Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 24, Mayıs 2005, sf. 30-31.
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
ÖZELLİKLE 1990’lı yıllardan itibaren adını “stratejik ortak”, “dost ve müttefik ülke” gibi sıfatlarla birlikte anmaya alıştığımız ABD ile ilişkilerde son dönemde gerginlikler yaşanıyor. Amerikan basınında ve düşünce kuruluşlarında Türkiye aleyhtarı yayınlar giderek artarken, Türk basını da bu koroya katıldı. 1 Mart tezkere krizinin dönüm noktası olduğu iki ülke ilişkilerindeki en temel rahatsızlık, Türkiye’nin alışılageldiği üzere sadık bir müttefik olmaktan çıkıp aktif ve bağımsız politikalar izlemeye başlaması ve bu haliyle Orta Doğu’yu hizaya sokmayı hedefleyen ABD planlarının önünde önemli bir engel haline gelmesidir. ABD ile ilişkilerin tarihinin en kötü günlerinden geçtiği vurgusu sık sık tekrarlanıyor. Acaba gerçekten öyle mi?
1827’de Navarin’de yakılan donanmasını yeniden inşa etmek amacıyla ABD ile ilk kez temasa geçen Osmanlı Devleti, 1830’da bu ülkeye kapitülasyonlardan yararlanma hakkı verdi. Ancak bölge henüz Amerikan ilgisini celbetmediği için I. Dünya Savaşı’na kadar ilişkilere damgasını vuran, Amerikan Protestanlarının misyonerlik faaliyetleriydi. 1914’te Osmanlı coğrafyasında 426 Amerikan okulu, 17 misyonerlik merkezi ve 9 Amerikan hastanesi mevcuttu. 1924’te yeni cumhuriyetin kabul ettiği Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile gayri resmî bir konuma düşen misyonerlik faaliyetlerinin merkezi konumundaki bu okullar, iki ülke arasında ciddi bir krize sebep oldu. Yine savaş sonrasında kurulacak yeni düzenin temel siyasetini ortaya koyan Amerikan menşeli Wilson Prensipleri’nde yer alan, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, Osmanlı’nın parçalanmasını teşvik edici bir unsurdu. 1917-27 yılları, diplomatik ilişkilerin kesik olduğu bir dönemdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşması Lozan’a taraf olmayan ABD, bu anlaşmayla kapitülasyonların kaldırılmasından ve bir Ermeni yurdunun kurulmamasından büyük rahatsızlık duydu.
ABD ile ilişkilerimizde dönüm noktası, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gündeme gelen Sovyet talepleridir. Yeni dönemde mesaisini Sovyet tehdidini çevrelemeye ayıran ABD’nin 1947’de Truman Doktrini ve 1948’de Marshall Planı çerçevesinde yaptığı yardımlar ile 1952’de Türkiye’nin NATO’ya kabulü sonrasında, özellikle ekonomik ve askerî alanda yoğunlaşan ilişkiler geri dönülemez bir sürece girdi. Siyasî ilişkiler ise dönemsel iniş-çıkışlarla devam etti. Soğuk Savaş döneminde iki ülke ilişkilerindeki en temel pürüz Kıbrıs’tı. 1964’te Kıbrıs’a müdahaleyi düşünen Türkiye’ye ABD Başkanı Johnson’ın yolladığı mektup şok etkisi yaptı. Her an, her durumda Amerikan desteğinin gelmeyebileceğinin anlaşılması, ABD ile ilişkilerin ilk kez ciddi bir şekilde sorgulanmasını beraberinde getirdi. Afyon krizi ve ardından 1974’teki Kıbrıs Harekatı’nı, ABD’nin 3,5 yıl süren silah ambargosu izledi. 1960 ve 70’li yıllarda yaşanan hayal kırıklıkları, Türkiye’yi ilişkilerini çeşitlendirmeye sevk etti ve daha önce göz ardı ettiği Sovyet Bloku ile Arap dünyasına açılım başladı. Bu kırılma Türkiye’nin askerî alanda Amerikan bağımlılığından kurtulma yolunda adımlar atmasına ve özellikle İncirlik Üssü’ne ilişkin taleplere karşı tavır alabilmesine de imkan sağladı.
