TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ SIĞINMACILAR NE
YAPAR, NE YAŞAR, NE HİSSEDER? - I. Bölüm
Zahide Tuba Kor
NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden
toplu olarak ulaşabilirsiniz.
NOT: Bu dizinin ikinci bölümü olan, 7-20 Ağustos tarihleri arasında attığım tweetleri okumak için TIKLAYINIZ.
NOT: Bu dizinin ikinci bölümü olan, 7-20 Ağustos tarihleri arasında attığım tweetleri okumak için TIKLAYINIZ.
NOT: Lütfen kaynak göstermeden bu paylaşımın bir kısmını veya tamamını kullanmayınız.
4 yıldır farklı vesilelerle, farklı
zamanlar ve farklı mekânlarda çok fazla sayıda Suriyeliyle görüştüm; 20-30
dakika ile 3 saat arasında her biriyle yüz yüze röportajlar yaptım. Ayrıca
yardım vermek üzere epeyce Suriyeliyi evlerinde ziyaret edip durumlarını bizzat
müşahede ettim. Yıllardır yaptığım konuşmalarda bu bilgileri anlatsam da farklı
bir şekilde değerlendirip genele açmam gerektiği düşüncesi zihnimde hep vardı. Ancak röportajlar esnasında özel hayatlarını ve duygu-düşüncelerini anlatmaya ikna ederken bunları başkalarıyla paylaşmama sözü verdiğimden nasıl değerlendirmem gerektiği konusunda bir türlü karar verememekteydim. İstanbul
seçimleri esnasında Suriyeli sığınmacılar konusunun siyaset malzemesi olarak
istismarı ve ardından Göç İdaresi tarafından Suriyelilerle ilgili alınan ve
kolluk kuvvetlerince bir anda acımasızca uygulanmaya başlanan karar benim için son
damla oldu. Yıllardır biriktirdiğim bütün bilgileri -konuşanların kimliğini vermeden- Twitter hesabım üzerinden
paylaşmaya başladım. Ardından blogumda bütün bu paylaşımları tek bir başlık
altında toplayıp istifadenize sunma kararı aldım.
Arapça bilmediğinden Suriyelilerle
konuşmayan ve onları doğru düzgün tanımayan; ne yaşarlar, ne düşünürler, ne
hissederler konusunda bilgi sahibi olmayan; Ortadoğu’da ve Suriye İç Savaşı’nda
sahada neler yaşandığına dair klişe sözler dışında ciddi bir fikri bulunmayan; ama
basında ve halk arasında gezen şehir efsanelerine inanıp dilden dile yayan ülkemizde
geniş bir kitle var. Ümit ederim ki yaşanmışlıkları aktardığım bu çalışma,
Suriye’ye ve Suriyeli sığınmacılara daha doğru ve daha insani bir şekilde
bakabilmemize vesile olur.
21 Temmuz 2019 Pazar
Dün yıllardır yardım götürdüğüm
Suriyelilerin derneğindeydim. Her gidişimde yardım için gelenlerle tıklım
tıklım dolu olduğundan içeri zor girerdim. Bu sefer boştu. “Nerede yardım almak
için gelen kalabalıklar?” diye sordum. “Suriyeliler korkudan evden çıkamıyor”
dedi yetkili.
Suriyelilerle ilgili yeni alınan
kararların ne denli acımasızca uygulandığını anladım. Ekmek almaya çıkan baba
yanına kimlik kartını almadığı için –”Evimde hemen alıp geleyim” dediği halde–
hiç dinlenmeyip doğruca İdlib’e götürülmüş. Eşi ve çocukları şu an İstanbul’da
perişan.
İstanbul sokaklarında çevrilip savaşın
devam ettiği ve açlığın kol gezdiği İdlib’e yollanıyor bazı Suriyeliler. Diğer
aile fertleri ise burada. Korkudan birçok Suriyeli evinden çıkamadığından
işlerini de kaybediyorlar. Zaten kıt kanaat geçinen bu insanlar ne yiyip ne
içecek?
Tabii herkes İdlib’e yollanmıyor.
Çoğunluk Türkiye’de kayıtlı oldukları şehirlere geri gönderiliyor. Küçük
şehirlerde çalışma imkânı bulamadığından birçok Suriyeli İstanbul’a gelmişti.
Şimdi geri yollandıkları şehirlerde kalacakları yerleri de çalışacak işleri de
yok.
Tam da bu hafta içinde Kilis’teki
Suriyeli dul ve yetimlere yardım edip meslek kazandıran bir derneğin kurucusu
Türk hanım mesaj yazdı bana. “İnsanlar aç vaziyette, yetişemiyorum, durum çok
kötü, ne olur yardım et” diye. Küçük şehirlerde hal böyleyken neden insanları
yolluyoruz?
Suriyelileri alırken bir intizam içinde
almadık. Şimdi yollarken de aileleri paramparça ve sefil edip dramlara yol
açıyoruz. Neden her aldığımız kararı, neticesini hiç düşünmeden alelacele
uyguluyoruz? İnsanlara neden bir mühlet tanımadan sokakta çevirip şehir dışına
atıyoruz?
Independent Türkçe’den Cihat Arpacık da
bu önemli konuyu bugün haber yapmış: “Artan denetimlerin ardından ilk kafilede 400 sığınmacı İdlib’e geri gönderildi, denetimler daha da sıklaşacak”
Yine Independent Türkçe’den Cihat
Arpacık cuma günü de bu konuyu işlemiş: “İstanbul’da yaşayan on binlerce ‘kayıtsız’ göçmen sınır dışı ediliyor”
Ülkemize sığınan mazlumlara bu insanlık
dışı muameleyi şiddetle kınıyorum. Bugüne kadar birçok Suriyeliyle bizzat
görüşmüş, hükümete gece gündüz dualarına şahit olmuş biri olarak bu hatadan bir
an evvel vazgeçilmesini diliyorum. İlgilileri aklıselime ve vicdana davet
ediyorum.
22 Temmuz 2019 Pazartesi
Ülkemde Suriyeli sığınmacılar
konusundaki yaygın bilgi kirliliğine karşı, yıllardır onlarla farklı
vesilelerle yaptığım mülakatların ayrıntılarını ve ev ziyaretlerinden
gözlemlerimi bu mecradan paylaşacağım. Yalnız kişi isimlerini ve fotoğraflarını
etik açıdan paylaşmayacağım.
Öncelikle Kahire Üniversitesinden mezun
olup diplomasıyla Batı Şeria’daki evine dönmek üzereyken patlak veren 1967
Savaşı yüzünden yersiz yurtsuzlaşan Filistinli şair Mourid Barghouti’nin Şairin
Filistini (Klasik Yayınları) kitabından bir alıntıyla başlayacağım (s.3-4):
“İnsanın vatanından olması, yerinden
edilmesi ölüm gibidir… Kendisini içinde buluverdiği ülkelerin halklarını
kaygılandıran detaylar ya da dâhili politikalar umurunda değildir. Ne var ki
değişikliklerin sonuçlarını hissedecek ilk kişi de odur... Onların sevindiği
şeylerle sevinmeyebilir, ama daima onlar korkunca o da korkar. ‘İçeri sızmış
ajan’dır gösterilerde, o gün hiç evini terk etmemiş olsa bile. Odur mekânlarla
ilişkisi çarpıtılan. Odur hikâyesini süregiden bir anlatımla anlatamayan ve her
dakikada saatler yaşayan... Telefonun çalışını sever, fakat korkar da. Yabancı
o kimsedir ki ona kibar insanlar: ‘Burada ikinci evindesin, en yakınlarının
arasındasın’ der. Yabancı olduğu için küçümsenir ve yine yabancı olduğu için
yakınlık gösterilir. İkincisine tahammül ilkinden daha zordur.”
Kilis’te dul ve yetim Suriyelileri
ziyaretimden izlenimler
Bir sene önce Kilis’teydim; dul ve
yetim Suriyelilerle ilgilenen derneğin başkanı Fatma Hanım’la evleri gece
yarısına kadar gezdim. 5 çocuk sahibi yatalak bir babanın evine gittik.
Savaşırken boynundan kurşun yediğinden vücudu felç. Fizik tedavi sayesinde eli
ve parmakları biraz oynuyor.
Bir eve girdik, hanım “Allah’a şükür”
diye koştu. Bir haftadır aç olduklarından “Allah’ım bize Fatma’yı yolla.” diye
dua ediyormuş. Baba, Esed hapishanesinde yatmış; evleri bombalanınca anne-oğul
molozlar altından çıkarılmış. Oğlun bacağı kesik, anne boynu ve belinden 7
ameliyat geçirmiş.
Bir evde 9 yetim Suriyeli çocuk vardı.
Başlarında da bir anneanne. 3 oğlu Suriye’de savaşırken şehit düşmüş; anneanne
torunları ve gelinleri alıp Kilis’e sığınmış. Bir evde 13 kişi hayat mücadelesi
veriyorlar.
Bir evde 22 yetim var. 2 oğlu ve 2
damadı savaşırken şehit düşen Suriyeli nine, torunları ve gelinleri alıp Kilis’e
sığınmış. Tek bir evde yaşıyorlar. Başka evde annesi hastalanıp ölen 6 yetim
çocuk; baba, yine eşi ölen bir Suriyeli hanımla evlendirilmiş, anne acısını
çekmesinler diye.
Bir evde kas hastası 6 yatalak evlat…
Baba çoktan ölmüş, annenin evlatlarını kaldırıp indirirken beli sakatlanmış,
duvarlara tutuna tutuna zor yürüyor. Aynı evdeki anneanne ve teyze yatalak
evlatlarla ilgileniyor. Evli olan dayı ve dayıoğlu ara sıra gelip banyolarını
yaptırıyor.
Savaşta bir nine ve dede, 4 torununu
kurtarıp Kilis’e getirmiş. Anne ve baba Suriye’de kalmış, kaçıp gelememiş. Şu
an nine ileri derecede göğüs kanseri; tedavi görüyor. Bu arada Suriyelilerde
göğüs ve deri hastalıkları ve kanser vakalarının arttığı söyleniyor, kullanılan
bombaların etkisi…
6-7 yıldır iki oğlu Suriye
hapishanelerinde yatan bir anne. Bir oğlu daha yeni hapisten çıkmış, ama diğer
oğlu işkencelerin yaygın olduğu hapishanede hayatını kaybetmiş. Şimdi anne
yetkililerden izin almış, bugünlerde sınıra gidip oğlunu görüp hasret
giderecek...
Dağ gibi 2 çocuklu bir aile reisi.
Rusların fosfor bombardımanı sırasında yanmış. Gözleri kör olmuş, bir kolu ve
diğer elinin parmakları yok. Ayaklar yanık. O esnada yanında olan 3 yaşındaki
oğlunun son sözleri “baba baba” diye çığlıkları olmuş; 3 yıldır çocuk hiç
konuşmuyor.
Bu ailenin 2 odalı evini gezdim.
Salondaki 2 çekyat, halı ve buzdolabını Fatma Hanım bağışlarla almış. Kalan
eşyalar diğer odadaki ince yer yatakları. Ev boş. Ben gezdiğim her evde
YOKSULLUĞU DEĞİL, YOKLUĞU GÖRDÜM. “Biz de fakiriz, bize verin” diyen Türk
insanına şaşıyorum doğrusu.
