılarak ülkesine yollanan çok fazla Suriyeli
var.
Türkiye maddi, manevi, hukuki ve akademik olarak bu
göç sürecine ne kadar hazırdı? Son 10 yılda bu alanlarda ne gibi gelişmeler
yaşandı?
Türkiye bu sürece hiç hazır değildi. 2003’te üniversite
son sınıfta İnsan Hakları Hukuku dersi almıştım. Bu ders için ödev olarak bir
arkadaşımla birlikte mülteci hukuku konusunu seçmiştik. Kaynak ararken şok
olduk; çünkü Türkiye’de mülteci hukuku alanından akademide yazılmış Kemal
Kirişçi’nin iki makalesi dışında kaynak yoktu. BMMYK’yla iletişime geçip
onlardan kaynak istedik; koca bir kutu dolusu İngilizce kitabı evimize kargoyla
yolladılar.
Cumhuriyet tarihi boyunca defalarca kitlesel göç aldığımız
halde mültecilerle ilgili 1934 tarihli İskân Kanunu’ndan sonra ilk yönetmelik,
düşünün, 1994’te çıktı. Ve bu İltica Yönetmeliği ciddi problemler içerdiğinden
zannedersem 2006’da düzeltmeler yapıldı. Hukuki alanda hepsi bu kadar. 2013’e
kadar ülkemize sığınan Suriyeli sayısı henüz az olduğundan idare edildi. Ama
2014’te sığınmacı sayısı bir anda artınca İçişleri Bakanlığına bağlı Göç
İdaresi Başkanlığı kuruldu. Öte yandan her türlü hazırlıksızlığımıza rağmen
süreci diğer ülkelere kıyasla aslında çok daha iyi idare ettik. Bu arada AB’nin
göç ve mültecilerle ilgili hukuki düzenlemeleri olduğu halde 2015’te bir milyon
Suriyelinin göçüyle Avrupa ülkeleri dumura uğradı ve siyasetleri altüst oldu.
Hükümetleri, liderleri devirdi bu konu.
Kayıtlı Suriyeli sayısı ülkemizde ne kadar? Erkek,
kadın ve çocuk oranları nasıl? Bunların ne kadarı vatandaşlık almış̧ durumda?
Yıl yıl ülkemizdeki Suriyeli sayısını vermek daha anlamlı
olabilir: 2012’de 14 bin (2012’nin ortalarında Halep’te savaş başlıyor), 2013’te
226 bin, (IŞİD’in kuzeyde yayılmasıyla birlikte) 2014’te 1,5 milyon, (Rusya’nın
rejim lehine savaşa müdahalesi ve Halep’i vurmasıyla) 2015’te 2,5 milyon, 2016’da
2,8 milyon, 2017’de 3,4 milyon; 2018-2022 arası 3,6-3,7 milyon; 2023’te 3,5
milyon. (Ülkemizde 100 bin kadar da ikamet izniyle yaşayan Suriyeli var.)
2017’den sonra göçmen akını önemli ölçüde durdu. Çünkü
Türkiye 2016 Ağustos’unda Fırat Kalkanı Operasyonu’nu başlatıp 2017’de kontrol
altına aldı. Bundan sonra yerinden olanları sınırın güneyinde kurduğu kamplarda
tutarak Türkiye’ye gelişlerini çok büyük ölçüde durdurdu. Ayrıca 2017’de
Türkiye’deki bütün mülteciler adrese kayıtlı hale getirildi.
Resmi verilere göre Türkiye’de toplam yabancı nüfus 5,5
milyon olup bunun 3,4 milyonu geçici koruma statüsündeki Suriyeli. Bunlardan
1,8 milyonu erkek (%53), 1,6 milyonu kadın (%47); yani erkeklerle kadınlar
arasındaki fark sadece 174 bin. 10 yaş altı nüfus 989 bin (%29), 15-24 yaş
arası 655 bin (%18). Suriyelilerin %98’i şehirlerde yaşıyor. Mülteciler Derneği’nin
internet sitesinde “Türkiye’deki Suriyeli Sayısı Temmuz 2023” başlığı altında
ayrıntılı verilere ulaşabilirsiniz.
11 yılda 3,5 milyon Suriyeliden sadece 223 binine (%6)
vatandaşlık verildi (19 Aralık 2022 verisi); bunların 127 bini reşit, 97 bini
çocuk. Bunların birçoğu da Suriye’nin Türkmenleri. Şunu bilmek lazım; geçici
koruma statüsündekilerin T.C. vatandaşı olma hakkı yok. 2013 Geçici Koruma
Yönetmeliği’ne göre “Türkiye’de yaşamak, vatandaşlık başvurusu yapma hakkını doğurmaz.”
