KORKU PANDEMİSİ
Ivan Krastev (Günümüzün önemli
düşünürlerinden biri olup Bulgaristan’ın başkenti Sofya’daki Liberal
Stratejiler Merkezi başkanı ve Viyana Beşeri Bilimleri Enstitüsü araştırmacısıdır.
“Yarın Hala Gelmedi mi? Pandeminin Paradoksları (Is It Tomorrow Yet? Paradoxes
of the Pandemic)” son yayınlanan kitabıdır.)
Project Syndicate, 15 Ocak 2021
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu tercüme Perspektif web
sitesinde 3.2.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://www.perspektif.online/korku-pandemisi/
“The Pandemic of Fear” başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ.
NOT:
Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle
rica olunur.
Özet: İnsanlar belki de tarihte
ilk defa aynı konularda aynı sohbetleri ediyorlar. Hepimiz aynı korkuyu
paylaşıyoruz. İnsanlar evde kalarak ve ekranların önünde sayısız saatler
geçirerek kendi deneyimleri ile diğer herkesin deneyimleri arasındaki
benzerliklere şahit oluyor. Bu, geçici bir tarihsel an olabilir; ancak tek bir
dünyada yaşamanın nasıl bir his olduğunu anlamaya başladığımızı inkâr edemeyiz.
Albert Camus’nun Veba kitabında “Vebanın kasabamıza
getirdiği ilk şey sürgündü” der. Bugünlerde onun ne kastettiğini acı bir
şekilde anlıyoruz. Karantina altındaki bir toplum, hayati işlerde çalışanlar
hariç herkesin hayatını askıya aldığı, kelimenin tam manasıyla “kapalı bir
toplumdur”. İnsanlar evlerinde tecrit olduklarında ve korku, can sıkıntısı ve
paranoya musallat olduğunda hiç bitmeyen birkaç faaliyetten biri, virüs ve
geleceğin dünyasını nasıl dönüştürebileceği hakkında yürütülen tartışmalardır.
Bu yeni dünyada pek çok hükümet (iyi niyetli veya
değil), bizi gerek kendimizin gerekse hemşehrilerimizin tedbirsizliğinden
koruma kararlılığıyla nereye gittiğimizi ve kiminle buluştuğumuzu yakından
takip ediyor. Diğer insanlarla temas, kişinin varoluşu için bir tehdit haline
geldi. Pek çok ülkede parkta izinsiz yürüyüşler para ve hatta hapis cezasına
yol açabiliyor ve istenmeyen fiziki temas bir tür toplumsal ihanetle eşdeğer
hale gelmiş durumda.
Camus’nun da gözlemlediği üzere, veba salgını “her
insanın hayatının nev-i şahsına münhasırlığı”nı ortadan kaldırır; zira her bir
bireyin ne denli savunmasız ve geleceği planlamada kudretsiz olduğu hususunda
farkındalığını artırır. Öyle ki ölüm adeta kapı komşusu olmuştur. Bir salgından
sonra yaşayan herkes “sağ kurtulan” unvanını alabilir.
Peki ama kendi vebamızın hatırası ne kadar sürecek? Acaba bugünleri sadece
birkaç yıl sonra, Şair Joseph Brodsky’nin bir zamanlar bir mahkûmun varlığını
tasvir ettiği dizeleri gibi “zaman bolluğuyla telafi edilen mekân darlığı”nın
yol açtığı bir tür kitlesel halüsinasyon olarak mı hatırlayacağız?
Bilim yazarı Laura Spinney, Solgun Süvari:
1918 İspanyol Gribi Dünyayı Nasıl Değiştirdi? (Pale Rider: The
Spanish Flu of 1918 and How it Changed the World) başlıklı muhteşem
kitabında, 1918-20 İspanyol gribi pandemisinin -en azından tek bir sebepten
kaynaklanan can kaybı bakımından- 20. yüzyılın en trajik olayı olduğunu ortaya
koyuyor. Ölü sayısı hem Birinci hem de İkinci Dünya Savaşı’nı aşmış olup belki
de iki savaşın toplamı kadar insanın hayatına mâl olmuştur. Yine de Spinney’nin
belirttiği gibi, “20. yüzyılın en büyük felaketi neydi diye sorulduğunda
neredeyse hiç kimse İspanyol gribi cevabını vermiyor.”
Daha şaşırtıcı olanı, tarihçilerin bile bu trajediyi
unutmuş görünmesi. 2017’de dünyanın en büyük kütüphane kataloğu olan WorldCat,
Birinci Dünya Savaşı ile ilgili (40’tan fazla dilde) yaklaşık 80.000 kitabı
listelerken İspanyol gribini konu alan kitapların sayısı (beş dilde) zar zor
400’e ulaşıyordu. Birinci Dünya Savaşı’na kıyasla en az beş kat daha fazla
insanı öldüren bir salgın, nasıl oluyor da 200 kat daha az kitap yayınıyla
sonuçlanıyor? Neden savaşları ve devrimleri hatırlıyoruz da ekonomilerimizi,
siyasetlerimizi ve toplumlarımızı temelden etkileyen salgınları
unutuyoruz?
Spinney’nin cevabı şöyle: Küresel bir salgını, iyi ile
kötü arasında zorlu ve etkili bir hikâyeye dönüştürmek zordur. Bir olay
örgüsünden veya kuşatıcı bir ahlaki değerden yoksun olan salgınlar, bir sezonun
sonunun gelecek sezon başlamadan verilen bir ara işlev gördüğü Netflix dizileri
gibidir. Pandemi, her şeyin değiştiği ama hiçbir şeyin olmadığı bir tecrübedir.
