2 Ağustos 2017 Çarşamba

AĞUSTOS 2017 - İÇİNDEKİLER




İÇİNDEKİLER

Blogdaki yayınları https://twitter.com/ztkor Twitter hesabından takip edebilirsiniz.  

Ağustos 2017 (Katar/Körfez Krizi ve bununla bağlantılı konularda 6, Musul’un IŞİD’den temizlenmesiyle ilgili 3, ABD’nin Suriye politikasıyla ilgili 5, çalkantı içindeki Trump yönetimiyle alakalı 5 ve önemli muhtelif konularda 9 olmak üzere toplamda 28 tercüme bulunmaktadır)


ORTADOĞU’NUN BİR SONRAKİ SAVAŞI (Project Syndicate, 21.7.2017)
Joschka Fischer (Almanya eski dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı (1998-2005); Alman Yeşiller Partisi’nin kurucularından ve liderlerinden)

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)

Muhammed bin el-Muhtâr eş-Şankîtî (Önemli Arap mütefekkirlerinden olup Katar’daki Hamad bin Halife Üniversitesi’nde siyasi ahlak ve dinler tarihi öğretim üyesi)

Zev Chafets (Gazeteci-yazar; daha evvel eski İsrail başbakanlarından Menahem Begin’in üst düzey yardımcılarındandı ve Jerusalem Report dergisinin kurucu sorumlu yazı işleri müdürüydü)

Mu’tez el-Hatip (Hamad bir Halife Üniversitesi İslam Hukuku ve Ahlak Merkezi öğretim üyesi)

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)

Matthew Karnitschnig (Politico’nun Avrupa baş muhabiri; daha evvel the Wall Street Journal’da 15 sene muhabir ve editör olarak görev yaptı)

Shihoko Goto (Kuzeydoğu Asya uzmanı Woodrow Wilson Uluslararası Akademisyenler Merkezi kıdemli üyesi)


Katar/Körfez Krizi ve bununla bağlantılı diğer tercümeler
Katar Krizi ve Körfez’deki gerginliklere ayrılmış Haziran ayı tercümelerine toplu olarak ulaşmak için TIKLAYINIZ.

KATAR KRİZİ: EN KÖTÜ DURUM SENARYOSU (The Cipher Brief, 6.7.2017)
James Jeffrey Simon Henderson (Jeffrey, ABD’nin eski Irak ve Türkiye büyükelçisi & Henderson, Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü Körfez ve Enerji Politikası program direktörü)

Paul Cochrane (2002’den beri Beyrut’ta yaşayan serbest gazeteci; yazıları başta Reuters, Money Laundering Bulletin, Accountancy Futures, Commercial Crime International, Petroleum Review ve Jane’s gibi 70’i aşkın gazete, dergi, haber ajansı ve haber sitesi tarafından yayınlanmaktadır)

ON YILDIR DÜNYANIN TARTIŞTIĞI İSLAM SORUSU (Washington Post, 13.7.2017)
David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

John Feffer (Foreign Policy In Focus başkanı)

Arwa İbrahim (Ortadoğu ve Kuzey Afrika uzmanı gazeteci ve haber editörü)

TÜRKİYE’NİN BAŞARISIZLIĞA UĞRAYAN BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BESA Center Perspectives Paper No. 499, 16.6.2017)
Burak Bekdil (Gatestone Enstitüsü ve Defense News için düzenli olarak yazılar kaleme alan Ankara’da yaşayan gazeteci ve Middle East Forum üyesi)


Musul’un IŞİD’den temizlenmesiyle ilgili tercümeler
Hasan Ebu Heniyye (Ürdünlü IŞİD ve İslami hareketler uzmanı olup bu alanda çok önemli isimlerdendir)

Mustafa ed-Dabbağ (Irak ve İngiliz vatandaşı Ortadoğu uzmanı serbest yazar)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)


ABD’nin Suriye politikasıyla ilgili tercümeler
Emile Nakhleh (Emekli üst düzey CIA istihbaratçısı; New Mexico Üniversitesi öğretim üyesi, Dış İlişkiler Konseyi üyesi ve “A Necessary Engagement: Reinventing America’s Relations with the Muslim World” kitabının yazarı)

SURİYE’DE CESUR AMERİKALILARLA BULUŞMA (Washington Post, 3.7.2017)
David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)


Trump yönetimiyle alakalı tercümeler
David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)

Joseph Cassidy (Woodrow Wilson Uluslararası Bilim Merkezi’nde mülteciler ve insani meseleler, insan hakları ve çoktaraflı diploması konularına odaklanan araştırmacı)

Philip Rucker & Ashley Parker (Rucker, Washington Post gazetesi Beyaz Saray büro şefi & Parker, Washington Post gazetesi Beyaz Saray muhabiri)

AMERİKAN YAPTIRIMINA UĞRAYANLAR EKSENİ (Geopolitical Futures, 28.7.2017)
Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü)



BU BLOGDA NELER VAR? (Blogun tüm içeriği yer almaktadır)




D.HEARST: FİLİSTİNLİLER MESCİD-İ AKSA SAVAŞINDA YALNIZ KALDILAR



FİLİSTİNLİLER MESCİD-İ AKSA SAVAŞINDA YALNIZ KALDILAR

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 26.7.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Her yeni seneye yapmacık bir iyimserlikle girersiniz. Ama Filistinliler için işler bundan daha da kötüye gidemezdi.
Mescid-i Aksa etrafında gelişen kriz birçok ilki de kendi içinde barındırıyordu: 1969’dan beri cami ilk kez kapatıldı; yüzyıllardır ilk kez bizzat cami cemaati boykot yaptı; ilk kez İsrail’in Filistinli vatandaşları ve Kudüs’te ikamet edenler çatışmanın tam merkezinde yer aldı
Ama yeniliklerden özellikle bir tanesi diğer hepsinin üzerinde: Filistinliler 50 yıllık mücadelelerinde ilk kez işgale karşı tam anlamıyla yalnız kaldılar.