Hatta Türkiye’de doğan Suriyeli çocuklar da geçici koruma statüsünde. Normalde
yabancılar şu üç kriterden birini karşıladığında vatandaşlık elde edebiliyor:
(i) Türklerle evlilik yapma, (ii) Türkiye’de ikamet izniyle kesintisiz en az 5
yıl yaşama, (iii) belli miktarda yatırım yapma. Geçici koruma statüsündeki
Suriyeliler ise her üç kriteri aynı anda sağlasa bile vatandaş olamıyor. Onlara
‘istisnai vatandaşlık’ imkânı sunuluyor. Buna da Suriyeliler başvuramıyor;
devlet, kendi uygun gördüğü kişilere teklif ediyor. Kimlere? Türkiye’ye sanayi
tesisi getirenlere; bilimsel, teknolojik, ekonomik, sosyal, sportif, kültürel,
sanatsal alanda olağanüstü hizmet yapan veya yapacağı düşünülenlere.
Vatandaşlık için temel kıstas ülkemize fayda sağlama.
Suriyeliler geldikten sonra suç oranları arttı mı? Türkiye-Suriye sınırında
duvarlar hangi yıl ve neden örüldü?
Sınıra beton duvar örülmesi, ilk kez Ocak 2016’da Hatay’ın
Yayladağ ilçesinden başladı; 2021 itibarıyla 837 km’lik duvar tamamlandı.
Ayrıca sınırda 24 saat kontrol sağlayan birçok elektronik aksam var. Şu an
Türkiye’ye kaçak giriş çok zor. Sınırdan girmeye çalışırken hayatını
kaybedenler bile var. Eğer bu iş kolay olsaydı sınırın hemen öte tarafında
kurulu çadırlarda yıllardır sefil bir hayata mahkûm kalan yüz binlerce Suriyeli
çoktan ülkemize girmiş olurdu.
Suç oranlarına gelirsek, mülteciler konusunda uzman
Türkiye’deki en önemli akademisyenlerden Prof. Dr. Murat Erdoğan’ın Habertürk’te
Afşin Yurdakul’un programındaki sözlerini aktarayım: “Türklerin Suriyelilerden
4 temel korkusu vardı: işimi alacaklar, suç artacak, kimliğimiz bozulacak, kamu
hizmetleri kötüleşecek. İlk ikisi yani işimi alacaklar ve suç artacak korkusu,
Suriyeliler bu konuda çok dikkatli davrandığı için gerçekleşmedi. Aşırı yoğun
oldukları yerler dışında Suriyeliler kendi ayakları üzerinde durmayı
başardılar. Çatışmasız ve sorun yaratmadan yaşama gayreti ile toplum huzurunu
bozacak eylemlere girişmediler.” Resmî veriler de bunu doğruluyor.
Misafir olduğunuz, hukuki
güvencenizin olmadığı ve her an sınır dışı edilebileceğiniz bir ülkede suç
işler misiniz? Suç işleyenler cezasını çektikten sonra sınır dışı ediliyor. Türk
halkının suç oranı Suriyelilere kıyasla katbekat fazla. Suç kapsamındaki
şeylerin bir kısmı buranın hukukunu bilmedikleri için. Türkiye’de suç işlediği
için sınır dışı edilen Suriyeli sayısı son 6 yılda 19.000 kadar. Bu suçların
hepsi adi suçlar da değil. Trafik kazası yapan, 18 yaş altı evlilik, karı-koca
kavgası, komşuların şikâyeti, Suriyelilerin kendi aralarındaki problemlerden de
kaynaklanıyor. Ebeveynler yanlışta ısrar eden çocuklarına geri adım attırmak
için ceza vermekten bile ya hapse atılırsak diye korkuyorlar. Fakat zaman zaman
Esed’in ajanları kasıtlı olarak ortalığı karıştıracak provokasyonlar
yapabiliyor.
“KÜLTÜRÜ BOZULMAYA MAHKÛM OLANLARLA SURİYELİLERDİR, BİZ
DEĞİL”
Z. T. Kor ile röportajın 2. Bölümü: Minber-i Aksa dergisi, sayı 49, 2024, sf.42-49.
Röportajı yapan: Elif Atabaş
Suriye’de savaş̧ neden
bitmiyor? Ya da şöyle soralım: Suriye’deki savaş ne zaman Suriyelilerin savaşı olmaktan
çıktı?
Suriye Suriyelilerin elinden, küresel
ve bölgesel güçlerin yerel güçler arasında patlak veren çatışmalara
müdahalesiyle birlikte daha 2012’de çıktı. 2019-2020’de -kuzeybatı cephesi
hariç- fiili savaş bitti ama sosyo-ekonomik hayatta kalma savaşı başladı.