KENDİMİZİ
SURİYELİ SIĞINMACILARLA KIYASLAMAYALIM Kİ ALLAH BİZİ KIYASLANACAK DURUMA
DÜŞÜRMESİN. İçinde yüzdüğü
nimetleri görmekten aciz kula Allah ne verse şükretmez, “daha da” der.
Allah’tan paramıza ve malımıza bereket ve tok gözlülük dileyelim. Tüketim kültürüne
de son verelim.
İşyerinde çalışırken havadan atılan
bombalarla yanan bir Suriyeli çocuk... Bugüne kadar tam 21 ameliyat geçirmiş.
Bacağından deri alınarak yüzüne nakledilmiş. Gözü ve ağzını hiç kapatamıyor. 6
kardeşler ve babası şeker hastası. Kilis’te hayat mücadelesi veriyorlar.
6 kızı ve 1 oğlu olan 40 yaşında bir
baba... Tek oğlu cephede savaşırken şehit düşmüş. Baba da yine cephede
savaşırken akciğer kanserine yakalanmış. Şimdi Kilis’teler. Tedavi görüyor.
Kilis’te özel yaralı bakım evlerini dolaştım.
Hastanelerde yatmak masraflı olduğundan orada temel tedaviyi görenler bakım
evlerine geliyor. Yatan envai çeşit hasta ve sakat vardı. Beni en çok
etkileyen, Suriye’den annesiyle birlikte Kilis’e ameliyat olmak için gelen
kanser hastası çocuktu.
Annesi ölen 6 yetim çocuktan
bahsetmiştim. Evlerini ziyaret ettiğimizde öyle sevindiler, sanki
anneleriymişiz gibi sımsıkı sarıldılar ki şaşırıp kaldık. İstanbul’da
görüştüğüm bir Suriyeli anne de yolda çocuğunun yüzüne herhangi biri
gülümsediğinde sevinçle gelip nasıl anlattığını söyledi.
Biz çocukların yüzüne küçücük bir
gülümsemeyi bile esirgiyoruz. Daha vahimi, EVDE
SURİYELİLER ALEYHİNE KONUŞTUĞUMUZDAN ÇOCUKLARIMIZ OKULDA SURİYELİ ARKADAŞLARINA
KÖTÜ DAVRANIYORLAR.
Birçok Suriyeli öğrenci bunalıma giriyor. En azından çocukları bir gülücükten
mahrum etmeyelim.
Yukarıda anlattığım bütün bu ailelerle
ilgilenen bir kahraman var. 5 çocuk annesi Fatma Yılmaz. Kilis’te Hayırda Yarış
Derneği’ni kurmuş. Motoruna biniyor ev ev dolaşıp yardım ediyor. Temel derdi
kadınlara balık tutmayı, yani kendi ayakları üzerinde durmayı öğretmek. Bu
çerçevede kiraladığı binada dikiş nakış, Antep işi, tel kırma, tahta boyama,
çocuk oyuncağı yapma gibi dersler veriliyor. Kur’an-ı Kerim eğitimi de var.
Salçadan nar ekşisine her türlü yöresel ürün üretiliyor. Bu ürünler Türkiye
geneline satılıyor ve mülteciler para kazanıyor alınlarının teriyle.
Fatma Hanım sokakta bulduğu
sığınmacılara ev kiralıyor. Benim kirasını ödediğim bir aile var mesela.
Elbeyli Mülteci Kampı Afrin Operasyonu öncesi üs olarak kullanılmak üzere
boşaltıldığında sokakta kalmışlar. Ailenin reisi Esed’in zindanlarında 5 yıl
evvel hayatını yitirmiş. Sistemik lupus hastası olan büyük oğlu 17 yaşında
vefat etmiş. 1 oğlu daha bu hastalığın pençesinde; tedavi için Antep-Kilis
arasında mekik dokuyorlar. Yol parasını yollamışlığım da var. Kızının kulağı
duymuyor, diğer oğlunun bir gözüne makas battığından kör. Sağlam çocuğu bir
tek.
Demem o ki DEVLETİN SURİYELİLERİN EV
KİRASINI ÖDEDİĞİ KOSKOCA BİR ŞEHİR EFSANESİ. Öyle olsa bu denli mağdur bir
ailenin kirasını ödemek bana düşmezdi. Ev sahiplerimiz evlerini Suriyelilere
Türklerden çok daha yüksek fiyata kiraya veriyor. Hatta ancak ahır olacak evler
için bile…
Birçok Suriyeli İstanbul’da bodrum
katında içeri doğru düzgün güneşin girmediği rutubetli evlerde kalıyor.
Ödedikleri para da fahiş. O kadar çok Suriyeliden dinledim ki “Kazandığımız
bütün para ev kirası ve faturalara gidiyor, yiyecek-içecek için parayı zor
buluyoruz” diye.
Dahası öyle ahlaksız ev sahiplerimiz
var ki aynı binada yaşayıp kendi dairesinin elektrik hattını Suriyelilerin
yaşadığı daireye bağlatıp faturayı onlara ödeten... Zavallı nice Suriyeli bu
üçkâğıdın hiç farkında bile değil.
Sığınmacılara küfrediyoruz kiraları
artırdılar diye. Gören de bayılarak fahiş fiyata ev kiralıyorlar sanır.
İstanbul’dan kovulanları bekleyen Kilisli ev sahipleri 1500-2000 TL’ye çıkarmış
kiraları. Devlet, kirayı elden alıp vergi vermeyen ev sahiplerini de
denetleyecek mi?
Dönelim Kilis’teki Suriyelilere.
Anneleri bombalamada ölen 5 kız, 1 erkek çocuklu bir başka ailenin öksüzlerine
bakan yaşlı nine de iki yıl önce ölmüş. Baba, akciğer hastası olduğu halde boya
badana işine hala devam ediyor. Çocuklar tam anneye muhtaç oldukları bir
dönemde tek başlarına… Devlet Suriyelilere yığınla para veriyor sanıyoruz ya;
öyle olsa evin reisi hastalığını daha da artıracak badana işini yapmaz.
IŞİD’in attığı roketin camiye isabet
etmesiyle sabah namazı akabinde 1 Türk ve 1 Suriyeli hayatını kaybetmişti.
Komşu olan Türk ve Suriyeli iki beyefendi her gün namaza birlikte gidermiş.
Allah’ın rahmetine de birlikte kavuştular. Geride yaşlı bir anne, dul bir eş,
yetim çocuklar bırakarak…
Umarım bu tweetlerimden anlaşılmıştır ÜLKEMİZDEKİ
NİCE SURİYELİ AİLENİN ŞEHİT VERDİĞİ VEYA YARALI VE SAKATLARI OLDUĞU. VATANINI
TERK EDENLERİN EMNİYET VE UMUT ARADIĞI. Sadece iki günlük
Kilis ziyaretinde savaşta sakatlanmış onlarca genç erkek gördüm.
Keza ben Kilis’te eşi ardında bir dolu
çocuk bırakarak Türk askeriyle birlikte savaşmak üzere cepheye giden hanımlarla
tanıştım. Hem Fırat Kalkanı’nda hem Zeytin Dalı’nda Türk askeri geri cephede,
Suriyeliler ise ön cephede savaştı; ÖSO, Mehmetçiğimizden çok daha fazla şehit
verdi, biliyor muyuz?
NİCE GENÇ
ERKEK, SURİYE’DEKİ KAPI KOMŞUSUNA VE AKRABASINA KURŞUN SIKMAMAK İÇİN VATANINDAN
KAÇTI. Bizim idrak
edemediğimiz bir boyut var: Suriye’deki bir İÇ SAVAŞ, Irak’taki gibi dış
işgalciye (ABD’ye) karşı direniş değil. Üstelik DAHA
2012’DE SAVAŞ SURİYELİLERİN ELİNDEN ÇIKTI.
Suriye topraklarında küresel ve
bölgesel güçlerin bir savaşı yaşanıyor; daha doğrusu ÜÇÜNCÜ
DÜNYA SAVAŞI SURİYE TOPRAKLARI ÜZERİNDEN VERİLİYOR. Ve bu savaş 2012’den beri Suriyelilerin savaşı
değil. Biz bunun farkında değiliz. Üstelik bizim savaş algımız ve bilgimiz
oldukça sığ. İleride bu konuya da gireceğim.
Kilis’teki dul ve yetim sığınmacılara
maddi yardım veya kurban göndermek isteyenler için banka hesap numarası:
Hayırda Yarış Derneği
Vakıfbank Kilis Şubesi
TR27 0001 5001 5800 7305 0083 46
23 Temmuz 2019 Salı - İstanbul’daki
mültecilerin hayatlarından kesitler
İstanbul’da bugün röportaj yaptığım 6
Suriyelinin anlattıklarından çarpıcı kısımları sıcağı sıcağına aktaracağım.
Hepsinin ortak özelliği ciddi maddi sıkıntı çekmesi. Bir kısmı ise yeni mevzuat
uyarınca çocuklarının Suriye’ye geri yollanmasının korkusu içinde.
2014’te Halep’ten gelen 7 çocuk annesi
42 yaşında bir hanım... Babası halı fabrikası sahibi. Tekstil sektöründe
çalışan eşinin büyük bir işyeri ve yaşadıkları koskoca bir evi varmış.
Bombardımanlar yüzünden ne evleri ne fabrikaları kalmış. Şimdi küçücük harap
bir evde 9 kişi yaşıyor. Kışın evin içine çatıdan hep su akıyormuş. Ama “güvenlik
içindeyiz ya çok şükür” diyor. Burada hiçbir akraba ve dostu yok. Komşularından
çok korkuyor. “Alt kata ses gitmesin diye evde parmaklarımızın üzerinde yürüyoruz”
diyor; zira en ufak bir seste hemen kapılarında bitiyorlarmış.
Halep’te 5 yaşındayken, banyoya saçını
taramaya çıkarken evine isabet eden şarapnel parçasıyla alnından yaralanan
oğluna okulunu sordum. Çok başarılıymış derslerinde, her dönem ya takdir ya
teşekkür alıyormuş; ama okuldan dönüşünde her gün ağlıyormuş. Çünkü Suriyeli diye
okul arkadaşları onu küçümsüyor, dövüyor, iftira atarak ceza almasını
sağlıyormuş. Ne kadar tatlı bir çocuktu anlatamam; Türkçe konuşurken telaffuzu
da ayrı bir sevimliydi.
Ailenin bütün akrabaları Halep’teymiş. “Neden
Türkiye’ye geldiniz?” dedim anneye. “6 kızım var; rejimin adamlarının onları
kaçırıp namusumuza leke sürmesinden korktuk.” dedi. Bu bizim pek bilmediğimiz
bir mesele. Suriye’de tecavüz rejimin muhaliflere karşı temel silahlarından
biri.
Birçok Suriyeli, Türk kanunlarından
habersiz ve bu başlarına çokça bela açıyor. Bunların da başı 2 büyük dertte: 17
yaşındaki kızının, yine Suriyeli olan eşi mahkemece 16 yıl hapis cezasına
çarptırılmış, kızın yaşı küçükken evlendi diye. Şaşkınlık içinde “Bizde bu o
kadar normal ki.” diyor anne. Gerçekten de özellikle Halep’te 14-15 yaşında
kızları evlendirmek yaygındır.