Filistinliler kendi kaderlerine terk edildiler
Arap sokaklarıyla yönetimleri arasındaki uçurum, bu hafta Filistin konusunda olduğu kadar hiç açılmamıştı.
Bir İsrailli güvenlik görevlisi tarafından güya tornavidayla saldırdığı için öldürülen 17 yaşındaki Ürdünlü çocuğun babası Zekeriya el-Cavid, Kral Abdullah’a sayıp sövdü: “Kabilelere çağrımız, bu adamın (İsrailli korumanın) cezalandırılmasını talep etmeleri. Olay anını görüntüleyen video kaydını istiyoruz. Oğluma ne olduğunu bilmek istiyoruz.”
Ancak üç Ürdünlü bakan, asla istemeyecekleri şeyi söylemek için sıraya diziliverdi. İçlerinden Hukuki İşlerden Sorumlu Devlet Bakanı Beşir el-Hasavna dedi ki “Öldüren İsrailli görevlinin diplomatik dokunulmazlığı olduğundan uluslararası anlaşmaya göre soruşturma iznimiz yok. Ama onun ifadesini dinlemek için direttik”.
Ama artık çok geçti. Güvenlik görevlisi Ziv, güven içinde ülkesine dönüp İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun koruması altına girmişti bile.
Bundan 20 yıl evvel Kral Abdullah’ın babası Hüseyin’in 1997’de Mossad’ın yüzüne gözüne bulaştırdığı, HAMAS lideri Halid Meşal’ın kulağına zehir zerk ederek öldürme girişimi sonrası Netanyahu’yla nasıl baş ettiğine bir bakmak gerekir.
Ürdün Kralı, eğer komadaki Meşal hayatını kaybederse [1994’te imzaladıkları] İsrail’le barış anlaşmasını yırtıp atmakla tehdit etmişti. Karşılığında Mossad Başkanı Danny Yatom’dan panzehiri aldı ve ardından HAMAS’ın manevi lideri Ahmed Yasin’in ve daha birçok Filistinli ve Ürdünlü mahkûmun İsrail hapishanelerinden salınmasını sağladı.
İki cinayetin bu baş şüphelisi, yabancı bir büyükelçiliğin koruması diye, Ürdün polisi tarafından bırakın soruşturulması, sorgulanması dahi engellendi. Eğer ki böyle bir olay dünyanın başka herhangi bir ülkesinde yaşansa nasıl bir skandal patlak verirdi bir düşünün.
Bu, Ürdün’de gerçekleşti; zira kraliyet, efendisinin ricasını yerine getirmeyi öğrenmiş bulunuyor. Trump’ın damadı olan Ortadoğu elçisi Jared Kushner, olaydan sonra Kral Abdullah’ı telefonla aradı. Bundan bir evvelki nesilde ise tam tersi yaşanırdı: Kral Hüseyin, Amerikan Başkanı Bill Clinton’ı arardı.
“Kutsal mekânların muhafızı” unvanını pazarlayan ülke [Ürdün’ü kastediyor], Harem-i Şerif’e güvenlik kameraları yerleştirilmesi meselesinde bundan bir sene evvel teslim olmuştu. İsrail şimdi bu tedbirleri, “muhafız”ın zaten kendisiyle hemfikir olduğunun bilinci içinde, Mescid-i Aksa’nın ve Eski Şehrin kapılarına kameralar yerleştirerek uyguluyor. [Z.T.K. İsrail tepkiler üzerine detektörleri de kameraları da kaldırdı]

Bu egemenlikle ilgili
Filistinliler ne o dönemde buna razı geldi ne de şu an teslim olacaklar; zira bu kriz güvenlikle değil, egemenlikle alakalı. Doğu Kudüs’te Filistin egemenliğinin büyük çoğunluğu çoktan teslim edildi. (Eski Şehrin Müslüman mahallelerinde 2000 Yahudi yerleşimci yaşıyor, 1967’den 2014’e 14.500’ü aşkın oturma izni iptal edildi ve Filistinli baş müzakereci Saib Erekat’ın dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’ye [Z.T.K. 30 Haziran 2008’de Filistin tarafı olarak o güne kadarki en büyük tavizi planlayarak] “tarihteki en büyük Yeruşalayim [Kudüs’ün İbranice adıdır]”i teklif etmesini hatırlayın [Z.T.K. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için TIKLAYINIZ].) Mescid-i Aksa, geriye kalan tam anlamıyla son savunma alanı.
Mahmud Abbas ve Filistin Yönetimi için Vakıf yetkililerinin Harem-i Şerif’e veya Yahudilerin tabiriyle Tapınak Tepesi’ne girmeyi hala daha reddetmeleri bir talih kuşu. Bu, barışçıl protestonun bir örneği. Dahası olaylar Batı Şeria’da kendi yönettiği parça üzerinde cereyan etmediğinden bunun Ramallah’a hiçbir maliyeti olmadı.
Bu, Abbas’ın gerçek bir liderlik göstermeden tribünlere oynamasına imkan verdi. (…)
Ama gerçekte onlar [Mahmud Abbas ve Filistin Yönetimini kastediyor] hiçbir şey yapmadılar. Suudiler de öyle. Onların stratejik hedefi her ne olursa olsun İsrail’le ticaret yapmak. Çünkü Yahudi devletini tanımak o kadar hızlı gerçekleşemez. Mescid-i Aksa’ya kontrolsüz özgürce erişimi destekleyici ısrarlı açıklamalarda bulunan tek bölge lideri Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dı. Bu beşinci örnek. Arap devletlerinin tepkisi hiç bu denli suskun olmamıştı.
Ancak hikâyenin bütünü bu kadar da değil.

