KARŞI-DEVRİM:
GÜNÜMÜZ İÇİN GEÇMİŞTEN İBRETLİK DERSLER
Muhammed bin
el-Muhtâr eş-Şankîtî (Önemli Arap mütefekkirlerinden
olup Katar’daki Hamad bin Halife Üniversitesi’nde siyasi ahlak ve dinler tarihi
öğretim üyesi)
El-Cezire Arapça,
4.7.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Karşı-devrim, günümüz Arap
bireyi için üzerinde çalışılmaya ve uzun uzadıya düşünülmeye değer bir siyasi
olguya dönüştü. Bu olguyu anlamadan ve tarihinden dersler çıkarmadan, Arap
ülkelerindeki yöneticiler ve yönetilenler ortak bir noktada uzlaşmaya
varamayacaklar ve uzlaşmayı başaran Arap siyasi güçleri ise bugün
toplumlarımızın iç organlarını paramparça eden fırtınalı siyasi krizden çıkış
için bir yol bulamayacaklar.
Bu makalede karşı-devrim
tarihini ve onun acı meyvelerini, özellikle de insanlık tarihini değiştiren üç
büyük devrimde –yani 1642-1688 İngiliz Devrimi, 1774-1784 Amerikan Devrimi ve
1789-1870 Fransız Devrimi’nde– ortaya çıkan “ılımlığın suikastı” ve “devrim
ithali” olgularını ele alacağız.
İngiliz karşı-devrimi
Modern devrimler, 17. yüzyılın
ortasında Britanya’da 40 yıl süren kanlı çatışmalar ve iç savaşlarla başladı.
Kral I. Charles ile 1642-1649 Parlamentosu arasında şiddetli bir iç savaşın
patlak vermesinin iki nedeni vardı: (i)
I. Charles’ın despotluğu ve parlamentoyu feshi, (ii) çoğu Protestan olan halkına Katolikliğin ritüellerini
dayatmaya çalışması. Bu çatışma I. Charles’ın yenilgiye uğraması ve yargılanıp
1649’da idam edilmesiyle sonuçlandı. O, devrimde halkının öldürdüğü ilk Avrupa
kralı olarak tarihe geçti.
Ardından Kral II. Charles ile
parlamento arasında 1651-1653 döneminde devam eden savaş, Britanya krallığının
devrilip yerine Cromwell Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sona erdi. Bundan sonra
Cromwell’in askerî yönetimi, ardından oğlunun yönetimi (1653-1659), müteakiben
II. Charles’ın yeniden başa geçip krallığı diriltmesiyle süreç devam etti.
6 Şubat 1685’te II. Charles’ın
ölümünün ardından II. James tahta geçti. II. James dindar bir Katolik ve
halkının çoğu da Anglikan (Protestan) olmasına rağmen, parlamento onun krallığını
onayladı ve halk da başa geçmesinden mutlu oldu. Sanki o, tahta geçme önündeki
dinî engelleri artık aşmış gibiydi. Ancak James, babası I. Charles’ın o
talihsiz akıbetinden hiçbir şey öğrenmemişçesine, dini taassup ile siyasi
despotizmi birleştirdi.
James, halkıyla ilişkilerinde
kışkırtıcı despotça bir yöntem izledi; parlamentodan, hem savaşları finanse
etmek ve ordusunu geliştirmek maksadıyla çok yüksek vergiler koymasını
isteyerek aşırıya kaçtı hem de memurların Katolik olmamasının teminatı “inanç
testi yasaları”nın yürürlükten kaldırılmasını talep etti. Kral II. James, her
iki talebini de geri çevirmesi üzerine parlamentoyu askıya aldı, mevcut
yasaları görmezden geldi, sarayını ve yönetim kademelerini Katoliklerle
doldurdu ve Ferdinando Dada’yı sarayında Papalığın daimi büyükelçisi olarak
kabul etti. Ardından Katolikliği devlette ve toplumda güçlendirmekle görevli
bir dinî konsey atadı ve bu konseyin ilk kararlarından biri, Londra Piskoposu
Henry Compton’u görevinden almak oldu.
1686’da James, krallığındaki
herkesin Katolik olmasını temenni ettiği kışkırtıcı bir deklarasyon yayınladı.
Çoğunluğu Protestan olmasına rağmen bütün din adamlarına kiliselerin vaaz
kürsülerinden bu deklarasyonu okumalarını emretti. Yedi Anglikan piskopos bu
deklarasyonu kiliselerinde okumayı reddedince tutuklanmaları emri verildi.
Böyle bir dönemde II. James, dünyaya gelen oğlu James Francis Edward’ı Katolik
olarak vaftiz ettirdi.
James’in parlamentoyu görmezden
gelmesi, despotça eğilimlerinden duyulan korkunun yayılmasına ve siyasetine
olan güvenin zayıflamasına yol açtı. İzlediği Katolik azınlık yanlısı dinî
siyaset, Protestan çoğunluğun ülkenin Katolikleşeceğinden korkarak paniğe
kapılmasını tetikledi. Ardından Britanya krallığının Anglikan Protestan
çoğunluğa rağmen Katolik azınlık eliyle yönetilmeye devam edeceği korkusunun
daha da kök salmasına yol açan, kralın oğlunun bir Katolik olarak vaftiz
edilmesi olayı geldi.
Tahtın muhtemel varisinin
Katolik olarak vaftiz edilmesinden sadece birkaç gün sonra yedi İngiliz siyasetçi,
–Kral James’in kızı Mary’nin eşi olan ve kraliyet ailesinin anne tarafından
gelen– Hollanda Prensi William of Orange’ı Britanya’yı kurtarması için
müdahalede bulunmaya teşvik etti. William donanmasıyla Britanya’yı istila etti;
James’e duydukları güvensizlik nedeniyle Britanya ordusunun bir kısmı ile
İngiliz asiller Prens William’ın safına katıldılar.
William, 16 Aralık 1688’de
Londra’ya kuvvet kullanarak girdi; nefret edilen Kral II. James ise
Britanya’nın geleneksel düşmanı olan Katolik Fransa’ya kaçtı ve orada zelil bir
şekilde hayatını kaybetti. Ardından James’in kızı Mary eşi William’ın safına
katıldı ve Britanya kral ve kraliçesi olarak taç giydiler, ancak yeni bir
siyasal ve toplumsal sözleşmeye dayalı olarak…
Amerikan karşı-devrimi
Amerika’da karşı-devrim ahmakça
bir emperyal savaş şeklini aldı; zira Amerikalılar kendilerini anavatanlarından
uzakta yaşayan Britanya vatandaşları olarak görüyorlardı. Britanya’yla
ilişkilerin bozulduğu dönemlerde ise kendilerini, tıpkı Benjamin Franklin’in
meşhur şiirinde olduğu gibi, annesinin kendisine çocuk muamelesi yaptığı
yetişkin bir evlat gibi gördüler. Ancak bu zorba anne zulmüne devam etti ve bu
çerçevede Britanya Kralı III. George, Fransa’yla girdiği bütçesini tüketen Yedi
Yıl Savaşları (1756-1763)’nın ardından Amerikalı tebaasına –onlarla hiç
istişare etmeksizin– fahiş vergiler koydu.
Amerikan sömürgeleri ile
anavatan arasındaki yaygın siyasi teamüle aykırı bu uygulamaya cevaben,
Amerika’daki Britanya sömürgelerinin liderleri, Kral III. George’a merhamet
dileyen ve bağlılıklarını teyit eden birçok dilekçeler yollayıp vergilerin
kaldırılmasını talep ettiler. Ancak uzun süre çekişip kraldan ümitlerini
kestikten sonra Amerika’daki Britanya sömürgelerinin liderleri, 1775-1776 Kıta
Kongreleri’nde Britanya’dan bağımsızlıklarını ve kendi cumhuriyetlerini
kurduklarını ilan ettiler.
III. George, kafaya koydu ve
imparatorluğun birliğini koruyacak orta yol bir çözüm aramak ve böylelikle
Kuzey Amerika’daki zengin sömürgelerini elinde tutmak yerine tehlikelerini hiç düşünmeksizin
derhal savaş ilan etti. Kanlı çatışmalarla geçen sekiz yılın ardından savaş
Britanya’nın yenilgisiyle sonuçlandı ve Kral, 1783 Paris Antlaşması’yla
Amerika’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. III. George, inadıyla ve
hesap hatalarıyla, Amerikalıların kendi aralarında ortak bir kimlik inşa
etmelerine ve Britanya İmparatorluğu’ndan ayrılmalarına yol açtı.