Suriye iktisaden çökmüş durumda; savaş yüzünden tarım ve sanayi alanında ne
altyapı ne de üretim kaldı. Bu arada 2020’den bu yana çatışmalar dindi; çünkü hem
Astana sürecinde İran, Rusya ve Türkiye hem de Rusya ile ABD arasında varılan anlaşmalar
sonucu de facto (fiili) bölgeler oluştu. Buna göre, rejimin bölgesi İran
ve Rusya’nın, SDG’nin bölgesi Amerika’nın, muhaliflerin bölgesi de Türkiye’nin
kontrolünde. Dolayısıyla dış güçler içerideki yerel aktörlerin savaşmasını
engelliyor. Ama bu demek değil ki Suriye meselesi çözüldü. Ortada siyasi çözüm
namına kaydedilmiş tek bir ilerleme yok. Bu arada Suriye’nin iktisadi
kaynakları SDG bölgesinde; rejim SDG ile bir tür anlaşma yapıp Fırat’ın
doğusunu doğrudan veya dolaylı kontrol altına almadan iktisaden ayakta kalamaz.
Suriye iktisadi açıdan savaş
dönemindekinden çok daha beter durumda. Suriye halkının bugün yüzde 90’dan
fazlası fakirlik sınırı altında yaşıyor. En kötü hayat şartları rejimin
kontrolündeki bölgede. 2023 başında devlet memurlarının aylık maaşı 20-25 dolar
bandındayken bu yaz 10-15 dolara indi; üstelik geçmişte rejimle ilişkileri
kesen ülkeler ve örgütlerin birçoğu, ilişkileri yeniden kurduğu halde. 10 dolarla
bir aile geçindirilebilir mi? Yine savaşın hiç girmediği şehir merkezleri hariç
rejimin bölgelerinde doğru düzgün elektrik, su, yakıt, ilaç yok; sağlık ve
eğitim sorunları çok. İnsanlar ya yurtdışındaki mülteci akrabalarının yolladığı
paralarla yahut insani yardımlarla veya dilenerek ayakta durmaya çalışıyor. Türkiye’nin
kontrolündeki alanda ise durum, iktisaden sadece bir tık daha iyi, o kadar.
Uzun süren savaş ve yersiz-yurtsuz olma halinin
toplumları sürüklediği
ahlaki çöküntüden bahsedebilir misiniz?
Savaşlar ahlak üretmez. Adam
öldürmek, yaralamak, adam kaçırmak ve alıkoymak, işkence yapmak, mülkü yağmalamak
ve ele geçirmek, insanları zorla tehcir etmek gibi normalde suç sayılan fiiller
savaşlarda mubah, hatta ‘meşru (!)’ hale gelir ve yaygınlaşır. Dolayısıyla
savaşın kendisi insanoğlunun ahlakını tüketir ve bu fiiller uzun süre devam
ettiğinde davranışlara yerleşir. Şu an savaş dindi ama savaş sırasında
kazanılan kötü alışkanlıkların tamamı devam ediyor. Milisler birer çeteye dönüştü.
Ekonomik kriz altında hem milislerin hem de resmî güvenlik görevlilerinin maaşı
çok düşük olduğundan fidye için adam kaçırma ve öldürme, mülklere el koyma,
işkence, hırsızlık, gasp, yağma, kaçakçılık vs. devam ediyor. Dolayısıyla
siviller için emniyetsizlik hali sürüyor. Yine her savaş bölgesinde fakirlik
arttıkça fuhuş da artar. Bu arada rejimin muhaliflerle savaşta kullandığı
yöntemlerden biri sistematik tecavüzdü. Çocukları buna maruz kalmasın diye
Türkiye ve başka ülkelere sığınan birçok Suriyeli aile oldu. Ekonominin çöktüğü
bir ortamda rejimin ana gelir kaynağı uyuşturucu üretimi ve kaçakçılığı. Suriye
şu an dünyanın en büyük uyuşturucu üreticilerinden biri olup hem bütün bölgeye
ihraç ediyor hem de içeride kendi halkını bağımlı hale getiriyor. Hem rejimin
hem de muhaliflerin bölgesinde bir sürü uyuşturucu bağımlısı genç var.
Savaşın ilk yıllarında doğudaki
vatandaşlarımız oldukça özverili şekilde mültecilere kucak açmıştı. Fakat sonra
bu sürecin çok uzaması, kontrolsüzlük ve plansızlıkla işin yönetilemez bir
boyuta ulaşması, sahada bulunan görevliden bölge halkına kadar herkeste bir
bıkkınlık oluşturdu diyebilir miyiz?
