21 Nisan 2010 Çarşamba

NATO'NUN WASHİNGTON ZİRVESİ'YLE YENİLENEN KİMLİĞİ

ANLAYIŞ DERGİSİ, Sayı: 13, Haziran 2004, s. 51, 54-55
Bu yazı, Küresel Güçler (Küre Yayınları, 2005) adlı kitapta da yayınlanmıştır (sf. 70-74).
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

50. KURULUŞ yıldönümünü kutlamak ve 21’inci yüzyıl vizyonunu ortaya koymak üzere toplanan, 20’nci yüzyılın son NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, 23-25 Nisan 1999’da Washington’da gerçekleşmişti. Bu zirve, İttifak’ın Soğuk Savaş geçmişi ile küreselleşmekte olan dünyadaki fonksiyonları arasına bir sınır çizgisi çekmesi bakımından NATO tarihinin en önemli zirvesiydi. Ana gündemi Kosova Krizi ve uzunca bir süredir tartışılan Yeni Stratejik Konsept olan zirveye, İttifak’a yeni kabul edilen Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya da dahil olmak üzere 19 üye ülke katıldı. Yeni bir stratejik misyon tanımlaması ile sorumluluk alanı derinleştirilen ve kabul edilen yeni ülkeler ile genişleyen NATO’nun Washington Zirvesi’nde üç önemli belge yayımlandı: Yeni Stratejik Konsept, Kosova Bildirgesi ve Washington Bildirgesi.

‘Yeni Stratejik Konsept’ ile Yenilenen NATO

Yaklaşık kırk yıl üyelerinin güvenliğini korumaya ve Avrupa’da meydana gelebilecek bir savaşı önlemeye odaklanan NATO, Soğuk Savaş sonrasında değişen şartlara intibak ederek 1991 Roma Zirvesi’nde İttifak’ın gelecekteki siyasî stratejisini belirleyen Yeni Stratejik Konsept’i kabul etti. Ancak giderek yeni gerçeklerin gerisinde kalan bu konsept, 1999’daki Washington Zirvesi’nde siyaset ve güvenlik konularında değişen şartlar göz önüne alınarak güncelleştirildi. Müttefiklerin demokrasi, insan hakları ve hukuk devletine bağlılıklarını ifade ettikleri ve son elli yılda dünyada meydana gelen büyük değişikliklere rağmen değerlerinin ve güvenlik çıkarlarının değişmeyeceğini vurguladıkları zirvede, Kuzey Amerika ve Avrupa’nın kaderlerinin ayrılamaz olduğunun altı bir kez daha çizildi. Atlantik barışına ve istikrarına yönelik yeni risklerin baskı, etnik çatışma, ekonomik bozukluk, siyasi düzenin yıkılması ve kitle imha silahlarının yayılması olduğu vurgulanan konsept ile yeni bir NATO kimliği ortaya çıkıyordu.

NATO’nun yeni misyonu çerçevesinde, ortak savunma sistemine dayanan geleneksel 5.madde sorumluluklarının dışında ilk kez “alan dışı” müdahale kavramı ortaya kondu. Buna göre NATO’nun görevi sadece üye ülkelerin topraklarının savunulmasıyla sınırlı kalmayacak, İttifak, gerekli olduğu durumlarda coğrafî alan dışındaki bölgesel ve etnik çatışmalara da müdahale edebilecekti. Bu çerçevede kriz yönetimi ve barışı koruma operasyonlarına ağırlık verme kararı alındı. Böylece üstlendiği yeni misyon ile ‘ortak savunma sistemi’nden ‘ortak güvenlik sistemi’ne geçen NATO, Avrupa eksenli güvenlik anlayışından uzaklaşarak küresel çapta bir güvenlik misyonu benimsedi. Zirvede ayrıca, NATO-BAB (Batı Avrupa Birliği) koordinasyonu ile geliştirilen Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’ne ilişkin olarak, karar alma mekanizması ve operasyonel yetki konusunda önemli kararlar alındı ve bu kararlar Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası’na ivme kazandırdı. İttifak’ın karşı karşıya olduğu terörizm, sabotaj, organize suçlar, hayatî kaynakların akışının engellenmesi, kontrol dışı insan göçü, yeni tehditler olarak belirtildi ve bu tehditlere yönelik olarak çokuluslu operasyonlarda kullanılmak üzere esnek, küçük ve mobilize savunma güçlerinin geliştirilmesi için Savunma Yetenekleri Girişimi benimsendi. Pek çok konunun netliğe kavuşturulduğu yeni konsept ile ‘tehdit’e dayalı planlamadan, ‘yetenekler’e dayalı planlamaya ve ‘savunma’ya dayalı güvenlikten, ‘işbirliği’ne dayalı güvenlik anlayışına geçildi.

Kosova Krizi NATO’nun Dönüm Noktası Oluyor

Washington Zirvesi’nin en önemli gündem maddesi, NATO’nun değerlerine karşı bir meydan okuma olarak görülen Kosova Krizi idi. 1991’de Avrupa’daki kriz önleme operasyonlarında BM ile işbirliği yapacağı yönünde karar alan NATO, Kosova’ya müdahale konusunda bu kararı göz ardı etti. Bosna Savaşı’nda BM’nin barışı koruma misyonunda başarısız kalması, BM ve NATO’nun ikili karar alma sürecinin askerî müdahaleleri geciktirmesi ve Kosova’ya müdahale konusunda Çin ve Rus vetosu dolayısıyla karar çıkamaması, Kasım 1998’deki NATO Parlamenterler Asamblesi’nde müdahale için BM Güvenlik Konseyi kararına ihtiyaç duyulmadığı yönünde bir görüşün benimsenmesine yol açtı. Bu anlamda Kosova Krizi, NATO açısından bir dönüm noktası oldu. Avrupa’da güvenlik ve savunma konularını yeniden değerlendirmeyi gündeme getiren kriz, “alan dışılık” kavramının ilk kez NATO’nun güncelleştirilmiş Yeni Stratejik Konsept’ine girmesine sebep oldu. Kosova Krizi’ne NATO müdahalesini meşrulaştıran bu durum, bazı kesimlerce “ulusal egemenlik” kavramının sarsılması olarak da değerlendirildi.

Zirve sonunda yayımlanan Kosova Bildirgesi’nde kararlılık mesajı verilerek Yugoslavya’ya yönelik hava harekatının mutlaka hedefine ulaşacağı belirtildi. Güneydoğu Avrupa’da istikrarı sağlamanın Trans-Atlantik İttifakı’nın önceliği olduğu vurgulandı. Avrupa’da kalıcı barış ve istikrarın, Balkanlar’daki barış ve istikrarla sıkı sıkıya bağlı olduğu düşüncesiyle, Balkanlar’da çıkabilecek muhtemel krizleri önlemek amacıyla Güneydoğu Avrupa Girişimi önerisi gündeme geldi.

NATO’nun Orta ve Doğu Avrupa’ya genişleme süreci çerçevesinde Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya üyeliğe kabul edilirken, üye olmak isteyen dokuz devlete (Bulgaristan, Romanya, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovakya, Slovenya, Arnavutluk ve Makedonya) adaylık statüsü verildi. Üye olabilecek ülkelerin ulaşması gereken standartların belirtildiği Üyelik Harekat Planı onaylandı. Bu bağlamda -Türkiye için önemli bir nokta olan- NATO’nun ağırlık merkezini sınırlara doğru kaydırmakta olduğu vurgusu yapıldı.

Atlantik bölgesinde güvenliği ve istikrarı artırmak üzere, daha önce başlatılan işbirliği ve ortaklık çabalarının geliştirileceğinin vurgulandığı zirvede, güvenliği tehdit eden çeşitli unsurlarla mücadele edebilmek üzere bir dizi yeni girişimde bulunuldu. İttifak içinde AGSK’nın geliştirilmesi, Savunma Yetenekleri Girişimi, Kitle İmha Silahları Merkezi kurulması, bu girişimlerin öne çıkanıydı.

NATO’nun birincil konumuna zarar vermeden Avrupalı müttefiklerin güvenlik ve savunma alanlarında daha büyük sorumluluk üstlenmesini sağlamak amacıyla Washington Zirvesi’nde bazı kararlar alındı. AGSK konusunda BAB ve AB’de atılacak adımlar NATO ile bağlantılandırılarak, NATO-AB arasındaki işbirliğinin NATO-BAB arasındaki mevcut yapı üzerine bina edileceği vurgulandı. Bu bağlamda İttifak’ın askerî açıdan müdahil olmadığı durumlarda, Avrupalı Müttefiklerin kriz yönetimi ve barışı koruma gibi operasyonların gerçekleştirilmesinde NATO’nun imkan ve yeteneklerinden Kuzey Atlantik Konseyi’nin kararıyla yararlanacağı belirtildi. Türkiye’yi özellikle ilgilendiren, AB üyesi olmayan NATO ülkelerinin BAB’da kazanmış oldukları müktesebatın korunması kararı alındı. AGSK’ya ilişkin olarak Washington Zirvesi’nde üzerinde anlaşmaya varılan hususlar daha sonra tam anlamıyla dikkate alınmamıştır.

Güvenliğe ilişkin diğer girişim olan Savunma Yetenekleri İnisiyatifi, değişen güvenlik ortamına uygun olarak İttifak’ın savunma kapasitesini artırmak ve gelecekte daha etkili çokuluslu operasyonlara girişmesini sağlamak üzere ortaya kondu. İttifak’ın güvenliğine yönelik diğer bir tehlike olan kitle imha silahlarının yol açtığı tehdide karşı daha etkili cevap verebilme ve yayılmalarını önleme amacıyla NATO Karargahı’nda Kitle İmha Silahları Merkezi oluşturuldu.

NATO’nun yeniden doğuşu olarak nitelendirilen Washington Zirvesi ile üyelerini korumaya yönelik bir savunma örgütü olmaktan çıkan NATO, küresel çapta güvenlik misyonunu üstlenen bir niteliğe büründü.Yeni Stratejik Konsept, Soğuk Savaş döneminde devletlerin fizikî sınırlarıyla çizilen hatlar içinde tanımlanan ve ağırlıklı olarak askerî boyutta ele alınan güvenlik anlayışına yeni bir boyut getirerek, ekonomik ve siyasî özgürlükler ve çevrenin korunması gibi konuları da bu anlayış içine dahil etti. Benimsediği kolektif güvenlik anlayışı ve “alan dışılık” çerçevesinde, küresel çapta yeni misyonlar kazanan NATO yavaş yavaş, BM sisteminin askerî kanadı gibi hareket etmeye başladı. 11 Eylül saldırılarının ardından değişen uluslararası ortamda 21-22 Kasım 2002 tarihinde Prag’da toplanan “Yeniden Yapılandırma Zirvesi”nde ise, uluslararası terörizm ve asimetrik tehditlerin karşılanabilmesi için yeni yeteneklere ve düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu belirtildi. Bu bağlamda NATO’nun komuta ve kuvvet yapısının yeniden düzenlenmesi ve yeni bir “NATO Müdahale Gücü” oluşturulması kararı alındı.



TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİ

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 14, Temmuz 2004, sf.58-60.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

İLK kez 18’inci yüzyılın sonunda ekonomik alanda başlayan Türk-Amerikan ilişkileri, gerek Osmanlı, gerekse Türkiye Cumhuriyeti döneminde iniş çıkışlarla devam etti. Batılılaşma hedefinin önemli bir parçası olan ABD ile ilişkiler, bu ülkenin ancak bir süper güç olarak aktif politikayı benimsediği İkinci Dünya Savaşı sonrasında canlanabildi. Zaman zaman ilişkileri kopma noktasına getiren krizler yaşansa da, tarihî ve jeopolitik konumu ile Türkiye ABD’nin göz ardı edemeyeceği bir ülke olageldi.

1827’de Navarin’de Türk donanmasının yakılmasının ardından Avrupa dışında bir müttefik arayışına giren Osmanlı, ABD ile ilk resmî temaslara başladı. Bu çerçevede 1830’da imzalanan Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması ile kapitülasyonlardan yararlanma hakkı elde eden ABD, açtığı okullarla misyonerlik faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Ancak Osmanlı coğrafyasının o dönemde ABD’nin ilgi alanında bulunmaması dolayısıyla, siyasî ilişkiler asgarî düzeyde seyretti. ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişinin ardından 20 Nisan 1917’de kesilen ilişkilerse, ancak 10 yıl sonra yeniden kurulacaktı. Zira Lozan Antlaşması’na taraf olarak katılmayan ABD ile yeni cumhuriyetin 6 Ağustos 1923’te imzaladığı Dostluk ve Ticaret Antlaşması, Senato tarafından onaylanmamıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında ilişkiler genellikle durgun seyretse de Ermeni devleti, kapitülasyonlar ve Amerikan okulları konusunda zaman zaman gerilimler yaşandı.

İki ülke arasında yoğun ilişkiler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında başladı. Rusların boğazlar ve sınırlar konusundaki tarihî taleplerini yeniden dillendirmeye başlaması, yeni düzende Sovyet yayılmacılığını en büyük tehdit olarak gören ABD’yi harekete geçirdi. ABD 1947’de Truman Doktrini ve 1948’de Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye askerî ve ekonomik yardımda bulundu.

1950’lerde Türkiye Soğuk Savaş’ın iki kutuplu sisteminde Amerikan politikalarının sadık bir takipçisi oldu. 1949’dan itibaren NATO’ya girebilmek için mücadele veren Türkiye, 1950’de Kore’ye asker göndermesinin ardından, 1952’de ABD’nin desteğiyle İttifak’a kabul edildi. 68 sayılı Millî Güvenlik Konseyi kararıyla daha geniş üsler sistemi kurmayı planlayan ABD’ye üslerini açtı. Böylece birkaç yıl sonra Lübnan müdahalesinde ilk kez kullanılacak İncirlik Üssü, Orta Doğu’ya yönelik Amerikan müdahalelerinin merkezi haline geldi. Bölgesinde aşırı istekli bir oyuncu olan Türkiye, Bağdat ve Balkan Paktları’nın kuruluşunda önemli görevler aldı; 1955’te Bağlantısızlar Hareketi’nin Bandung’taki toplantısında Sovyet tehdidine karşı ülkeleri Batı Bloğunda yer almaya davet ederek şimşekleri üzerine çekti. 1957-58’e gelindiğinde Suriye ve Irak’ın Sovyet Bloğuna doğru kayışından oldukça rahatsız olan Türkiye, müdahale çağrılarına ABD’nin olumsuz yanıt vermesinden hayal kırıklığına uğrayacak; ancak 5 Mart 1959’da imzalanacak olan ikili anlaşma ile Türk-Amerikan ilişkileri ilerleme kaydedecekti.