Soğuk Savaş’ın ardından çeşitlenen ilişkiler ve örtüşen çıkarlar ilişkileri zirveye taşırken, özellikle Körfez Savaşı ve sonrasında ABD politikalarına verilen tam desteğin olumsuz yansımaları, Türkiye’nin Irak politikasını büyük ölçüde etkiledi. Yakın geçmişten ders alan Türkiye’nin bugün Irak ve Orta Doğu’ya yönelik izlediği politikalar, ABD’yi oldukça rahatsız etmekte. Orta Doğu’yu askerî, diplomatik ve ekonomik araçlarla yeniden dizayn etme çabasındaki ABD’nin stratejilerinde Türkiye kilit bir konum teşkil ediyor. Zira Kuzey Kore dışında ABD’nin tüm önemli dış politika sorunları Türkiye’nin yakın coğrafyasında yer alıyor. Bu yüzden ABD’nin bundan sonraki adımlarının başarısı, Türkiye’nin tam desteğine bağlı. 1 Mart’ta olduğu gibi bir sürprizle karşılaşmak istemeyen ABD, yeni maceralara atılmadan evvel bu kez işi sıkı tutarak Türkiye’ye psikolojik bir harekatla boyun eğdirmeye çalışıyor. Peki Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan gerilimin ardındaki sebepler neler?
Türkiye Kuzey Irak’taki PKK faaliyetlerinden oldukça rahatsız; ancak ABD bu konuda gerekli adımları atmıyor. Irak’ın geleceği ve Kerkük’ün statüsü Türkiye’yi endişelendiren diğer konular. ABD ise Şam ve Tahran üzerindeki baskısını yoğunlaştırırken, Türkiye’nin bu ülkelerle yakınlaşmasından hoşnut değil. Yine Türkiye’nin “çok boyutlu dış politika” çerçevesinde Rusya ve Arap ülkeleri ile geliştirdiği ilişkiler ABD’yi tedirgin ediyor. Irak’ta ve Filistin’de yaşananlara karşı Türk hükümetinin ve halkının ABD ve İsrail’e yönelttiği eleştiriler ise rahatsızlığın bir diğer sebebi.
ABD Türkiye’den, eskiden olduğu gibi başta İsrail, Irak, İran, Suriye olmak üzere bölgeye ilişkin konularda Amerikan politikalarına ayak uydurmasını, İncirlik Üssü’nün lojistik merkez olarak kullanıma açılması talebine olumlu cevap vermesini, Amerikan ve Yahudi karşıtı söylemler konusunda önlem almasını talep ediyor. Kısaca, Orta Doğu’ya yönelik doğrudan veya dolaylı müdahalelerinde kendisine kayıtsız-şartsız destek veren bir Türkiye istiyor. Bunun için son dönemde yoğunlaşan Türkiye aleyhtarı kampanyalar ve hatta hükümetin geleceğine ilişkin üstü örtülü tehditler işin ciddiyetini ortaya koyuyor.
Aslında bu baskı ve kampanyaların sonucunda ABD, hiç değilse isteklerinden birine ulaşmış görünüyor. Nitekim Haziran 2004’te sunduğu, İncirlik’te lojistik merkez oluşturma talebine 25 Nisan 2005 itibarıyla olumlu bir cevap verildi. İncirlik’ten Irak ve Afganistan’a ölümcül olmayan silahların yanı sıra teçhizat ve malzeme taşınabilecek. ABD istediği gibi her uçak için tek tek izin yerine, blok izin alacak; ancak tüm uçakların uçuş istikameti ve yükü Türkiye’ye bildirilecek.
ABD İncirlik konusunda istediğini almış olsa da, diğer konulardaki görüş ayrılıkları kolay kolay çözüleceğe benzemiyor. Bunun bir göstergesi de, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Aralık ayında yaptığı ziyaretin üzerinden henüz dört ay geçmişken, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ABD’nin açık muhalefetine rağmen, 14-16 Nisan tarihleri arasında Suriye’ye iade-i ziyarette bulunması. Türkiye’nin çıkarlarına uygun olan bu ziyaret, uluslararası baskılar dolayısıyla zor günler geçiren Suriye yönetimini oldukça memnun etti. Halk gittiği her yerde Sezer’i büyük tezahüratlarla karşılarken, Devlet Başkanı Beşşar Esad hiçbir misafirine göstermediği özeni gösterdi. Protokol kurallarını delerek ilk defa bir misafirini uçağa kadar uğurladı. Amerikan yönetiminin büyük bir dikkatle takip ettiği ziyaret, Türkiye’nin bölge ülkelerindeki itibarını daha da artırdı.
20. yüzyılın ortalarında tam anlamıyla kurumsallaşan Türk-Amerikan ilişkileri gerilimli bir dönemden daha geçmekte. Ancak bu kez işler biraz daha zor olacağa benziyor. Zira Amerikan politikalarının yeni hedefi, başta Türkiye’nin sınır komşuları olmak üzere Orta Doğu coğrafyası. ABD’nin doğrudan veya dolaylı müdahaleleri bölgeyi belirsizliğe doğru sürüklerken, Türkiye’nin de manevra alanı giderek daralıyor. Amerikan yayılmacılığının bölgeyi sardığı şu günlerde, Türkiye’den beklenen; baskılara boyun eğmeden, şahsiyetli bir politikayla çevresinde barış unsuru olması.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder