KÜRESEL
GÜÇ KAYMASI, ABD’Yİ ORTADOĞU’DAN ÇEKİLMEYE ZORLUYOR
Zahide
Tuba Kor
Anadolu
Ajansı, 15.2.2019
NOT: 1 Şubat tarihinde yine AA tarafından yayınlanan “ABD’nin Kaotik Ortadoğu Siyaseti” başlıklı yazımda,
ABD’nin Ortadoğu’daki stratejisizliğini bireysel ve bürokratik temelde,
yani Amerikan yönetiminin iç işleyişine odaklanarak analiz etmiştim. Bu yazıda
meselenin bölgesel ve uluslararası sistemsel boyutunu ele alıyorum. İki yazı
birbirinin devamı niteliğindedir.
NOT:
Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
ABD’nin kaotik Ortadoğu siyasetinin ve bölgede tutarlı
bir strateji izlemeyişinin Washington yönetiminin iç işleyişiyle doğrudan
bağlantılı veçheleri var. Bununla beraber meselenin bölgesel ve uluslararası
sistemi ilgilendiren yönlerini de dikkate almak gerekiyor. Zira ABD’nin
Ortadoğu’da hâkim ve hegemon aktörlüğünü sarsan ve bölgeden geri çekilip
başka alanlara odaklanmasını zorunlu kılan jeopolitik, ekonomik ve teknolojik
bir dizi gelişme yaşanıyor.
Bu gelişmelerin başında son yıllarda küresel güç
kaymasını tetikleyen iki temayül geliyor: Bir yanda Rusya’nın Avrupa ve
Ortadoğu’da, Çin’in ise Asya-Pasifik başta olmak üzere dünya genelinde çok daha
iddialı ve etkin birer aktöre dönüşmesi; diğer yanda Batı’nın, bilhassa ABD’nin
İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan –ittifaklara, çok-taraflı kurumlara,
güvenlik garantilerine, uluslararası anlaşmalara ve ortak değerlere dayalı–
dünya düzenini sürdürme irade, güç ve kapasitesini giderek yitirmesi. Her ne
kadar ABD, jeopolitik avantajını ve muazzam iktisadi ve askeri gücünü korusa da
yükselen rakipleri Çin ve Rusya karşısında nispî gücü zayıfladığından dünyayı
tek başına idare etmesi imkânsızlaşıyor. Bu güç kayması süreci son derece tehlikeli
olup jeopolitik rekabet, şu an için fiilî bir büyük
savaşın kıvılcımını ateşlemese de başka her türlü araçla, yani ticari, mali, istihbari,
siber, propaganda vb. mücadelelerle devam ediyor.
Peki
ABD küresel aktörlüğünü rakipleriyle paylaşmaya, yani çok-kutuplu bir dünyaya hazır
mı? Tabii ki hayır. Tam da bu yüzden Amerikan menfaatlerini seleflerine kıyasla
çok daha dar bir çerçevede tanımlayan Obama ve Trump yönetimleri, Ortadoğu’dan geri
çekilerek bölgedeki müttefiklerini öne çıkarmaya, dünyadaki taahhütlerinde, masraflarında
ve asker sayısında kısıntıya gitmeye ve stratejik çıkarlar bakımından Çin’le
mücadele edeceği Asya-Pasifik bölgesine odaklanmaya çalışıyor.
Amerikan
hegemonyasında sonunun başlangıcı, –tarihte birçok büyük gücün tuzağına
düştüğü– emperyal kibre eşlik eden, –11 Eylül saldırıları sonrası giriştiği– Ortadoğu’daki
askeri maceraları ve dünyanın farklı yerlerinde
askeri varlığını muazzam şekilde artırarak aşırı yayılması oldu. 2000’lerdeki bu başarısız askerî maceralar
trilyonlarca dolara patladı; şu an ABD dünyanın en borçlu ekonomisi. Tam da bu
süreçte ABD’de orta ve alt sınıf Amerikalıların hayatını altüst eden 2008
Finans Krizi’yle başlayıp dünyaya yayılan iktisadi durgunluk ve kriz de önce
toplumsal, sonra siyasal ve nihayetinde sistemsel altüst oluşu tetikledi. Yine
aynı süreçte iletişim teknolojileri ve uzay-atom-genetik alanlarında kaydedilen
muazzam ilerlemelerle hayatın hemen her alanında köklü değişimler yaşanırken, siyasi
alandaki donukluk ve 20. yüzyıldan kalma yönetişim modeliyle yola devam etme ısrarı
sistemsel krizi daha da derinleştirdi.
Büyük stratejiler de tıpkı
büyük fikirler ve ideolojiler gibi tükendi
Öte yandan dünyanın tarihte hiç görülmedik bir hızda
değişip dönüştüğü, küresel sistemin belirsizliklerle ve çok bilinmeyenli
denklemlerle dolu olduğu günümüzde, geleceğe matuf sağlam stratejiler
geliştirebilmek ve uygulamaya dökebilmek de neredeyse imkânsız. Hâlihazırda Çin’in
“Yeni İpekyolu” da denilen “Yol ve Kuşak” projesi dışında dünyada hiçbir güç,
büyük stratejiler çerçevesinde kapsamlı ve uzun vadeli politikalar üretemiyor.
Tıpkı dünyada 19. ve 20. yüzyılda yaygın olan büyük fikirlerin ve ideolojilerin
çoktandır tükenmesi gibi, artık büyük stratejiler de yok.
ABD’nin Ortadoğu politikası da bundan nasibini alıyor.
Son on yıldır Washington yönetimleri, hızla değişen bölgede, konjonktürün
kıskacında, taktik politikalarla temel hedeflerine ulaşamaya çalışıyor. Hatta zaman
zaman hasar kontrolüyle bölge politikasını şekillendirmek durumunda kalıyor.
Ortadoğu’da düzen kurucu bir
küresel güç artık yok
Konu
Ortadoğu olduğunda sık sık yapılan 1916 Sykes-Picot benzetmeleri, yani
Amerikan-Rus gizli görüşmeleri ve paylaşımlarıyla Ortadoğu’da kolayca yeni bir
düzenin kurulabileceği vehmi, aslında günümüz dünyasını ve güç dengelerini
anlamaktan uzak bir anlayışın ürünü. Zira şu an dünyada çatışmaları durdurucu
ve –tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere ve Fransa, İkinci Dünya
Savaşı’nın ardından ABD ve SSCB gibi– düzen kurucu/dayatıcı hegemon bir küresel
güç bulunmuyor. Dahası Türkiye, İran, Suudi Arabistan-BAE ikilisi ve İsrail
gibi bölgesel güçler bir yüzyıl evveline kıyasla çok daha muktedir, çok daha cüretkâr,
farklı çıkar algılarıyla birbirleriyle kıyasıya rekabet eder ve dolayısıyla
bölgenin kaderini etkiler durumda. Buna bir de teknolojinin geldiği aşama
itibarıyla tarihte ilk defa bireylerin birer aktöre dönüşmesini ve bunun da
anarşiyi tetiklemesini eklersek, yerelde meşruiyet ve rıza olmadan salt dışarıdan
dayatmalarla bölgede düzenin ve istikrarın tesis edilemeyeceği görülür.
Öte
yandan ABD’nin müttefiklerine politikalarını dayattığı günler de bir bakıma geride
kaldı. Zira Obama yönetiminin, önce Arap Devrimleri sürecinde başta Hüsnü
Mübarek olmak üzere sadık müttefiklerini yarı yolda bırakması, ardından İran’la
nükleer anlaşmaya imza atması ve nihayetinde Türkiye’deki 15 Temmuz
Kalkışmasını el altından desteklemesi müttefikleri nezdinde ihanet duygusunu
perçinledi. Ayrıca bölgede yaşanan altüst oluşlara çoğunlukla seyirci kalması
veya düşük düzeyli müdahalesi ABD’nin bölgeden çekilmekte olduğu algısını
pekiştirdi. Dolayısıyla şimdilerde müttefikler, Washington’ı fazla dikkate
almadan, kendi milli ve iktisadi menfaatleri çerçevesinde daha serbestçe ve
zaman zaman meydan okuyucu tarzda hareket edebiliyorlar. ABD’nin güvenlik
taahhütlerine güven duymuyorlar. Güvenliklerini, (tıpkı Suudi Arabistan’ın
Yemen’de, Türkiye’nin de Suriye’de yaptığı gibi) gerektiğinde ordularıyla
bizzat çatışmalara girerek sağlamaya ve silah sistemlerinde ABD’ye olan
bağımlılıklarını Rusya üzerinden aşmaya çalışıyorlar. Bu da ABD’nin geleneksel
müttefikleri üzerinde etki ve baskı kurma kabiliyetini sınırlıyor.
Müttefikleri öne çıkarmanın
sınırları ve sıkıntıları
Aslında
bu, Irak ve Afganistan’da bataklığa saplanmaktan gerekli dersleri çıkaran mevcut
Amerikan yönetiminin de kısmen bir tercihi. Zira “Ben dünyanın başkanı
olmayacağım”, “ABD’yi yeniden büyük ve güçlü bir ülke yapacağım” vaadiyle başa
geçen Başkan Trump’a göre, “baş belası” bir bölge olan Ortadoğu’da ne kadar
Amerikan kanı veya parası akıtılırsa akıtılsın kalıcı barışı ve güvenliği
sağlamak imkânsız. Dolayısıyla bölgedeki müttefiklerine danışmanlık ve eğitimle
geriden destek çıkmak, onlara alabildiğine silah satmak ve böylelikle onları
daha muktedir kılıp “baş belası” bölgenin yükünü kendi kendilerine çekmelerini
ve güvenliklerini kendi başlarına sağlamalarını temin etmek temel politikası
olarak beliriyor. Yani artık müttefiklerin ellerini taşın altına koyması,
sahada işi sahiplenmesi gerekiyor. Bu bağlamda Suudi Arabistan, BAE ve İsrail’i
merkeze alarak bölge politikasını inşa etmeye çalışıyor. Terörle ve
radikallikle savaşı, Müslüman ülkelerin kendi sorumluluğu olarak görüyor ve işin
sadece DEAŞ ve el-Kaide’yle mücadele kısmına odaklanmakla yetiniyor. Bu haliyle
Trump’ın Ortadoğu politikası aslında Obama’nın bölge politikasına genel
hatlarıyla benziyor. En temel fark İran politikasında ortaya çıkıyor. Ayrıca iktisaden
zor durumdaki müttefiklerine bile mali yardımları kesmek ve Körfez’in
paralarını mümkün olduğunca Amerikan ekonomisine kazandırmak da Trump’a özgü
politikalardan.
ABD’nin
düşük maliyetli bu yeni politikasının başarısı, bölgedeki müttefiklerinin
yeterli güce ve kapasiteye sahip olmasına, daha da önemlisi kendisiyle aynı
hedeflere ve çıkarlara bağlı kalmasına bağımlı. Oysa şu an müttefikler, kendi
bölgesel nüfuzlarını artırmak ve karşı karşıya oldukları tehditleri ve meydan
okumaları asgariye indirmek için mücadele ederken ABD’nin bölgedeki çıkarlarını
ve politikalarını pek de gözetmiyorlar. Hatta zaman zaman (Başkan Trump’ın her
daim arkalarında duracağından aldıkları cesaretle) Kaşıkçı cinayeti, Katar’a
abluka ve işgal planı, Lübnan Başbakanını istifaya zorlama gibi skandal
adımlarla hem Trump’ın Evanjelik ekibinin hem de Amerikan müesses nizamının
bölge politikalarını zora sokabiliyorlar. Ayrıca sahada önü sürdüğü Arap
müttefiklerinin kapasitesi sınırlı ve yetersiz. Bu bağlamda Arap dünyasının
kadim medeniyet merkezlerinde siyasi otoritelerin iflası ve yaşanan çok-boyutlu
krizlerle birlikte nüfusu az, stratejik akıldan yoksun ve dostunu-düşmanını
parayla satın alarak dış politikasını yürütmeye alışmış Körfez’e bel bağlaması
bir handikap. Bunun fakında olduğundan İran’ın yayılmacılığına, siyasal
İslam’a, radikalizme, terörizme ve kısmen de Türkiye’nin yükselişine karşı –kendisinin
ve İsrail’in geriden desteğiyle– Mısır, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Ürdün
ve Fas’tan müteşekkil “ılımlı Sünni Arap ittifakı” yeniden canlandırma projesi Trump’ın
Mayıs 2017’deki Riyad zirvesinden beri devrede. Şimdiye kadar İsrail ile Arap
ülkeleri arasındaki gayiresmi ilişkileri güçlendirmek ve aleniyete dökmek dışında
somut bir meyvesi alınamayan bu projenin bugünlerde (13-14 Şubat’ta) Varşova’da
gerçekleştirilen İran karşıtı Ortadoğu Zirvesiyle ne denli işlerlik kazanacağı bir
soru işareti. İlgili ülkelerin ortak tehdit algılamalarına rağmen aralarındaki
çıkar farklılıkları bu projenin başarı şansını düşürüyor.
Rusya, ABD’nin
bıraktığı boşluğu doldurabilir mi?
ABD’nin
taahhüt altına girmekte isteksizliği, Ortadoğu’da
kriz yönetimlerinde ve barış süreçlerinde diplomatik öncülüğünü ve etkinliğini yitirmesine
de yol açıyor. Bunun en çarpıcı yansıması, tamamı Amerikan müttefiki olan
Körfez İşbirliği Konseyi içindeki ihtilafları çözememesi. Suriye çatışmasının
diplomatik müzakere masasında etkili bir aktör olamaması. Keza Filistin
yönetimine baskı ve şantajla dayatmaya çalıştığı, dünyaya “Yüzyılın Anlaşması”
diye pazarladığı Ortadoğu Barış Planını bir yıldır açıklayamaması. Hal
böyleyken geleneksel müttefikleri de ya Washington’dan umudu keserek
Moskova’ya doğru kayıyor ya da iki güç arasında bir denge siyaseti gütmeye çalışıyor.
Bununla birlikte Rusya pragmatik bir
şekilde ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmak ve çoktan çökmüş olan
eski düzenin hamiliğini üstlenmek dışında sağlam ve vizyoner bir bölge
stratejisine sahip değil. Bölgede birbirine rakip, hatta hasım bütün taraflarla
muhatap olabilen tek aktör olma avantajıyla krizlerde güvenilir bir arabulucu
olarak diplomatik bir rol kapmaya çalışıyor. Tabii bu o kadar da kolay değil.
Siyaseten arabuluculuk yapsa bile gerek tarafları büyük tavizlere ikna gerekse
yaşanan büyük yıkımın yaralarını sarmak, normalleşmeyi sağlamak ve kalıcı
barışı tesis etmek için gerekli iktisadi kaynaklara sahip değil. Son yıllarda
bölgesel güçlerle ilişkilerini derinleştirse de başta İran-İsrail ve Suudi
Arabistan-İran olmak üzere sözkonusu güçler arasında (şu an vekâlet savaşları şeklinde
cereyan eden ama) her an yeni bir çatışma potansiyeli taşıyan derin rekabeti
idare etmesi hiç kolay değil. Öte yandan her ne kadar –tıpkı Türkiye, İsrail ve
Mısır gibi– Körfez ülkeleri de Rusya’yla işbirliklerini artırsalar da Moskova, önce
İngiltere, ardından ABD’nin yüzyıldır üstlendiği şekilde büyük askeri üslerle
Körfez’in güvenliğini sağlayıcı bir rol oynayamaz.
ABD’nin
Ortadoğu’daki stratejisizliği sistemsel krizlerin bir uzantısı
Hâlihazırda
Lübnan ve İran dışında bütün bölge ülkelerinde Amerikan askeri kuvvetlerinin
var olduğunu ve Washington’ın gerek müttefikleri gerekse hasımlarına karşı
elindeki caydırıcı iktisadi ve istihbari kartları halen koruduğunu düşünürsek, ABD’nin
Ortadoğu’dan çekildiği iddiası abartı olur. Ancak gerek Ortadoğu’da gerekse
dünya genelinde Amerikan nüfuzunun azaldığı, hegemon bir güç olmaktan çıktığı
bir gerçek. Trump yönetimi altında ABD’nin sadece Türkiye, Suudi Arabistan,
İsrail ve Mısır’la değil, dünyada Kanada ve Batı Avrupa gibi geleneksel
müttefikleriyle de çıkar ve tehdit algılarının farklılaştığı, diğer
bölgelerdeki müttefiklerinin de ABD’yle güvenlik ilişkilerini yeniden gözden
geçirdikleri bir dönemdeyiz. Dünyada muazzam değişiklikler yaşanırken ve ikinci
soğuk savaş acaba üçüncü bir dünya savaşına evirilir mi sorusu zihinleri meşgul
ederken ABD’nin Ortadoğu’daki stratejisizliğinin ve çelişkili politikalarının
aslında sistemsel krizlerin bir uzantısı olduğunu unutmamak gerekir.