1960’lar Türkiye’nin Amerika ile ilişkilerine mesafe koymasını gerektiren bir dizi gelişmeye sahne oldu. Ekim 1962’de patlak veren Küba Krizi’nde Amerika’nın İzmir Çiğli’de konuşlandırdığı Jüpiter füzelerinin pazarlık konusu olması ABD ile ilişkileri ilk kez tartışmaya açtı. Ancak ilişkileri sarsan asıl gelişme, Kıbrıs Türklerine yönelik artan Rum saldırılarına karşı Türkiye’nin müdahale kararına 5 Haziran 1964’te Başkan Johnson’ın yolladığı mektup oldu. Zira bu mektupla Türkiye, Amerika’nın askerî ve teknolojik yardımlarını istediği zaman, istediği şekilde kullanamayacağını ve Sovyetler ile karşı karşıya kaldığında Amerikan desteğinin gelmeyebileceğini görmüş oluyordu. Böylece Türkiye, Soğuk Savaş’ın başlangıcından itibaren ilk kez Batı dışında dostlar bulma arayışına girerek Sovyetler Birliği’ne yanaştı. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda Arapları destekledi ve ABD’nin İsrail’e yardım etmek üzere İncirlik Üssü’nü kullanmasına izin vermedi. 1950’ler boyunca ABD ile yapılan ancak kayıt altına alınmayan ellinin üzerinde anlaşma, gözden geçirilerek bir çerçeveye sokuldu. Türkiye, Eylül 1965’te BM Genel Kurulu’nda Vietnam’a güç kullanılmasına karşı çıktı ve ABD’nin Türk birliklerinin Vietnam’a gönderilmesi isteğini geri çevirdi.

1970’ler, Türk-Amerikan ilişkilerinde bir kırılma noktası oldu. Haşhaş ekimi kriziyle başlayan, 1974’teki Kıbrıs müdahalesiyle devam eden gerilimlerin ardından Şubat 1975’te yürürlüğe giren ve 3,5 yıl süren silah ambargosu, ilişkileri kopma noktasına getirdi. Bu dönemde NATO operasyonları için açık tutulan İncirlik hariç tüm Amerikan üsleri ve dinleme tesisleri kapatıldı. Yeni kurulan Ege Ordusu’nun NATO’nun hizmetine sokulması yönündeki çağrılara olumsuz cevaplar verildi. Sovyetler Birliği ile artan ilişkiler 1978’de Türk-Rus Deklarasyonu’nun imzalanmasıyla sonuçlandı. 1980’lerde ilişkiler, yaşanan bazı iç ve dış gelişmeler sebebiyle düzelmeye başladı. Bu dönemde ABD ile kapsamlı bir ekonomik ve savunma işbirliği anlaşması imzalandı.

Soğuk Savaş sonrasında Türkiye, yeni bölgesel tehditlerin merkezinde bulunması ve enerji kaynaklarına yakınlığı dolayısıyla Amerikan politikalarında yeniden merkezî bir ülke haline geldi. Soğuk Savaş boyunca ekonomik ve askerî işbirliğine dayanan ilişkiler, 90’larla birlikte yapısal bir değişim geçirdi. 1991’de Geliştirilmiş Ortaklık düzeyine çıkarılarak çeşitlendirilen ilişkilerde enerji, ekonomik ve ticarî işbirliği, bölgesel işbirliği, savunma ve güvenlik işbirliği ve Kıbrıs konuları ana başlıkları oluşturdu. 1999’da yapılan üst düzey resmî ziyaretlerde Avrupa, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’ya kadar olan bölgelerde geniş çapta örtüşen çıkarlar çerçevesinde çok boyutlu ve çok yönlü bir stratejik işbirliği anlamına gelen “Stratejik Ortaklık” sağlamlaştırıldı ve bunun ekonomik ve ticarî alanlara da kayması desteklendi. Bu bağlamda 1999 ve 2002’de ekonomik alanda bazı anlaşmalar imzalandı. 11 Eylül saldırılarının ardından, ABD’nin teröre karşı mücadelesine tam destek veren Türkiye, üslerini ve hava sahasını “küresel terörizmle mücadele” için açtı.

Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında Irak, Bosna, Kosova, Afganistan gibi Amerika öncülüğündeki operasyonlara gerek asker yollayarak, gerekse üslerini açarak destek verdi. Körfez Savaşı’nın ardından Irak’ın çevrelenmesinde önemli bir rol oynadı ve BM yaptırımlarını ilk uygulayan ülke oldu. Bu süreçte İsrail ile artan ekonomik ve askerî ilişkiler ABD tarafından desteklendi ve üç ülke Akdeniz’de ortak askerî tatbikatlar gerçekleştirdi. ABD ise AB’ye giriş, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı, Kıbrıs ve Ermeni meselesi gibi konularda Türkiye’nin hassasiyetlerine önem verdi.

1990’larda yaşanan bazı gerilimler, ilişkilerin seyrini değiştirecek çapta değildi. Ancak 1 Mart 2003’te yaşanan tezkere krizi ilişkileri çok farklı bir boyuta taşıdı. 62 bin yabancı askerin gelmesine ve Kuzey Irak’a asker gönderilmesine izin veren tezkerenin üç oyla meclisten geçmemesi ABD’nin tüm planlarını altüst etti. İlk anda ilişkiler kopma noktasına gelse de, ortak çıkarların Irak’la sınırlı kalmaması, Afganistan’da işlerin umulduğu gibi gitmemesi ve Irak’ta da gidişatın kötü olabileceği endişesi Türkiye’nin tamamen gözden çıkarılmasını önledi. Bu süreçte ABD Türkiye’yi “cezalandırmak” için bazı adımlar attı. Örneğin Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetleri Karargahı’na baskın yapılarak Özel Timlerin başına çuval geçirilmesi, Türkiye’nin Kuzey Irak’la ilgili kırmızı çizgilerinin Kürt gruplarca ihlal edilmesine ses çıkarılmaması gibi bazı ciddi krizler yaşansa da, Türkiye’nin ilişkileri daha da germemek üzere attığı adımlar, tezkere sonrası dile getirilen felaket senaryolarının gerçekleşmesini önledi.

Türkiye’nin güvenliğini Batı ittifakında yer alarak korumasına dayanan 50 yıllık ulusal güvenlik politikası, tezkere kriziyle değişmeye başladı. Washington uzunca bir süredir ilk kez Ankara’nın, Amerika’nın istediği zaman, istediği şekilde davranmayabileceğini gördü. ABD, Türkiye’nin güvenlik ve dış politika konularında giderek daha aktif ve bağımsız politikalar izlemesinden rahatsız olsa da, kurmaya çalıştığı yeni dünya düzeninde Türkiye’yi tarihî ve coğrafî konumu itibariyle göz ardı etmesi mümkün değildir. Nitekim bunun en iyi göstergesi Haziran ayında toplanan ve ana konusu yeni adıyla Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi olan G-8 Zirvesi’ne Türkiye’nin de davet edilmesidir. Bir zamanlar “kanat ülkesi” olarak ABD dış politikasının vazgeçilmez aktörü olan Türkiye, şimdilerde “model ülke” olarak Amerikan projelerinde öne çıkıyor. Ancak yine de Türkiye ile ABD arasındaki stratejik ilişkinin yeniden tanımlanması sancısı daha uzun süreceğe benziyor.



HUKUK DUVARI AŞAMAYINCA...

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 15, Ağustos 2004, s. 70-71.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

İŞGAL altındaki Filistin topraklarında Haziran 2002’de inşasına başlanan “güvenlik duvarı” uluslararası kamuoyunda yoğun tartışmalara yol açtı. 8 Aralık 2003’te Genel Kurul kararıyla konunun Lahey Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’na sevkinin ardından, 9 Temmuz’da açıklanan istişarî görüş ile tartışmalar yepyeni bir boyut kazandı. Sadece ABD’li yargıcın muhalefet ettiği karar, Divan’ın 58 yıllık tarihinde bildirdiği en net ve kapsamlı istişarî görüş olması ve İsrail’in hukuk dışı uygulamalarını üzerinde ihtilafa mahal bırakmayacak şekilde ortaya koyması bakımından uzun süre gündemde kalacağa benziyor.

İsrail’in, Divan’ın güvenlik duvarı konusunda görüş bildirme yetkisinin olmadığı ve mevcut barış çabalarını baltaladığı yönündeki itirazları reddedildi. İsrail’in vatandaşlarına yönelik terörist saldırılara meşruiyet sınırları dahilinde karşı koyma hakkı olduğunu vurgulayan Divan; duvarın planlanan rotasıyla Filistinlilerin haklarını ağır biçimde ihlal ettiğini, kendi kaderlerini tayin hakkını ellerinden aldığını ve ulusal güvenlik gerekçesiyle bunların meşrulaştırılamayacağını bildirdi. Bu sebeple duvar inşasına derhal son verilmesi, tamamlanan kısımların en kısa zamanda yıkılması ve topraklarına el konan ve evleri yıkılan Filistinlilere tazminat ödenmesi kararına vardı. Sadece duvara ilişkin görüş bildirmekle kalmayan Divan, İsrail’in işgal altındaki topraklarda yürüttüğü faaliyetleri bir bütün olarak ele aldı. Bu bağlamda yerleşim faaliyetlerinin illegal olduğunu vurgulayarak işgal altındaki toprakların sınırlarını açıkça beyan etti ve bu sınırlar dahilinde İsrail’in uluslararası hukuka uymakla yükümlü olduğunun altını çizdi. Duvar tartışmalarını Filistin-İsrail arasında sınırlı bir konu olarak görmeyip, uluslararası barış ve istikrarın bir parçası olarak değerlendirdi ki bu, gelecekte atılacak adımlar açısından oldukça önemlidir. Çünkü BM kurucu anlaşmasına göre barışa karşı bir tehdit, ihlal veya saldırı varsa ve Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyelerin veto hakkı dolayısıyla harekete geçilemiyorsa, Genel Kurul “uluslararası barış ve istikrarı korumak” amacıyla derhal toplanıp gerekli tedbirleri alabilir. Divan bu şekilde ABD vetosuna takılmadan İsrail’e yaptırım uygulanmasının önünü açmış oldu. Bununla da yetinmeyip tüm devletleri duvar inşasıyla ortaya çıkan gayrimeşru durumu tanımamaları, inşaatın devamını sağlayacak yardımları kesmeleri ve İsrail’in uluslararası hukuka uymasını sağlamaları hususunda uyardı. İsrail hükümetinin duvarın geçici olduğu ve kalıcı bir anlaşmaya varılması durumunda kaldırılacağı güvencesini inandırıcı bulmayan Divan, duvarı ve ortaya çıkardığı sonuçları “emrivaki” olarak nitelendirip, bunun ileride de facto ilhak haline gelebileceğine dikkat çekti.

Filistinlilerin serbest dolaşım, çalışma, mülkiyet, sağlık ve eğitim imkanlarını engelleyen ve en verimli arazilerle su kaynaklarını elinden alan duvar hakkında bu ayrıntılı karar farklı tepkilere yol açtı. Filistin Başbakanı Ahmed Kurey kararı “tarihî” olarak yorumlarken, Arafat Filistin halkı için bir zafer olarak nitelendirdi. Duvarı Filistinli intihar eylemcilerinin sızmasını engellemek için yaptıklarını ve sorunu ancak Filistinlilerle yapacakları görüşmeler yoluyla çözebileceklerini belirten İsrail tarafı beklendiği gibi çok sert tepki gösterdi. Kararı “siyasi” olarak mütalaa eden İsrail, buna karşı tüm yolları kullanarak mücadele edeceklerini ve daha önce İsrail mahkemesinin güzergah değişimi yönünde aldığı karar uyarınca inşaata devam edeceklerini vurguladı. Karardan iki gün sonra Tel Aviv’de düzenlenen intihar saldırısına ilişkin açıklama yapan Şaron, saldırının Uluslararası Adalet Divanı himayesinde düzenlendiğini, İsrail’in duvarın inşa sebebini göz ardı eden Divan’ın “tek taraflı” görüşünü tamamen reddettiğini tekrarladı. İsrail’in takındığı bu tutumun ardında en yakın müttefiki ABD’den aldığı destek olduğu unutulmamalı. 1986 yılında Nikaragua’ya yönelik saldırgan tutumundan dolayı Divan’ın kendisi aleyhine verdiği, üstelik de bağlayıcı olan kararı tanımayan ABD, geçtiğimiz günlerde Temsilciler Meclisi’nden İsrail’in duvar inşasını destekleyen ve bunun BM ve UAD’ye gönderilmesini kınayan bir karar çıkardı.

Divan’ın kuruluşundan bu yana aldığı 24 istişarî görüşten en dikkat çekicisi olan bu karar aslında bağlayıcı değil; ancak Güvenlik Konseyi veya Genel Kurul’un alacağı kararlara zemin teşkil etmesi bakımından büyük öneme sahip. 1971’de Güney Afrika Cumhuriyeti’nin bugünkü Namibya topraklarını işgal etmesi üzerine Divan’da alınan bağlayıcı olmayan benzerî bir kararın ardından yürürlüğe konan siyasi ve ekonomik ambargolar, 90’ların başında ırkçı rejimin yıkılmasını sağlamıştı. Benzerî bir süreç, kararı tanımadığını söyleyen İsrail’in yalnızlaşmasını ve geri adım atmasını sağlayabilir. 19 Temmuz’da Genel Kurul’da 6’ya karşı 150 oyla İsrail’in Divan’ın istişarî görüşüne uyması yönünde bir karar alındı. Ancak bu karar uyarınca İsrail’e karşı atılacak herhangi bir adımın etkili olması, uluslararası toplumun vicdanına ve kararı uygulamaya ne derece hazır olduğuna bağlı. Eğer bu yönde kesin bir kararlılık ortaya konamazsa, tıpkı daha önce İsrail’e yönelik olarak BM’de alınan sayısız karar gibi bu da tarihin çöplüğüne atılacaktır.

Kınanma Rekoru İsrail’de

İsrail’in kendisini hukukun üstünde saymasının tek örneği duvar kararı değil. 6-8 Temmuz tarihleri arasında Atom Enerjisi Ajansı (AEA) Müdürü Muhammed el-Baradey’in nükleer silahlardan arındırılmış bir Orta Doğu vizyonuyla yaptığı ziyarette İsrail, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması(NPT)’nı imzalamayacağını ve BM’nin denetimine izin vermeyeceğini bir kez daha açıkladı. Orta Doğu’nun NPT’yi imzalamayan ve AEA’nın denetimine karşı çıkan tek ülkesi İsrail, ziyaret sırasında İran’ı hedef göstererek dikkatleri kendi üzerinden kaydırmaya çalıştı.

İsrail son aylarda hukuk dışı uygulamaları dolayısıyla Yeni Zelanda ile de gerginlik yaşıyor. Gerginliğin sebebi Mart ayında sahte pasaport elde etmeye çalışırken yakalanan iki Mossad ajanı. Daha önce Mossad ajanlarının sahte pasaportlarla üçüncü ülkelerde illegal bazı operasyonlar düzenlemesi Yeni Zelanda hükümetini endişelendirdi. Bu durumu egemenliğinin ve uluslararası hukukun ihlali olarak gören hükümet, İsrail’den beklediği özür ve açıklamanın üç aydır gelmemesi üzerine, 15 Temmuz’da bazı diplomatik müeyyideleri yürürlüğe koydu. Ancak konuyla ilgili herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınan İsrail hükümeti sessizliğini koruyarak konunun gündemden düşmesini bekliyor.