Fransız karşı-devrimi
Fransız karşı-devrimine
gelince, diğerlerine kıyasla çok daha acılarla dolu ve uzun olan, bütün
Avrupa’yı içine çeken bir bölgesel çatışma karakterine büründü. Fransız
devrimcilerin 1789’da Kral XVI. Louis’ye karşı zafer kazanmasından, bednam
Bastil Hapishanesi’ni basmasından ve Fransa’nın meşruti monarşiye dönüştüğünü
ilan etmesinden sonra doğmakta olan bu devrimi diri diri toprağa gömmek
maksadıyla birçok güç el ele verdi. Peki bu güçler arasında kimler vardı?
1. Karşı karşıya olduğu tarihî dönüşümün manasını idrak
edemeyen Kral XVI. Louis. Devrimcilerin gayreti, onun hükümdarlığını
sonlandırmak değil, mutlak iktidarını sınırlandırmak olsa da onlara defalarca
sırtlarından vurarak kalleşlik etti. Ardından Kral Louis, halkına karşı
dışarıdan yardım istemek için kaçmaya kalkıştı ve devrimcilerle buluşup son bir
kez olsun uzlaşma fırsatını kaçırdı. Devrimi gömmek için yurtdışındaki
ailesiyle dolaplar çeviren eşi Marie Antoinette ve her türlü reformu veya kral
ile devrimciler arasında bir uzlaşmayı reddeden kardeşi Artois başta olmak
üzere Kral Louis’nin en yakın çevresinin bu kötü tercihte rolü büyüktü.
2. Alıştıkları “doğal eşitsizlik”ten taviz vermeyi reddeden
Fransız asiller ve devrim yüzünden kaçan kralın adamlarından geriye kalan
artıklar (fülul). Bunlardan bazıları
komşu Avrupa ülkelerine sığındılar ve Fransa çevresindeki Avrupa başkentleri
veya büyük şehirlerde (Brüksel, Cenevre, Londra, Mainz, Basel) devrime karşı
dernekler kurdular. Muazzam servetlerini ve geniş itibarlarını kaybetmeye razı
olmayan Fransız Katolik Kilisesi’nden birçok din adamı da karşı-devrimi
kucaklayıp bağrına bastı. Buna teşvik eden ise Fransız kilisesinin “milli bir
kilise”ye dönüşmesine karşı çıkıp Roma’ya bağlı kalmasında ısrarcı olan
Roma’daki Papa idi.
3. Fransız Devrimi’nin yayılmasından paniğe kapılan
Avrupa’daki krallıklar. İngiltere’de William ve eşi Mary’nin yaptığı gibi yolda
halklarıyla buluşmak yerine, Fransız Devrimi’ni daha kundaktayken toprağa
gömmek için bütün güçlerini seferber ettiler.
Avrupa karşı-devrimini yöneten,
Fransız Kralı XVI. Louis’nin eşi Marie Antoinette’in kardeşi olan Avusturya
İmparatoru II. Leopard idi. Avrupa kralları Fransız krallığını kurtarmak için
seferber oldular; o ve Avrupalı müttefikleri Fransa kralını destekleyen 1791
Pillnitz Bildirisi’ni yayınladılar. Devrimci Fransa’ya karşı Avrupa
krallıklarından müteşekkil genişçe bir askeri ittifak kuruldu ve buna Britanya,
Avusturya, Prusya, Hollanda, İspanya ve Sardinya katıldı. Ancak bunların
hiçbiri fayda vermedi, Fransız kralıyla eşini giyotinden kurtaramadı.
Cehalet ve acı meyve
Eğer ki İngiliz, Amerikan ve
Fransız devrimleri tarihi üzerinden günümüz için özet dersler çıkarmak
gerekirse, her üçünde de karşı-devrimin, sonunda kaybedilmiş birer bahis/iddia
ve yöneticileri, halkları ve ülkeleri felakete sürükleyen birer tercih olduğunu
görürüz. Bu üç ülke tarihinde karşı-devrimin ilk acı meyveleri şunlardı:
barışçıl siyasi reform fırsatının yitirilmesi, kaçınılabilecek birçok musibete
duçar olunması, halklar için değişim bedelinin ağırlaşması, buna mukabil
karşı-devrimcilerin de devrimi toprağa gömme arzusunu başaramaması ve
insanların adalet ve hürriyet şevkini kırıp bastıramaması.