Evet, diyebiliriz. Bu arada uzun
süren misafirliği kimse sevmez. Savaş yüzünden yaşanan göçlerde ev sahibi
toplumlar önce merhamet duygusuyla kucak açarlar, geleni kabullenip bağırlarına
basarlar. Varlıklarının geçici olduğunu, geri döneceklerini düşünürler
(göçenler de başta böyle zannederler). Ama bu süreç uzadığında, kalıcı olacakları
fark edildiğinde iş değişir. Yine maddi etkiler de bir rahatsızlık kaynağına
dönüşür. Mesela arz-talep dengesinin bozularak kira fiyatlarının yükselmesi,
hastanelerden randevu almak isteyen hasta sayısının artışıyla bekleme süresinin
artması, alt sınıfların çalışma alanlarına Suriyelilerin ucuz işgücü olarak girmesi
gibi. Yine mesela okullardaki öğrenci sayısının artışı, gelen mülteci
öğrencilerin Türkçe bilmemesi ya da az bilmesi ve dersleri anlayamaması
yüzünden eğitim kalitesinin düşmesi gibi nedenler de huzursuzluğa yol açan
faktörlerden. Özellikle Güneydoğu’da çok daha yaygın olan Suriyelilerin ikinci-üçüncü
eş olma vakaları ve aile içi huzurun bozulması da kadınların mültecilerden
nefret duymasını tetikledi. Belediyelere bütçeler her ilin ve ilçenin Türk
nüfusuna göre ayrılıyor, ilave mülteci nüfus hesaba katılmadığından
belediyelerin hizmet kalitesi düşüyor ve bu da özellikle sınırda fazlaca
mülteci nüfusa ev sahipliği yapan illerin sakinlerini rahatsız ediyor. Yani
meselenin birçok boyutu var.
Öte yandan burada öfkenin -en
azından bazı durumlarda- yanlış yere yöneltildiği kanaatindeyim. Suriyeler kötü
evlerde yüksek kiralara oturmayı kendileri mi seçti, yoksa ev sahiplerimiz mi
durumu istismar etti? Ya da üç kuruşa, sigortasız çalışmayı Suriyeliler mi
istedi, yoksa iş adamlarımız mı onların mağduriyetini sömürdü? Sorunların
ağırlaşmasında kendi yaptıklarımızın veya yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın
da etkisi olduğunu unutmamak gerek. Bu arada daha baştan göç politikasını
planlı programlı yürütebilseydik bazı problemler ortaya çıkmaz veya çıksa bile
etkisi az olurdu.
Yönetmen Andaç̧ Haznedaroğlu
Misafir filminden sonra “bir film çektim hayatım değişti” dedi. Bu kadar
yıllık şahitliklerinizden sonra, sizi en çok etkilen bir olayı anlatır mısınız?
15 yıla mahkûm olan Şam Kırsalı’ndan
dul bir hanım vardı. 2014-2015’te iki sene hapis yatmış. Sonra 3 milyon Suriye
lirası gibi çok yüksek bir kefaletle hapisten çıkmış ve bir ay sonra yeniden
tutuklanacağı haberini alınca mecburen üç çocuğuyla Türkiye’ye sığınmış.
Türkiye’ye doğru kaçarken güvenlik güçleri baba evine gelip kadının teslim
olmasını istemiş. Babası “Kızım nerede bilmiyorum” deyince güvenlik güçleri anne-babasını
zorla arabaya bindirip Lübnan sınırına bırakmış. “Allah’tan Lübnan’da kardeşim
vardı, anne-babam onun evine yerleşti” dedi. Dokuz kardeş olan bu hanımın
kardeşleri savaşın ilk yıllarında farklı ülkelere dağılmış. Annesinin ve ağabeyinin
kahırdan öldüğünü söyledi. Vatan hasreti yaşayan babası “Beni vatanıma götürün”
diye sürekli ağlıyormuş. “Geri dönmemiz imkânsız; evimiz bombalanmış, hiçbir
şeyimiz kalmadı” dedi. Dinlediğim en sarsıcı savaş ve göç hikâyelerinden
biriydi. Hapishanede yaşadığı işkenceleri anlatırken kötü oldu, yarım bıraktı.
Kilis’te yaralı bakımevine gittiğimde
beş yıldır kanser tedavisi gören bir Suriyeli hanımla tanıştım. Suriye’nin
kuzeyinde çadır kampta yaşayan 9-18 yaş arasında 7 çocuğu varmış ve onlara
bakan eşi 3 sene evvel vefat etmiş. “Çocuklarına şimdi kim bakıyor?” diye
sordum; “Hiç kimsem yok ki. Allah’a emanetler” dedi. Düşünün, kadın Türkiye’ye
tedaviye geldiğinde çocukları 4-13 yaş arasında! Geri dönse bir daha Türkiye’ye
girme hakkı olmadığı için mecburen burada kalmış. Geçen sene Kilis’te vefat
etti. Çocukları ne halde kim bilir…
Yine Kilis’te felçli bir hanımla
tanıştım. Müdürlüğünü yaptığı ortaokulda öğrencileri hafızlık icazet töreni
için toplandığında Rus uçakları okulu bombalamış. 70 öğrencisi paramparça
hayatını kaybetmiş. Yeni evlendiği eşi ölmüş. Kendisi görme yetisini kaybetmiş
ve felç kalmış. Bana şöyle dedi: “Tepemize düşen bombayla sıhhat ve afiyetim,
işim, yuvam, eşim, emniyetim, yürüme ve görme yetim, huzurum, her şey gitti.” Bir
bombayla hayatı geri dönemeyecek şekilde değişen milyonlardan sadece biriydi.