İzlediği uluslararası hukuka aykırı politikalarla BM’den en çok kınama alan ülke İsrail, en yakın müttefiki ABD’den aldığı destekle tüm dünyaya meydan okumaya devam ediyor. İsrail’in uluslararası hukuku hiçe sayan sayısız uygulamalarına karşı Divan’ın verdiği karar uluslararası kamuoyu için yeni bir fırsat doğursa da bunun iyi bir şekilde değerlendirilebileceği meçhul. Zira İsrail’in devlet terörü uyguladığını açıkça ortaya koyan ve İsrail Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert’in Türkiye ziyaretinde kendisine randevu vermeyen Başbakan Erdoğan’a yönelik tepkiler ve benzer şekilde İsrail politikalarını eleştiren kişi ve devletlere karşı takınılan tavırlar dikkate alındığında, Divan kararının uygulanmasının hiç de kolay olmayacağı anlaşılıyor.



TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 16, Eylül 2004, s.63-65.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

DÜNYANIN en kritik coğrafyasında, ticaret ve enerji yolları ile güvenlik eksenlerinin kesişim noktasında yer alan Türkiye ve İran, ideolojik zıtlaşma ve rekabete rağmen hiçbir zaman birbirini göz ardı edemedi. Dış politikanın iç politika ve ideolojik tercihlerle şekillendiği en gerilimli dönemlerde dahi ilişkiler kesintiye uğramadı. Zira her iki ülke de dış dünyaya açılmada ve bölge politikalarında etkinlik kazanmada komşusunu vazgeçilmez olarak gördü.

Köklü bir devlet geleneğine sahip olan ve İslam’ın Sünni ve Şii yorumlarının liderliğini temsil eden Osmanlılar ve Persler, 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması ile sıcak çatışmayı sona erdirerek çevreye nüfuz konusunda rekabete girdiler. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni devletlerle rekabete dayalı geleneksel ilişkiler değişti. Batılılaşma ve çağdaşlaşmayı hedef alarak benzer bir dizi reform çabasına giren Türkiye ve İran birbirine yakınlaştı. Hilafetin kaldırılması ve Musul meselesi sırasında kısa dönemli gerginlikler yaşansa da, 1929’da imzalanan Türk-İran Dostluk ve Güvenlik Anlaşması ile ilişkiler daha da pekişti. Orta Doğu’ya yönelik İtalyan tehdidine karşı iki ülke, 1937’de Sadabad Paktı ile bir araya geldi.

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından gündeme gelen Sovyet talepleriyle kendilerini tehdit altında hisseden iki ülke Batı bloğunda yer aldı. Bu bağlamda Sovyetlerin Orta Doğu’ya yayılmasını önlemek üzere 1955’te kurulan Bağdat Paktı’na dahil oldular. Ancak İsrail’i kuruluşunun hemen ardından tanıyarak Arap ülkelerinden daha da izole olan Türkiye ve İran, bölge ülkelerini bölerek Arap Soğuk Savaşı’nın katalizörü oldular. 1958’de Irak’ta yaşanan darbe sonucu paktın tek Arap üyesini de kaybederek işlevsizleşmesinin ardından, bölge güvenliğini sağlamak üzere ABD öncülüğünde kurulan CENTO’ya katıldılar.

Türkiye ve İran, Batı’nın Orta Doğu’ya ilişkin politikalarında farklı dönemlerde ön plana çıkarıldılar. Soğuk Savaş’ın ilk döneminde Türkiye ABD’nin bölgedeki en önemli müttefikiyken, 1960’larda gerilmeye başlayan ve 70’lerde kopma noktasına gelen ilişkilere paralel olarak İran ön plana çıktı ve Nixon Doktrini ile ABD’nin en önemli müttefiki haline geldi. Ancak 1979 Devrimi ve Rehineler Krizi’nin ardından ABD’nin İran’la tüm diplomatik ilişkilerini kesmesiyle Türkiye yeniden başrole yükseldi. ABD’nin bu tercihleri iki ülke arasındaki ilişkilerin seyrinde etkili oldu.

1979 Devrimi beklenilenin aksine Türk-İran ilişkilerine ölümcül bir darbe vurmadı. Rejimlerin ideolojik farklılıkları bazı problemleri beraberinde getirse de, iki ülke ilişkileri şartların da zorlamasıyla pragmatik bir çerçevede seyretti. Türkiye, devrimi İran’ın iç meselesi olarak değerlendirip tarafsız kaldı ve yeni rejimi hemen tanıdı. Rehineler krizi sırasında ABD’nin ekonomik ve diplomatik boykot çağrısına uymadı ve müdahale için İncirlik Üssü’nü kullanmasına da izin vermedi. İran-Irak Savaşı’nda iktidarda olan askerî hükümet, aktif tarafsızlık politikasını benimseyerek her iki ülkeyle de ticarî ilişkilerini yoğunlaştırdı. İran’a petrol karşılığında silah ve diğer stratejik ürünleri sağladı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 1984-85 döneminde 2,3 milyar dolara yükseldi. Yoğun ticarî ilişkiler, 1985’te Türkiye-İran-Pakistan arasında Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO)’nın kurulmasıyla sonuçlandı. Bu teşkilat 1992’de Azerbaycan, Afganistan ve bazı Orta Asya Cumhuriyetleri’nin katılımıyla genişleyecekti. Ancak İran ile Türkiye’nin ticareti 1986’dan itibaren düşüşe geçti.

İran’daki rejim değişikliğinin ardından ilk on yılda pek çok konuda gerilimler yaşandı. İran’dan kaçan Şah taraftarı mülteciler için Türkiye’nin bir geçiş ülkesi olması, İran’ın Kuzey Irak’taki Kürtleri yönetime karşı aktif olarak kullanması ve Türkiye’nin Irak’ta PKK’ya yönelik sıcak takip operasyonları iki ülke arasında derin kaygılara sebep oldu. 1984’te toprakları üzerinde birbirlerini tehdit eden unsurlarla mücadele etmeye yönelik bir anlaşma imzalasalar da, rejim karşıtı grupları destekledikleri yönündeki suçlamalarına devam ettiler.

1990’larda Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından ortaya çıkan yeni durumda gerilim alanları daha da çeşitlendi. Orta Asya, Kafkaslar, Hazar ve Orta Doğu’ya ilişkin jeopolitik ve jeostratejik endişeler ilişkileri belirledi. Orta Asya’daki güç boşluğunu doldurma konusunda rekabete giren iki ülkenin ilişkilerinde en önemli gerilim noktası Azerbaycan oldu. “Kardeş ülke” Azerbaycan, ülkesinin kuzeyinde yaklaşık %40 oranında Azerî nüfus barındıran İran’ı oldukça tedirgin etmekteydi ve bu, İran’ın Azerbaycan aleyhine tüm girişimlere örtülü destek vermesini beraberinde getirdi. Etnik ve dinî meselelerin dışında Hazar’ın statüsü, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı, Dağlık Karabağ gibi hemen her alanda yaşadıkları ciddi problemler Azerbaycan’ı Türkiye, Gürcistan, ABD ve İsrail’e; İran’ı da Rusya ve Ermenistan’a yakınlaştırarak bölgede bir nevi kutuplaşmaya sebep oldu. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin ABD ve İsrail ile artan yakın ilişkileri İran’ı rahatsız ederken; İran’ın Rusya, Çin, Ermenistan, Yunanistan ve Suriye ile kurduğu eksen de Türkiye’yi kaygılandırmaktaydı. İdeolojik endişelerin ikili ilişkileri belirlediği bu dönemde iki ülke, rejim karşıtı ayrılıkçı ve terörist gruplara destek vermekle birbirlerini suçlamayı sürdürdü.

İdeolojik ve siyasî kutuplaşmanın hakim olduğu bu dönemde ekonomik alanda işbirliği devam etti. 1993’te ABD’nin “çifte kuşatma” politikası adı altında Irak’a uygulamakta olduğu ekonomik ve siyasî ambargoya İran’ı da dahil etme çabasını Türkiye benimsemedi. 1996’da ABD’nin İran ve Libya ile 20 milyon doların üzerinde anlaşma imzalayanlara çeşitli müeyyideler uygulama yönünde aldığı karara rağmen, Refah-Yol hükümeti İran ile 23 milyar dolarlık doğal gaz anlaşması imzaladı. Ayrıca İslam ülkeleri arasında ekonomik işbirliğini artırmak amacıyla Türkiye öncülüğünde kurulan D-8’e İran da dahil edildi.

1979 sonrası “sürdürülebilir gerginlik” siyaseti çerçevesinde yürüyen ilişkilerde, ortak güvenlik kaygılarının ön plana çıktığı Irak Savaşı bir dönüm noktası oldu. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasından yana olan ve ABD ile İsrail’in bölgedeki faaliyetlerinden rahatsız olan iki ülke, bölgesel istikrar için dayanışma sürecine girdi. Teröre destek vermek ve kitle imha silahları edinmeye çalışmakla suçlanan 11 Eylül’ün hedef ülkelerinden İran, “pasif düşman”dan “aktif düşman”a dönüştükçe Türkiye ile olan ilişkilerine daha çok önem vermeye başladı.

İran’a Kritik Ziyaret

ABD’nin Irak’ta çıkmaza düştüğü, İsrail ile birlikte İran’a yönelik tehditlerini artırdığı ve muhtemel bir saldırı için meşruiyet zemini oluşturma çabalarını yoğunlaştırdığı, Türk-İsrail ilişkilerinin sorgulandığı ve Iraklı üst düzey yöneticilerin başta İran olmak üzere bölge ülkelerini düşman ilan ettiği bir dönemde Başbakan Erdoğan İran’a bir ziyaret düzenledi. Daha önce üç kez ertelenen kritik ziyaret bazı çevreleri harekete geçirdi. Türkiye; Suriye ve İran ile ABD ve İsrail’e karşı eksen oluşturmakla suçlanarak hedef gösterildi.

Hükümete yönelik iç ve dış tehditlerin arttığı böyle kritik bir ortamda yapılan ziyarette bazı önemli adımlar atıldı. İran, PKK/Kongra-Gel’i terör örgütü olarak kabul ederken, Türkiye de İran rejimine karşı Irak üzerinden mücadele veren Halkın Mücahitleri Örgütü’nü yakın takibe alıp istihbarat bilgilerini paylaşmayı kabul etti ve terörle mücadelede işbirliği konusunda iki ülke arasında mutabakat zaptı imzalandı. Siyasî, askerî ve istihbarat ile ilgili işbirliğini koordine edecek üç ortak komitenin kurulması kararlaştırıldı. Ticaret hacminin iki katına çıkarılması ve Türkiye aleyhine olan açığın kapatılması yönünde temenniler dile getirildi. İran’da iş yapan bazı Türk şirketlerinin karşılaştıkları problemlerin çözüleceği belirtildi. Bir diğer önemli gündem maddesi olan doğal gaz fiyatlarında indirim ve doğal gazın Batı pazarlarına ulaştırılması konularında çetin pazarlıklar yapıldı; ancak İran tarafının konuyu sonuçlandırmaya henüz hazır olmaması nedeniyle bir uzlaşmaya varılamadı. Gerçi aynı konuda Rusya ile yapılan pazarlıkların 11 ayda sonuçlandığı göz önüne alınırsa, bu durum normal karşılanabilir. Ancak AKP hükümetinin ziyaretle aldığı riskin elde edilen somut kazanımlarla örtüşmesi gerekirdi.

Her şeye rağmen İran ziyareti, 2002 yılından bu yana Türkiye’nin geleneksel takıntılı ve savunmacı dış politika çizgisini bir kenara bırakarak benimsediği çok taraflı, dengeli, aktif ve “komşularıyla sıfır problem” esasına dayalı yeni dış politikasının bir yansıması olması bakımından oldukça önemli. Bu geziyle, ilişkilerde olumlu yönde bir mesafe kat edildiyse de henüz kalıcı bir işbirliğinden bahsetmek zor.



TERAKKİPERVER'DEN AKP'YE ÇEVRENİN HAMLELERİ

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 17, Ekim 2004, sf. 48-50.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

 
TÜRK siyasi hayatına damgasını vuran gelişmelerin ve gerilimlerin kaynağı Osmanlı’dan bu yana devam edegelen merkez-çevre ilişkisinde, diğer bir deyişle asker-sivil bürokrasi ile halk arasındaki ilişkide aranmalıdır. Tanzimat’tan bu yana Batılılaşmayı hedefleyen ve giderek merkezîleşen imparatorluğun Batı’nın da baskılarıyla asker-sivil bürokrasi öncülüğünde tepeden inmeci bir yöntemle reform çabalarına girişmesi, halk ile elit arasında gerilimlere sebep oldu. O dönemde İttihat Terakki çatısı altında bir araya gelen asker-sivil bürokrasi, yeni cumhuriyette CHP ile özdeşleşti ve Türk siyasi hayatında merkez-çevre gerilimi giderek kronikleşen bir hâl aldı.

Merkez, kendi idealleri doğrultusunda bir toplum yaratmak için toplumu dönüştürmek gibi bir misyon üstlendi. Halkı istedikleri kültür ve şuur seviyesine ulaştırabilmek için “halka rağmen halk için” söylemiyle çok kısa bir süre içerisinde kapsamlı bir devrim sürecine girildi. Buna karşı gösterilen tepkiler, halkın kendi menfaatlerini anlayamayacak kadar cahil olduğu şeklinde yorumlandı. Gerçekleri anladıklarında kendilerine müteşekkir olacağına inanılan halkın iradesine müdahale, Anayasa’daki “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ibaresine rağmen bir gelenek halini aldı. Halkın talepleri ya hiç dikkate alınmadı ya da ‘irtica’ olarak damgalandı. Merkezin tepeden inmeci tavrına ve otoriterliğine karşı ortaya çıkan adem-i merkeziyetçi ve liberal görüşlü muhalif hareketler toplumun büyük teveccühünü kazansa da, bu hareketlerin kısa sürede asker-sivil bürokrasi tarafından etkisizleştirilmeleri veya kendi yanlarına çekilmeleriyle halk hayal kırıklığına uğradı. Ancak yine de merkezin kendi iktidarını sürdürmek üzere yaptığı girişimler ve sindirme faaliyetleri her defasında başarısızlıkla sonuçlandı; meşruiyeti tartışılan ve önüne engeller konan siyasi partiler büyük bir sandalye sayısıyla Meclise girdiler. Toplum mühendisliğinin başarısızlığa uğramasıyla Menderes 1950’lere, Demirel 1960’lara, Özal 1980’lere, Erbakan 1990’ların ortalarına ve Erdoğan 2000’lere damgasını vurdu.

Türk siyasi hayatında sıklıkla tekrarlanacak olan çevrenin merkezden kaçışının ilk örneği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)’dır. 17 Kasım 1924’te Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy gibi milli mücadelenin öncülerince kurulan parti, diktatörlüğe doğru kaymakta olan iktidarı kontrol eden bir muhalefet olma amacındaydı. Millet hakimiyetini temel hedef edinen parti, “halka rağmen halk için” tavrına karşı çıkmaktaydı. Liberal bir çizgiyi benimseyen partinin halkın büyük teveccühünü kazanması CHF’de sert tepkilere neden oldu ve parti irticacılık, ittihatçılık, saltanatçılık ve sosyalistlik gibi suçlamalara maruz kaldı. Şubat 1925’te çıkan Şeyh Sait İsyanı ve ardından çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ile yeniden kurulan İstiklal Mahkemeleri iktidara muhalefeti tasfiye fırsatını verdi ve parti 3 Haziran 1925’te kapatıldı. Daha sonraki dönemde ortaya çıkan İzmir suikastı ve Menemen olayı muhalefetsiz bir tek parti sistemine geçişin meşrulaştırıcı sebepleri olacaktı. Zira Ağustos 1930’da toplumun siyasi eğilimlerinin saptanması arzusuyla Mustafa Kemal’in ısrarı ve yönlendirmesiyle Ali Fethi Okyar’ın öncülüğünde ılımlı bir muhalefet yapmak üzere kurulan Serbest Cumhuriyet Fırka (SCF), TCF ile aynı kaderi paylaşarak 99 gün sonra kendi kendini feshetti. Cumhuriyet tarihinin bu ilk muhalefet denemelerinin yönetici elitin tahmin etmediği kadar yoğun halk desteği alması sonlarını getirdi. 1930’larla birlikte basın ve STK’lar dahil tüm muhalif sesler susturuldu, parti ile devlet tamamen bütünleştirildi. Zira “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış” bir millet söylemi, rekabet eden partiler yerine tek parti, tek lider, tek millet, tek din, tek eğitim ve tek kadro anlayışını beraberinde getirmekteydi.

1940’ların ikinci yarısından itibaren değişen dünya konjonktürüne paralel olarak Türkiye’de de değişim baş gösterdi. Otoriter rejimlerin yıkıldığı, demokrasi söyleminin yayıldığı ve Sovyet taleplerinin gündeme geldiği bir ortamda Türkiye, gerek BM’nin kurucu üyelerinden olabilmek, gerekse Amerika’nın ekonomik ve askerî yardımlarından pay alabilmek umuduyla çok partili hayata geçmek durumunda kaldı. Otoriter söylemini terk eden CHP, halkın taleplerine paralel bazı adımlar atmaya başladı.

Yeni dönemle birlikte merkez türdeşliğini kaybetmeye başladı. Zira merkezden bir parça, iktidara gelebilmek üzere sayısal üstünlüğe sahip olan çevreye yanaşmaktaydı. “Yeter söz milletin” sloganıyla 1950’de “beyaz ihtilal” yapan Demokrat Parti 27 yıllık tek parti iktidarını sona erdirdi. 1950’ler CHP ile özdeşleşen devletçi seçkinler ile DP’li siyasi seçkinler arasında mücadeleye sahne oldu. Atanmış asker-sivil bürokrasi itibarını ve gelirini kaybederken, seçilmiş yerel temsilciler güç kazandı. Çevre ekonomik ve sosyal alanda ilk kez ön plana çıktı; işadamları, serbest meslek sahipleri ve yerel seçkinler yeni döneme damgasını vurdu.

1950’ler ordu-siyaset ilişkisi açısından bir dönüm noktası oldu. Zira DP iktidarında en çok zarar gören kesim, Osmanlı’dan bu yana Batılılaşmanın ve değişimin sembolü askerlerdi. 1957 seçimlerinde güç kaybeden DP yönetiminin bazı anti-demokratik uygulamalarına karşı CHP, basın ve üniversite genç subaylarla el ele vererek, 27 yıllık tek parti iktidarını deviren DP’nin ipini 27 Mayıs 1960 darbesiyle çektiler. 1950’de frenlenmeden iktidara gelen çevre, kendilerini rejimin yegâne sahibi olarak gören asker-sivil bürokrasi tarafından sindirildi ve bundan böyle her 10 yılda bir merkezin gayrimeşru yollarla iktidarı ele geçirmesinin önü açıldı.

Merkezî seçkinler, her müdahale ile değişime uğrayan Anayasa Mahkemesi, MGK gibi kurumlarla kendi hareket ve müdahale alanlarını genişletirken siyasi seçkinlerinkini daralttılar. Önceki dönemde teoride de olsa egemenlik kayıtsız şartsız millete aitken, 1961 Anayasası ile milletin egemenliğinin anayasada belirtilen kurumlar aracılığıyla kullanılacağının altı çizildi. Böylece siyasi seçkinlerin hükümet olsalar dahi muktedir olmalarını engelleyen devletçi seçkinler, mutlak iktidarı kendi tekellerine aldılar.

Çok partili sisteme geçişle birlikte çevreye karşı iktidarını korumaya çalışan merkez, seçimlere sözlü ya da fiilî müdahaleyi bir gelenek haline getirdi; ancak çevre her defasında bu müdahaleleri boşa çıkardı. CHP’nin iktidarını garanti altına almak üzere çıkardığı seçim kanunuyla DP, 1950 seçimlerinde ezici bir zafer kazandı ve CHP kadrosunu tasfiye etti. Askerin ağırlığını koyduğu 1961 seçimlerinde CHP beklenilenin aksine oy oranını düşürürken, sistemin henüz meşruiyet kazanamamış partisi AP beklenmeyen bir oranda oy aldı. Ancak çevrenin bu temayülü göz ardı edilerek CHP’ye üç ayrı koalisyon hükümeti kurduruldu. Zira askerler “milletin hakiki temsilcisine verilmediği” takdirde iktidarı fiilen ele alabilecekleri sinyalini vermişti. 1965 seçimlerinde aldığı %52’lik oyla dört yıllık mücadelenin ardından meşruiyet kazanan AP, 1970’lerin başlarında verilen muhtıralardan kurtulamadı. Yine 1983 seçimleri öncesi askerî yönetimin tasarladığı siyasi yapı (MDP merkez sağın temsilcisi olarak iktidar, HP de merkez solun temsilcisi olarak muhalefet olacaktı) çevrenin ANAP’a teveccühüyle bozuldu. Benzerî müdahaleler 1990’ların ortalarında RP’nin yükselişini engelleyemedi ve sistem bir kez daha devletçi seçkinlerin müdahalesi ile karşı karşıya kaldı. 2002 seçimlerinde çevre her türlü yönlendirmeye rağmen yine CHP’ye beklenen ilgiyi göstermedi ve daha da önemlisi tüm diğer meşru partileri tasfiye ederken sistemin öcü olarak sunduğu AKP’yi %35’lik bir oyla tek başına iktidara taşıdı. Görüldüğü gibi çevreyi yönlendirme girişimleri her defasında hayal kırıklığıyla sonuçlansa da, kendini mutlak muktedir olarak gören merkez, gerektiğinde gayri meşru manevralarla ayrıcalıklı konumunu sürdürdü.

Öte yandan bu sürecin her zaman çevreye rağmen yürütüldüğünü söylemek de hatalı olur. Özellikle uluslararası konjonktürün çevrenin talepleriyle örtüştüğü dönemlerde devletçi seçkinler, çevrenin taleplerine kulaklarını tıkayamayarak bazı tavizler vermek durumunda kaldılar. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni dünya düzenine paralel olarak çok partili hayata geçiş, 1960’ların ortalarında “ortanın solu” söylemiyle CHP’nin ezilmişlerin partisi haline dönüşmeye başlaması, askerî darbenin ardından 1980’lerde gündeme gelen Türk-İslam sentezi ile ANAP iktidarı ve en nihayet 11 Eylül’ün ardından gündeme gelen ılımlı İslam ile AKP’nin iktidara yükselerek merkezi yeniden tanımlaması, iç ve dış politikada asker-sivil bürokrasiye rağmen giriştiği reformlar bu bağlamda ele alınabilir. Ancak buradaki temel problem, merkezin verdiği tavizlerin ne ölçüde kalıcı olduğudur. Zira bugüne kadar konjonktürel değişimler, statükoya dönüş için fırsat kollayan merkezin, verdiği tavizlerin acısını çıkarmasıyla sonuçlandı. Ya sistemden taviz koparan kesim darbelerle sindirildi ya da orta vadede çevrenin temsilcisi olarak ortaya çıkan partiler merkezin savunucusu haline dönüştürülerek halkın beklentileri boşa çıkarıldı. Bugün benzerî bir ikilem AKP iktidarını da tehdit etmektedir. AKP halihazırda her iki tarafı da memnun ve idare etme stratejisini yürütüyor olsa da, uzun vadede ya tabanın sesine kulak vererek sistemin şimşeklerini üzerine çekmek ya da sisteme entegre olarak tabanını kaybetmek durumunda kalacaktır.



AVRUPA'NIN 'ÖTEKİ'Sİ İSLAM

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 18, Kasım 2004, sf. 51, 54-55.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

KİMLİK tanımlamaları bir gruba mensubiyete ve diğer grupların reddine dayanır. Ortak tarih, coğrafya, kültür, din, dil gibi unsurların bir kimliğin tanımlayıcı unsurları haline dönüşmesi, diğer grupların dışlanması, ‘öteki’leştirilmesiyle olur. Ortak tehdit algılamaları kimlik oluşumuna hız kazandırır. Tarih boyunca kimliklerin isimlendirilmeleri genellikle ya düşman toplumların karşılaşmaları esnasında ‘öteki’lerce yapılmıştır (mesela ‘Türk’ kelimesi aslen Çince’den gelmektedir ve ‘Türkiye’ kelimesini ilk kez kullanan Avrupalılar olmuştur) ya da toplumlar ‘öteki’ ile karşılaştıklarında kendilerini tanımlama ihtiyacı hissetmişlerdir (Avrupa kimliği gibi).

Kimlik oluşumu farklılıklara dayanmaktadır; dolayısıyla her kimlik ‘öteki’nin zıddıdır. Diğer bir deyişle her kimliğin kendi meşruiyetini sağlayan bir ‘öteki’si vardır. Kimlik tanımlamaları bir toplumun ne olduğunu vurgularken, aynı zamanda ne olmadığını da ortaya koymuş olur. Yine bir toplumu diğer toplumlardan ayıran ortak kimliği, o toplumun geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek algılamalarıyla ilgilidir. “Biz kimdik”, “nereden geliyorduk”, “şu anda kimiz”, “gelecekte kim olacağız” sorularının cevabı kimliği oluşturur.

Avrupa kimliği; Yunan ve Roma medeniyetleri, Hıristiyanlık dini, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Fransız ve Sanayi Devrimleri’nin ürettiği değerler sistemi üzerine kurulmuş olsa da, Avrupalıları bu değerler etrafında bir araya getiren en temel faktör, ontolojik olarak ‘aşağı’, tarihsel olarak ‘geri’ olan Doğulu ‘öteki’lerdi. Bu rolü sırasıyla Barbarlar, Müslümanlar ve Türkler, komünist ve faşist akımlar, ‘gelişmemiş’ Batı dışı diğer toplumlar oynadı. Bunlar arasında en uzun süreli ve en ciddi tehdit oluşturan, şüphesiz Müslümanlar ve özellikle de Osmanlılardı. Hatta Osmanlılar sadece Avrupa kimliğinin oluşumunda etkili olmakla kalmayıp, aynı zamanda Yunan, Bulgar, Sırp, Arnavut, İtalyan vb. birçok Avrupalı ulusun ulusal kimliklerinin oluşumunda da etkili oldu.

‘Avrupa’nın bir değer ifade etmesi Ortaçağ Hıristiyanlığı ile başlar; öncesinde ise klasik medeniyetlerden uzakta kalmış Asya’ya bağlı büyük yarımadalardan birine işaret eden nötr coğrafî bir kavram olmaktan ibaretti. ‘Avrupa’ ve ‘Avrupalı’ tanımlamalarında -diğer kimlik tanımlamalarında olduğu gibi- dış tehdit etkili oldu ve bu dış tehdit hep Doğu sınırından geldi. Avrupa’ya yönelik ilk dış tehdit, Orta Asya’dan kitleler halinde göç eden ‘barbar’ kavimlerdi. Kısa sürede oldukça büyük bir göçmen kitlesiyle karşılaşan Avrupa’da büyük karmaşalar ve değişimler meydana getirmiş olsa da, zamanla asimile olarak Hıristiyanlığı benimseyen ve böylece Avrupa’nın aslî unsuru haline gelen bu kitle, kimliği tanımlayıcı bir unsur olmadı. Avrupa kimliğinin oluşumunda ‘öteki’ işlevini gören; hızla yayılması esnasında sadece askerî ve siyasî bir güç olarak değil, aynı zamanda alternatif bir dünya görüşü ve hayat tarzıyla dinî ve kültürel anlamda da Hıristiyanlığı tehdit eden İslam oldu. ‘Öteki’ olarak bir tehdit unsuru olan İslam, yüzyıllar boyunca birbirleriyle savaşan, kendi varlıklarını birbirlerini ötekileştirerek sağlamlaştıran ve ortak bir bilinç ve kimlik geliştiremeyen Avrupa’daki yönetimleri Hıristiyanlık çatısı altında bir araya getirerek Avrupalılıklarını keşfetmelerini sağladı. Yani Avrupa halklarını birleştirici temel unsur olan Hıristiyanlık, Avrupalı kimliğinin temel kurucu unsuru oldu. Zira inananlar topluluğu Hıristiyanlara karşı “tanrı tanımaz, puta tapıcı, kafirler topluluğu” Müslümanlar, Avrupa’nın bir araya gelerek karşı koymasını gerektiren bir düşmandı. “Despot, şiddet eğilimli, barbar” olan İslam dini mensupları, daha ilk yıllardan itibaren fetih hareketleriyle Batı’nın coğrafî, kültürel ve dinî sınırlarını dalgalandırmaktaydılar. “Aydınlanmış ve dinamik”(!) Batı’nın karşısında, “karanlık ve statik” Doğu’yu temsil ediyorlardı.

Rum-Ortodoks dünyanın temsilcisi Bizans’a yönelik seferlerle başlayan ve 636’da Kudüs’ün fethiyle Hıristiyan dünyayı sarsan İslam orduları, 711-32 yılları arasında İspanya’ya yayılarak Katolik dünyayı da tehdit eder hale geldi. 1453’te Ortodoks dünyanın kalbi İstanbul’un, ardından Balkanların fethi, Sicilya’ya yönelik seferler ve Viyana kapılarına dayanma Batı’da Müslümanlara ve özellikle de Türklere karşı kin ve nefreti artırdı. Önemli merkezlerin birer birer düşüşü Hıristiyan dünya üzerinde travma etkisi yaptı. Daha önce İslam fetihlerine karşı 1096 yılında Papa’nın öncülüğünde Kutsal toprakları ‘kafirler’in ellerinden kurtarma söylemiyle Haçlı Seferleri adı altında bir araya gelen Hıristiyan dünya kısa süreli bir başarı kazansa da, 1187’de Selahaddin-i Eyyubî liderliğindeki İslam ordularının Kudüs’ü geri almasıyla bu topraklar üzerindeki hayallerini terk etmek durumunda kaldı. Haçlı zihniyeti 1492’de İspanya’da kazandığı zaferle yüzyılların acısını çıkarırcasına bölgedeki Müslümanların ve İslam etkisinin kökünü kazıdı.