Yine Suriyeli olan diğer damadı Türkiye’de
ortacı olarak çalışırken iş kazası sonucu DISK hastalığına tutulmuş. 2016’da
Lübnan’daki kardeşi “Sana iş buldum” diye çağırmış; ancak iş olmadığı gibi
yüksek tedavi masrafları karşısında bir yıl sonra Türkiye’ye geri dönmek
zorunda kalmış. Türk mevzuatına göre yurtdışına çıkan sığınmacının kimliği
iptal edildiğinden, şu an kızı ve damadı kimliksiz, yani kaçaklar. Yeni
uygulama uyarınca muhtemeldir ki yakında İdlib’e yollanacaklar. Aile muazzam
bir korku, üzüntü ve çaresizlik içinde. Zira kızının 3. bebeği doğmak üzere.
İkincisi, yıllarca kendisine ve
çocuklarına olanca işkenceyi çektiren eşinden boşanıp 3 çocuğuyla tek başına 2
sene evvel Türkiye’ye sığınan bir hanım. İç savaşın kalbi olan Şam kırsalındaki
Ğuta’dan. Yani abluka, açlık ve bombardımanın en acımasızca yaşandığı bölgeden.
Esed ordusunca çepeçevre kuşatılan bölgeye 2,5 sene boyunca hiç yiyecek
sokulmadı. İnsanlar açlıktan kırıldı. “Hayvan yemi olan arpadan ekmek
pişirirdik; karton ve arpayı yarı yarıya karıştırıp yerdik.” dedi. Halkı kuşatmayla
aç bırakarak muhalifleri teslim olmaya zorlamak rejimin en temel ve en ucuz
silahıydı. Muhaliflerin bir zamanlar başkenti denilen Humus şehri de yıllar
evvel bu metotla düşürülmüştü.
Şu an biri çalışan, ikisi okuyan
çocuklarının savaşta psikolojilerinin çok fena bozulduğunu anlattı: “Sürekli
bombardıman altında kaldık, okulları yıkıldı, arkadaşları gözlerinin önünde
öldü, hep kan ve korku gördüler.” Gece uyurlarken evleri vurulmuş; babası,
kardeşi, komşuları ölmüş. Bütün bu süreçte bir de eşiyle kavgalarının ve
dayakların çocuklarının üzerinde bıraktığı tahribat…
İstanbul’da hiç akraba ve arkadaşı yok.
Evlerde temizlik yaparak geçimini sağlamaya çalışıyor. Temizlik malzemelerinin
kokusu yüzünden defalarca hastaneye kaldırılıp oksijen takılmış. “Kendim psikolojik
olarak tamamen yıkılıp gitmiş vaziyetteyim; ama çocuklarıma belli etmemeye,
onların psikolojisini ayakta tutmaya çalışıyorum.” diyor.
Savaşın travmalarından daha kurtulamamış
olan çocuklarını şimdi gittikleri okulda Türk akranları dövüyor, hakaret
ediyor; çocuklar eve hep ağlayarak geliyormuş. Kazancının yetmemesinden ve 15
yaşındaki kızını çalıştırmak zorunda kalmaktan üzgün. “Ama burada şükür ki
emniyetteyiz.” diyor. Hedefi Avrupa’ya gitmek.
Üçüncü hanım, 5 sene evvel Halep’ten
gelen 4 çocuklu bir anne. Önce onlar gelip yerleşmiş, ardından tam eşi gelmek
üzereymiş ki evlerine bombanın isabet etmesi sonucu eşi hayatını kaybetmiş.
Evleri yerle bir olmuş. Burada 10 kişi aynı evde kalıyor ve hiçbir akrabası
yok. Bütün ailesi İstanbul’a, ama kızının -yine Suriyeli olan- eşi Konya’ya
kayıtlıymış. Yeni mevzuat uyarınca şimdi ne olacak, aile parçalanacak mı diye
kara kara düşünüyorlar.
Dördüncü hanım, 7 sene önce Şam’ın
kırsalındaki Cobar’dan İstanbul’a sığınmış. “Evimiz, arabamız, tarlamız, her
şeyimiz vardı; ama savaş yüzünden geriye hiçbir şey kalmadı.” diyor. Eşi Suriye’de
marangozmuş ama yaşı ileri olduğundan burada ona işi yok. Önce savaşın
korkusundan, ardından İstanbul’da köpek ısırması sonucu kekeme hale gelen oğlu
eve bakıyor, tabii iş bulabildiği ve patronun da maaşı düzgün ödediği
dönemlerde...
Oğlunun kekemeliği psikolojisini fena
etkilemiş; insanlar dalga geçiyor diyor kolay kolay konuşmuyormuş. Bana “Kekemeliğine
çare bulacak bir doktor biliyor musun?” diye sordu. Hanım ise yaşadığı
psikolojik şokların sonucunda şu an birçok hastalıkla malul.
“Suriyeliyiz diye hiçbir komşu bizimle
konuşmuyor, sokakta yürürken insanların nefretini yüzlerinden hissediyoruz.”
diyor. Oğlu, maaşı eksik verildiğinden patronuyla konuşmaya gittiğinde “Bir
daha gelirsen polis çağırım” diyerek kovulmuş. Onun da çocuklarını okulda
akranları dövüyor.
“Neden Türkiye’ye geldiniz?” soruma “Rejimin
adamlarının kızlarımı alıp gitmesinden ve bombalardan çok korktuk, bilhassa
oğlum fena etkilendi.” diyor. Yaşadıkları yer, muhaliflerin eline ilk geçen ve
rejimin yıllarca karadan etrafını kuşatıp havadan da bombalar yağdırdığı bir
bölge.
52 yaşında yine Şam kırsalından gelen 8
çocuklu bir hanım 5 yıl evvel İstanbul’a sığınmış. Çorlu’da yaşayan ve
kazandığı parayla evinin kirasını ödeyen oğlunun kimliği, tedavi için gittiği
Çorlu Devlet Hastanesinde kaybolmuş. Yeni mevzuat yüzünden şimdi İdlib’e
yollanır diye çok korkuyor. Hanım iş bulmak için uğraşmış, ama o yaştakine iş
yok. Çorlu’da çalışan oğlu evin kirasını yolluyor, ama yeme-içme için para yok.
4. sınıfa geçen 10 yaşındaki oğlunun okula giderken istediği günde sadece 1
lirayı bile veremiyormuş. Sınıfındakilerin yediklerini canı çekiyor çocuğun.
Evli olan kızları haftada iki kere
geliyormuş ziyaretine. Ama -Suriye’de gelenek olduğu üzere- onlara sofra
kuramamaya kahroluyor hanım. Kendi karnını zar zor doyuruyor, hatta pazarlardan
geriye kalan atılmış sebze ve meyveyi topluyorlarmış yemek için.
Türkiye’ye sığınmadan evvel eşi koskoca
bir ev yaptırıyormuş evlenen tüm çocuklarıyla aynı binada yaşamak için. İç
savaş başlayınca yaşadıkları Şam kırsalındaki Hacer-i Esved bölgesine İran
destekli Şiiler yerleşmeye başlamış. Şimdi evlerinde Şii yabancılar
oturuyormuş.
“Neden geldiniz?” soruma, “Askerlik
emri gelen iki çocuğum, kardeşin kardeşi öldürdüğü bu savaşta elini kana
bulamamak için Türkiye’ye kaçtı; rejim çocuklarınız nerede diye kapımıza
dayandı; gittiklerini söyleyince eşimi alıp götürdüler. Biz de korkarak ailecek
Türkiye’ye sığındık.” dedi.
Son görüştüğüm, Halep’ten 9 çocuklu bir
hanımdı. “Evler, arabalar, tarlalar, zeytinlikler... o kadar çok şeyimiz vardı
ki bombardımanlarda her şey gitti. Geriye hiçbir şeyimiz kalmadı. Tek bir
arabamızla kendimizi Türkiye’ye attık.” dedi. Şimdi ise tam bir sefalet
içindeler.
“Eskiden çok mutlu ve kenetlenmiş bir
aileydik; şimdi her çocuğum kendi derdine düştü, bencilleşti.” dedi.
Oğullarından biri işsizmiş, birine maaşı doğru düzgün verilmiyormuş, biri
hastaymış, diğeri kimliksizlik yüzünden işe gidemiyormuş. Kimliksiz olan şimdi
sınır dışı edilebilir.
Halep’teki kayınvalidesi kalp
hastalığına yakalanınca oğlu Türkiye’de tedavisine devam edebilmesi için kaçak
yollardan Suriye’ye gidip getirmiş. Babaanne burada ölmüş. Oğlunun kimliği de kaç
yıl evvelki bu kaçak giriş-çıkış yüzünden geçen sene iptal edilmiş. Görüşme
sırasında hıçkıra hıçkıra ağladı biz ne yapacağız diye. “Kendimi yoldan geçen
arabaların önüne atıp intihar mı edeyim?” dedi. Gözyaşlarını zor dindirip
röportaja devam edebildim. Kadıncağızın, kimliği iptal edilen ve İdlib’e
yollanma ihtimali olan oğlunun 5 çocuğu var.
24 Temmuz 2019 Çarşamba - İstanbul’daki mültecilerin hayatlarından kesitler
Dün ayaküstü konuşabildiğim, ama
röportajla hayatının ayrıntılarını öğreneme fırsatı bulamadığım Şam’ın
merkezinden gelen bir hanımdan bahsedeceğim. İki aylık hamileyken eşi
öldürüldüğünden iki çocuğunu alıp iki ay evvel İstanbul’daki dayısının yanına
sığınmış. Dört gün sonra doğumu var, endişe içinde.
Hani bizim insanımız Suriye’de savaş
bitti, sığınmacılar geri dönsün diyor ya... Hangi savaş bitti? SURİYE’DE
SAVAŞ BİTMEDİ, SADECE ŞEKİL DEĞİŞTİRİYOR. KÜRESEL VE BÖLGESEL DENGELER
OTURMADAN, YENİ BİR DÜZEN ŞEKİLLENMEDEN BU SAVAŞ BİTMEYECEK, önce bunu bilelim.
İkincisi bu hanım iç savaşın
yaşanmadığı Şam merkezden. KANLI
ÇATIŞMALARIN OLMAMASI EMNİYET HALİ OLDUĞU ANLAMINA HİÇ GELMİYOR. Biz bunu anlamıyoruz. Şam’da adam öldürme, gasp ve
yağma, fidye için insan kaçırma gibi nice suçlar rejimin adamları eliyle
işleniyor. Mesela okullar hep eğitime devam etti. Ama birçok aile kızını okula
yollayamadı fidye için kaçırılır ve namusuna leke sürülür korkusuyla. Keza nice
tüccar, rejimin mallarına el koyması nedeniyle yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.
En önemlisi Suriye’de şu an ekonomi bitmiş durumda. Savaş devam ederken rejime
akan Rusya, İran vs. yardımları kanlı çatışmaların azalmasına paralel olarak
artık iyice azaldı. Suriye’ye zaten yıllardır ekonomik yaptırımlar uygulanıyor.
Enflasyon muazzam yüksek, maaşlar da oldukça düşük. İçeride kaçakçılığa vs.
bulaşmamış aileler normal maaşla yaşayamıyorlar, yardımlarla ayaktalar. Hemen
her ailenin yurtdışında çalışan bir akrabası var; onların yolladığı paralar can
suyu. Şu an Suriye’nin her yerinde temel tüketim malları kıtlığı var, özellikle
tüp ve gaz yokluğu her aileyi vuruyor.