El-Fetih ve Hamas aktivistleri bir arada
Bu kriz, bağlı oldukları zümre veya fraksiyondan bağımsız, Filistinlileri sokaklarda buluşturup birleştirdi. Mescid-i Aksa davası, el-Fetih ile Hamas arasında bir uzlaşma için yıllardır yürütülen müzakerelerin beceremediğini başardı. El-Fetih ve Hamas aktivistleri, bütün Filistinli fraksiyonları içeren daha büyük bir hareket için sahada birlikte çalışıyorlar.
Bu hareketin liderlerinden biri olan, şiddet içermeyen sivil itaatsizliğin savunucusu Dr. Mustafa Bargusi Middle East Eye’a dedi ki “Büyük bir değişimin eşiğindeyiz. Bugün yaşanan, bir tesadüf veya geçici bir şey değil. Diğerlerinden farklı biçimde üçüncü bir intifadanın başlangıcı olabilir. Bunun benzersizliği, bireysel eylemler değil, devasa bir kitleyi etkileme kapasitesine sahip bir halk hareketi olması. Bu kitlesel ivme Filistin halkını yeniden şarj edebilir. Zaman alabilir belki ama bu yola girdik bile. Bu hareket Filistin Yönetimi’nin hükmünü geçersiz kılacak. Bunun farkında bile değiller. Ve sonunda bütün bu yaşananlar bir liderlik değişimini beraberinde getirecek.”
Bu acaba aşırı iyimserlik mi?
Bunun yansımalarını yurtdışında da görebilirsiniz. Şu an 12. yılına girmiş bulunan BDS Hareketi [İsrail’e Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar Hareketi] iyiden iyiye gelişip başarıya ulaşmakta. İsrail tarafından varoluşsal bir tehdit olarak görülen BDS, milyonlarca müttefikiyle Norveç’ten Şili’ye uzanan küresel bir harekete dönüşmüş durumda. Herhangi bir yere bağlı olmayan, bölgeleri, ırkları ve cinsiyeti aşan ve her şeyden önemlisi eşit haklara dayaan bir hareket. Sloganları şu: “Filistin’den Meksika’ya Bütün Duvarlar Yıkılmalı”
Bir zamanlar siyasi haritanın dışında olduğu düşünülen [2016 Amerikan başkalık seçimleri için Hillary Clinton karşısında yarışan Demokratların aday adaylarından] Bernie Sanders ve [İngiliz İşçi Partisi lideri] Jeremy Corbyn gibi siyasetçiler daha etkili hale geldikçe Filistin davası da giderek yaygınlaştı. Londra’da bir turnusol testi kısa süre evvel yaşandı. İsrail yanlısı lobi gruplarının iptal ettirmek için yürüttükleri şiddetli kampanyaya rağmen iki gün süren Filistin Expo’ya 10.000’i aşkın kişi katıldı.
Gerek Filistin dışından gerekse içinden yeni bir nesil, bu mücadelenin kontrolünü, halkı üzerinde bütün ahlaki ve siyasi otoritesini yitirmiş, kemikleşmiş ve yozlaşmış liderlikten söke söke alıyor. Bu nesle göre barış süreci diye bir şey aslında hiç var olmamıştı. Yaşanan, Batı Şeria’nın bütün tepelerinde İsrail yayılmacılığının üzerini örtme maksatlı bir blöften ibaretti. Acaba onlar da bir önceki nesil gibi kolayca satın alınabilir, kandırılarak ikna edilebilir ve kısırlaştırılabilir mi? Yoksa yeni nesil, kendinden evvelki hiç kimsenin beceremediğini başaracak mı?

Arap liderlerinin ve ülkelerinin tepkilerini dikkate alırsak, Filistinliler daha evvel hiç bu denli yalnız kalmamışlardı; ancak davaları giderek küreselleşiyor. Arap liderlerin çok dikkatli olması lazım. İkinci İntifada, Arap Baharı’na koşullarından birini oluşturmuştu. Mescid-i Aksa merdivenlerindeki bir üçüncü intifada acaba nelere yol açabilir?

Ş.GOTO: DOĞU ASYA’DAKİ MEYDAN OKUMA: AŞIRI MİLLİYETÇİLİĞE DİRENİŞ



DOĞU ASYA’DAKİ MEYDAN OKUMA: AŞIRI MİLLİYETÇİLİĞE DİRENİŞ

Shihoko Goto (Kuzeydoğu Asya uzmanı Woodrow Wilson Uluslararası Akademisyenler Merkezi kıdemli üyesi)
Japan Times, 1.8.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Küreselleşme, dünyanın birçok bölgesinin aksine, Doğu Asya’da kirli bir kelime değil. En azından şimdilik.
Bu demek değil ki Japonya, Güney Kore veya hatta Çin gibi ülkeler bugün ABD ve Avrupa’nın yüzleştiği meydan okumaların bir kısmıyla karşı karşıya değil. İşlerini kaybetmekten tutun yabancı rekabete ve çalışmanın doğasını değiştiren artan otomasyona kadar Asya kıtası da hızla değişen, birbiriyle bütünleşmiş bir dünyanın son derece hakiki tehditleriyle yüzleşiyor.
Bununla birlikte Asya Pasifik’te küreselleşme karşıtı gösteriler hâlâ daha nadirattan. Zira iktisadi büyümenin ihracatı güçlü tutmakla birebir bağlantılı olduğuna dair gayet geniş bir uzlaşma sözkonusu.

“Yakın çevre”den şüphelenme
Bölgedeki birçok oyuncu, dünyanın geri kalanıyla çok daha yakın ilişkiler geliştirme heveslisiyken aynısını “yakın çevre”leri için istedikleri söylenemez. Çok az Asya ülkesi, komşularla yakın ilişkiler geliştirmeyi benimsiyor ve/ya komşulardan insan ve sermaye akışını hoş karşılıyor. Aslında daha fazla sınır-aşan bir topluma doğru kayış endişeleri, Batı’daki gibi küreselleşme karşıtı protestolar şeklinde değil, bundan çok daha tedirgin edici bir karakter kazanarak, milliyetçiliğin kabarması ve daha da kötüsü tarihin siyasallaşması üzerinden tezahür ediyor.
Asya ülkelerinin beliren son derece hakiki ortak tehditler karşısında daha fazla birleşmeleri mantıklı olanken, böylesi bir aksi gelişme hayli şaşırtıcı. Sözkonusu tehditler; istikrarsız nükleer Kuzey Kore’yle baş etmek ve Çin’in artan militarizmini idare etmekten tutun bölgesel iktisadi gücü tüketme korkusuyla yüzleşmeye kadar geniş bir yelpazede uzanıyor.
Ortak tehditler çok olsa da bunlara karşı yekvücut olma isteği Doğu Asya ülkeleri arasında hiç ama hiç gelişmemiş durumda. Aslında son dönemdeki temayül, daha büyük sınır-aşan işbirliği fırsatları aramaktansa, ülkelerin daha da içe çekilip farklılıklarına odaklanmaları yönünde gelişti.

Amerikan Barışı’nı sorgulamak
Bölgesel istikrar ve refah için kritik önemdeki Pax Americana’ya (Amerikan Barışı’na) olan güvenin sarsılması ise işleri daha da beter etti.
Mesela bugün Tokyo ile Seul arasındaki ilişkilerin her zamankinden çok daha güçlü olması gerektiğine hiç şüphe yok. Bu, Kuzey Kore’nin tam teşekküllü bir nükleer güç olma ihtimalinin ve askerî kapasitesini Doğu Asya ve ötesinde kullanma istekliliğinin iyice arttığı bir ortamda gayet tabii bir sonuç olmalı.
Ne de olsa –askerî analizcilerin, Pyongyang [yani Kuzey Kore] yönetiminin Amerikan ana kıtasına saldıracak teknolojiyi ne zaman geliştirebileceği üzerinde kafa yorduğu ABD’nin aksine– Kim Jong Un’un rejimi, herhangi bir anda Japonya ve Güney Kore’ye saldırma yeteneğine çoktandır sahip. Zaten düzenli olarak bu yönde tehditler savurup duruyor.
Her iki ülkenin [Japonya ve Güney Kore’yi kastediyor] karşı karşıya olduğu iktisadi sorunlar da oldukça ciddi. Bu sorunlar, hükümetlerinin bütçe dengelerini zorlayan giderek yaşlanan bir toplumla boğuşmaktan tutun, imalat sektörüne daha az bağımlılık tehdidiyle yüzleşmeye ve -her şeyden önce Güney Korelilerin ve Japonların iş yapış biçimlerinde geniş kapsamlı değişiklikler gerektiren- hizmet sektörlerinin rekabetçiliğini desteklemeye kadar çeşitlilik arz ediyor. 

Geçmişin hayaleti
Ancak bütün bu acil meydan okumaların ortasında, Japonya-Güney Kore ilişkilerinde uzlaşmanın önündeki en büyük çekişme konularından biri, Japonya’nın Kore’deki sömürge yönetimine [1910-1945] kadar geri giden geçmiş trajedilerle nasıl yüzleşeceği.
Tokyo hala daha kendi emperyal geçmişinin yanlışlarını itiraf etmekte zorlanıyor. Seul ise her hükümet değişimiyle birlikte, takdim edilen özürlerin samimiyetini ölçme kıstasını değiştirmeye devam ediyor.
Dahası, Washington daha evvel Batı yanlısı bu iki ülke arasında daha yakın ilişkiler kurulmasının aracılığını hem alenen hem de gizlice yürütmeye çalışsa da, Başkan Donald Trump’ın yönetimi altında ABD’nin Japonya Başbakanı Şinzo Abe ile yeni seçilen Güney Kore Cumhurbaşkanı Moon Jae-in arasında bir uzlaşmaya rehberlik etmesi pek de muhtemel görünmüyor.
(…)

Bir umut ışığı
Trump başkanlığındaki ABD’nin Doğu Asya’da dürüst bir arabulucu olarak hareket etmekte çok daha az istekli görünmesi aslında iyiye doğru bu gelişme de olabilir. Nihayetinde ABD-Japonya-Güney Kore arasında üçlü bir yaklaşım bugüne kadar Tokyo-Seul ilişkilerini iyileştirmekte çok da etkili olmuş değil.
Washington’ın bu konudaki taahhüdünün azaldığını kabullenmeleri, Abe ile Moon’u doğrudan birbiriyle muhataplığa ve uzlaşma için çok daha yaratıcı olmaya sevk edebilir. Rol modelleri de Avrupa, özellikle de aralarında derin tarihsel düşmanlık olan Almanya ve Fransa’nın uzlaşması olabilir. (…)
Asya’da Amerikan nüfuzunun ve menfaatlerinin zayıflaması gerçeği karşısında bu, iki Doğu Asya gücünün ilişkilerine daha fazla insanilik katmak için acaba bir fırsat olabilir mi?
Bu aynı zamanda tarih konusunda daha az hırçınlık anlamına gelecektir, hele de her iki ülkenin yüzleştiği son derece gerçekçi tehditler karşısında…

Milliyetçiliğin üstesinden gelmek
Dünyanın her neresinde olursa olsun, siyasi kazanımlar için tarihi manipüle etmek tehlikeli bir oyundur. Bilhassa dünyanın istikrarına yönelik çok fazla tehditle yüzleşildiği bir dönemde bu tür manipülasyonlar gizli tehlikelerle, tuzaklarla doludur.
Öte yandan Çin’in ifade hürriyetini ve insan haklarını bastırmak için iktisadi gücünü manipüle etmesi tehdidi de artmaya devam ediyor. (…)
Küresel bağlamda Japonya ve Güney Kore gibi sağlam Batı müttefiklerinin sorumluluk almaya hazır olup milliyetçi bariyerleri aşmaları zorunlu bir ihtiyaç. Bunu hayata geçirmeye odaklanmak, dünyanın iktisaden en sağlam bölgesinin genişlemesini sürdürmesine öncülük etmek için bir ön şart. Bu, hem iç hem de uluslararası bir meydan okuma ve yükümlülük olup aynı zamanda her zamankinden çok daha acil bir mesele.
ABD’nin desteği olmaksızın Asyalı güçlerin kendi aralarında bu meydan okumalara göğüs germeleri, Batı yanlısı Asya ülkelerini, ABD’nin bir tür yedek oyuncusu olarak kendilerini düşünmekten kurtararak çok yönlü özgürlüğe kavuşturucu bir etki bırakmalı.


J.FISCHER: ORTADOĞU’NUN BİR SONRAKİ SAVAŞI



ORTADOĞU’NUN BİR SONRAKİ SAVAŞI

Joschka Fischer (Almanya eski dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı (1998-2005); Alman Yeşiller Partisi’nin kurucularından ve liderlerinden)
Project Syndicate, 21.7.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Musul’un geri alınmasıyla İslam Devleti (IŞİD) kısa bir sürede tarih olabilirdi. Ama IŞİD’in yenilgiye uğratılması ve kendi kendini hilafet eden yapının çöküşü Ortadoğu’ya barış getirmeyeceği gibi Suriye trajedisini de sona erdirmeyecek. Aksine bunun, bölgenin kanlı ve kaotik tarihinde yeni bir fasıl açması çok daha muhtemel; hem de Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından bu yana yaşanmış eski fasılların daha tehlikelisi…
Bu şiddet döngüsünün devam etmesi neredeyse kesin gibi; zira bölge, iç çatışmalarını kendi kendine çözmekten veya barış için dayanıklı bir çerçeve üretmekten hala daha aciz olup 19. ve 20. yüzyıllar arasında bir yerlere takılıp kalmış durumda.
Ortadoğu’nun acılarında Batılı güçler hiç de suçsuz sayılmaz. (…) [Z.T.K. Batı’nın suçlarını anlatan kısımları bilindik olduğundan atladım.]
İslam Devleti’nin çöküşünden sonra Ortadoğu tarihinin yeni faslı, Sünni Suudi Arabistan ile Şii İran’ın bölgesel hâkimiyet için verecekleri açık ve doğrudan çatışmayla belirlenecek. Şimdiye kadar uzun süredir için için yanan bu çatışma, örtülü bir şekilde ve ekseriyetle vekil güçler üzerinden yürütülmüştü. Bölgede aktif iki küresel güçten ABD Suudi Arabistan’ın ve Rusya İran’ın safında durmak suretiyle bu çatışmadaki konumlarını çoktan açıkça belirlemiş durumdalar.
Mevcut “terörle savaş”ın yerini giderek bu hegemonya çatışması alacak. Suudi Arabistan’la dört Sünni müttefikinin –kısmen Doha’nın İran’la yakın ilişkileri nedeniyle– Katar’ı tecrit altına almasıyla birlikte bu çatışma, bölgenin tam da merkezi olan Körfez bölgesinde ilk muhtemel taşma noktasına ulaştı.
İran’la herhangi bir doğrudan çatışma, hiç şüphesiz geçmişteki tüm Ortadoğu savaşlarını açık ara geride bırakarak bölgeyi ateşe verecek. Dahası, Suriye’nin için için yanmaya devam etmesi ve Irak’ın mezhepçi iktidar mücadelesiyle zayıflaması yüzünden IŞİD’in veya onun halefi olacak örgütün faaliyetlerini sürdürmesi muhtemel görünüyor.
Diğer bir istikrarsızlaştırıcı faktör, “Kürt meselesi”nin yeniden açılması. Devletsiz bir halk olan Kürtler, IŞİD’e karşı güvenilir bir müttefik olduklarını ispatladılar ve bu yeni siyasi ve askeri nüfuzlarını özerkliğe veya hatta bağımsız bir devlete erişmek için kullanmak istiyorlar. Bundan etkilenecek en başta Türkiye ve ayrıca Suriye, Irak ve İran için sözkonusu mesele, toprak bütünlüklerini etkileyeceğinden muhtemel bir savaş nedeni.
Bu çözülmemiş sorunlar yumağını ve İran ile Suudi Arabistan arasındaki hegemonya çatışmasının tırmanmasını dikkate alırsak, bölge tarihinde önümüzdeki fasıl, barıştan başka her şeyi vaat ediyor. Evet, ABD, Irak felaketinden Ortadoğu’da bir kara savaşını kazanamayacağını anlamış olabilir, hem de muazzam askeri güç üstünlüğüne rağmen. Başkan Obama Amerikan birliklerini bölgeden geri çekmeye çalıştı, ama siyasi ve askeri olarak bunu başarmanın zorluğunu da kanıtlamış oldu. Bu yüzden Suriye İç Savaşı’nda havadan dahi olsa bir askeri müdahaleyi reddederek –malum sonuçlarıyla– Rusya’ya hızlıca dolduracağı bir boşluk bıraktı.
Obama’nın halefi Donald Trump da seçim kampanyasında bölgeden geri çekilmeyi vaat etmişti. Ama başkanlık koltuğunu oturmasından bu yana Suriye’yi füzelerle vurdu, Suudi Arabistan ve müttefikleriyle çok daha kapsamlı taahhütlere girişti ve ABD’nin İran’a karşı çatışmacı söylemini tırmandırdı.

Aşikâr ki konu Ortadoğu olduğunda Trump’ın işleri kısa sürede öğrenmekten başka çaresi yok; zira bölge onun tam olarak öğrenip de işlere hâkim olmasını bekleyecek durumda değil. İyimser olmak için ortada hiçbir neden yok.

M.EŞ-ŞANKÎTÎ: KARŞI-DEVRİM: GÜNÜMÜZ İÇİN GEÇMİŞTEN İBRETLİK DERSLER



KARŞI-DEVRİM: GÜNÜMÜZ İÇİN GEÇMİŞTEN İBRETLİK DERSLER

Muhammed bin el-Muhtâr eş-Şankîtî (Önemli Arap mütefekkirlerinden olup Katar’daki Hamad bin Halife Üniversitesi’nde siyasi ahlak ve dinler tarihi öğretim üyesi)
El-Cezire Arapça, 4.7.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Karşı-devrim, günümüz Arap bireyi için üzerinde çalışılmaya ve uzun uzadıya düşünülmeye değer bir siyasi olguya dönüştü. Bu olguyu anlamadan ve tarihinden dersler çıkarmadan, Arap ülkelerindeki yöneticiler ve yönetilenler ortak bir noktada uzlaşmaya varamayacaklar ve uzlaşmayı başaran Arap siyasi güçleri ise bugün toplumlarımızın iç organlarını paramparça eden fırtınalı siyasi krizden çıkış için bir yol bulamayacaklar.
Bu makalede karşı-devrim tarihini ve onun acı meyvelerini, özellikle de insanlık tarihini değiştiren üç büyük devrimde –yani 1642-1688 İngiliz Devrimi, 1774-1784 Amerikan Devrimi ve 1789-1870 Fransız Devrimi’nde– ortaya çıkan “ılımlığın suikastı” ve “devrim ithali” olgularını ele alacağız.

İngiliz karşı-devrimi
Modern devrimler, 17. yüzyılın ortasında Britanya’da 40 yıl süren kanlı çatışmalar ve iç savaşlarla başladı. Kral I. Charles ile 1642-1649 Parlamentosu arasında şiddetli bir iç savaşın patlak vermesinin iki nedeni vardı: (i) I. Charles’ın despotluğu ve parlamentoyu feshi, (ii) çoğu Protestan olan halkına Katolikliğin ritüellerini dayatmaya çalışması. Bu çatışma I. Charles’ın yenilgiye uğraması ve yargılanıp 1649’da idam edilmesiyle sonuçlandı. O, devrimde halkının öldürdüğü ilk Avrupa kralı olarak tarihe geçti.
Ardından Kral II. Charles ile parlamento arasında 1651-1653 döneminde devam eden savaş, Britanya krallığının devrilip yerine Cromwell Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sona erdi. Bundan sonra Cromwell’in askerî yönetimi, ardından oğlunun yönetimi (1653-1659), müteakiben II. Charles’ın yeniden başa geçip krallığı diriltmesiyle süreç devam etti.
6 Şubat 1685’te II. Charles’ın ölümünün ardından II. James tahta geçti. II. James dindar bir Katolik ve halkının çoğu da Anglikan (Protestan) olmasına rağmen, parlamento onun krallığını onayladı ve halk da başa geçmesinden mutlu oldu. Sanki o, tahta geçme önündeki dinî engelleri artık aşmış gibiydi. Ancak James, babası I. Charles’ın o talihsiz akıbetinden hiçbir şey öğrenmemişçesine, dini taassup ile siyasi despotizmi birleştirdi.
James, halkıyla ilişkilerinde kışkırtıcı despotça bir yöntem izledi; parlamentodan, hem savaşları finanse etmek ve ordusunu geliştirmek maksadıyla çok yüksek vergiler koymasını isteyerek aşırıya kaçtı hem de memurların Katolik olmamasının teminatı “inanç testi yasaları”nın yürürlükten kaldırılmasını talep etti. Kral II. James, her iki talebini de geri çevirmesi üzerine parlamentoyu askıya aldı, mevcut yasaları görmezden geldi, sarayını ve yönetim kademelerini Katoliklerle doldurdu ve Ferdinando Dada’yı sarayında Papalığın daimi büyükelçisi olarak kabul etti. Ardından Katolikliği devlette ve toplumda güçlendirmekle görevli bir dinî konsey atadı ve bu konseyin ilk kararlarından biri, Londra Piskoposu Henry Compton’u görevinden almak oldu.
1686’da James, krallığındaki herkesin Katolik olmasını temenni ettiği kışkırtıcı bir deklarasyon yayınladı. Çoğunluğu Protestan olmasına rağmen bütün din adamlarına kiliselerin vaaz kürsülerinden bu deklarasyonu okumalarını emretti. Yedi Anglikan piskopos bu deklarasyonu kiliselerinde okumayı reddedince tutuklanmaları emri verildi. Böyle bir dönemde II. James, dünyaya gelen oğlu James Francis Edward’ı Katolik olarak vaftiz ettirdi.
James’in parlamentoyu görmezden gelmesi, despotça eğilimlerinden duyulan korkunun yayılmasına ve siyasetine olan güvenin zayıflamasına yol açtı. İzlediği Katolik azınlık yanlısı dinî siyaset, Protestan çoğunluğun ülkenin Katolikleşeceğinden korkarak paniğe kapılmasını tetikledi. Ardından Britanya krallığının Anglikan Protestan çoğunluğa rağmen Katolik azınlık eliyle yönetilmeye devam edeceği korkusunun daha da kök salmasına yol açan, kralın oğlunun bir Katolik olarak vaftiz edilmesi olayı geldi.
Tahtın muhtemel varisinin Katolik olarak vaftiz edilmesinden sadece birkaç gün sonra yedi İngiliz siyasetçi, –Kral James’in kızı Mary’nin eşi olan ve kraliyet ailesinin anne tarafından gelen– Hollanda Prensi William of Orange’ı Britanya’yı kurtarması için müdahalede bulunmaya teşvik etti. William donanmasıyla Britanya’yı istila etti; James’e duydukları güvensizlik nedeniyle Britanya ordusunun bir kısmı ile İngiliz asiller Prens William’ın safına katıldılar.
William, 16 Aralık 1688’de Londra’ya kuvvet kullanarak girdi; nefret edilen Kral II. James ise Britanya’nın geleneksel düşmanı olan Katolik Fransa’ya kaçtı ve orada zelil bir şekilde hayatını kaybetti. Ardından James’in kızı Mary eşi William’ın safına katıldı ve Britanya kral ve kraliçesi olarak taç giydiler, ancak yeni bir siyasal ve toplumsal sözleşmeye dayalı olarak…

Amerikan karşı-devrimi
Amerika’da karşı-devrim ahmakça bir emperyal savaş şeklini aldı; zira Amerikalılar kendilerini anavatanlarından uzakta yaşayan Britanya vatandaşları olarak görüyorlardı. Britanya’yla ilişkilerin bozulduğu dönemlerde ise kendilerini, tıpkı Benjamin Franklin’in meşhur şiirinde olduğu gibi, annesinin kendisine çocuk muamelesi yaptığı yetişkin bir evlat gibi gördüler. Ancak bu zorba anne zulmüne devam etti ve bu çerçevede Britanya Kralı III. George, Fransa’yla girdiği bütçesini tüketen Yedi Yıl Savaşları (1756-1763)’nın ardından Amerikalı tebaasına –onlarla hiç istişare etmeksizin– fahiş vergiler koydu.
Amerikan sömürgeleri ile anavatan arasındaki yaygın siyasi teamüle aykırı bu uygulamaya cevaben, Amerika’daki Britanya sömürgelerinin liderleri, Kral III. George’a merhamet dileyen ve bağlılıklarını teyit eden birçok dilekçeler yollayıp vergilerin kaldırılmasını talep ettiler. Ancak uzun süre çekişip kraldan ümitlerini kestikten sonra Amerika’daki Britanya sömürgelerinin liderleri, 1775-1776 Kıta Kongreleri’nde Britanya’dan bağımsızlıklarını ve kendi cumhuriyetlerini kurduklarını ilan ettiler.
III. George, kafaya koydu ve imparatorluğun birliğini koruyacak orta yol bir çözüm aramak ve böylelikle Kuzey Amerika’daki zengin sömürgelerini elinde tutmak yerine tehlikelerini hiç düşünmeksizin derhal savaş ilan etti. Kanlı çatışmalarla geçen sekiz yılın ardından savaş Britanya’nın yenilgisiyle sonuçlandı ve Kral, 1783 Paris Antlaşması’yla Amerika’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. III. George, inadıyla ve hesap hatalarıyla, Amerikalıların kendi aralarında ortak bir kimlik inşa etmelerine ve Britanya İmparatorluğu’ndan ayrılmalarına yol açtı.

Fransız karşı-devrimi
Fransız karşı-devrimine gelince, diğerlerine kıyasla çok daha acılarla dolu ve uzun olan, bütün Avrupa’yı içine çeken bir bölgesel çatışma karakterine büründü. Fransız devrimcilerin 1789’da Kral XVI. Louis’ye karşı zafer kazanmasından, bednam Bastil Hapishanesi’ni basmasından ve Fransa’nın meşruti monarşiye dönüştüğünü ilan etmesinden sonra doğmakta olan bu devrimi diri diri toprağa gömmek maksadıyla birçok güç el ele verdi. Peki bu güçler arasında kimler vardı?
1.      Karşı karşıya olduğu tarihî dönüşümün manasını idrak edemeyen Kral XVI. Louis. Devrimcilerin gayreti, onun hükümdarlığını sonlandırmak değil, mutlak iktidarını sınırlandırmak olsa da onlara defalarca sırtlarından vurarak kalleşlik etti. Ardından Kral Louis, halkına karşı dışarıdan yardım istemek için kaçmaya kalkıştı ve devrimcilerle buluşup son bir kez olsun uzlaşma fırsatını kaçırdı. Devrimi gömmek için yurtdışındaki ailesiyle dolaplar çeviren eşi Marie Antoinette ve her türlü reformu veya kral ile devrimciler arasında bir uzlaşmayı reddeden kardeşi Artois başta olmak üzere Kral Louis’nin en yakın çevresinin bu kötü tercihte rolü büyüktü.
2.      Alıştıkları “doğal eşitsizlik”ten taviz vermeyi reddeden Fransız asiller ve devrim yüzünden kaçan kralın adamlarından geriye kalan artıklar (fülul). Bunlardan bazıları komşu Avrupa ülkelerine sığındılar ve Fransa çevresindeki Avrupa başkentleri veya büyük şehirlerde (Brüksel, Cenevre, Londra, Mainz, Basel) devrime karşı dernekler kurdular. Muazzam servetlerini ve geniş itibarlarını kaybetmeye razı olmayan Fransız Katolik Kilisesi’nden birçok din adamı da karşı-devrimi kucaklayıp bağrına bastı. Buna teşvik eden ise Fransız kilisesinin “milli bir kilise”ye dönüşmesine karşı çıkıp Roma’ya bağlı kalmasında ısrarcı olan Roma’daki Papa idi.
3.      Fransız Devrimi’nin yayılmasından paniğe kapılan Avrupa’daki krallıklar. İngiltere’de William ve eşi Mary’nin yaptığı gibi yolda halklarıyla buluşmak yerine, Fransız Devrimi’ni daha kundaktayken toprağa gömmek için bütün güçlerini seferber ettiler.
Avrupa karşı-devrimini yöneten, Fransız Kralı XVI. Louis’nin eşi Marie Antoinette’in kardeşi olan Avusturya İmparatoru II. Leopard idi. Avrupa kralları Fransız krallığını kurtarmak için seferber oldular; o ve Avrupalı müttefikleri Fransa kralını destekleyen 1791 Pillnitz Bildirisi’ni yayınladılar. Devrimci Fransa’ya karşı Avrupa krallıklarından müteşekkil genişçe bir askeri ittifak kuruldu ve buna Britanya, Avusturya, Prusya, Hollanda, İspanya ve Sardinya katıldı. Ancak bunların hiçbiri fayda vermedi, Fransız kralıyla eşini giyotinden kurtaramadı.

Cehalet ve acı meyve
Eğer ki İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimleri tarihi üzerinden günümüz için özet dersler çıkarmak gerekirse, her üçünde de karşı-devrimin, sonunda kaybedilmiş birer bahis/iddia ve yöneticileri, halkları ve ülkeleri felakete sürükleyen birer tercih olduğunu görürüz. Bu üç ülke tarihinde karşı-devrimin ilk acı meyveleri şunlardı: barışçıl siyasi reform fırsatının yitirilmesi, kaçınılabilecek birçok musibete duçar olunması, halklar için değişim bedelinin ağırlaşması, buna mukabil karşı-devrimcilerin de devrimi toprağa gömme arzusunu başaramaması ve insanların adalet ve hürriyet şevkini kırıp bastıramaması.
   Britanya kralları I. Charles, II. Charles ve II. James’in cehaleti, ülkelerinde yaklaşık 40 yıl süren bir siyasi kargaşaya ve iç savaşa (1642-1688) yol açtı; ta ki Mary ve eşi William gelip de rejimi barışçıl bir şekilde meşruti monarşiye dönüştürerek ülkeyi ve halkı bu felaketten kurtarana kadar.
   Kral III. George’un cehaleti, Britanya’nın –bugüne kadar dünyanın bir numaralı gücü olarak kalmasını garanti altına alacak– o muazzam genişlikteki ve zenginlikteki Amerika kıtasını elinde tutma fırsatını kaybettirdi. Keza onun bu cehaleti, sekiz yıl süren (1776-1783) kaybedilecek bir savaşa girişmesine de yol açtı.
   Fransız karşı-devrimi, Fransa’da tam seksen yıl sürecek (1789-1870) bir yıkıma, enkaza ve siyasi kaosa yol açtı. Ardından da Napolyon liderliğinde Fransa’nın daha evvel devrimci Fransa’yı istila etmeye kalkışmış Avrupa ülkelerini işgal etmesiyle ve yıkıcı ve kana bulayıcı ordularını salmasıyla Avrupa’nın her yerini bir yıkım ve kaosa sürükledi.
Karşı-devrimler tarihinde tekerrür eden “ılımlılığın suikastı” ve “devrim ithali” olarak adlandırabileceğimiz iki olgu vardır. Ilımlılığın suikastıyla kastımız; karşı-devrimin, devrimleri müzakereci reformist yöntemden ve barışçıl siyasi reform ortak zemininde buluşmaya çalışmaktan çıkartıp pervasızca varoluşsal bir çatışmaya ve yöneticilerin barbarlığının kör şiddetine büründürmesidir. Tıpkı Fransız Devrimi’nde Robespierre’in yürüttüğü, devrimi korumak adına on binlerce insanın katledildiği ve eski rejimle bağlantısı bulunan herkesin kökünden kazınıp yok edilmeye çalışıldığı terör yıllarında ortaya çıktığı gibi… [Bugün Ortadoğu’da] karşı-devrimlerin yükselişinin ve yöneticilerle onların uluslararası destekçilerinin barbarlığının artışının ardından Arap Baharı Devrimlerinin radikalizme sapması, işte bizzat bu olgunun, yani devrim çağında ılımlılığın katli olgusunun tecessüm etmesinden başka bir şey değildir.
Devrim ithaline gelince, bu olgudan kasıt, diğer ülkelerde devrimleri diri diri toprağa gömmeye çalışmış liderlerin ülkelerine devrim hastalığının bulaşmasıdır. Bunun en bariz tarihî örneği, Fransa lideri Napoleon Bonaparte’ın Fransız Devrimi’ni gömmeye çalışmış Avrupa krallıklarını işgal etmesi, bu ülkede kurulan bir dizi rejimin devrilmesi ve cumhuriyetlerin ilanıdır. Avrupa krallıkları, Fransız Devrimi’nin ihracını önlemek isterken aslında devrimi kendi ülkelerine ithal etmiş oldular. Bunun nedeni, sözkonusu Avrupa monarşilerinin Fransız halkına zulmetmeleri ve halk nefret duyup isyan ettiği halde zorla XVI. Louis’nin rejimini yeniden kurmaya çalışmalarıydı.

Beyaz “Şanlı Devrim”
İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimleri tarihinde güvenliği ve selameti ispatlanmış geri kalan tek yol, İngiltere’de William ve Mary’nin tutturduğu. Mary ve eşi William; tarih bilinçleri, zamanın ruhunu idrak etmeleri ve halkın iradesine saygı göstermeleri sayesinde kendilerinden evvel gelen I. ve II. Charles ile II. James’in yapamadığını başardı.
William ve Mary, parlamentonun 13 Şubat 1689’da yayınladığı “Haklar Bildirgesi”ni onayladı. Bu belge; ifade hürriyeti, yargılamalarda adalet, parlamentonun halkı temsil edip kralın onu feshetme hakkının olmaması ve kralın parlamentonun onayı olmaksızın kanun yapamaması veya vergi koyamaması gibi önemli anayasal ilkeleri garanti altına aldı.
Böylelikle sözkonusu belge, önce Britanya’da, ardından Avrupa’da ve dünyada meşruti monarşi rejimini başlatmış oldu ve hem halkın hak ve hürriyetlerini hem de kraliyet ailesinin tarihini ve şanını garanti altına alarak bu tür bir denklemle iç savaşı bitirdi. Her iki taraf için de bir zafer olan bu tarihî uzlaşmanın üzerinden 300 küsur yıl geçmesine rağmen Britanya hala daha bunun meyvelerinden istifade ediyor.
William ve Mary’nin Britanya tahtına oturması çok önemli bir tarihî olaydı. Britanyalıların o tarihî günlerini “Şanlı Devrim” olarak anmaları hiç de tuhaf değil; zira gerçekten de o, en az kanlı bedelle Britanya’yı mutlak monarşiden meşruti monarşiye geçiren ve 40 yıl süren iç savaşlara ve yıkıcı siyasi kargaşaya son veren şanlı bir devrimdi. Benzer şekilde “Şanlı Devrim” daha sonra Avrupa ve dünya halklarına aynı yolda ilerlemeleri için bir ilham verdi. Bugün Kanada’dan Malezya’ya dünyanın farklı kıtalarına yayılmış meşruti monarşilerin kim bilir kaçı, 17. yüzyıl sonunda William ve Mary’nin koyduğu bu ahlaki temel sayesinde kurulmuştur.[Z.T.K. Bu önemli yazıda sadece bu son cümleyi soru işaretiyle karşıladığımı belirtmek isterim. Bu modelin yayılması acaba rızayla ve ahlaki bir temelle mi gerçekleşti, yoksa İngiliz sömürge yönetiminin dayatmalarıyla mı?! Önemli bir not düşelim: Sömürgeci güçler, sömürge veya manda haline getirdikleri topraklarda çoğunlukla kendi yönetim modellerinin bir benzerini kur(dur)muşlardır. Mesela Ortadoğu’daki Fransız sömürge/mandaları cumhuriyet, İngiliz sömürge/mandaları meşruti veya mutlak monarşi idi.]
Bugün Arap liderliği ve Arap orduları, acaba bir zamanlar I. ve II. Charles’ın II. James’in, III. George’un ve XVI. Louis’nin benimsediği ve böylelikle ülkelerini ve halklarını yıkıp geçen, hem yöneticileri hem de yönetilenleri mahveden, devrimci halklar arasında ılımlılığın ve itidalin katledilmesine yol açan ve henüz ulaşmayan ülkelere devrimleri ithal eden bu cehalet yolunu mu seçecekler? Yoksa William ve Mary’nin benimsediği ve böylelikle tarihî bir uzlaşmayla yöneticileri de halkları da ülkeleri de kurtaran, 300 yıldır devam eden güvenlik ve selametle de doğruluğunun ispatlandığı, kendisi ve halkıyla uzlaşma ve hikmet yolunu mu tercih edecekler?
Arap Baharı Devrimleri kıpkırmızıya boyanmışken bazıları bu soruyu çok gecikmiş bulabilirler. Ancak biz eminiz ki bugünün ümmetinde henüz daha açığa çıkmamış gizli bir hayır var ve –ne kadar gecikmiş olursa olsun– barışçıl reforma dayalı tarihî uzlaşma, cehalet yolunun sürüp gitmesinden ve kendi kendini tüketmekten hayırlıdır.

Bugün halklarımızın, belalarına maruz kaldığı ve cehaletinden muzdarip olduğu Arap karşı-devriminin sonuçları İngiliz, Amerikan ve Fransız karşı-devrimlerinin sonuçlarından daha iyi olmayacak. Geçmişte günümüz için alınması gereken ibretler ve gelecek için de yolluklar (yol azıkları) vardır.