Selçuklular ile İslam Dünyası’nın siyasî liderliğini ele alan Türkler, Avrupa için tehdidin yeni adresi oldu. Zira Haçlı Seferleri sırasında Avrupalılar en büyük mücadeleyi Türklere karşı vermişlerdi. Özellikle Osmanlı dönemiyle birlikte Türkler tamamen İslam ile özdeşleştirilmeye başlandı. Avrupa’nın sahip olduğu tüm iyilerin zıddı olan Türkler, tüm kötülüklerin anasıydı; medeniyetsizdi, cahildi, adaletsizdi, putperestti, kana susamış zalimdi. Tanrı’nın günahkar Hıristiyanları Türklerin eliyle cezalandırdığı düşüncesi hâkim oldu. Birbirine düşman olan ve uzun yıllar din savaşlarıyla birbirlerini tüketen Avrupa’daki rejimler, ‘Şeytan’ olarak nitelendirdikleri Türklerle baş edebilmenin yolunun bir Avrupa koalisyonu kurmaktan geçtiğini gördüler ve 1683 yılında Viyana kapılarına dayanan Osmanlı’ya karşı Habsburglar öncülüğünde kurdukları Kutsal İttifak ile başarıya ulaştılar. Sonraki süreçte Osmanlı’nın gerilemesi ve artık Avrupa için askeri bir tehdit olmaktan çıkması dahi Avrupalı zihnindeki olumsuz Türk imajını değiştirmeye yetmedi. Türkler farklılığın ve “öteki”nin birinci adresi olmaya devam ettiler.

Tüm bu olumsuzlamalara ve düşmanlığa rağmen aslında Avrupalılar, kimliklerini oluşturan değerler sistemine yine Müslümanlar sayesinde ulaşmaktaydılar. Zira özellikle Abbasiler döneminde başlayan, başta Yunan eserleri olmak üzere farklı medeniyetlerin birikimlerini tercüme faaliyetleri, İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Haldun gibi filozofların ve ilim adamlarının çalışmaları ve Endülüs medreseleri Avrupalılara Yunan mirasını hatırlatarak Aydınlanma’ya giden yolu açtı. Yani Müslümanlar Avrupalı kimliğinin oluşumunda sadece ‘öteki’ işlevi gören negatif bir unsur olmakla kalmadı, aynı zamanda Batı medeniyetinin kendini dayandırdığı kökleri keşfetmesini sağlayarak pozitif bir unsur da oldu.

İslam tarihine bakıldığında ise nefretin tek taraflı olduğu görülür; zira zaferden zafere koşan Müslümanların Avrupa’dan nefret etmesini gerektiren pek bir neden yoktu. Haçlı Seferleri, Granada’nın düşüşü gibi bazı şoklar yaşansa da, bunlar Müslümanların ilerleyişi önünde çok ciddi engeller teşkil etmemekteydi. Ancak Napoleon’un 1798’de Mısır’ı işgali ve Britanya’nın Hindistan üzerinde tahakküm kurmasıyla başlayan, adeta yüzyılların rövanşını alırcasına Avrupalı güçlerin İslam Dünyası’nın neredeyse tamamını sömürgeleştirmeleri ve Osmanlı’nın yıkılışıyla devam eden süreç Müslümanlar üzerinde travma etkisi yaptı. Zira İslam-Batı karşılaşmasında ilk kez İslam Dünyası tam anlamıyla hezimete uğruyor ve sömürgeleştiriliyordu. Zaferler tarihine alışmış İslam medeniyeti artık Batı’ya referansla tanımlanıyor, Batı çıkarlarına hizmet etmek üzere boyun eğdiriliyordu. Kurduğu sistemi meşrulaştırmak için ‘öteki’si olan yerel halkların “aşağı ve insanlıktan uzak” olduğunu vurgulayan ‘medenî’ Avrupa, Oryantalist faaliyetlerden de yararlanarak Doğu ile Batı arasına coğrafî, kültürel ve entelektüel bir çizgi çekti. Böylece ‘biz’ ve ‘ötekiler’ ayrımı derinleşirken, Batı dışı toplumlara ve özellikle de Müslümanlara yönelik nefret daha da körüklendi.

Gerek Avrupa’da, gerekse İslam Dünyası’nda yaşanan değişim ve dönüşümlere rağmen, Avrupalı zihninde “İslam tehdidi” değişmez bir faktör olageldi ve derin bir şekilde bilincine işledi. Rönesans’tan itibaren Avrupa birliği ve evrensel barış projeleri öneren düşünürler, bunları Müslüman ve Türk tehdidi ile temellendirdiler. Hatta Kilise otoritesinin yerini ulus-devletlerin aldığı sekülerleşme sürecinde Avrupa kimliği, Hıristiyanlığın dini vesayetinden kurtularak kültürel ve toplumsal bir anlam kazansa ve Avrupalılık medenîlik ile özdeşleşse dahi İslam ve Türk korkusu Avrupalı zihnindeki yerini korudu. Özellikle 11 Eylül’ün ardından Müslümanlara potansiyel terörist gözüyle bakılmaya başlanması, Avrupalı zihnindeki bu korkunun 21’nci yüzyılda hâlâ canlı olduğunu ortaya koymakta.

TÜRKİYE'NİN ORTA ASYA CUMHURİYETLERİ İLE İLİŞKİSİ

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 19, Aralık 2004, sf. 49-51.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

GELENEKSEL olarak Türk dış politikası, Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990’lara kadar sınırları dışındaki Türk ve Müslüman topluluklarla yakınlık kurmaktan bilinçli olarak kaçındı; onlara karşı duyarsız kaldı. 1921 yılında Sovyet Rusya ile imzalanan Moskova Anlaşması’nın 8. maddesinde komünist ve pan-Türkist hareketlerden korkan taraflar, birbirlerinin topraklarındaki nüfusu provoke etmeme taahhüdünde bulundular. İzlenen bu politikaya paralel olarak, 1925’te SSCB’nin Orta Asya Cumhuriyetleri’ni tamamen egemenliği altına almasının ardından 1990’lara kadar, buradaki Türk toplumlarıyla herhangi bir ilişki kurulmadı. 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni cumhuriyetleri ilk tanıyan (16 Aralık 1991) ve diplomatik ilişki kuran devlet ise Türkiye oldu.

1990’ların başında geleneksel dış politikadan sapışın ardında yatan sebepler nelerdi? Soğuk Savaş’ın bir anda sona ermesiyle anti-komünist bir kale olan Türkiye’nin önemi tartışılır hale gelmişti. 1987 yılında yapılan AB’ye üyelik başvurusu ise 1989’a gelindiğinde reddedilmişti. Yine Türkiye Kıbrıs, terörizm, su gibi konularda tezlerini uluslararası alanda kabul ettirememekte ve giderek yalnızlaşmaktaydı. Bu şartlar altında bir anda aynı din, dil, tarih ve kültürü paylaşan yeni devletlerin ortaya çıkması Türkiye’de büyük heyecan yarattı; tabii müttefik olarak görülen bu devletler, yeni bir hareket ve fırsatlar alanı olarak değerlendirildi. Tıpkı Arap ve Latin Amerika devletleri gibi Türkiye de BM’de Türk Cumhuriyetleri ile bir grup oluşturulabilme arzusundaydı. Buna, bölgede Sovyetlerin bıraktığı güç boşluğundan İran’ın yararlanması riskine karşı ABD’nin Türkiye’yi demokratik ve laik bir ‘model’ olarak sunması da eklenince, Turgut Özal liderliğindeki Türkiye, geleneksel politikasından ayrılarak aktif bir dış politika takip etmeye başladı.

Yeni rolünden oldukça memnun kalan ve bunu hâlâ önemli bir oyuncu olduğunu ispatlayabilmek için bir fırsat olarak gören Türkiye, büyük bir coşkuyla bölgeye yöneldi. Birinci kuşak komşularıyla yaşadığı problemleri aşabilmek için ikinci kuşak komşularıyla imkanlar el verdiği ölçüde kapsamlı bir işbirliğine yönelerek ilişkilerini çeşitlendirmek ve böylece yeni bir güvenlik ağı oluşturmak niyetindeydi. Bu cumhuriyetlerin BM, AGİT, EİT ve NATO’nun BİO (Barış İçin Ortaklık) programına katılmalarına destek vererek dış dünyaya açılmalarına yardım etti. Karşılıklı üst düzey ziyaretlerde, her alanda ilişkileri geliştirmek üzere 500’e yakın ikili ve çok taraflı anlaşma imzalandı. Bu konuda koordinasyonu sağlamak üzere bir de Türk Cumhuriyetleri’nden Sorumlu Devlet Bakanlığı kuruldu. Ocak 1992’de siyasî ilişkiler alanında en önemli rolü oynaması beklenen Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) kuruldu. Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasındaki ilişkileri en üst düzeyde geliştirmek amacıyla Ekim 1992’den itibaren cumhurbaşkanları arasında zirveler düzenlenmeye başlandı. Ekonomik reformlar için Eximbank kredileriyle bu ülkelere destek sağlandı. Arap alfabesini kabul eden Tacikistan dışındaki cumhuriyetlerde Türkiye’nin teşvikiyle Latin alfabesine geçildi. Gelecekte ikili ilişkilerde köprü olmaları umuduyla yaklaşık 10 bin öğrenciye burs verilerek, Türkiye’de eğitim almaları sağlandı. İlk olarak TRT, ardından diğer özel kanallar bölgede televizyon yayınına başladılar. Yaklaşık 25 bin öğrenciye eğitim veren 156 özel, 12 resmî Türk okulu açıldı. Diyanet de bölgedeki dini boşluğu doldurmak üzere harekete geçti; bu kapsamda kitap ve imam gönderildi, cami inşası ve onarımı yapıldı, dini eğitim verilmek üzere Türkiye’ye öğrenci getirildi ve bölgede İlahiyat Fakülteleri açıldı.

İddialı ve nostaljik söylemlerle hızlı bir şekilde Orta Asya’ya açılan Türkiye, bölge gerçeklerinden habersiz ve hazırlıksız olması ve ilişkileri ileri düzeylere taşıyacak yetişmiş kadrosu bulunmaması nedeniyle yaptığı girişimlerde beklediği başarıyı elde edemedi. Kısa sürede hayal kırıklığına uğranmasının ardında pek çok sebep sayılabilir. İlk olarak tarafların birbirlerinden beklentileri farklıydı. Bu ilk kez Ekim 1992’de Ankara’da düzenlenen cumhurbaşkanları arasındaki zirvede ortaya çıktı. Gelecek yüzyılın Türk yüzyılı olacağını belirten Özal’ın ortak pazar ve ortak yatırım bankası kurulması gibi teklifleri kabul görmedi. Zira yeni Rus etkisinden kurtularak bağımsızlığını kazanan devletler, bu sefer de Türk etkisi altına girmek istemiyorlardı. Türkiye’nin ağabey rolünü üstlenmeye kalkışması bölgede büyük rahatsızlık uyandırdı. Demirel’in Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası söylemi gibi pan-Türkist söylemlerse gerek Batı’da, gerekse Rusya’da tepkiyle karşılandı. Türkiye’yi model olarak bölgeye süren ABD, çoğunluğu sünni olan Orta Asya’da İran etkisinin sınırlı olduğunu görünce ve Rusya da bölgeye yeniden dönünce, yavaş yavaş desteğini çekmeye başladı. Zaten Orta Asya devletleri arasında Türk modeli cazibesini kaybediyordu. Siyasî ve iktisadî problemlerle boğuşan, Güneydoğu’da terörle mücadele eden ve komşularıyla sorunlu bir Türkiye’nin ne derece başarılı bir model olduğu tartışılmaya başlandı. Yine Azerbaycan’da destek verdiği Elçibey’in, Rusya’nın desteklediği Aliyev karşısında başarısız kalması, Türkiye’nin güçlü devlet imajına zarar verdi. Orta Asya Cumhuriyetleri’nin liderleri, tıpkı Azerbaycan’da olduğu gibi Türkiye’nin muhalifleri destekleyerek kendi iktidarlarını tehdit edebileceğinden endişe duymaya başladılar. Rusya 1993’te ilan ettiği “yakın çevre” politikasıyla BDT ülkelerinin kendisi için hâlâ hayatî önem taşıyan öncelikli alan olduğunu ortaya koydu. Böylece Türkiye, Orta Asya’da Rusya ile rakip hale geldi. Ancak Batı’nın desteğini çekmesiyle Türkiye yavaş yavaş bölgeden uzaklaşmaya başladı. Zaten ortak tarih yazımı ve ortak dil oluşturma gibi iddialı projelerin yanı sıra, yukarıda bahsettiğimiz siyasî, ekonomik ve kültürel alanda atılan adımların büyük bir kısmı da beklenen başarıyı verememişti. Bu, iki taraf arasında hayal kırıklığını beraberinde getirdi. Öte yandan Türkiye’nin uluslararası alanda yalnızlıktan kurtulma ümidi de gerçekleşemedi; Orta Asya Cumhuriyetleri KKTC’yi tanımadı, Azeri-Ermeni Savaşı’nda Ermenistan’ı kınamaktan dahi çekindiler ve Ermeni soykırımı iddialarında Türkiye’ye destek vermek şöyle dursun, son dönemlerde Ermenistan’ı destekler açıklamalarda bile bulundular. Başlangıçta her iki tarafın da büyük umutlar besleyerek attığı ani ve idealist adımlar, yapılan hatalardan alınan derslerle ve bölge gerçekleri öğrenildikçe giderek daha realist politikalara dönüştü.

Hedeflenen ölçeğin giderek küçülmesine rağmen Orta Asya Cumhuriyetleri ile ilişkilerin -Özbekistan dışında- bugüne kadar genel olarak iyi bir seyir izlediği söylenebilir. Türkiye, Kazakistan’ın ve Türkmenistan’ın başta enerji olmak üzere ekonomik alanda göz ardı edildikleri yolundaki sitemlerine maruz kalmaktadır. İkili ilişkilerin en iyi gittiği ülke ise Kırgızistan’dır. Kırgızistan, KKTC’ye üst düzeyde ziyaret yapan ve kültürel alanda anlaşmalar imzalayan nadir ülkelerden biridir. Türkiye’nin Tacikistan ile ilişkisi ise başlangıçtan bu yana alt düzeylerdedir; zira Türklerin küçük bir azınlığı oluşturduğu Tacikistan, Türk Cumhuriyetleri grubuna dahil değildir. Özbekistan ile ilişkiler ise 1990’ların ortalarından itibaren siyasî ve ekonomik alandan uzaklaşarak güvenlik temeline dayandırıldı. İslamî hareketlerin oldukça güçlü olduğu bu ülkede, muhalefete yönelik ağır baskı ve sindirme politikası uygulanmakta. Bu bağlamda iktidar, ERK Partisi lideri Muhammed Salih ve diğer muhaliflerin Türkiye’de bulunmalarından ve destek görmelerinden oldukça rahatsızdı. Özbekistan’ın, Şubat 1999’da Devlet Başkanı İslam Kerimov’a yönelik suikast girişiminden sorumlu tuttuğu iki kişinin Türkiye’de bulunduğunu belirterek iadelerini istemesiyle ilişkiler iyice gerildi. Özbekistan’da faaliyet gösteren Türk okulları kapatıldı ve Türkiye’deki Özbek öğrenciler geri çekildi. Salih’in Türkiye’deki faaliyetlerinin engellenmesi ve sınır dışı edilmesi, diğer muhaliflerin de iade edilmeleriyle iki ülke arasında ilişkiler düzelmeye başladı. Ardından Cumhurbaşkanı Sezer’in Özbekistan ziyaretinde askerî eğitim ve işbirliği ile terörle mücadele konularında 5 anlaşma imzalandı. “Terörle mücadele” adı altında 28 Şubat deneyimlerini aktarma fırsatı bulan Türkiye, Kerimov’a yönelik muhalefeti susturacak askerî yardımlar yaptı ve Özbekistan’a özel timler yerleştirdi. Özellikle 11 Eylül’ün ardından teröre karşı işbirliği ve dinî akımlarla mücadele konusunda Türkiye, benzer yardımlara diğer Türk Cumhuriyetleri’ni de dahil etti. Bu bağlamda kamu görevlilerine ve askeri personele teknik yardım ve eğitim vermeye devam ediyor.

11 Eylül’ün ardından ABD’nin bölgeye girişiyle Orta Asya’nın stratejik önemi daha da arttı. Bir zamanlar Batı’nın teşvikiyle model olmak üzere öne çıkan Türkiye, bölge konusunda bilgisizliğinin ve hazırlıksızlığının sonucu olarak kısa sürede geri çekilmek durumunda kaldı. Aradan geçen on yılı aşkın süreye rağmen Türkiye hâlâ bölgeye ilişkin gerçekçi bir vizyona sahip değildir. Böyle olunca da ilişkiler hak ettiği düzeye bir türlü ulaşamıyor.

ABD, TÜRKİYE'DEN NİÇİN RAHATSIZ?

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 24, Mayıs 2005, sf. 30-31.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

ÖZELLİKLE 1990’lı yıllardan itibaren adını “stratejik ortak”, “dost ve müttefik ülke” gibi sıfatlarla birlikte anmaya alıştığımız ABD ile ilişkilerde son dönemde gerginlikler yaşanıyor. Amerikan basınında ve düşünce kuruluşlarında Türkiye aleyhtarı yayınlar giderek artarken, Türk basını da bu koroya katıldı. 1 Mart tezkere krizinin dönüm noktası olduğu iki ülke ilişkilerindeki en temel rahatsızlık, Türkiye’nin alışılageldiği üzere sadık bir müttefik olmaktan çıkıp aktif ve bağımsız politikalar izlemeye başlaması ve bu haliyle Orta Doğu’yu hizaya sokmayı hedefleyen ABD planlarının önünde önemli bir engel haline gelmesidir. ABD ile ilişkilerin tarihinin en kötü günlerinden geçtiği vurgusu sık sık tekrarlanıyor. Acaba gerçekten öyle mi?

1827’de Navarin’de yakılan donanmasını yeniden inşa etmek amacıyla ABD ile ilk kez temasa geçen Osmanlı Devleti, 1830’da bu ülkeye kapitülasyonlardan yararlanma hakkı verdi. Ancak bölge henüz Amerikan ilgisini celbetmediği için I. Dünya Savaşı’na kadar ilişkilere damgasını vuran, Amerikan Protestanlarının misyonerlik faaliyetleriydi. 1914’te Osmanlı coğrafyasında 426 Amerikan okulu, 17 misyonerlik merkezi ve 9 Amerikan hastanesi mevcuttu. 1924’te yeni cumhuriyetin kabul ettiği Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile gayri resmî bir konuma düşen misyonerlik faaliyetlerinin merkezi konumundaki bu okullar, iki ülke arasında ciddi bir krize sebep oldu. Yine savaş sonrasında kurulacak yeni düzenin temel siyasetini ortaya koyan Amerikan menşeli Wilson Prensipleri’nde yer alan, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, Osmanlı’nın parçalanmasını teşvik edici bir unsurdu. 1917-27 yılları, diplomatik ilişkilerin kesik olduğu bir dönemdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşması Lozan’a taraf olmayan ABD, bu anlaşmayla kapitülasyonların kaldırılmasından ve bir Ermeni yurdunun kurulmamasından büyük rahatsızlık duydu.

ABD ile ilişkilerimizde dönüm noktası, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gündeme gelen Sovyet talepleridir. Yeni dönemde mesaisini Sovyet tehdidini çevrelemeye ayıran ABD’nin 1947’de Truman Doktrini ve 1948’de Marshall Planı çerçevesinde yaptığı yardımlar ile 1952’de Türkiye’nin NATO’ya kabulü sonrasında, özellikle ekonomik ve askerî alanda yoğunlaşan ilişkiler geri dönülemez bir sürece girdi. Siyasî ilişkiler ise dönemsel iniş-çıkışlarla devam etti. Soğuk Savaş döneminde iki ülke ilişkilerindeki en temel pürüz Kıbrıs’tı. 1964’te Kıbrıs’a müdahaleyi düşünen Türkiye’ye ABD Başkanı Johnson’ın yolladığı mektup şok etkisi yaptı. Her an, her durumda Amerikan desteğinin gelmeyebileceğinin anlaşılması, ABD ile ilişkilerin ilk kez ciddi bir şekilde sorgulanmasını beraberinde getirdi. Afyon krizi ve ardından 1974’teki Kıbrıs Harekatı’nı, ABD’nin 3,5 yıl süren silah ambargosu izledi. 1960 ve 70’li yıllarda yaşanan hayal kırıklıkları, Türkiye’yi ilişkilerini çeşitlendirmeye sevk etti ve daha önce göz ardı ettiği Sovyet Bloku ile Arap dünyasına açılım başladı. Bu kırılma Türkiye’nin askerî alanda Amerikan bağımlılığından kurtulma yolunda adımlar atmasına ve özellikle İncirlik Üssü’ne ilişkin taleplere karşı tavır alabilmesine de imkan sağladı.

Soğuk Savaş’ın ardından çeşitlenen ilişkiler ve örtüşen çıkarlar ilişkileri zirveye taşırken, özellikle Körfez Savaşı ve sonrasında ABD politikalarına verilen tam desteğin olumsuz yansımaları, Türkiye’nin Irak politikasını büyük ölçüde etkiledi. Yakın geçmişten ders alan Türkiye’nin bugün Irak ve Orta Doğu’ya yönelik izlediği politikalar, ABD’yi oldukça rahatsız etmekte. Orta Doğu’yu askerî, diplomatik ve ekonomik araçlarla yeniden dizayn etme çabasındaki ABD’nin stratejilerinde Türkiye kilit bir konum teşkil ediyor. Zira Kuzey Kore dışında ABD’nin tüm önemli dış politika sorunları Türkiye’nin yakın coğrafyasında yer alıyor. Bu yüzden ABD’nin bundan sonraki adımlarının başarısı, Türkiye’nin tam desteğine bağlı. 1 Mart’ta olduğu gibi bir sürprizle karşılaşmak istemeyen ABD, yeni maceralara atılmadan evvel bu kez işi sıkı tutarak Türkiye’ye psikolojik bir harekatla boyun eğdirmeye çalışıyor. Peki Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan gerilimin ardındaki sebepler neler?

Türkiye Kuzey Irak’taki PKK faaliyetlerinden oldukça rahatsız; ancak ABD bu konuda gerekli adımları atmıyor. Irak’ın geleceği ve Kerkük’ün statüsü Türkiye’yi endişelendiren diğer konular. ABD ise Şam ve Tahran üzerindeki baskısını yoğunlaştırırken, Türkiye’nin bu ülkelerle yakınlaşmasından hoşnut değil. Yine Türkiye’nin “çok boyutlu dış politika” çerçevesinde Rusya ve Arap ülkeleri ile geliştirdiği ilişkiler ABD’yi tedirgin ediyor. Irak’ta ve Filistin’de yaşananlara karşı Türk hükümetinin ve halkının ABD ve İsrail’e yönelttiği eleştiriler ise rahatsızlığın bir diğer sebebi.

ABD Türkiye’den, eskiden olduğu gibi başta İsrail, Irak, İran, Suriye olmak üzere bölgeye ilişkin konularda Amerikan politikalarına ayak uydurmasını, İncirlik Üssü’nün lojistik merkez olarak kullanıma açılması talebine olumlu cevap vermesini, Amerikan ve Yahudi karşıtı söylemler konusunda önlem almasını talep ediyor. Kısaca, Orta Doğu’ya yönelik doğrudan veya dolaylı müdahalelerinde kendisine kayıtsız-şartsız destek veren bir Türkiye istiyor. Bunun için son dönemde yoğunlaşan Türkiye aleyhtarı kampanyalar ve hatta hükümetin geleceğine ilişkin üstü örtülü tehditler işin ciddiyetini ortaya koyuyor.

Aslında bu baskı ve kampanyaların sonucunda ABD, hiç değilse isteklerinden birine ulaşmış görünüyor. Nitekim Haziran 2004’te sunduğu, İncirlik’te lojistik merkez oluşturma talebine 25 Nisan 2005 itibarıyla olumlu bir cevap verildi. İncirlik’ten Irak ve Afganistan’a ölümcül olmayan silahların yanı sıra teçhizat ve malzeme taşınabilecek. ABD istediği gibi her uçak için tek tek izin yerine, blok izin alacak; ancak tüm uçakların uçuş istikameti ve yükü Türkiye’ye bildirilecek.

ABD İncirlik konusunda istediğini almış olsa da, diğer konulardaki görüş ayrılıkları kolay kolay çözüleceğe benzemiyor. Bunun bir göstergesi de, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Aralık ayında yaptığı ziyaretin üzerinden henüz dört ay geçmişken, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ABD’nin açık muhalefetine rağmen, 14-16 Nisan tarihleri arasında Suriye’ye iade-i ziyarette bulunması. Türkiye’nin çıkarlarına uygun olan bu ziyaret, uluslararası baskılar dolayısıyla zor günler geçiren Suriye yönetimini oldukça memnun etti. Halk gittiği her yerde Sezer’i büyük tezahüratlarla karşılarken, Devlet Başkanı Beşşar Esad hiçbir misafirine göstermediği özeni gösterdi. Protokol kurallarını delerek ilk defa bir misafirini uçağa kadar uğurladı. Amerikan yönetiminin büyük bir dikkatle takip ettiği ziyaret, Türkiye’nin bölge ülkelerindeki itibarını daha da artırdı.

20. yüzyılın ortalarında tam anlamıyla kurumsallaşan Türk-Amerikan ilişkileri gerilimli bir dönemden daha geçmekte. Ancak bu kez işler biraz daha zor olacağa benziyor. Zira Amerikan politikalarının yeni hedefi, başta Türkiye’nin sınır komşuları olmak üzere Orta Doğu coğrafyası. ABD’nin doğrudan veya dolaylı müdahaleleri bölgeyi belirsizliğe doğru sürüklerken, Türkiye’nin de manevra alanı giderek daralıyor. Amerikan yayılmacılığının bölgeyi sardığı şu günlerde, Türkiye’den beklenen; baskılara boyun eğmeden, şahsiyetli bir politikayla çevresinde barış unsuru olması.

GAZZE'DE İŞGAL SONA ERERKEN

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı:28, Eylül 2005, sf.62-63.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

İSRAİL Başbakanı Ariel Şaron’un ilk kez 2003 yılında gündeme getirdiği Gazze’den tek taraflı çekilme planı nihayet geçen ay hayata geçirildi. Gazze’de 21, Batı Şeria’da 4 yerleşim birimi tahliye edildi. Gazze’deki yerleşimler, bugün “güvercin” olarak nitelendirilen Rabin-Peres ikilisinin çabalarıyla, 1974’te muhtemel Mısır saldırılarına karşı ön uyarı karakolları olarak Yahudilere açılmıştı. 360 km2’lik küçük bir bölge olan Gazze’de yaklaşık 8 bin yerleşimci toprakların %33’ünü elinde tutarken; kalan kısımda çoğunluğu mülteci 1,4 milyon Filistinli işgal altında hayatını sürdürmek durumunda kaldı. Herhangi bir “aksilik” olmazsa İsrail, Yahudilere ait her şeyi dümdüz ettikten sonra, Ekim ayında bölgenin kontrolünü Filistinlilere devredecek.

Bu çekilme, uzun yıllardır devlet kurma özlemiyle yaşayan Filistin tarafında büyük bir sevinçle karşılandı. Özellikle Hamas gelişmelerden oldukça memnun. Ancak yine de endişe edilen iki konu var: İlki, bu çekilmenin devamının gelmemesi ve kurulacak Filistin devletinin Gazze ile sınırlı kalması. Diğeri ise, Filistinli gruplar arasındaki ayrılıkların derinleşerek iktidar mücadelesinin başlaması. Öte yandan çok farklı kesimlerin ancak Filistin düşmanlığı sayesinde bir arada yaşayabildiği İsrail toplumunda Gazze’den çekilme, görüş ayrılıklarını keskinleştirdi. Yerleşimcileri işgalci ve devlet üzerinde bir yük olarak gören, başta sol kanat olmak üzere, çoğunluk gelişmelerden memnunken; aşırı sağcıların başını çektiği %30’luk bir kesim çekilmeye şiddetle karşı. Çekilmenin Filistin intifadasına bir ödül anlamına geldiğini ve “teröristleri” cesaretlendireceğini savunan bu kesime göre, her karışı kutsal addedilen vaat edilmiş topraklardan çekilme, Tanrı’ya bir ihanettir. Toprağı kimliklerinin bir parçası ve yerleşimleri Yahudi kurtuluşunun bir aracı olarak gören Yahudiler, hükümetin geri adım atması için uzunca bir süre direndi. Öte yandan geri çekilme İsrail hükümetinde ve Likud Partisi’nde de ayrılıkları belirginleştirdi. Maliye Bakanlığı’ndan istifa eden Netanyahu’nun önümüzdeki günlerde Şaron’a rakip olması bekleniyor. Kutuplaşmanın İsrail toplumunda şiddete yol açmasından ve Şaron’un suikasta uğramasından da endişe ediliyor. Yine İsrail içinde yaşayan ve nüfusun yaklaşık dörtte birini oluşturan Filistinli Araplara saldırı riski de artmış durumda.

Peki uluslararası basında büyük yankılar uyandıran Gazze’den çekilme, gerçekte ne anlam ifade ediyor? İsrail’i çekilmeye sevk eden sebepler nelerdir?

İsrail Ne(re)den Çekiliyor?

Gazze’den çekilme sembolik bir adımdan öteye gitmiyor; zira bölgenin yüzölçümü Batı Şeria’nınkinin %6’sını dahi geçmiyor. Ancak oldukça yoğun ve hızla artan bir nüfusu barındırıyor. Nüfusunun Yahudi karakterinin bozulmamasına büyük önem veren İsrail için bu durum endişe kaynağı. Uyguladığı devlet terörüyle Filistin direnişini maddî ve manevî olarak kırmaya çalışan ancak bunda başarısız olan Şaron yönetimi için Gazze’de kalmak büyük bir yüktü. Zira Gazze’deki yerleşimciler için her yıl 150 milyon dolar sarf etmek ve 20 bin askerini görevlendirmek zorunda kalıyordu.

Gazze’den çekilme göz boyamadan ibaret. İsrail bugüne kadar alışılageldiği üzere, bu kez de işgal politikasını pazarlamakta ve meşrulaştırmakta oldukça mahirdi. 8 bin yerleşimciyi çekerken –ki onların çoğunu Batı Şeria’ya yerleştirecek- uluslararası kamuoyunda sanki tümünü çıkarıyormuş gibi bir imaj oluşturdu. Oysa Batı Şeria’da halen 400 bini aşkın yerleşimci bulunuyor (boşaltılan 4 yerleşim biriminde sadece 600 kişi yaşıyordu).

Şaron 2005’te bir Filistin devletinin kurulması ile sonuçlanması öngörülen Yol Haritası’nın ilanından birkaç ay sonra bu planı tek taraflı (çünkü şiddeti teşvik ettiği gerekçesiyle Filistin tarafını muhatap olarak almıyordu) ortaya atarak süreci dondurmayı ve gündemden düşürmeyi tercih etti. Böylece Filistin devletinin kurulmasını, mültecilerin geri dönüşünü, Kudüs’ün statüsünü, Batı Şeria’daki yerleşim birimleri ile Utanç Duvarının müzakere edilmesini engelleyerek, Filistinlilerin Gazze’de kurulacak sembolik bir devletle yetinmelerini sağlamaya çalışıyor. Sınırları, kara, deniz ve hava köprüleri İsrail’in denetiminde olan, Batı Şeria ve Doğu Kudüs ile coğrafî bütünlüğü sağlanamayan ve ordusu bulunmayan böyle bir devlet, bağımsız ve yaşayabilir olmak bir yana; tıpkı Batı Şeria gibi bir açık hava hapishanesine dönüşecek.

İsrail Gazze’den çekilerek Abbas yönetiminin elini güçlendirme niyetinde. Böylece Hamas gibi direniş örgütlerini devre dışı bırakıp, kendisi için “kabul edilebilir” bir Filistin yönetimini muhatap olarak alabilecek.

Mısır, çekilme öncesinde güvenliğin sağlanması konusunda İsrail’e teminat verdi. Böylece barış görüşmelerinin başlaması için “Filistinli grupların silahsızlandırılması”nı şart koşan İsrail, direniş örgütleriyle mücadeleyi Mısır ve Filistin’e devrederek büyük bir yükten kurtulacak. Bu durum, Mısır ve Filistin yönetimleriyle direniş gruplarını karşı karşıya getirebilir.

Uyguladığı politikalar sonucu yoğun tepkiler alan ve giderek yalnızlaşan İsrail, Gazze’den çekilerek uluslararası kamuoyunda “barışçı” ve “uzlaşmacı” imajı yaratmaya çalışıyor. Geri adım atıyor gibi görünerek İslam ve Arap ülkelerinin İsrail’i tanımalarının önünü açmak, bu ülkelerdeki ılımlıları yanına çekerek kendisine karşı yekvücut olunmasını engellemek, artan Amerikan ve İsrail düşmanlığını frenlemek ve uyguladığı gayrimeşru politikaların hesabını vermekten kurtulmak istiyor.

Öte yandan “barış için toprak” formülü Gazze’den çekilmeyle değişti; artık “zaman için toprak” temel politika. Zira Gazze’den çekilme siyasî bir çözüm girişiminden ziyade, sadece bir oyalamadan, zaman kazanma çabasından ibaret. Bu süreçte İsrail, daha önceki tüm kazanımlarında olduğu gibi, Batı Şeria’da de facto bir durum yaratarak varlığını sağlamlaştırmaya çalışacaktır.

Her şeye rağmen Gazze’den çekilme Filistin direnişinin çok büyük bir başarısı. Filistinlilerin, eğer birbirleriyle mücadele tuzağına düşmezlerse ve İsrail’in engellemelerini ve müdahalelerini başarıyla atlatabilirlerse, gelecekte tam bağımsız bir Filistin devletini başarıyla idare etme konusunda tecrübe kazanmaları için bu iyi bir fırsat olabilir.

FİLİSTİN'İN ÇETİN İMTİHANI

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 30, Kasım 2005, sf.66-67.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

İSRAİL birlikleri ile yerleşimcilerin Gazze’den çekilmelerinin sevinci kısa sürdü. Onlarca yıldır işgale karşı mücadele veren Filistinliler, son günlerde oldukça zor bir imtihanla karşı karşıyalar: Bir yanda, tahliye etmiş olmasına rağmen Gazze’yi havadan, karadan ve denizden muhasara altına alan, saldırılarını, suikastlarını ve tutuklamalarını sürdüren ve Filistin iç işlerine müdahaleye kararlı İsrail; diğer yanda, birbirleriyle mücadele tuzağına düşmek üzere olan direniş örgütleri ve Filistin yönetimi.

Aslında Filistinliler pek çok kez benzer imtihanlarla karşı karşıya kaldılar. Ancak bu seferkini farklı kılan, İsrail’in Gazze’yi tahliye ederken uluslararası camiaya bunun, Filistinlilerin kendi kendilerini yönetebilmeleri konusunda bir “test” olduğuna ikna etmesi. Zira Gazze, 360 km2’lik küçücük bir bölge ve ileride kurulacak Filistin devletine vaat edilen toprakların sadece %6’sını oluşturuyor. Buradaki herhangi bir başarısızlık ve kargaşa, Şaron yönetimi tarafından, Filistinlilerin kendilerini yönetmekten aciz ve hatta genlerinde şiddet eğilimi taşıyan bir halk olduğunun, İsrail işgali ve onun izlediği siyasetin ise barış konusunda asıl engel olmadığının bir ispatı olarak sunulacak. Bir diğer farklılık noktası, İsrail’in tahliye ile “barış” yolunda bir adım attığını ve şimdi sıranın Filistinlilerde olduğunu vurgulaması. Atılması gereken yeni adım ise, İsrail’e yönelik saldırıların durdurulması ve başta Hamas olmak üzere tüm direniş örgütlerinin silahsızlandırılması. Bu da, Filistinlileri iç savaşa doğru sürükleyebilecek kadar çetrefilli bir konu.

İsrail’in son günlerde izlediği siyaset de bunu doğruluyor. Filistinlilerin Gazze’den tahliyeyi kutladığı bir esnada meydan gelen ve 19 ölü, 80 yaralı ile sonuçlanan şiddetli patlamalara karşılık -ki görgü tanıkları, bunu İsrail’in gerçekleştirdiğini belirtiyor-, Hamas’ın İsrail’in güneyindeki Yahudi yerleşimlerine füze atmasının ardından Şaron hükümeti, Filistin topraklarına saldırma konusunda orduya sınırsız yetki verdi. İsrail, geçiş noktalarını kapatarak tüm Filistin topraklarını abluka altına alıp Gazze’ye havadan ve karadan saldırılar başlattı. Batı Şeria’da son ayların en geniş çaplı operasyonunu düzenleyerek, çoğunluğu Hamas mensubu yaklaşık 500 kişiyi tutukladı. Batı Şeria ve Gazze’de direniş örgütlerine mensup kişilere yönelik suikastların ardından, bu örgütler de misillemede bulundu. Böylece İsrail ve Filistin arasında 8 Şubat tarihinde varılan ateşkes, 26 Eylül itibariyle fiilen sona erdi.

İsrail’in çekilmesinin akabinde saldırılara yeniden başlamasının ardında pek çok sebep var. Bunlardan ilki, Likud Partisi içinde başkanlık mücadelesinin iyice kızışması. Şaron, Filistinlilere yönelik şiddet politikası ile koltuğunu ve parti içinde kaybettiği “aşırı dinci” desteği yeniden kazanmaya çalışıyor. Diğer bir sebep ise, yerel seçimlerde başarılı olan Hamas’ın 25 Ocak’ta yapılacak genel seçimlere katılmasını engellemek. İsrail, Oslo Anlaşması ve Yol Haritası uyarınca, Hamas’ın şiddetten vazgeçerek silahlarını bırakmadığı ve İsrail devletini tanımadığı müddetçe seçimlere katılmaması konusunda ısrarlı; aksi takdirde seçimlerin gerçekleşmesini engellemekle tehdit ediyor. Son saldırı ve tutuklamalarında özellikle Hamas’ı hedef alarak, örgütü köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Gazze’den çekilmesinin ardından İsrail’i kutlama ve hatta görüşme yarışına giren Müslüman ülke liderlerinin, son saldırılar karşısında sessizliğe bürünmeleri de İsrail’in elini güçlendiren diğer bir husus.

Filistin’de ise, genel seçimlerin yapılacağı 25 Ocak tarihi yaklaştıkça ortalık kızışıyor. Güvenlik güçleriyle Hamas arasındaki mücadele özellikle ön plana çıkıyor. Filistin emniyet ve istihbarat birimleri tıpkı İsrail gibi geniş çaplı bir tutuklama kampanyası başlatmış durumda. Hamas’ın şehit edilen liderlerinden Abdülaziz Rantisi’nin oğlunun tutuklanması girişimi infiale neden oldu ve çeşitli bölgelerde olaylar patlak verdi. Aralarında polislerin de bulunduğu 3 ölü ve 50 yaralı ile sonuçlanan çatışmaların ardından yaklaşık 30 polis, Hamas’a karşı tedbir alınması talebiyle meclisi bastı. Baskının olduğu sıralarda güvenlik meselesini tartışmakta olan meclis, 5’e karşı 43 oyla mevcut kaosu önleyemediği gerekçesiyle bakanlar kurulunun iki hafta içinde feshedilmesi ve yeni başbakan ile bakanların atanması gerektiği yönünde bir karar aldı; aksi takdirde güven oylamasına gidecekleri tehdidinde bulundu. İçişleri bakanı ile güvenlik servislerinin başkanlarını da istifaya çağırdı. Ancak Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, 24 Kasım’dan evvel yeni bir hükümet kurmaya vakitlerinin olmadığını duyurdu. Talepleri karşılanmayan meclis ise, İsrail saldırılarının tırmanması dolayısıyla hükümete yönelik güvensizlik oylamasını şimdilik erteledi.

Hükümeti sarsan bu iç çatışmalara ilişkin içişleri bakanlığının verileri durumun vahametini ortaya koyuyor. Buna göre, son dönemde Filistin topraklarında iç çatışmada ölenlerin sayısı 219 ve bu sayı 2005’in ilk 9 ayında İsrail ordusunca öldürülen Filistinlilerin sayısına eşit. Filistin’deki iç çatışmaların, İsrail’in ABD’yi de yanına alarak direniş örgütlerinin silahsızlanması konusunda yoğun baskı yaptığı bir döneme denk gelmesi ise pek de tesadüf görünmüyor. Filistin yönetimi ise, marjinalleşmesinden endişe edilen Hamas’ın siyasî sürece katılmasını olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyor. Bu arada Mahmud Abbas, tıkanan barış görüşmelerinin yeniden başlamasına ve seçimlerin zamanında yapılmasına destek sağlamak amacıyla Ekim ayında Ürdün, Mısır, Vatikan, Fransa, İspanya, ABD ve Cezayir’i kapsayan ziyaretler gerçekleştirdi. Ancak gelinen noktada bu ziyaretlerden medet ummak pek de makul görünmüyor.

Bugüne kadar Filistin’de taraflar oldukça sağduyulu davranarak kışkırtmaların ve aralarındaki ihtilafların iç çatışmaya dönüşmesini engellediler. Verdikleri mücadelenin amacından sapmasına izin vermediler. Gelinen nokta ise oldukça kritik. İçeriden ve dışarıdan gelecek meydan okumalara ve kışkırtmalara karşı taraflar oldukça uyanık ve dikkatli olmak zorundalar. İç savaşın önünü açacak gelişmelerden titizlikle kaçınmalı ve ihtilaflarını silaha başvurmadan çözmeliler. Filistinliler unutmamalı ki, dış düşmana karşı iç bütünlük en önemli silahtır. Aksi takdirde kendi kardeşleriyle mücadele ederken bir de bakacaklar ki; İsrail’in ebedî ve bölünmez başkenti ilan ettiği Kudüs ellerinden alınmış, Batı Şeria’da yanı başlarında Yahudi nüfusu artmış, etrafı duvarlarla çevrilen toprakları birbirinden tamamen koparılarak birer hapishaneye dönüştürülmüş ve en kötüsü, bugüne kadar verdikleri tüm mücadele boşa gitmiş.

LÜBNAN ÜZERİNDEN ORTADOĞU HESAPLAŞMASI

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 32, Ocak 2006, sf. 70-71.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

AĞUSTOS 2004’te Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un görev süresinin uzatılmasına yönelik Suriye’nin yaptığı baskı, sonuçlarını kendisinin dahi tahmin edemediği yepyeni bir süreci başlattı. ABD ve Fransa öncülüğünde 2 Eylül 2004’te yapılan BM Güvenlik Konseyi toplantısında 1559 sayılı karar kabul edildi. Karar, tüm yabancı güçlerin yani Suriye birliklerinin Lübnan’dan çekilmesini ve tüm örgütlerin yani Hizbullah’ın ve Lübnan mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilerin silahsızlandırılmasını öngörüyordu. Hedef, Suriye’nin askerî ve istihbarat gücünü Lübnan’dan çıkarmak, ardından Lübnan’ın Suriye yanlısı siyasî iktidarını değiştirmek ve direniş gruplarını tasfiye etmekti. Böylece Lübnan, Suriye nüfuzundan çıkarak, Amerikan ve Fransız nüfuzu altına girecek ve artık İsrail’e yönelik bir tehdit olmaktan çıkacaktı.

Suriye’nin baskılarına 20 Ekim’de istifa ederek karşılık veren Başbakan Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’te suikasta kurban gitmesi bu süreci hızlandırdı. Suikasta dair ipuçlarının işaret ettiği iddiasıyla Suriye, hem içeride hem de dışarıda hedef haline geldi. Ülkeden çekilmesi için yoğun protestolar düzenlendi ve sonuçta Suriye birlikleri, 29 yıl sonra 26 Nisan 2005’te tamamen Lübnan’dan çekildi. Suriye’nin çekilişini müteakip düzenlenen seçimler, Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri öncülüğündeki Suriye karşıtı bloğun zaferi ile sonuçlandı.

Bu gelişmeler neticesinde Suriye, askerî ve siyasî olarak tasfiye edilmiş gibi görünse de, aslında Lübnan’da “Suriyesiz dönem”in başladığını söylemek için henüz çok erken. Zira ülkenin her alanına nüfuz etmiş Suriye etkisinin tam anlamıyla kırılabilmesi yıllar alacaktır. Zaten seçimlerin ardından Suriye karşıtı bloktan başbakan olan Fuad Sinyora’nın ilk ziyaretini Şam’a yapması da bunun bir göstergesi değil mi?

Lübnan İç Savaşa Sürükleniyor

BM’nin 1559 sayılı kararının ardından Lübnan’da gerginliklerin ardı arkası kesilmedi. Ülkede şimdiye kadar 14 siyasî suikast gerçekleşti ve bu sayı giderek artmakta. Başta Saad Hariri olmak üzere ülkenin önde gelen 200’ü aşkın siyasetçisi, şu anda can güvenlikleri olmadığı gerekçesiyle ABD ve Avrupa ülkelerinde bulunuyor ve Lübnan’a giremiyorlar.

Genellikle Suriye karşıtlarının hedef alındığı bu suikastlardan Suriye sorumlu tutuluyor. Suriye yanlısı cumhurbaşkanı Lahud’un istifasına yönelik baskılar da artıyor. Asıl hedef ise Lübnan’da bir iç savaş çıkartmak. Patlayan her bomba ülkeyi bir adım daha yaklaştırıyor bu tehlikeye. Zira Suriye’nin çekilmesiyle birlikte yabancı istihbarat örgütlerinin artık rahatça hareket ettiği Lübnan, kendi güvenliğini sağlayamaz durumda. Şu anda ülke oldukça gergin. Falanjistler tıpkı 1975’te başlayan iç savaş öncesinde olduğu gibi hızla silahlanıyor; ancak onlara karşı belki de tek mücadele verebilecek durumda olan Hizbullah’ın ve Filistinli grupların silahsızlandırılması için BM bünyesinde yoğun bir çaba harcanıyor. Hıristiyanların muhtemel bir saldırısı karşısında Lübnanlı Müslümanlar adeta savunmasız bırakılıyor.

1559 sayılı BM kararının hedeflerinden biri olan Hizbullah’ın silahsızlandırılması ile amaçlanan, Lübnan’daki Suriye ve İran nüfuzunun kırılması, başta Filistinliler olmak üzere İsrail’e karşı direnen grupların azimlerinin zayıflatılması ve İsrail’in en büyük düşmanının bertaraf edilmesi. Ancak bu hususta asıl belirleyici olması beklenen Suriye ve İran, ABD ve İsrail tehdidinin doğrudan hedefi oldukları bu dönemde bölge üzerindeki en önemli etkinlik araçları olan Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına direneceklerdir. Öte yandan Lübnan hükümeti ve halkının ekseriyeti de Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına oldukça soğuk bakıyor. Zira Güney Lübnan’da verdiği mücadele neticesinde 2000 yılında İsrail işgalini sona erdiren Hizbullah, Lübnan savunmasının en önemli parçası. Ancak uluslararası baskılar yoğunlaştığı takdirde Lübnan hükümeti tavrını değiştirmek zorunda kalabilir. İç savaşın patlak vermesi durumunda ise bu, Lübnanlı Müslümanlar için bir felaket olacaktır.

Suriye’yi Zor Günler Bekliyor

Son gelişmelerden en kârlı çıkan ülkeler hiç kuşkusuz ABD, Fransa ve İsrail. Bugüne kadar Lübnan’a yönelik siyaseti, bölgesel ve küresel stratejisinden bağımsız olmayan ABD’nin, son dönemde 1559 sayılı BM kararı ve müteakip olaylarda izlediği siyaset Büyük Orta Doğu Projesi’nden ayrı değerlendirilmemelidir. Lübnan’ın kurucusu ve eski hamisi Fransa ise, Irak müdahalesine karşı çıkarak Atlantik ötesiyle gerilen ilişkilerini Suriye-Lübnan süreciyle yumuşatma çabasında. Fransa, Lübnan’daki Suriye varlığını tasfiyeyi öngören 1559 sayılı BM kararının çıkmasında büyük rol oynamış; Hariri suikastını müteakip Lübnan ve Suriye siyasetine doğrudan müdahil olmaya ve böylece bölgedeki nüfuzunu yeniden arttırmayı başlamıştır. Bu süreçte Hariri sayesinde Lübnan’da büyük ihaleler alan Batılı işadamlarının etkisi de göz ardı edilmemesi gereken diğer bir husustur.

Son gelişmelerden en zararlı çıkan ülke ise, Lübnan’ı “Büyük Suriye”nin bir parçası olarak gören ve iç savaşın ardından 90’lı yıllarda bu ülkeye her alanda nüfuz eden Suriye’dir. Zira Lübnan’dan çekilmekle Suriye’nin İsrail karşısındaki gücü zayıfladı. Hizbullah ve Filistinli grupların silahsızlandırılmasının akabinde yeniden başlaması muhtemel barış sürecinde Suriye’nin eli daha da zayıflayacak, bölgedeki güç dengesi İsrail lehine değişecektir. Dolayısıyla Suriye, bu ülkedeki nüfuzunu korumak için her yolu deneyecektir. Ekonomik ve diplomatik müeyyidelerle ‘Iraklaştırılma’sı gündemde olan Suriye’yi zor bir süreç beklemektedir.

Nisan ayında kurulan ve Alman Savcı Detlev Mehlis başkanlığında çalışmalarını sürdüren BM Hariri Suikastını Soruşturma Komisyonu, önümüzdeki günlerde olayların seyrini belirleyecek. Şimdiye kadar 500’den fazla kişiyi sorgulayan komisyon, BM Güvenlik Konseyi’ne 21 Ekim ve 12 Aralık’ta iki rapor sundu. Suikasttan Suriye istihbarat servislerinin sorumlu tutulduğu son raporda, Viyana’da sorgulanan beş Suriyeli yetkili de dâhil olmak üzere 19 şüphelinin gözaltına alınması istendi. Ancak kanıtlar yerine ihtimallere dayanan bu raporlar inandırıcı olmaktan uzaklar. Bazı tanıkların daha sonra verdikleri ifadelerin doğru olmadığını bildirmeleri de soruşturmanın güvenilirliğine gölge düşürüyor. Görevinde başarısız olan ve yıpranan savcı Mehlis ise görevini bırakacağını açıkladı.

12 Aralık’ta sunulan son raporun ardından, Güvenlik Konseyi’nde soruşturma süresinin 15 Haziran 2006’ya kadar uzatılması kabul edildi; Suriye’ye yönelik yaptırım kararı ise Çin, Rusya ve geçici üye Cezayir’in muhalefeti sayesinde şimdilik engellendi. Ancak komisyonun çalışmalarıyla giderek daha fazla siyasallaşan Hariri suikastı, Suriye üzerinde ABD’nin baskı aracı olarak kalmaya devam edecek.

FİLİSTİN "HAMAS" DEDİ

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 33, Şubat 2006

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

İSRAİL’İN kuruluşundan itibaren Araplarla yaptığı tüm savaşlara aktif olarak katılan, siyasete girmesinin ardından tüm barış girişimlerine en sert tepkileri gösteren ve başbakanlığı döneminde Filistinlilere karşı tavizsiz mücadelesiyle hafızalarda yer eden Şaron, Bush’un “barış adamı” iltifatına karşılık vererek Gazze’den tek taraflı olarak çeklime kararı aldığında, gerek İsrail’de gerekse Filistin’de siyasî dengeleri ne denli altüst ettiğinin muhtemelen farkında değildi. Önce İşçi Partisi’nin başına, teamüllerin aksine Fas kökenli ve fakir bir aileden gelen İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun başkanı Amir Peretz’in geçmesinin şoku yaşandı. Ardından Başbakan Şaron, kurucusu olduğu Likud’dan ayrılıp yeni bir parti kurarak sürpriz bir çıkış yaptı, Likud’un başına ise rakibi Netanyahu geçti. Tam siyasî çalkantılar duruluyor derken, Şaron beyin kanaması geçirerek siyaset sahnesine veda etti.

Bu süreçte Filistin tarafında, özellikle de Gazze’de kaos ve iç mücadeleler hakimdi. Ancak önce yerel, ardından genel seçimlerde HAMAS’ın ezici bir zafer kazanması uluslararası kamuoyunda, özellikle de bölgeye “demokrasi ihraç etme” hedefindeki Bush yönetiminde deprem etkisi yaptı. Bu zafer, son dönemde İran’da Mahmud Ahmedînejad, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Irak’ta Muhafazakâr Şii Ortak bloğu, Bolivya’da Evo Morales, Şili’de Michelle Bachelet, Venezüella Hugo Chavez gibi halkın içinden çıkan ancak demokrasi havarilerinin sindirmekte epeyce zorlandığı kişilerin/partilerin seçim zaferlerinin son halkasıydı.

İsrail’de Siyasîler Yenilendi

Gazze’den çekilme sebebiyle karışan Likud’un Eylül ayındaki olağanüstü kongresinde Şaron, rakibi Netanyahu’yu yense de, parti içinden yükselen sesler bir türlü dinmedi; üstelik bu muhalifler meclisteki oylamada muhalefetin yanında yer aldı. Buna yeni İşçi Partisi lideri Peretz’in hükümetten çekilme kararı da eklenince, 21 Kasım’da toplanan İsrail Meclisi kendisini feshetme ve erken genel seçim kararı aldı. Aynı gün Şaron, partisinden istifa edeceğini ve yeni bir parti kuracağını ilan etti. Aralık’ta 32 yıllık partisinden ayrılarak Kadima’yı (İleri) kurdu. Şaron’un bu çıkışı, Batı Şeria’dan tek taraflı çekilme planına yönelik Likud içindeki itirazlara bağlansa da, aslında yeni parti manevrasıyla üçüncü defa başbakan seçilebilme çabasıydı. Ancak Şaron’un hevesi kursağında kaldı. Zira oğlunun, 1999’daki seçim kampanyasında yaptığı usulsüzlüğü kabul ederek 3 Ocak’ta milletvekilliğinden istifa etmesinin ertesinde ağır bir beyin kanaması geçirerek hastaneye kaldırıldı. Vücudunun yarısı felç olan Şaron’un beklenmedik bir zamanda siyasete veda etmesi hesapları altüst etti. Yetkileri yardımcısı Ehud Olmert’e devredildi.

Şu anda İsrail’in üç büyük partisinin yeni liderleri var: Netanyahu’nun milliyetçi sağı temsil eden Likud Partisi, Amir Peretz’in merkez sol İşçi Partisi ve kendisini liberal ve merkez sağ olarak tanımlayan ancak ciddi bir programı ve ideolojisi olmayan Ehud Olmert öncülüğündeki Kadima Partisi. 28 Mart’ta yapılacak seçimler öncesinde İsrail siyasetinde yaşanan bu yeniliklere rağmen, önümüzdeki süreci belirleyecek asıl unsur Filistin seçimleri ve HAMAS olacaktır.

Filistin Halkı “HAMAS” Dedi

İlki 1996’da düzenlenen genel seçimlerin ardından defalarca, İsrail işgali ve güvenlik şartları sebebiyle ertelenen Filistin seçimleri 10 yıl sonra 25 Ocak’ta yapıldı. Sakin bir ortamda gerçekleşen seçimlerin sonuçları henüz ilan edilmeden mevcut hükümet istifa etti. Zira daha önce anketlerde el-Fetih’in birkaç puan gerisinde görünen ve seçimlerin ardından muhalefet partisi olması arzu edilen HAMAS, beklentilerin aksine 132 sandalyeli mecliste 76 milletvekilliği alarak tek başına iktidar olma hakkı kazandı. İktidar partisi el-Fetih ise ancak 43 sandalye alabildi.

Peki, Mart 2005’te İsrail’e karşı geçici ateşkes ilan edilirken siyasallaşacağının sinyallerini veren, ardından ilk kez katıldığı yerel seçimlerden çok büyük bir zaferle çıkan HAMAS’ın, yine ilk kez katıldığı genel seçimlerde %60 oranında oy almasının sebepleri nelerdi?

Filistinli seçmenlerin temel talepleri; yolsuzlukla mücadele, güvenliğin ve millî birliğin sağlanması, işsizliğin azaltılması, İsrail hapishanelerindeki mahkumların serbest bırakılması gibi iç meselelerdi. 10 yıldır yönetimde bulunan el-Fetih’in halkına vaat ettiği bağımsızlığı ve güvenliği sağlayamaması, üstelik adının artık yolsuzluk ve adam kayırma ile özdeşleşmesi sebebiyle güven kaybetmesi, efsanevî lideri Arafat’ın Kasım 2004’te vefatının ardından yerine güçlü bir ismin geçememesi ve İsrail’in tahliyesinin ardından Gazze’de sergilenen yönetim zafiyeti HAMAS’ın önünü açtı. Seçimlerde, “parlak gelecek Fetih’le gelecek” diyen Arafat’ın el-Fetih’i hezimete uğradı.

HAMAS veya seçime girdiği adıyla “Reform ve Değişim Listesi” ise, iç ve dış ilişkileri geliştirme, idarî ve hukukî reform, yolsuzlukla mücadele ve Şeriat’a bağlı siyasî bir çizgi takip etme gibi iç siyaset odaklı vaatlerle halkın umudu oldu. Zira 1987’de Birinci İntifada sırasında kurulan HAMAS, işgale karşı silahlı direnişin yanı sıra, eğitim, sağlık ve sosyal faaliyetler, şehit ve gazi ailelerine yönelik yardımlar ve diğer hayır faaliyetleri ile toplumsal tabanını genişletmiş ve halkın güvenini kazanmıştı. Seçimleri erteleme ve HAMAS’ı seçimlere sokmama girişimleri ile ABD, AB ve İsrail’in HAMAS’ın yer alacağı bir Filistin hükümetini tanımayacaklarını ilan etmeleri halkın örgüte olan teveccühünü artırdı. Zira her ne kadar el-Fetih uluslararası alanda Filistinlilerin “meşru temsilcisi” olarak muhatap alınıyor ve destekleniyor olsa da, Filistinli seçmenler, yakından tanıdıkları, kendi içlerinden çıkan ve kendi dertleriyle hemhâl olan HAMAS adaylarını, bugüne kadar halkın menfaatlerini pek de göz etmeyen “meşru temsilcileri”ne tercih ettiler.

Orta Doğu’yu Ne Bekliyor?

Yıllardır terörist olarak görülen HAMASlıların, bundan böyle Filistin halkını içeride ve dışarıda temsil eden meşru siyasetçiler olarak uluslararası kabul görmeleri süreci başlangıçta sancılı olabilir. Ancak her ne kadar silah bırakmayacağının altını çizse de, HAMAS’ın gerek yerel gerekse genel idarede tek başına iktidara gelmiş olmanın sorumluluğuyla ve uluslararası baskıların etkisiyle uzun vadede mücadelesini askerî zeminden siyasî zemine kaydırarak “el-Fetihleşme”si daha muhtemel görünüyor. Aslında HAMAS’ın Mart ayındaki ateşkesten bu yana İsrail’e yönelik herhangi bir saldırı gerçekleştirmemesi ve 1988’den beri manifestosunda yer alan “İsrail’i ortadan kaldırma” ifadesini seçim beyannamesine koymaması bunun bir göstergesi olarak okunabilir.

HAMAS’ın zaferi İsrail siyasetini de derinden etkileyecek. 28 Mart’ta yapılacak seçimlerden, şimdiye kadar anketlere yansıdığı üzere Şaron’un Kadima’sı değil, sertlik yanlısı Likud birinci olarak çıkacak. Her ne kadar lideri Netanyahu, maliye bakanı iken uyguladığı iktisadî politikalarla tepki çekse de, İsrail’de güvenlik kaygıları diğer tüm kaygıların üzerindedir. Bu yüzden Filistinlilerle barış ve sosyal adaletten dem vuran İşçi Partisi lideri Peretz’in şansı giderek azalıyor. “Barış süreci”nin geleceği ise daha önce olduğu gibi pek de parlak görünmüyor. Giderek içe kapanacak İsrail, müzakere edeceği muhatabı kalmadığı gerekçesiyle daha fazla tek taraflı adım atabilir.

Önümüzdeki günlerde mevcut Filistin yönetiminde köklü değişimler yaşanacak. HAMAS bir yandan Filistin siyasetini dönüştürürken, diğer yandan da kendisi dönüşmek durumunda kalacak. Orta Doğu dengelerini de değiştirecek bu seçim sonuçları, BOP çerçevesinde bölgeye demokrasi pompalayan ABD’nin politikalarını gözden geçirmesine sebep olabilir.