Üçüncüsü, dünkü paylaşımlarımdan da
anlayacağınız üzere SURİYE’DE
BİRÇOK ŞEHİR ENKAZA DÖNDÜ. İNSANLAR VATANINA DÖNDÜĞÜNDE NEREDE YAŞAYACAK? Temizlenmeyi bekleyen belki on binlerce, belki yüz
binlerce bina enkazı var. Ve yerlerine yenisinin inşa edilmesi lazım. Bunu kim,
ne zaman, hangi parayla yapacak?
Enkaza dönmemiş binalar da var tabii
ki. Ama içlerinde şu an başkaları ikamet ediyor veya çetelerin vs. karargâhına
dönmüş durumda. Savaş ganimeti görülerek nice mal-mülk el değiştirdi. Eski
sahipleri malını mülkünü istediğinde yeni gaspçılar geri mi verecek
sanıyorsunuz?
Dahası nice yerleşimin toplumsal dokusu
değişti, kâh yabancı savaşçıların kâh ülke içinde yer değiştirenlerin
etkisiyle. Özellikle Şam çevresinde Şiileştirilen, dışarıdan getirilen Şii
savaşçıların yerleştirildiği mahalleler var. Sahipleri döndüğünde evlerinde
yaşayabilecek mi? Keza PYD’nin ABD öncülüğündeki koalisyon sayesinde ele
geçirdiği yerleri Kürtleştirme siyaseti de var. Dahası Suriye’de kimin eli
kimin cebinde belli değil. Her yerde yabancı istihbaratçılar ve onların yerli
işbirlikçileri cirit atıyor.
En önemlisi ise intikam siyaseti.
Suriye’de savaşın bütün taraflarınca o kadar çok suç işlendi, o kadar çok hak
ihlalleri yaşandı ve yaşanmakta ki savaş dursa bile iç hesaplaşma bitmeyecek.
Emniyet hali sağlanmadan sivillerin geri dönebilmesi, geri döndüğünde
yaşayabilmesi zor.
İstanbul’da çalışan Suriyeli kadınların
durumu
Geçtiğimiz Kasım ayında İstanbul’da
çalışan Suriyeli kadınlarla uzun röportajlar yapmıştım, iş hayatlarını öğrenmek
ve bunun aile hayatlarına nasıl yansıdığını keşfetmek için. Bu bölümde onların hikâyesini
paylaşacağım.
İlk hanım, Şam’dan gelen, 4 erkek, 1
kız annesi; 45 yaşında bir hanım. “Neden geldiniz?” soruma, “Sokaktan veya
evlerden gençleri toplayıp gidiyorlar, bir daha haber alamıyorduk, korktuk. Önce
bu tür uygulamaların olmadığı rejime bağlı bir mahalleye taşındık ve iki sene
orada kaldık. Ancak bu süre içinde çocuklarımı hiç kapı dışarı çıkarmadık. Evin
tüm günlük ihtiyaçlarını dışarı çıkıp ben karşılıyordum. Memur eşim işe
gidiyordu, ama her gün acaba geri dönebilecek, tutuklanır mı, öldürülür mü diye
muazzam bir korku içinde kalıyorduk. İki sene sonra en büyük oğlum askerlik çağına
geldi. Çocuklarımızı askere alıp kendi ailelerini ve arkadaşlarını
öldürtüyorlardı. Buna alet olamazdık. 2013’te Türkiye’ye geldik.” dedi. Bu
sözler, Şam sokaklarında genç erkeklerin dolaşmadığı, evlerde saklandıkları,
kadınların evin ihtiyaçlarını karşıladığına dair daha evvel okuduğum saha
gözlemleriyle örtüşüyordu.
Bu hanım, sırasıyla temizlikçilik,
aşçılık ve terzilik vs. yaparak aile geçimini sağlamaya çalışmış. İç savaş
yüzünden eğitimini yarıda bırakan oğulları çok düşük maaşla fabrika işçisi
olarak çalışıyor. Orta yaş üstü her erkek gibi eşine iş yok; kendisi evde
otururken hanımını çalıştırmaktan oldukça rahatsız. Bu acıyı her aile reisi
hissediyor aslında. Evinin geçimini sağlamayı temel görevi addeden ve
hanımlarını çalıştırmayı ayıp sayan orta yaş üstü erkekler, artık hiçbir işlevi
olmayan atıl kimselere dönüştüler. Bu onlar için tam bir psikolojik bir travma.
Savaş yaşayan her toplum büyük ve kapsamlı dönüşümlerden geçer. Aile
rollerindeki değişim de bunun bir parçası.
Yine çocuklarını okutmak yerine
çalıştırmak da zoruna gidiyor, ancak hayatta kalmak için başka şansları yok. “Eskiden
Suriye’de bir maaşla düzgün yaşardık, şimdi 3-4 kişinin maaşı yetmiyor.” diyor.
Zira işverenlerimiz Suriyeli sığınmacıları kaçak şekilde çok düşük bir maaşa
çalıştırıyorlar. Birçok aile kira ve faturalardan kalan parayla karnını zor
doyuruyor. Üstelik 10-12 saat süren mesai yüzünden rahatsızlanan sayısı da az
değil.
Suriye’de mesai saatleri azdır.
Memurlar saat 2-3-4 gibi evlerine dönerler, isteyen o saatten sonra taksi
şoförlüğü gibi ikinci işler yapar. Akşamları ise Suriyeliler dışarıda
park-bahçelerde gezerler ve ahbaplarına ev ziyaretlerine giderler. Geç saatlere
kadar dışarıda gezerek, sohbet ederek vs. geçirirler. Dolayısıyla günün
tamamını çalışarak geçirmeye hiç alışık değiller.
Bu noktada bir başka hatıramı
paylaşacağım. 2015’te Suriyeli öğrenciler için YTB’nin yüksek lisans burs
mülakatına girmiştim. Her Suriyeliye “Boş vaktini neyle geçiriyorsun?” diye
soruyordum gerçekten okuma niyetleri var mı yok mu anlamak için. Eskişehir’den
gelen bir Suriyeli genç şaşkınlıkla yüzüme baktı “Boş vakit mi?” diyerek. Zira
bir ekmek fırınında günde 16 saat çalıştırılıyormuş. Sorduğum soru nedeniyle
utancımdan yerin dibine girmiş, vicdansız işverene içimden sayıp sövmüştüm.
Tam da ucuz iş gücü olarak günde 10-12
saat çalıştırılan, ama maaşlarıyla ay sonunu getirmesi imkânsız gençler,
ümidini kesip Avrupa’ya gitmek ve daha insani koşullarda yaşamak istiyor.
Kalanlar da “çocuğum Hıristiyan memleketlerde heba olmasın, ezan sesi duysun”
diye sabrediyor.
Biz Suriyelileri eğitimsiz, asalak
insanlar sanıyoruz muhatap olmadığımız için. Oysa son derece eğitimli olup da
çok kötü işlerde çalışmak zorunda kalanlar var. Mesele Suriye’de üniversitede
profesör olup bugün Türkiye’de umumi WC temizlemek zorunda kalanlar mevcut. Küçümsediğimiz,
hakaret ettiğimiz nice insanın bazen bizden çok daha insan olduğunu, çok daha
eğitimli, görgülü ve görenekli olduğunu bilmeliyiz. Dahası Allah indinde hangi
kulun daha hayırlı sayıldığını kim bilebilir? Düşene karşı davranışımız
insanlığımızın ölçüsüdür.
Bir arkadaşım anlattı: İngilizce bildiğini
zanneden bir Türk kasiyer, bu dilde derdini anlatmaya çalışan bir Suriyeli için
“İşte bunların hepsi böyle cahil.” demiş. Arkadaş devreye girip ne dediğini
sormuş. “O kadar düzgün İngilizce konuşuyordu ki asıl cahil bizim kasiyerdi,
farkında değil.” dedi.
Yine başa döneyim, Şamlı hanımla
röportajıma. “Geri dönecek misiniz?” diye sordum. “Vatanım gözümde tütüyor, ama
döndüğümüz anda oğullarımı tutuklarlar ve savaşa sokarlar. Çok güzel bir evimiz
vardı, ama füzenin isabet etmesiyle yerle bir oldu, şükür ki evde değildik.”
dedi. Yani dönse gidecek bir evi olmadığı gibi oğullarının başına geleceklerden
de endişeli.
Suriyeli herkes evini özlüyor. Zira
orada yüksek tavanlı, geniş evlerde yaşarlarken özellikle maddi durumu iyi
olmayanlar şimdi buralarda küçücük evlerde, bodrumlarda, çatı aralarında, ahır
olarak kullanılması gereken yerlerde hayat mücadelesi veriyor.
Kadınların hayatındaki değişimi
sorduğumda, en büyük zorluğu, eşleri savaşta ölenlerin ve hapiste kalanların
yaşadığını anlattı. Ülkemizde en yardıma muhtaç olanlar; erkeksiz, tek
başlarına çocuklarını yetiştirmeye çalışanlar, özellikle de küçük çocuklu olup
akrabası bulunmayanlar. Bunlardan üçüyle röportaj yapmıştım. Çocuklarına hem
anne hem baba olmaya çalıştıklarından ama iki rolü de başaramadıklarından
yakınıyorlar. Uzun saatler dışarıda çalıştıktan sonra evin mesuliyetlerini
üstlenemiyorlar. Çocuklarını bırakacak yer bulamıyorlar. Şimdi bunlara geçelim:
Kadınlardan biri, 4 yıldır bir klinikte
temizlik görevlisi. İşinden memnun, ama günde 10 saat çalışıyor. “Eşim varken o
çalışıyordu ve hayatımızda her şey yolundaydı.” diyor. Şimdi ise her şey
değişmiş. Bir pazar günü tatil; onda da yemek ve ev işini ancak
yetiştirebiliyor. “Çocuklarıma ne dosdoğru annelik ne de babalık yapabiliyorum,
onlarla hiç ilgilenemiyorum.” diyor. Röportajda fazla ayrıntıya girmedi, özel
hayatını anlatmaktan çekindi. Görüştüğüm diğer iki hanımın çok daha fazla
sıkıntısı vardı.
Önce 4 ay cüzdan fabrikasında çalışan,
ama hem patronun baskısından hem de kokudan rahatsızlanıp çıkan, şu an bir
kıyafet dükkânında tezgâhtarlık yapan bir hanım... Günde 12 saat çalışıyor. Ama
işinden memnun, “En azından müşteriler kadın.” diyor. 2 çocuğu var,
anne-babasıyla yaşıyor. İşe giderken çocuklarını emanet ettiği yakınları olması
bakımından şanslı; ama ailesi ve erkek kardeşinin müdahalesi nedeniyle
çocuklarını istediği gibi yetiştirememekten şikâyetçi. 4. sınıftaki oğlu öğlen saat
2’de okuldan dönünce evlerinin altındaki dükkânda saat 7’ye kadar çalışıyor. Akşam
eve gelince bir saat oturup ardından uyuyor. Dolayısıyla okul derslerine hiç
çalışamıyor ve başarısız. Anne çok üzgün; ama “Ailenin geçimi ve okul
masrafları için ben de küçük oğlum da çalışmak zorundayız.” diyor. Hem bedensel
hem de psikolojik olarak çok yorgun olduğunu vurguluyor.