Bizden insan medeniyetini evde kalarak ve ellerimizi yıkayarak korumamız
isteniyor. Modernist bir romanda olduğu gibi, tüm aksiyon anlatıcının zihninde
gerçekleşiyor. COVID-19 dönemiyle ilgili kendi hikayeme göre tek hatırlanmaya
değer fiziksel nesne, hiç kullanılmamış uçak biletleri ve tekrar tekrar
kullanılan yüz maskeleri olacak.
Yine de kişi sokağa çıkar çıkmaz ne çok şeyin
değiştiğini fark ediyor. Viyana ve Sofya’daki en sevdiğim kahve dükkanlarının
çoğu gibi, Washington DC’deki en beğendiğim kitapçı da kapandı. COVID-19, tıpkı
bir nötron bombası gibi, maddi dünyamıza fiilen zarar vermeden hayat tarzımızı
imha ediyor. 2020’nin çoğunda havalimanları boş, sessiz ve terminalleri hayalet
gibi dolaşan sadece bir avuç yolcusuyla dünyanın en bahtsız ve mahzun
yerlerinden biriydi. Son otuz yılda artan hareket özgürlüğü ve bu sayede farklı
sosyal sınıflardan insanların kaynaşması, küreselleşmenin güçlü bir sembolü
haline gelmişti. Şimdi ise bu özgürlük tarihin tozlu raflarında yerini alıyor
ya da en azından süresiz olarak beklemeye alındı.
Bu arada insanları evde kalmaya teşvik eden tüm
kamuoyuna açık mesajlar metafizik derin düşünceyi harekete geçirdi. Ev, büyük
bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığında insanın olmak istediği yerdir. Ailem ve
ben, uzadıkça uzayan bir sosyal mesafe süreciyle karşı karşıya olduğumuzu fark
ettiğimizde Bulgaristan’a dönme kararı vererek kendimizi bile şaşırttık.
Bu tam anlamıyla mantıklı bir karar da değildi. On
yıldır Viyana’da yaşıyor ve çalışıyoruz, şehri seviyoruz ve Avusturya sağlık
sistemi Bulgaristan’dakinden çok daha güvenilir. Bizi Bulgaristan’a geri
getiren şey “evde kalmalıyız” anlayışıydı. Bizim için ev Bulgaristan demekti.
Kriz döneminde tüm hayatımız boyunca bildiğimiz insanlara ve mekanlara daha
yakın olmak istedik. Yalnız değildik: Yurtdışında yaşayan 200.000 Bulgar da
aynısını yaptı.
Pek çok insan, tıpkı kendi ülkesine sığınmaya
çalıştığı gibi, aynı zamanda kendi anadilinde teselli buldu. Büyük tehlike
anlarında neredeyse bilinçsizce anadilimizle konuşuruz. Bulgaristan’da geçen
çocukluk yıllarımda İkinci Dünya Savaşı konulu Sovyet filmlerini izlerken
değerli bir ders öğrenmiştim. Hitler’in Almanya’sında Sovyet kadın casusları
için en tehlikeli anlardan biri doğum yapmaktı; zira gayriihtiyari kendi
anadilleri Rusçayla sızlanacaklardı. Evde kalmak, aslında anadilinizde kalmak
ve güvende kalmak demektir.
Yalnızca sürekli hareket halinde jet sosyete
insanların gerçek anlamda kozmopolit olduğu ve yine yalnızca farklı mekanlarda
kendini evindeymiş gibi hissedenlerin evrenselci bir bakış açısını
sürdürebileceği kanaati, 21. yüzyıl küreselleşmesinin en büyük göz
yanılsamalarından biridir. Nihayetinde genel kabul görmüş kozmopolit Immanuel
Kant, farklı zamanlarda farklı imparatorluklara ait olan memleketi
Königsberg’den hiçbir zaman ayrılmadı. Kant, ulus-devletleri küreselleşme
aleyhine çevirdiği halde dünyayı daha küresel hale getiren COVID-19 ile aynı
paradoksun somutlaşmış halidir.
Mesela “kendi kendini tecrit” ve “sosyal mesafe”
Avrupa’nın ufkunu açtı. AB üyesi devletler arasındaki sınırları kapatmak ve
insanları apartmanlarına kilitlemek bizi her zamankinden daha kozmopolit yaptı.
İletişim teknolojisine erişimi olanlar için pandemi, küreselleşmeden çark
edişin (deglobalization) değil, yerellikten çark edişin (delocalization)
habercisi. Coğrafi bakımdan komşularımız, yurtdışındaki arkadaş ve meslektaşlarımızdan
fiilen bize daha yakın değiller; kendimizi televizyon sunucularına sokaktaki
insanlardan daha yakın hissediyoruz.
İnsanlar belki de tarihte ilk defa aynı konularda aynı
sohbetleri ediyorlar. Hepimiz aynı korkuyu paylaşıyoruz. İnsanlar evde kalarak
ve ekranların önünde sayısız saatler geçirerek kendi deneyimleri ile diğer
herkesin deneyimleri arasındaki benzerliklere şahit oluyor. Bu, geçici bir
tarihsel an olabilir; ancak tek bir dünyada yaşamanın nasıl bir his olduğunu
anlamaya başladığımızı inkâr edemeyiz.
ABD başkanı seçilen Joe Biden “normalliğe dönüş” sözü
vermiş olabilir; ancak hakikat şu ki artık geri dönüş yok. Dünya temelden
değişiyor ve önümüzdeki birkaç yıl içinde dünyanın atacağı adımlar
sürdürülebilir, güvenli ve müreffeh bir geleceğin zeminini hazırlamakta kritik
olacak.