—
Britanya kralları
I. Charles, II. Charles ve II. James’in cehaleti, ülkelerinde yaklaşık 40 yıl
süren bir siyasi kargaşaya ve iç savaşa (1642-1688) yol açtı; ta ki Mary ve eşi
William gelip de rejimi barışçıl bir şekilde meşruti monarşiye dönüştürerek
ülkeyi ve halkı bu felaketten kurtarana kadar.
—
Kral III. George’un
cehaleti, Britanya’nın –bugüne kadar dünyanın bir numaralı gücü olarak
kalmasını garanti altına alacak– o muazzam genişlikteki ve zenginlikteki
Amerika kıtasını elinde tutma fırsatını kaybettirdi. Keza onun bu cehaleti,
sekiz yıl süren (1776-1783) kaybedilecek bir savaşa girişmesine de yol açtı.
—
Fransız
karşı-devrimi, Fransa’da tam seksen yıl sürecek (1789-1870) bir yıkıma, enkaza
ve siyasi kaosa yol açtı. Ardından da Napolyon liderliğinde Fransa’nın daha
evvel devrimci Fransa’yı istila etmeye kalkışmış Avrupa ülkelerini işgal
etmesiyle ve yıkıcı ve kana bulayıcı ordularını salmasıyla Avrupa’nın her
yerini bir yıkım ve kaosa sürükledi.
Karşı-devrimler
tarihinde tekerrür eden “ılımlılığın suikastı” ve “devrim ithali” olarak
adlandırabileceğimiz iki olgu vardır. Ilımlılığın suikastıyla kastımız;
karşı-devrimin, devrimleri müzakereci reformist yöntemden ve barışçıl siyasi
reform ortak zemininde buluşmaya çalışmaktan çıkartıp pervasızca varoluşsal bir
çatışmaya ve yöneticilerin barbarlığının kör şiddetine büründürmesidir. Tıpkı
Fransız Devrimi’nde Robespierre’in yürüttüğü, devrimi korumak adına on binlerce
insanın katledildiği ve eski rejimle bağlantısı bulunan herkesin kökünden
kazınıp yok edilmeye çalışıldığı terör yıllarında ortaya çıktığı gibi… [Bugün
Ortadoğu’da] karşı-devrimlerin yükselişinin ve yöneticilerle onların
uluslararası destekçilerinin barbarlığının artışının ardından Arap Baharı
Devrimlerinin radikalizme sapması, işte bizzat bu olgunun, yani devrim çağında
ılımlılığın katli olgusunun tecessüm etmesinden başka bir şey değildir.
Devrim
ithaline gelince, bu olgudan kasıt, diğer ülkelerde devrimleri diri diri
toprağa gömmeye çalışmış liderlerin ülkelerine devrim hastalığının bulaşmasıdır.
Bunun en bariz tarihî örneği, Fransa lideri Napoleon Bonaparte’ın Fransız
Devrimi’ni gömmeye çalışmış Avrupa krallıklarını işgal etmesi, bu ülkede
kurulan bir dizi rejimin devrilmesi ve cumhuriyetlerin ilanıdır. Avrupa
krallıkları, Fransız Devrimi’nin ihracını önlemek isterken aslında devrimi
kendi ülkelerine ithal etmiş oldular. Bunun nedeni, sözkonusu Avrupa
monarşilerinin Fransız halkına zulmetmeleri ve halk nefret duyup isyan ettiği
halde zorla XVI. Louis’nin rejimini yeniden kurmaya çalışmalarıydı.
Beyaz “Şanlı
Devrim”
İngiliz,
Amerikan ve Fransız devrimleri tarihinde güvenliği ve selameti ispatlanmış geri
kalan tek yol, İngiltere’de William ve Mary’nin tutturduğu. Mary ve eşi
William; tarih bilinçleri, zamanın ruhunu idrak etmeleri ve halkın iradesine
saygı göstermeleri sayesinde kendilerinden evvel gelen I. ve II. Charles ile
II. James’in yapamadığını başardı.
William ve
Mary, parlamentonun 13 Şubat 1689’da yayınladığı “Haklar Bildirgesi”ni
onayladı. Bu belge; ifade hürriyeti, yargılamalarda adalet, parlamentonun halkı
temsil edip kralın onu feshetme hakkının olmaması ve kralın parlamentonun onayı
olmaksızın kanun yapamaması veya vergi koyamaması gibi önemli anayasal ilkeleri
garanti altına aldı.
Böylelikle
sözkonusu belge, önce Britanya’da, ardından Avrupa’da ve dünyada meşruti
monarşi rejimini başlatmış oldu ve hem halkın hak ve hürriyetlerini hem de
kraliyet ailesinin tarihini ve şanını garanti altına alarak bu tür bir
denklemle iç savaşı bitirdi. Her iki taraf için de bir zafer olan bu tarihî
uzlaşmanın üzerinden 300 küsur yıl geçmesine rağmen Britanya hala daha bunun
meyvelerinden istifade ediyor.
William ve
Mary’nin Britanya tahtına oturması çok önemli bir tarihî olaydı.
Britanyalıların o tarihî günlerini “Şanlı Devrim” olarak anmaları hiç de tuhaf
değil; zira gerçekten de o, en az kanlı bedelle Britanya’yı mutlak monarşiden
meşruti monarşiye geçiren ve 40 yıl süren iç savaşlara ve yıkıcı siyasi
kargaşaya son veren şanlı bir devrimdi. Benzer şekilde “Şanlı Devrim” daha
sonra Avrupa ve dünya halklarına aynı yolda ilerlemeleri için bir ilham verdi.
Bugün Kanada’dan Malezya’ya dünyanın farklı kıtalarına yayılmış meşruti
monarşilerin kim bilir kaçı, 17. yüzyıl sonunda William ve Mary’nin koyduğu bu
ahlaki temel sayesinde kurulmuştur.[Z.T.K.
Bu önemli yazıda sadece bu son cümleyi soru işaretiyle karşıladığımı belirtmek
isterim. Bu modelin yayılması acaba rızayla ve ahlaki bir temelle mi gerçekleşti,
yoksa İngiliz sömürge yönetiminin dayatmalarıyla mı?! Önemli bir not düşelim:
Sömürgeci güçler, sömürge veya manda haline getirdikleri topraklarda çoğunlukla
kendi yönetim modellerinin bir benzerini kur(dur)muşlardır. Mesela Ortadoğu’daki
Fransız sömürge/mandaları cumhuriyet, İngiliz sömürge/mandaları meşruti veya
mutlak monarşi idi.]
Bugün Arap
liderliği ve Arap orduları, acaba bir zamanlar I. ve II. Charles’ın II.
James’in, III. George’un ve XVI. Louis’nin benimsediği ve böylelikle ülkelerini
ve halklarını yıkıp geçen, hem yöneticileri hem de yönetilenleri mahveden,
devrimci halklar arasında ılımlılığın ve itidalin katledilmesine yol açan ve
henüz ulaşmayan ülkelere devrimleri ithal eden bu cehalet yolunu mu
seçecekler? Yoksa William ve Mary’nin benimsediği ve böylelikle tarihî bir
uzlaşmayla yöneticileri de halkları da ülkeleri de kurtaran, 300 yıldır devam
eden güvenlik ve selametle de doğruluğunun ispatlandığı, kendisi ve halkıyla
uzlaşma ve hikmet yolunu mu tercih edecekler?
Arap Baharı
Devrimleri kıpkırmızıya boyanmışken bazıları bu soruyu çok gecikmiş
bulabilirler. Ancak biz eminiz ki bugünün ümmetinde henüz daha açığa çıkmamış
gizli bir hayır var ve –ne kadar gecikmiş olursa olsun– barışçıl reforma dayalı
tarihî uzlaşma, cehalet yolunun sürüp gitmesinden ve kendi kendini tüketmekten
hayırlıdır.
Bugün
halklarımızın, belalarına maruz kaldığı ve cehaletinden muzdarip olduğu Arap
karşı-devriminin sonuçları İngiliz, Amerikan ve Fransız karşı-devrimlerinin
sonuçlarından daha iyi olmayacak. Geçmişte günümüz için alınması gereken
ibretler ve gelecek için de yolluklar (yol azıkları) vardır.