Gelelim asıl dertli olana... Eşi Esed’in
zindanlarına atılmış, başta ziyaretine gidip gelmiş. Ama bir gün “artık
gelmeyeceksin” denmiş. Bunun ne demek olduğunu anlamış; 2 sene evvel 7
yaşındaki tek çocuğunu yanına alıp ablasının verdiği borç altınlarla İdlib
üzerinden Türkiye’ye sığınmış. Suriye’deki kaçakçı, kadının halini görünce para
almamış; ama Hatay’daki Türk mafyası bütün parasını ve altınları alıp “İstanbul’a
götürüyorum” diye Kilis’e bırakmış. Borç harç içinde İstanbul’a ulaşmış. Bir
tekstil fabrikasına işçi olarak girmiş; günde 12 ila 14 saat çalışıyormuş.
“Patronumun ahlakı son derece bozuktu,
bize rezil davrandı.” diyor. Verdiği örnek çarpıcı: Çocuğuna bakacak kimsesi
yok; okuldan dönen oğlu akşama kadar sokakta kalıyor. 7 yaşındayken araba
çarpmış, hastaneye kaldırılmış. Çocuğu WC’ye gitmek için bile kalkamıyormuş,
fotoğrafını çekip patronuna yollamış. “İşe gelmek zorundasın.” cevabını almış. “Daha
ikinci günde işe gittim.” diyor. Her gün 15 dakikalık çay ve 45 dakikalık yemek
molasında evine koşup oğluna bakmış. “Allah’tan ev ile iş yakındı.” diyor. Oğlu
iyileşene kadar yemek yemeden günler geçirmiş... Tamirci gelecek olsa veya
oğlunun okuluna gitmesi gerekse bile patronu hiçbir zaman izin vermemiş. “Sizin
işverenleriniz çok ama çok acımasız.” diyor. Benzer sıkıntıyı yaşayan sığınmacı
çok. Patronların bazıları kaçak Suriyeli işçilere tek bir gün dahi izin istese
vermiyor, işten atmakla tehdit ediyor.
Hatta 5 senedir İstanbul’da olup da
kimlik kartı alamayan aileler var. Nedeni, patronun izin vermemesi nedeniyle
hafta içi gidip de başvuru yapamamak. Şimdi o kimliksiz ve kayıtsız Suriyeli
aileler sınır dışı edilecek. Patronların zerre kadar vicdanı sızlayacak mı? Hiç
zannetmem.
Öğrencilerime bu yaşanmış hikâyeleri
anlatırken diyorum ki “ESED
DENEN ZALİM SADECE ŞAM’DA DEĞİL. HER BİRİMİZİN İÇİNDE, RUHUNDA BİRER ESEDCİK
VAR. Suriyeliler sadece vatanındaki rejimden
çekmedi, farklı kılıklarda ve rollerde bu Esedcikler göç ettikleri her yerde
karşılarına çıkıyor.”
Takdir edersiniz ki İstanbul’da tek
başına kalan ve tüm gün çalışan bu hanımın çocuğuyla ilgilenmeye vakti yok.
Temel kaygısı şimdi 9 yaşına gelen oğlu; tek isteği ona kalabileceği düzgün bir
yatılı okul bulmak. “Böyle giderse çocuğumun geleceği hiç olmayacak, bir çöp
olarak atılıp gidecek… Okula gidiyor ama eğitimi sıfır.” diyor. Çocuk ne fasih
Arapça biliyor ne Türkçe; daha doğrusu konuşsa da yazmayı bilmiyor. Bu arada
bir not düşeyim: Artık Suriyelilerin çocukları Türk okullarında okudukları için
fasih Arapçayı ve Kur’an-ı Kerim okumayı bilmiyor, ailelerin temel
kaygılarından biri de çocuklarına anadillerini öğretebilmek.
Sokakta kalan oğlunun ahlakından da
endişeli. Bu gidişle suç çetelerinin eline düşecek diye korkuyor. Geleceğe ve
kendine dair hiçbir ümidi yok. Tek düşündüğü her ay kirayı ve faturaları nasıl
ödeyeceği. Türkiye’de mesai saatleri çok uzun olduğundan oğlunun geleceği için
tek çıkar yol olarak Avrupa’ya gitmek istiyor.
Hanımın kendisi psikoloji bölümü 2.
sınıf terk; evlenince okulu bırakmış. Dolayısıyla Suriyelilerin yegâne
geleceğinin okumakta olduğunun farkında. Ama elinden bir şey gelmiyor. Sadece
çalışıyor ve uyuyor. Yemek pişirmeye vakti bile yok, “Hazır ne varsa,
peynir-ekmek onu yiyoruz.” diyor. “Türkiye’ye geldiğimden beri, 2 yıldır, bir
gün bile oğlumu parka götürüp de oynatamadım.” diyor acı içinde. Bunun bir
çocuk için ne denli ihtiyaç olduğunu ancak onlar bilir herhalde... Bizim bazı
Türkler de Suriyeli çocukları parklarda oynarken görmekten küplere biner
vaziyette.
O da ne anne ne baba rolünü doğru
düzgün oynayamamaktan rahatsız; üstelik işyerinde patrondan gördüğü muamele
nedeniyle psikolojik olarak da yorgun. “Eve gelince stres ve sıkıntıdan oğlumu
en ufak bir hatasında dövüyordum.” diyor, ama kısa süre evvel işini
değiştirince rahatlamış.
400 lira kirayla tuttuğu zemin kattaki
evi minicik, rutubetli, çok kötü kokuluymuş. “Kazancım kiraya ve faturalara
gidiyor.” diye yakınıyor. Günde sadece iki saat elektrik kullandığı halde
faturanın her ay 150 lira gelmesine şaşkın. “Ev sahibiyle aynı binada mısın?”
diye sordum, “Evet.” dedi. Ev sahibinin elektrik hattını onun dairesine
bağlayıp faturayı ödettiğini söyledim. Zavallı ne bilecek içimizdeki bu
sahtekârları...
Röportaj yaptığım dönemde işini
değiştirmiş, rahatlamıştı. Mesaisi 11 saate inmişti, ama henüz ne maaş
alacağını bilmiyordu. Patronu onu birkaç ay deneyecekti. İnşallah zannettiği
gibi daha düzgün bir iştir de hayal kırıklığına bir kez daha uğramamıştır...
Röportaj boyunca sürekli “Türkiye’de hayat çok zor.” diye tekrarlayıp durdu. “Türkçe
öğrenmeyi çok isterdim, ama buna imkânım yok, oğluma da derslerinde yardımcı
olamıyorum.” dedi.
Bu son yaşanmış hikâye bile içimizde
gezen fırsatçı, bencil, ahlakı bozuk ve vicdansız insanlarımızı yeterince ele
veriyor. Şapkayı önümüze alıp derin derin düşünmemiz, kendimizi sorgulamamız
lazım. Aynı muamele kendimizi ve çocuklarımıza yapılsa ne hissederdik?
Bazı mesajlar geldi. “E doğurup duruyor
bunlar da.” diye. Bunlara cevabı ileride vereceğim. Ama şu son hikâyesini anlattığım
aile sadece iki kişilik. Aynı sıkıntıları tıpkı kalabalık aileler gibi onlar da
yaşıyor. Bu da meselenin başka olduğunu ortaya döküyor.
26 Temmuz 2019 Perşembe - İstanbul’daki
mültecilerin hayatlarından kesitler
Bugün, geçtiğimiz cumartesi (20 Temmuz)
röportaj yaptığım 6 Suriyeli hanımın anlattıklarını paylaşacağım. Ama öncesinde
bir şaşkınlığımı yazmadan geçemeyeceğim. Özellikle dinine ve itikadına önem
veren insanımızın Suriyelilere karşı hasmane tavrına bir anlam veremiyorum.
BİZİM PEYGAMBERİMİZ DE BİR MÜLTECİ, BİR SIĞINMACIYDI. Mekke düzeninin baskı ve
zulmü karşısında Müslümanlar, Medine şehir devletine göç etmek zorunda
kalmıştı. Bunu bilmiyor muyuz, yoksa çıkarımıza dokunuyor da görmezden mi geliyoruz?
Hicretin ilk yıllarında Kur’an-ı Kerim’de bir ayetle muhacir ensara mirasçı
bile kılınmıştı; sonra bir başka ayetle mirasçı olma emri kaldırıldı. Öyle
görünüyor ki Peygamberimizin hayatını bir kez daha bu gözle okumalıyız.
41 yaşındaki ilk hanım, dört çocuğuyla
Şam’dan ülkemize sığınmış. Rejimin adamları, eşini ve henüz üç yaşındaki oğlunu
arabayla giderken yolda öldürmüş. Eşinin vefatının ardından Şam’da yardımlarla
ayakta kalmış. Ama “Bu şekilde yaşamayı zül addettik; Türkiye’ye onurumuzla
yaşamak, alnımın teriyle çalışıp kalan dört çocuğumu büyütmek için geldim.”
diyor. Burada hiç akrabası yok, günde on iki saat terzi olarak çalışıyor.
Şu an 19 yaşında olan kızını üç yıl
evvel 24 yaşındaki bir Suriyeli gençle evlendirmiş, aynı evde birlikte
yaşıyorlar. “Neden kızını erken evlendirdin?” dedim. “Başımıza bir erkek
lazımdı, tek başıma evimi, ailemi himaye edemezdim.” cevabını verdi. Göçle
birlikte hayatlarında nelerin değiştiğini sordum. “Çocuklarım içine kapandı,
kimseyle konuşmak ve topluma karışmak istemiyorlar; bundan endişeliyim.” dedi.
Nedeni yine aynı: Suriyeli çocuklara karşı okullardaki nefret ve yabancı
düşmanlığı. “Türkçeyi tam bilmiyor, dersleri anlamıyorlar diye Türk arkadaşları
çocuklarımla dalga geçiyor.” dedi. Kendisi, akşamları Türkçesi el verdiği
ölçüde çocuklarına derslerini öğretmeye çalışsa da yetersiz kalıyor. Suriye’deyken
dersleri çok iyi olan çocukları şimdi eski günlerini özlüyor, geri dönmek
istiyormuş. “Yaşadığımız sıkıntılardan dolayı çocuklarımla birbirimize sıkıca
kenetlendik.” diyor anne.
Öte yandan korktuğu için çocuklarını okul
haricinde dışarı salmıyormuş. “Daha evvel burada hayatımdan memnundum ama artık
büyük korku içindeyim.” diyor. Korkusunun nedeni İstanbul seçimleriyle birlikte
Türklerin Suriyelilere bakışlarının bile değişmesi. “Artık dışarıda kendimi
güvende hissetmiyorum.” diyerek çarpıcı bir örnek verdi. “Geçenlerde çocuklarımla
birlikte dışarıda geziyordum. Bir Türk adam gelip cep telefonuyla fotoğrafımızı
çekti, bakın Suriyeliler nasıl da ortalıklarda gezip eğleniyor demek için. Çok
üzüldüm. Neden bize böyle davranıyorsunuz?” diyerek serzenişte bulundu.
Hafta içi bütün gün çalışan,
çocuklarını okul haricinde dışarı salmayan bir annenin kırk yılda bir nefes
almak için İstanbul sokaklarında ailesiyle gezmesini dahi çok görüyoruz. Bu
nasıl bir akıl, bu nasıl bir vicdan!