Bunlar gibi bir yığın hikâye
dinledim. Beni en çok etkileyen ise başlarına gelen onca acı olayı anlattıktan
sonra “Her halimize hamdolsun” demeleriydi.
Savaştan evvel bir Suriyeli
memleketinde bir gününü nasıl geçirirdi?
Çalışma saatleri, sosyal aktiviteleri nasıldı? Kadınlar çalışma hayatında ne
kadar vardı? Neden bize çok rahat insanlar gibi geliyorlar ve bunca yaşadıklarına
rağmen gülebilmelerini biz neden garipsiyoruz?
Çok rahat insanlar; çünkü
Akdeniz halklarının geneli rahattır, sadece Suriyeliler değil. Bir de
diktatörlüklerde en ufak bir eleştiri bile tutuklanmaya yol açtığı için
toplumda mizah ve ince espri çok gelişmiştir. Mizah insanların kendini ifade
biçimidir… Suriye halkı evinde oturabilen bir halk değildi; misafirliğe
gitmeyi, misafir ağırlamayı ve sokakta gezip tozmayı çok severdi, hayatın
tadını çıkarmasını bilirlerdi. Suriye’de mesai saatleri kısaydı; dolayısıyla
ailesinin geçimini sağlamaktan sorumlu erkekler işten erken çıkarlar, ama memur
maaşı kalabalık bir ailenin geçimine çoğu zaman yetmediği için genelde taksi
şoförlüğü, esnaflık, zanaatkârlık gibi ilave işler yaparlardı. Ardından gece
geç saatlere kadar ailecek gezerlerdi. Tabii böyle bir hayat tarzına biz
Türkler alışkın değiliz, garipsiyoruz. Bir de savaş bölgesinden gelenlerin
sürekli acıyı yaşamasını, yas tutmasını istiyoruz ama ömrünü böyle geçirenler
delirirler ve fiziki sağlıklarını da yitirirler. Gülebilmek, uzun savaşlar ve yıkıcı
felaketler yaşayanlar için bir emniyet supabıdır.
Kadınların çalışmasına gelince,
başkent Şam dışındaki şehirlerde kadınlar çalışmazdı, hatta kadının çalışması çok
ayıptı. Şam’da da kadınlar sadece öğretmen, doktor veya devlet memuru olarak
çalışırdı. Fabrikada çalışmak, evlerde temizlikçilik yapmak vs. mümkün değildi.
Kadının temel görevi iyi bir eş, anne ve ev hanımı olmaktı. Tabii bu anlayış,
Türkiye’de ve Batı’ya gidenlerde mecburen değişiyor. Zorlu hayat şartları ve
ülkemizde orta yaş ve üstü erkeklerin kolay kolay iş bulamaması nedeniyle
özellikle büyük şehirlerde kadınlar da çalışmaya başladılar. Gündelik temizlik
yapanların utançlarından işlerini gizlediklerine şahit oldum.
Asker ocağı bizde kutsaldır. Suriyelilerde
de bu geçerli mi?
Geçerli değil; çünkü Suriye’de mezhepçi
bir ordu var. Askerlik herkese zorunludur; ama subay kadroları, özellikle üst
komutanlıklar Nusayri azınlığın kontrolündedir. Suriyelilere ordu dendiğinde zihinlerinde
ne uyandığını sorduğumda şunları söylediler:
Birincisi, “Suriye ordusu
gençlerin haysiyetini yerle bir etmek içindir. Devletin ‘Ben her şeyim, siz bir
hiçsiniz’ diye varlığını benliğimize kazıdığı yerdir. Askerlik adeta zillet
halidir; sürekli aşağılanır, kötü muamele görürsünüz.”
İkincisi, “Ordu, komutanların
cebini doldurma, subayların çalıp çırpma yeridir; çünkü her şey para kazanma
vesilesidir. İnsan gibi muamele görmek, düzgün yemek ve uyumak istiyorsanız
rüşvet vermek zorundasınız. Eğer paranız yoksa kurtlu ve iğrenç yiyecekler
yemeye, yağlı ve kirli çaydanlıklardan çay içmeye mahkûm olursunuz.”
Üçüncüsü, “Askerde ibadet
yasaktır; namazı ve orucu unutmak zorundasınız. Gizli namaz kılıp oruç tutarken
fark edilirseniz ceza alır, hapse bile atılırsınız ve hapiste her türlü
işkenceyi görürsünüz. Ramazan’ın ilk günü en ağır talimleri yaptırırlar. İbadet
ettiği fark edilen subaylar da genellikle emekli edilir.” Ellili yaşlarında bir
Suriyeli beyefendi de askerlik yıllarını anlatırken “Subaylar içip içip bize
hakaret eder, kutsallarımıza dil uzatırdı” dedi.
Dördüncüsü, Suriye ordusunun
mezhepçi-ideolojik karakteri. Suriye rejimi ve ordusunun kilit kademelerinde
yüzde 10’luk Nusayri azınlık hâkim. Tabii ki orduda kat kat fazla sayıda Sünni
subay var; ancak terfi almak isteyen Sünni subayların rejime sadakatlerini
ispat için askerlere bazen Nusayri mevkidaşlarından daha beter davrandığı da söylendi.
Ordu, resmî Baas ideolojisinin aşılandığı ve Nusayri azınlığın devletteki
varlığının teminat altına alındığı yerdir.
2016’da otuzlu yaşlarında Şamlı bir
hanımefendi de şunu söylemişti: “Siz askere uğurlarken kutlamalar yapıyorsunuz.
Şaşırıp kalıyoruz. Biz orduya kardeşimizi, oğlumuzu yollarken hüngür hüngür
ağlardık.”
Aile içi değişen rolleri nasıl
değerlendirirsiniz? Suriyeli eşlerin birbiriyle ve ebeveynlerin çocukları ile
ilişkileri Türkiye’ye geldikten sonra gözlemlerinize göre nasıl etkilendi?
Evinin geçimini sağlamayı temel
görevi addeden ve hanımlarını çalıştırmayı ayıp sayan orta yaş ve üstü erkeklerin
birçoğu, ne kadar nitelikli olurlarsa olsunlar, işlevi olmayan âtıl kimselere
dönüştüler; çünkü ülkemizde daha ziyade genç erkekler ve kadınlar iş
bulabiliyorlar. Kendileri işsizken hanımlarını veya çocuklarını çalıştırmak
zorunda kalmaları çok ağırlarına gitti. Veya aile reisinin çalıştığı halde
kazancının yetmemesi de bir problem. Aile içi kavgaların ve boşanmaların
çoğunun maddi imkânsızlıklardan kaynaklandığını bana söylediler.
Büyük şehirlerde kadının rolü
değişti. Bazıları sosyal ve ekonomik hayatta çok daha etkin olmak, ailesini
geçindirmek zorunda kaldı. Kendi ayakları üzerinde durabilir hale gelen kadınlar
zamanla özgüven kazandı, daha özgürce hareket etmeye başladı. Bu da eşlerinin
sindirmekte zorlandığı bir husustu. En büyük zorluğu, eşleri savaşta ölen veya
hapiste yatan kadınlar yaşıyor; çocuklarına hem annelik hem babalık yapmak
zorundalar; ama iki görevi de doğru düzgün yapamamanın psikolojik ezikliğini yaşıyorlar.
Ebeveyn-çocuk ilişkisi de hepsinde
değil ama bazı ailelerde değişmeye başladı. Lise çağına gelen bazı çocukların
ebeveynine saygısının azalması ve -özellikle maddi ihtiyaçları karşılayamayan- babanın
otoritesini yitirmesi, Türkiye’ye ve Batı’ya göç eden ailelerde daha fazla. Ülkemizde
maddi durumu kötü çok fazla Suriyeli aile var. Dört yıl evvel yaptığım
röportajda bir anne, “İlkokula giden oğlum günde sadece 1 TL istiyor, onu bile
verecek durumumuz yok; arkadaşlarının kantinden alıp yediklerinden canı
çekiyor, ama alamıyor” demişti ağlayarak. Bazı çocuklar, cep telefonu yok diye
sınıf arkadaşları dalga geçtiği için maddi zorluk içindeki ebeveynine “Cep
telefonu almazsanız okula gitmeyiz” diyorlar.
Röportaj yaptığım bazı
ebeveynler şöyle demişti: “Eskiden ebeveyne itaat vardı, çocuklarımız
istediğimizi yaparlardı; şimdi sürekli itiraz ediyorlar, asabileşiyorlar,
yanlışta ısrar ediyorlar, isyankârlar. Okuldaki Türk arkadaşlarına özeniyorlar…
Ne maddi bakımdan taleplerini karşılayabilir durumdayız ne de İslami-ahlaki
bakımdan bunları hoş karşılayabiliriz. Ama çocuklarımız bizi polise şikâyet
eder de başımız belaya girer mi korkusuyla susmak zorunda kalıyoruz.”
Biz hep Suriyeliler mahallelerde
ve okullarda düzeni bozdu, çocuklarımızın ahlakını etkiledi diyoruz. Onların da
tam tersi yönde serzeniş ve hikâyeleri var mı?
Aslında göçlerde göç edenin hayatı değişir, ev
sahibi ülkenin vatandaşlarının değil veya bazı değişimler olsa bile bunlar
göçmenlerinkiyle kıyas bile edilemez... Suriyeli ebeveynlerin az evvel
bahsettiğim serzenişini biraz daha açayım. Mesela Suriyeli öğrenciler okullarda
mevcut halleri, davranış şekilleri ya da kıyafetleriyle Türk arkadaşları
tarafından küçümseniyor, dalga geçiliyor. Kimisi kulak tıkayıp içe çekiliyor;
ama kimisi dalga geçilmemesi için Türk gençler gibi yaşamak, giyinmek, gezmek
istiyor. Bu taleplerin bazıları ahlaken onların kabullenebileceği şeyler değil…
Bu arada değişen sadece çocuklar da değil. Mesela Türkiye’de yabancılara
sokaklarda laf atmalar ve saldırılar yüzünden mülteci olduğu anlaşılmasın diye
tesettür şeklini değiştiren veya başını açan Suriyeli kadınlar var. Batı’da da
öyle.
Yine Suriyeli anneler,
çocuklarının okuldaki akranlarından “Sana ne?”, “Off ya”, “İstediğimi yaparım”
gibi sözleri öğrenip kendilerine söylemelerinin şokunu ve üzüntüsünü
yaşıyorlar. Çünkü Suriye’de anne hakikaten kutsaldır, en ufak bir ters söz
söylenmez; ebeveyn sözü dinlenir, özellikle annenin rızasını almak ve gönlünü
hoş tutmak son derece önemlidir. Yani burada Suriyelilerin de ahlakı ve
değerler sistemi değişiyor.
Bu arada ben Suriyelilerle
yaptığım röportajlarda toplum olarak kendi kültürümüzden ne kadar uzaklaşmış
olduğumuzu yakinen gördüm. Hem Türk hem de İslam kültüründe anne-babaya itaat,
büyüklere saygı, akraba ilişkileri, misafir ağırlamak, ikram etmek, komşu hakkı
gibi -en azından büyük şehirlerde- yitirdiğimiz veya yitirmekte olduğumuz
değerlerimiz ve kültürümüz Suriyelilerde hala canlı. Suriye, geçmişten beri
Türk kültürüne en çok benzeyen Arap ülkesidir; zaten sınırın üstü ve altı aynı
aileler, aşiretler ve kültürlerdir.
Savaş ve zorunlu göç çocukların eğitim hayatını nasıl etkiledi? Bu süreçte okullarımızdaki çocukların daha duyarlı olmaları adına neler yapılabilirdi? Mesela savaşı ve
neden göç etmek zorunda kaldıklarını anlatmak gibi.
Eğitim almak, savaş ve göç
yaşayanlar için varoluşsal bir mesele. Suriye’yi ayağa yurtdışında okuyan
çocuklar ve gençler kaldıracak. Çünkü savaş yıllarında içeride doğru düzgün
eğitim imkânı kalmamıştı, birçok okul ya bombalanmış ya da yerinden olan
aileler okullara sığınmıştı. Savaş yüzünden yıllarca hiç okul yüzü görmeyenler
ve eğitime ara verdiği için daha evvel öğrendiklerini de unutanlar var. Aile
geçimine katkıda bulunmak zorunda olduğu için eğitimi yarıda kalanlar var. Hem okula
gidip hem de çalışanlara gelince, birçoğu sürekli yorgunluk, odaklanamama ve ders
çalışamaya vakit ayıramama yüzünden başarılı değil. Bunun yanında -geçmişte- ciddi
savaş travmalarıyla boğuşan (mesela ailesinde ölüsü veya yaralısı/sakatı olan,
babası Suriye’de kayıp veya hapiste olup hiçbir haber alamayan, aile
bireylerinin tecavüzüne şahit olan, bombardıman altında kalan, evi yıkılan vs.)
öğrencilerin derslere odaklanamaması da söz konusuydu; ama çok şükür bu
travmalar atlatıldı. Kısaca 12 yıllık kötü tecrübe hem Suriye içinde hem de göç
edilen ülkelerde birkaç milyon çocuğun ve gencin eğitimsiz kalmasıyla kayıp
nesiller doğurdu. Ve bu, el atılması gereken en temel problem.
Son yıllarda ülkemizdeki mülteci
çocuklar ve gençler, gerek iktisadi sıkıntılar yüzünden gerekse akran
zorbalığına, ırkçılığa veya öğretmenlerinin kötü muamelesine maruz kaldıkları
için okullarını bırakmaya başladılar. Bu, acı bir durum. Veya Türkçeyi çok iyi
öğrenip aksansız konuşabilenler kimliklerini, yani Suriyeli olduklarını
saklamaya çalışıyorlar ki dışlanmasınlar… Suriye’deki savaşın mahiyeti,
Suriyelilerin savaşta neler yaşadığı ve neden göç etmek zorunda kaldığı anlatılmadan
ve anlaşılmadan ülkemizdeki mevcut problemler çözülemez. Bir de onların da bir
insan ve bir çocuk olduğunun algılanması lazım. Eğer bu konular medyada ve
okullarda doğru işlenseydi uyum daha kolay sağlanabilirdi. Bu arada biz uyumu
tek taraflı bir mesele zannediyoruz; yani mültecilerin ev sahibi ülkeye uyum
sağlamasından ibaret görüyoruz. Oysaki uyum çift taraflıdır; ev sahibi ülke de
kendi içine gelen yeni kitleye fikren açık olmalı, birlikte yaşama iradesini gösterebilmelidir.
Ben Suriyelilerin hikâyelerini
sosyal medyada paylaştığımda hiç tanımadığım Avrupa’daki göçmen Türkler bana
şunu yazıyor: “Suriyelilerin neler yaşadığını biz çok iyi anlıyoruz. Çünkü
aynısını biz burada yıllarca yaşadık. Türkiye’de Suriyeler hakkında söylenen
olumsuz ifadelerin aynısını Avrupalılar Türkler için söylüyorlardı.” Aslında
her toplumda yerlilerin veya geçmişte dedeleri o toprağa göçüp de yerlileşenlerin
göçmenlere söylediği laflar benzerdir. Bizim sözlerimiz ve davranışlarımız sıra
dışı değil yani. Geçmişte Türk işçilerin çocuklarının Alman okullarında gördüğü
muamelenin benzerlerini bizim okullarımızda mülteci çocuklar yaşıyorlar.
Göçler, mübadeleler dünya
tarihinde hep yaşanmış; muhacirleri isteyenler de, istemeyenler de olmuştur.
Savaşta her şeyini kaybeden, evleri bombalanıp yerle bir olan Suriyelilere
evinize dönün denirken bir gece ansızın yaşanan depremlerle yüz binlerce
insanımız evsiz kaldı. Tarihe geçecek şeyler yaşadık, yaşıyoruz. Arap Baharı, Suriye İç Savaşı, 15 Temmuz, pandemi,
Ukrayna-Rusya Savaşı ve en son deprem. Bütün bunları duyarlı insanlar olarak nasıl okumalıyız?
Bu konulara nasıl bakmamız
gerektiğini bize öğreten Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet var. Mesela:
Bakara suresi, 214: “Ey
müminler! Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin benzeri
sizin de başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluk
ve sıkıntı öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki nihâyet peygamber ve
beraberindeki müminler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ demişlerdi. İyi
bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.”
Ankebut, 2-3: “İnsan yalnız ‘iman
ettik’ demekle, hiç imtihan edilmeden bırakacaklarını mı sandılar? And olsun ki
biz, onlardan öncekileri imtihan ettik. Elbette Allah (imtihan ederek), doğru
söyleyenleri de bilir, yalancıları da bilir.”
Rum Suresi, 41: “İnsanların
kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu;
böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.”
Bakara, 155: “And olsun ki sizi
biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle
sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”
Dünyadaki varlık nedenimiz
imtihandır ve Allah kullarını bollukla da, darlıkla da imtihan eder. Kullar
nelerle sınanır? Savaş, kıtlık, salgın hastalıklar, deprem, sel ve türlü türlü
tabiat olayları... Dünyada imtihan neden var? Bunu okula benzetebiliriz. Okulda
öğretmenler notlarımızı sadece sınıftaki performansımıza göre vermez; asıl
belirleyici olan, doldurduğumuz imtihan kâğıtlarımızdır. Allah da kullarına
öyle yapıyor. İmtihandaki duruşumuz, bizim gerçekten Allah’a inanıp
inandığımızı, ihlasımızın ölçüsünü gösteriyor. Bu arada en ağır imtihanları
yaşayanlar da peygamberlerdir, Allah’ın en sevdiği kullarıdır.
Kısaca kibirlenmeye gerek yok.
Suriyeliler ‘geri’ olduğu veya hak ettiği için bu halde değiller. Velev ki öyle
olsun ne fark eder? Onlar savaşla, kıtlıkla, muhacirlikle imtihandalar; biz ise
ensarlıkla... Hep diyordum ki yarın bizim de benzer duruma düşmeyeceğimizin
hiçbir garantisi yok; bir de baktık ki Suriyelilerin on yılda yaşadığı yıkımın
benzerini biz iki dakikada alıvermişiz. Sadece şehirlerin aldığı yıkım değil,
insanların yaşadıkları da o kadar çok benzeşiyor ki... Geçmişte Suriyelilerden
dinlediklerimin çok benzerlerini depremzedelerimiz röportajlarda dillendirdi;
bazı cümlelerin aynı olması karşısında hakikaten şok oldum.
Başkasının yaşadığı imtihanlara
ibret nazarıyla bakmayı, ders çıkarmayı öğrenmemiz gerekir. Yoksa aynılarını
yaşamaya mahkûm kalırız. Bir de gerçekte neler olup bittiğini bilmeden büyük
büyük konuşmaktan vazgeçmemiz lazım. Duayı bile doğru edebilmek için gerçekleri
bilmek gerek; yoksa kendi dilimizle musibetlere davetiye çıkarırız. Şunu hiç
unutmayın: Yaşamadığımız imtihanların kazananı değiliz.