Halep’ten gelen, dört çocuklu 38
yaşındaki ikinci hanım, yedi yıl evvel son çocuğuna hamileyken, sokakta yürüyen
eşini bir keskin nişancı şehit etmiş. “Halep’te sıfırı tükettik, ne eşim ne
akrabam kaldı; yapayalnızım.” diyor. Burada eşinin akrabaları olsa da 2,5
yıldır hiç görüşmüyorlarmış. “Allah’tan başka hiç kimsemiz yokmuş, bunu gördüm;
Allah insanı amcasının, kardeşinin bile eline düşürmesin.” diyor. Yedi senedir
büyük zorluklar çekse de artık buna alışmış. “Halep’te kadınlara iş yoktu,
çocuklarımı büyütmek için Türkiye’ye gelip çalışmak zorundaydım.” diyor. 3,5
sene evvel Türkiye’ye gelmiş. Dokuz aydır bir plastik çatal-tabak fabrikasında
çalışıyormuş. Daha evvel farklı iş yerlerinde temizlikçilik yapmış, hasta
bakmış, bijuteride çalışmış. “Çalışma hayatı çok zor, ama çocuklarım için
çalışmam lazım, maaşı zar zor yetiriyorum.” diyor.
Çocukları ne zaman bir uçak sesi duysa
korkuyor, irkiliyormuş. Çünkü Halep’teki evleri bombardıman sonucu üzerlerine
yıkılmış. Türklerden sıkıntı çekiyor musunuz diye sorunca, “Pek fazla sayılmaz.”
diyor anne. Ama yanında bulunan 12 yaşındaki oğlu yaşadığı çarpıcı bir olayı
anlatıyor: Annesi para biriktirerek bayramda ona bir saat hediye almış. Çocuk
çok sevinmiş. Hafızlık yaptığı Kur’an kursundaki Türk çocuklar saati görünce, “Senin
Suriyeli olarak bir saatin var ha” diyerek saati kolundan çekip yere atmış,
kırmışlar.
Suriyelilerle ilgilenen bir derneğin
yetkilisi “Türkler, Suriyelilerin elindeki her şeyi çok görüyor; çok malları
var veya devlet para yağdırıyor da onunla her şeyi alıyor sanıyorlar.” demişti.
İleriki günlerde başka bir Suriyelinin dilinden konuyla ilgili paylaşım yaparak
konuyu açacağım.
3 yıl evvel Humus kırsalından Türkiye’ye
gelen 29 yaşında dört çocuklu bir başka hanım... Evin reisinin bir gözü tamamen
görmez olmuş, diğeri ise kısmen görüyor; dolayısıyla 2 yıldır çalışamıyor. Bir
de yanlarında engelli olan 54 yaşındaki görümcesi var. “Göçle hayatınızda neler
değişti?” diye soruyorum: “Burası savaş altında yaşamaktan iyi, emniyetteyiz
ama maddi bakımdan çok zor durumdayız. Aldığımız yardımlarla kira ve faturaları
bile ödeyemiyoruz; oysa Suriye’de evimiz vardı. Okulda okuyan çocuklarımızın
taleplerini karşılayamadığımızdan psikolojileri değişti, asabileştiler. Türkçe
çok zor bir dil olduğundan öğrenmekte zorlandılar. Ayrıca her uçak sesinde
korkuyorlar. Komşularımız çocuklarımızı kabullenemedi, onlarla oynamıyorlar;
bizi sevmiyorlar. Bu durum çaresizlik hissimizi artırdı. Çocuklarımızın Kur’an
dili Arapçayı bilmemesi bizi üzüyor.” Cevabını veriyor.
Halep kırsalından 6 yıl evvel gelen 43
yaşındaki bir başka hanım da eşi hasta olduğundan çalışamıyor. Çocuklarının
üzerinde kontrolü yitirmekten dert yanıyor: “Suriye’de ebeveyne itaat vardı, çocuklarımız
istediğimizi yaparlardı. Şimdi sürekli itiraz ediyorlar, yanlışta ısrar
ediyorlar, isyankârlar. Okuldaki Türk arkadaşlarına özenip onlar gibi giyinmek,
yiyip içmek, yaşamak istiyorlar. Biz bu taleplerin maddi bakımdan nasıl
altından kalkalım? Bütün arkadaşlarının elinde telefon olduğundan kendilerini
ezik hissediyor, cep telefonu almazsanız okula gitmeyiz diyorlar. Derdimiz çok.”
İlkokul çağında çocuğu olan anneler rahat;
ama çocuklar ortaokul ve lise çağına geldiğinde iş değişiyor. Birçok Suriyeli
anne-baba benzer dertten muzdarip. Ülkemizdeki sığınmacılarla yakından
ilgilenen Suriyeli birisi tam da aynı konuda şunları anlatmıştı: “Çocuğumuza,
mesela, sigara içme harama yakın mekruhtur dediğimizde ‘Okuldaki Türk
çocukların çoğu içiyor’ cevabını veriyorlar. Bize de onlar yanlış yapıyor
diyemiyoruz, nihayetinde burada misafiriz, sıkıntı çıkabilir. Ama büyüdükçe
çocuklarımızın üzerindeki kontrolü kaybediyoruz. Dahası, Avrupa’daki gibi,
çocuklarımızın bizi gidip de devlete, kolluk kuvvetlerine şikâyet etmelerinden
korkuyoruz... Halepli bir karı-koca arasında kavga çıkmıştı; komşunun ihbarıyla
gelen polis adamı hapse attı; adam altı aydır hapiste, hala dava açılmadı.
Hanımı dilekçeyle başvurmuş; şikâyetçi değilim, eşimi hapisten çıkarın demiş.
Yine de kamu davası açılacakmış ve ilk duruşma Nisan 2020’de olacakmış. Bu
kadının üç çocuğu var, onca zaman ne yiyip ne içecek düşünsenize. Suriye’de
devlet aile içi ilişkilere karışmazdı, burada korkuyoruz.”
Diğer hanım, 41 yaşında, dört çocuklu
bir Türkmen. 4 yıl önce Şam’dan gelmişler. “Eşim işe gitmek için evden çıktığında
geri dönebilecek mi diye her gün korku yaşardık. İkinci kızım gece bomba ve silah
sesi duyduğunda korkar, rengi değişir, yazın sıcağında bile buz kesilirdi. Elhamdülillah
şimdi emniyetteyiz.” diyor.
Çocukları başlangıçta okulda sıkıntı
yaşamış ama Türkmen oldukları anlaşılınca dışlayıcı tavırlar değişmiş. Şu an
okulda rahatlar, hatta Türk vatandaşlığı alsak da kalsak diye düşünüyorlarmış.
Türkiye’de insana kıymet verilmesinden, okullarda dayak olmamasından
etkilenmişler. Parkta çocukların salıncak sırasına girmesi hoşlarına gitmiş; “Suriye’de
kim kuvvetliyse o binerdi salıncaklara.” diyor. Ama parka gittiklerinde hemen “Suriyeliler!”
diye laf atılmasından şikâyetçi. “Türkler bir kötü örnek görüp tüm Suriyelileri
kötü sanıyorlar. Bu çok yanlış.” diyor.
Bir alışveriş merkezinde işçi olan eşi
sonunda sigortalı olmuş; ama sevinememişler. Patronu sigortayı bazen 5, bazen 15
günlük yatırıyormuş. “Sigortalı olunca Kızılay kartını kestiler. Şimdi ne
sigortadan faydalanıyoruz ne de Kızılay’dan. Mağdur olduk. Burada geçinmek zor.”
diyor.
Son olarak, sığınmacılarla yakından
ilgilenen bir Suriyelinin dilinden, göçle birlikte ailelerde yaşanan değişime
dair genel izlenimleri aktarmak istiyorum:
“Suriye’deyken ailelerde sevgi ve
muhabbet vardı, gezilir tozulurdu, sohbet ve şakalaşma çok yaygındı. Şimdi
neyle gezeceğiz, güleceğiz? Maddi durumu iyi olanlar var; ama çoğunluk temel
ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor. Çocukların dışarıda akranlarından
görerek istediği şeyler çoğunlukla karşılanamıyor. Nice aile reisinin aklını
meşgul eden tek şey, ay sonu nasıl gelecek, ekmeği-suyu nasıl temin edecek? Artık
birçok ailede sürekli bir gerginlik hali var. Hem eşler hem de ebeveyn ile
çocuk arasında kavgalar var, boşanmalar artıyor. Eski sevgi ve muhabbet yok.
Parçalanmış nice aile var; dünyanın birçok yerine dağılmış durumdalar. Sadece
benim ailem 10 ayrı ülkede. Ayrıca ailesinden, akrabalarından, yakınlarından
şehit veya yaralı veren, tutuklu olan çok. Suriye’de kalan yakınlarının,
akrabalarının hayatından sürekli endişe içindeler. Zihinlerde dolanan bir yığın
mesele var. Hal böyleyken neye gülüp eğlenilecek? Okullarda Suriyeli çocuklara
karşı husumet var; öğrenci çeteleri çocuklara bıçak çekiyor, dövüyor; polis veya
okul müdür görse de bir şey yapmayıp uzaktan seyrediyor. Bu temel
problemlerden. Kira ve başka bin bir türlü yardım aldığımız sanılıyor; kira
yardımı yok, Kızılay yardımından yararlanan sayısı da sınırlı. Siz de iktisadi
kriz içindesiniz, biliyoruz. Hükümetinize çok duacıyız, bize yıllardır yardımcı
olmaya çalıştı, ama yapamadı. Nüfusumuz çok olduğundan bu kadar büyük bir
nüfusla baş etmek imkânsız. Keşke baştan Avrupa’daki gibi bir rehabilitasyon ve
uyum süreci olabilseydi.”
28 Temmuz 2019
Pazar – Tweetlerime gelen tepkilere cevaplar
Mültecilere bakışımızın 100 yıldır hiç değişmediğini gösteren bir alıntı. Tweetlerimin altına “Biz Balkanlardan, Kafkaslardan gelen muhacirlere böyle davrandık mı? Demek ki Suriyelilerde bir sorun var.” diyenler dikkatle okusun. Bizim içimizde böyle bir damar aslında hep vardı.
Yunanistan’ın 1800’lerde
bağımsızlığını kazanması nedeniyle o topraklardan kalmış Türkler, 1920’lerde
nüfus mübadelesiyle ülkemize geldiğinde gelenek ve hayat tarzlarını
garipseyerek “Bunlar gâvur, Yunan; Türk değil.” diyerek dışlamıştık. Benzer
şekilde Anadolu’dan Yunanistan’a göçen Rumlar da “Bunlar bizden değil, Türk”
diye dışlanmıştı.
1770’ten 1923’e
göç haritası… 5 milyon Müslüman Anadolu’ya sığınırken 1,9 milyon Hristiyan da
Anadolu’nun dışına çıkıyor. Dikkatle incelenmesi gerekir. Halkımızın çoğunun
dedeleri göçmendir… Dahası Cumhuriyet döneminde de Türkler, Balkanlardan dalga
dalga yurdumuza sığınmıştır. Keza 1980’lerin çalkantıları ve savaşlar döneminde
yüz binler Afganistan, İran, Irak, Suriye ve çeşitli yerlerden gelmiştir.
Dolayısıyla Suriyelilerin halinden en çok dedesi, babası, hatta kendisi göçmen
olanların anlaması gerekirdi; ama aksine en büyük nefreti –hayretle– onlarda
görüyorum.
(Attığım
tweetin altına yorum yazan Arzu isimli takipçimin retweetlediğim mesajını
paylaşmak istiyorum: “Biz Balkan göçmeniyiz, zamanında bizimkileri öldürmeye
bile kalkışmışlar. 50 senelik komşularımızın ufacık çocukları bile ‘Sen
Macirsin kapımızdan geçme, burada durma’ diye konuşabiliyor. İçlerinde bu
düşmanlığı hala besliyorlar; sadece artık ellerinden bir şey gelmiyor.)
Meselenin diğer
boyutu da şu: Biz Suriyelilere sadece işimizi aldığı için öfkelenmiyoruz.
Dürüst olalım. Ülkemize gelen turistler arasında alışverişleriyle en büyük
parayı bırakanlar Araplar olduğu halde, bir-iki haftalığına ülkemize gelen Arap
turistlere de ters davranıyoruz. Şaşırıp kalıyorlar, “Biz Türkiye’yi bu kadar
sevdiğimiz ve ekonomisine katkıda bulunmaya çalıştığımız halde onlar neden bize
bu kadar kötü davranıyorlar” diye. Hatta havalimanlarımızda Araplara adeta
potansiyel terörist gibi davranıldığına dair nice şikâyet var. Hadi tamam
Suriyeli sığınmacıları kalıcı diye düşünüp beka tehdidi sayıyoruz; peki
tatilini burada geçirip geri gidecek Araplara ne diye ters davranıyoruz? Dürüst
olalım, ASIL MESELE İKTİSADİ KAYGI DA BEKA KAYGISI DA DEĞİL. ZİHİNLERİMİZİN ÇOK
DAHA DERİNLERİNE İŞLEMİŞ BİR IRKÇILIK VAR.
Ülkemize gelen
Afrikalılara bir sorun bakalım; “bunların burada ne işi var” dercesine nasıl dik
dik bakıyormuşuz yüzlerine... Açıkça söyleyeyim, İNSANOĞLU TANIMADIĞINDAN
KORKAR. Hem dış dünyaya hem de içimizdeki yabancılara karşı –kibirle birleşen–
derin bir cehaletimizin olduğunu kabul edelim. Her çekik gözlüyü Çinli sanırız,
koskoca Doğu ve Güneydoğu Asya’nın büyük kısmı çekik gözlü olduğu halde. Çin hükümetinin
Doğu Türkistanlılara yaptığı zulme haklı olarak öfkeleniriz; ama bunun acısını
zavallı Güney Koreli bir turisti döverek çıkarırız. Cehalet ayrı bir meziyet! Daha
da komiği ülkemize gelen her Arap turisti Suriyeli sığınmacı saymamız. “Bunlar
geziyor, lüks restoranlarda yiyip içiyor, alışveriş yapıyor” diye
öfkeleniyoruz. Birkaç yıl önce Türkiye’ye yerleşip burada yatırım yapan zengin
bir Yemenli işadamını Suriyeli sığınmacı sanıp kendisine sadaka verilmeye
kalkışıldığını da duymuştum.
Yaygın şöyle bir
eleştiri var: “Doğu Türkistanlılar bunca zulüm görürken Suriyelilere neden
sahip çıkıyorsunuz!” Göremedikleri şey şu: Bugün Suriyelileri sınır dışı etmeye
çalışan ekipler, Doğu Türkistanlıları sınır dışı edenlerin aynısı. İki zulüm
aynı anda yürüyor ve biz ikisine de karşıyız. Suriyelilere sahip çıkmamız, Doğu
Türkistanlılar pahasına asla değildir, böyle bir şey sözkonusu dahi olamaz. Biz
“ya-ya da” ikilemiyle kendimizi sınırlandıran bir zihniyete sahip değiliz, “hem-hem
de” diyenleriz.
Tahmin
edeceğiniz üzere, bugünün tweet zincirinde geçmiş paylaşımlarıma gelen
yorumlara cevap veriyorum. Bu yorumların bir kısmı kötü, bir kısmı iyi
niyetliydi. Kötü niyetlilerle muhatap olmaya tenezzül etmiyorum; ama onların
yönelttikleri sorular ve yaptıkları yorumlar herkesin zihninde uyanabilir diye
bunları yazıyorum.
Bugüne kadar
hiç Suriyeli mağdur görmediğini, çalışmayıp keyif yaptıklarını, asıl mağdurun
biz Türkler olduğunu yazanlar olmuş. Böyle düşünenlere sorarım: Bugüne kadar
kaç Suriyeli ile oturup dertleştiniz? Kaç Suriyelinin evini ziyaret ettiniz? Kötü
niyetle yaklaştığınız, anlama çabasında olmadan yargıladığınız ve suçladığınız
insanlar, özel hayatlarını açacak değiller size. Sokaklarda insanları gezerken
görebilirsiniz, ama göremediğiniz şu: Fabrikalarda ucuz işgücü olarak adeta
köle gibi çalıştırılan yığınlar var. Kaldı ki sığınmacı diye insanları
gezdikleri için suçlamak ne denli makul ve mantıklı? Suriye’de hem her akşam
gezmeye hem de koca evlerde yaşamaya alışmış bu insanların birçoğu şimdi bodrum
katlarda, küçücük, rutubetli evlerde hayatını sürdürmeye mahkûm. Bu yüzden
sağlığı bozulan da birçok Suriyeli var. Bizim göz zevkimizi bozmamak için hiç
evlerinden çıkmasınlar; sadece işe gitsinler; hatta işe de gitmesinler, “bizim
işlerimizi(!)” almasınlar... Bu arada “bizim işlerimiz” dediğimiz o işlerde (fabrika
işçiliği, temizlikçilik, hasta bakma vs.) acaba kaç gencimiz çalışmaya gönüllü?
Bir diğer
eleştiri çok daha ilginç: “Suriyeliler tacizci ve tecavüzcü; Türk kadınını
rahatsız ediyorlar.” Esed’in adamlarının bir savaş stratejisi olarak uyguladığı
tecavüze uğrama ihtimalinden kaçıp bizim ülkemizde taciz ve tecavüze uğrayan
Suriyeli kadın ve çocuk sayısı o kadar çok ki. Ben röportajlarımda acıları
tazelememek için hiç bu konuda soru yöneltmedim. Ama ülkemizde Suriyelilerle
ilgilenen psikologlara ve psikiyatristlere sorarsanız, “nasılsa dil
bilmiyorlar, yabancılar, kimseye şikâyet edemezler” diyerek bu ülke vatandaşı
kaç alçağın Suriyelilere neler yaptığını öğrenebilirsiniz. Ayrıntıları yazmaya
elim varmıyor. Suriyeli 13 yaşındaki erkek bir çocuğun, verildiği yatılı eğitim
kurumunda, 17 yaşındaki bir Türk öğrenci tarafından nasıl tecavüze uğradığının hikâyesini
bir psikologdan dinledim. Tüyler ürperticiydi, günlerce kendime gelemedim. Olaydan
bir sene sonra çocuk, annesiyle birlikte, bir belediyenin ücretsiz psikolog
hizmeti vermesinin ilk haftasında hemen tedaviye koşmuş. Bazı Suriyeli
çocuklar, eğitim için, gelecekleri için gittikleri kurumlarda bile buna maruz
kalıyorsa varın gerisini siz düşünün.
(Konu ile
ilgili Feyza Bilir adlı Twitter takipçimin retweetlediğim bir tweeti paylaşmak
istiyorum: “Okudunuz mu bilmiyorum ama Sakarya’nın Kaynarca ilçesinde, 6 Temmuz
2017 tarihinde 9 aylık hamile olan Emani el Rahmun tecavüz edilip 10 aylık
bebeği Halaf el Rahmun ile birlikte öldürüldü. Bunu yapan da bir Türk’tü. Ama
hiçbir zaman bu olay, Suriyelilerle ilgili yalan ve provokatif haberler kadar
konuşulmadı.”)
Suriyelilerde
ahlaksız yok mu? Tabii ki bir yığın var. Tıpkı bu ülke insanı arasında bir
yığın olduğu gibi. Benim teklifim gerek –Türk gerek Kürt gerek Arap– bu suçu
işleyenlerin tamamının denize dökülmesi. Gördüğü her Suriyeliyi tacizci-tecavüzcü
sananlar ise psikolojik olarak tedavi olmalılar.
Suriyelileri
katil, hırsız, tacizci, kaçakçı diye niteleyen; necip Türk milletini bozduğunu
iddia edenler var. Resmî istatistiklerde suç işleme oranlarına bakıldığında SURİYELİLERDE
SUÇ ORANININ SON DERECE DÜŞÜK olduğu görülür. Misafir oldukları ve
her an sınır dışı edilme endişesiyle yaşadıkları bir ülkede suç işlemek sizce
akıl kârı mı?
(Konu ile
ilgili Feyza Bilir adlı Twitter takipçimin retweetlediğim bir tweeti paylaşmak
istiyorum: “Suriyeliler, 2011’den itibaren yaşanan toplam 6.074.369 adlî olayın
sadece 20.048’ine karıştı. Bu süre içinde Suriyelilerin karıştığı olayların
oranı yüzde 0,33 (yani on binde 33) olarak gerçekleşti. Bir zahmet araştırın.”)
Yine bir yığın
yanlış kıyaslama üzerinden gelecekte çıkabilecek muhtemel güvenlik riskleri
sıralanıyor; adeta -ikisi de K harfi ile başlıyor ve 5 harfli diye- kabak ile kavunu
kıyaslarcasına. Bir arkadaşım, Lübnan’da Filistinli mültecilerin 1975’te iç
savaşı tetiklemesi örneğini vererek bir benzerinin ileride Türkiye’de yaşanması
ihtimalini dile getirdiğinde dayanamayıp kahkahayı bastım. “Lübnan siyasi sistemi,
nüfus yapısı ve güvenlik sisteminin Türkiye’ninkiyle en küçük bir benzerliği var
mı?” diye sordum; şükür ki biraz biliyormuş, “Hayır” cevabını verdi. Ülkelerin
iç siyasi, iktisadi, toplumsal, kurumsal ve demografik yapılarına bakmadan bu
tür kıyaslamalar cahil işi vesselam.
Birisi “İleride
Kürtler gibi bağımsızlık istiyoruz diye ellerine silah alınca görürüm ben sizin
hümanistliğinizi.” yazmış. Gülüyorum bu tür boş kıyaslamalara. Ülkemizde
misafir statüsünde bulunan 4 milyon yabancı ileride çıkıp bağımsızlık isteyecek
ha? Zaten daha evvel Bulgaristan, Yugoslavya, Kafkaslar, İran ve Irak’tan
ülkemize sığınanlar hep bağımsızlık istemişti de sırada bu insanlar var!
Gereksiz paranoyalarla insanlığımızı ve vicdanımızı esir ediyoruz ya, yazık.
Öğrencilerime hep diyorum ki hangi görüşten olursanız olun fakat VİCDANLARINIZI
SİYASALLAŞTIRMAYIN.
Bir eleştiri
de, kendi halkımız fakir ve muhtaçken neden Suriyelilere yardım edildiği! Bunu
yazanların, fakir Türk ailelerine yardım etmesine kim engel ki? İsteyen
Türklere, isteyen Suriyelilere, isteyen her ikisine birden yardım eder. Acaba
bu argümanı dilinden düşürmeyenler bugüne kadar kaç Türk aileye yardım etmiştir,
çok merak ediyorum doğrusu. Bizim gibi muhtaç olana yardımı hayatına şiar
edinenler dine, ırka, milliyete bakmadan bunu yaparlar. SURİYELİLERE
YARDIMLARIMIZ TÜRKLERE YARDIM ETMEYE ASLA MANİ DEĞİLDİR. Öte yandan 22 Temmuz
tarihinde attığım tweet zincirinde de belirttiğim gibi, ben ÖYLE SURİYELİ
AİLELER GÖRDÜM Kİ YOKSULLUK DEĞİL YOKLUK İÇİNDELER. Evlerinde hepi topu beş-on
parça eşyası olan, başkasının verdiği buzdolabının içi bomboş olan aileler var.
Yaralı, hasta, sakat, dul ve yetim yığınlar mevcut.
“Suriyeliler
birkaç yerden yardım alıp da keyif yapıyor” diyenler var. Doğrudur, böyleleri
yoktur hiç diyemem. Kimi fırsatçılar bütün yardımlara konar, kimilerine ise bir
şey kalmaz; bu dünya böyledir. Kendi ülkemizde de maddi durumu iyi olduğu halde
utanmadan yeşil kart alanlar yok muydu? Dahası, zengin olup Mercedes ile gezen
bazı vatandaşlarımızın çocukları hiç sıkılmadan eğitim bursu almıyorlar mı?
Veya kimi öğrencimiz tek bir burs bulamazken bir yığın yerden burs toplayan “açıkgöz”
Türk gençlerimiz yok mu? Burslara konup keyifle gezenlerimiz, sokaklarda yiyip
içenlerimiz, sinemalarda keyif yapanlarımız yok mu?
Yani her
toplumun ahlaklısı-ahlaksızı, mağduru-fırsatçısı, vicdanlısı-vicdansızı vardır.
Mesele, biri-iki yanlışı görüp herkesi mahkûm etmemizdir. Bu zaafımızı bilenler
de sonuna kadar kullanıyor. Sığınmacılar arasında bir yığın Esed ajanı var.
Kimi olayları bu ajan taifenin bilerek kışkırttığını da bilelim.
Ayrıca
ülkemizde Suriye’nin her yerinden insan var; görgülü-görgüsüz,
eğitimli-eğitimsiz, şehirli-bedevi. Tıpkı bizim ülkemizde de olduğu gibi.
Suriyelilerin kendileri de herkesle ahbaplık kurmuyor; hatta “Bu insanlar bizim
ülkemizden mi!” diye hayret ettikleri insanlar var. Acı olan şu: Ülkemize gelen
nice okumuş ve çok nitelikli Suriyeli iş bulamadı. Orta yaş erkeklere
çoğunlukla iş imkânı yok, ne kadar kalifiye olurlarsa olsunlar; genç erkekler
ve kadınlar iş bulabiliyorlar. Eczacı, doktor, öğretim üyesi, avukat vs. olup
bugün cami, okul, WC temizleyicisi, fabrikalarda işçi vs. olarak çalışanlar
var. Maalesef nitelikli sığınmacıların çoğunu biz değerlendiremezken Batı
ülkeleri kaptı. Hatta ülkemizde sığınmacılarla ilgilenen yabancı STK’lar bu
insanları keşfedip ülkelerine davet ediyor ve vatandaşlık veriyor.
Biz ise niteliklileri
değerlendiremediğimiz gibi bir de dolandırdık. 4 yıl evvel Suriyelilerin
İstanbul’daki ilkokul ve liselerini gezerek Suriyeli öğretmenlerle mülakatlar
yapmıştım. Resim öğretmeni bir hanım Suriye’de ödüllü bir ressammış, eşi de
mimarmış. “Sadece ben çalışıyorum, eşim evde oturuyor, Türkiye’de iş yapmaktan
çok korkuyor.” demişti. “Neden?” diye üsteleyince anlattı: “Biz zengin bir
aileydik; yanımızda yüklü bir parayla geldik. Eşim bir Türk’le ortak olup
mimarlık şirketi kurdu, bütün paramızı oraya yatırdı; ama dolandırıldık. Adam
sakallıydı, dindar görünüyordu; bizi dolandıracağını nasıl düşünebilirdik ki!
Burada bizim bir geleceğimiz yok. Oğlum Almanya’da mühendislik fakültesinde
okuyor. İlk fırsatta oraya gidip yerleşeceğiz.” Bu sözleri duyduğumda ülkemin sahtekâr
insanlarından dolayı yerin dibine geçmiştim. Suriyelileri eleştiriyoruz da
Türklerin onları nasıl sömürdüğünü hiç konuşmuyoruz.
Beni kahreden
diğer bir olay da İzmir’den Yunanistan’a kaçmaya çalışan Suriyelilere yapılan muameleydi.
Özellikle Basmane bölgesinde kendine kuyumcu süsü veren birçok dükkânın
sığınmacıların altınlarını üç kuruşa bozup avro veya dolara çevirdiği CNN Türk’te
haber yapılmıştı. Yine CNN Türk’ün haberinde, İzmir’de sığınmacılar için
üretilen ucuz can yeleklerinin içine sünger konduğundan bahsedilmişti. Hep
düşünürüm, bindikleri botlar/tekneler batarken o süngerli can yeleklerini
kullananlardan kim bilir kaçı Ege sularının derinliklerini boyladı. Kısacası;
ülkemizde Suriyelileri dolandıran o kadar çok insan oldu ki... Hiç bununla
yüzleşiyor muyuz? Ahlaki problemlerimizin üstünü örtmeye gerek yok; görmediğimiz
probleme çözüm arayışına giremeyiz. Değinilecek daha nice problem var; ama
onlardan ileriki haftalarda atacağım tweetlerde bahsedeceğim.
İki gün evvel
bir arkadaşım aradı. “Neden hep Suriyelilerin perspektifini yazıyorsun da biz
Türklerin düşüncelerini ve korkularını yok sayıyorsun, objektif değilsin.”
dedi. Evet, yok sayıyorum; çünkü biz Türkler sabah-akşam kendi sesimizi, kendi düşüncemizi
dinleyip duruyoruz. Hiç karşımızdakini anlamaya çalışmıyoruz. Zaten dillerini,
kültürlerini de bilmiyoruz. İklim, coğrafya, tarih, kültür, ekonomi gibi
faktörleri hiç dikkate almadan dünyanın en doğru milleti kendimiziz sanıyoruz.
Tam da bu yüzden bir kez olsun Suriyeliler ne düşünür, ne yaşar, ne hisseder; bir
okuyup anlamaya çalışın istedim. Yedi-sekiz yıldır aramızda yaşayan bu
insanlara hiç kulak vermedik. Medyamız, birkaç gazeteci hariç, doğru düzgün
konuyu gündemde tutmadı, haber yapmadı, belgesel yayınlamadı. Utanç verici bir
durum bu.
Biz sadece
mülteciler meselesine değil, Suriye iç savaşına da kapsamlı ve derinlemesine
bakmadık. Varsa yoksa Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyi. Yani kendi güvenlik
ihtiyaçlarımız bağlamında hep güney komşularımıza ve Ortadoğu’ya baktık. Peki Humus’ta,
Dera’da, Şam’da, Hama’da, Deyrezzor’da, Bağdat’da, Basra’da, Felluce’de neler
oldu? Kaç “uzmanımız”ın buralar hakkında bilgisi var? Sadece kuzeye bakarak
bölgede ne yaşandığı anlaşılamaz. Dahası dünyanın neresinde ne yaşansa hemencecik
Türkiye’ye bağlıyoruz. “Maduro düşerse Erdoğan düşer” diyoruz. Venezüella ile
Türkiye arasında ne gibi bir alaka ve benzerlik var? Sudan’daki olayları Sevakin
adasına bağlıyoruz; zaten bu ülke hakkında bildiğimiz başkaca bir şey de yok
ki.
Yıllar evvel
okuma grubuma gelen yabancı bir uluslararası ilişkiler doktora öğrencisi dedi
ki: “Sizi anlamıyorum; üniversitede Uluslararası Politika doktora dersinde
tamamen Türkiye konuşuluyor; bu nasıl bir mantık?” Bu öğrencinin serzenişi
durumumuzu çok iyi özetliyordu. Biraz kendimizin dışına, dünyaya bakalım. Bu
alışkanlığı kazandığımızda analizlerimizin ne kadar sathi ve komik olduğunu
göreceğiz. Yine öğrencilerime söylediğim bir şey var: Biz Kâbe değiliz ve dünya
etrafımızda tavaf etmiyor. Kendimizi dünyanın merkezi, en doğrusu saymanın
gereği yok.
Sosyal bilimler
öğrencisi takipçilerime bir tavsiyem var: Her ne yaparsanız yapın MERKEZİNİZE
İNSANI ALIN. Bugünkü temel problemimiz her şeyi ABD-İsrail-petrol-doğalgaz-güvenlik
kıskacında okumamız; insanı yok saymamız. Arap psikolojisi ve sosyolojisini es
geçerek bölge anlaşılamaz. Sahaya inip araştırma yapmadan, tepeden bakışla yeni,
etkili ve doğru bir çalışma ortaya koyamazsınız. Ayrıca dilini bilmediğiniz
bölgeyi de anlayamazsınız. Dil bilmek “Hi, how are you?” demek değildir; ilgili
dilin kültürünü, anlam dünyasını keşfetmeden dil öğrenilmiş olmaz. Tam da bu
eksiklikleri gördüğümden iki hafta sonra vakit bulduğumda Suriyelilerin siyasi,
iktisadi, askeri, toplumsal ve dini hayatı ile Suriye İç Savaşı üzerine paylaşımlarda
bulunacağım. Bugün aslında niyetim maddi durumu daha iyi olan Suriyelilerle
görüşmelerimden çıkardığım sonuçları paylaşmaktı; ama vakit el vermedi. İnşallah
daha sonra bunları da paylaşacağım.
Şunu da
söylemeden geçemeyeceğim: Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin bekasını
düşündüğü için Suriyelilerin kapı dışarı edilmesini savunan sayın halkımız! Derdiniz
geleceğimiz ise –attığım tweetlerden de göreceğiniz üzere– önce kaybetmekte
olduğumuz ahlakımızı, erdemlerimizi, insanlığımızı ve vicdanımızı kurtarmaya
bakın. Zira Suriyeliler, içinde bulunduğumuz durumun müsebbibi değildir; aksine
yitirdiğimiz değerleri bir şamar gibi yüzümüze vuran, halimizi yansıtan bir
aynadır. Onlar gitse bile biz kendi ahlaksızlığımız ve vicdansızlığımızla baş
başa kalacağız.
Bu dizinin ikinci bölümü olan, 7-20 Ağustos tarihleri arasında attığım ve Suriye’deki tarihi siyasi, askeri, toplumsal, iktisadi, hukuki ve dini hayatı anlatarak Suriyelilerle ilgili zihinlerimizdeki yaygın sorulara ve yerleşik klişelere cevap verdiğim tweetleri okumak için TIKLAYINIZ.