23 Temmuz 2016 Cumartesi

S.EDMONDS: DARBE GİRİŞİMİ, CIA-GÜLEN TERTİPLİ BİR PROVA

Darbeleri mazur gören veya gösteren herkesi kınıyor, darbecileri lanetliyoruz


TÜRKİYE’DEKİ DARBE GİRİŞİMİ, CIA-GÜLEN TERTİPLİ BİR PROVA

Sibel Edmonds (Eski FBI tercümanı ve Ulusal Güvenlik Muhbirler Koalisyonu NSWBC kurucusu)
Newsbud, 17.7.2016

Kayıt deşifresi ve tercüme: Zahide Tuba Kor

James Corbett: Türkiye’deki darbe girişimi hızlıca püskürtüldü; ama şüphesiz bir karışıklık da yarattı ve önümüzdeki süreçte bunun jeopolitik sonuçları olacaktır. İlginç bir durum sözkonusu; çünkü biz Türkiye’de darbe olacağını 6-7 ay evvel Sibel Edmonds’la konuşmuştuk. 5 Aralık 2015’te James Corbett’in “Erdoğan’a karşı NATO destekli bir darbe mi tezgahlanıyor? (Is Erdoğan being set up for a NATO-backed coup?)” başlıklı bir yazısı yayınlanmıştı. Birkaç hafta sonra bu ihtimali Sibel’le konuşmuştuk. Bakın o programda Sibel ne dedi…
***

Eski röportajdan alıntı:
James Corbett: Erdoğan’ın hedef alınıp devrilmesi kaçınılmaz mı? Eğer öyleyse bu nasıl gerçekleşecek?
Sibel Edmonds: (…) En nihayetinde şu sonuca vardılar: Erdoğan ülkeyi içeride çok fazla böldü ve şu anda 2-3 sene evvelki desteğe sahip değil. Hala çoğunluğun desteği olsa da bu oran %50’den epeyce aşağıya inmiş durumda. Sizi temin ederim ki Erdoğan’ın yerine bir başkası geçecek. Çünkü bu ülkede tarih tekerrür ediyor. Bu, doğrudan bir askeri darbeyle mi olur, bilmiyorum. CHP içindeki güçlü laik grupların bazıları perde arkasından Gülen Hareketiyle ittifak kurdu. En laik partinin bir mollayla ittifak kurmasından bahsediyorum size, düşünebiliyor musunuz? Gün gelip de böyle bir şeyi göreceğimi hiç tahmin bile edemezdim. Bu ikisi güç birlikteliği yapacak, Türkiye’de işler kötüye gidecek ve Kürtlerden tutun IŞİD’e kadar farklı kesimlerin terör saldırıları artacak, işler iyice sarpa saracak. Ama sonunda Erdoğan gidecek. Erdoğan destekçisi falan değilim. Ama bu, Türk halkı için hiç de iyi bir haber olmayacak. Zaten bozulma yolundaki ekonomi gerçekten batacak. Erdoğan’dan çok daha beter birisi ülkenin başına geçecek. Türkiye’de işler maalesef hiç de iyiye gitmeyecek.

Daha önceki bir röportajından alıntı:
Sibel Edmonds: Ekonomik bakımdan her an çökebilecek bir ülkeden [Türkiye’yi kastediyor] bahsediyoruz. Eğer ki 1 Kasım seçimlerinden evvel, mesela ekim ayında ekonomi çökerse -ki bu kuvvetle muhtemel- ülke tam anlamıyla bir kaos dönemine girecektir; şiddet dalgasının ardından da yeni bir askeri darbe gelebilir. Bu, Gladyo’nun ve ülke yönetimini geri almak isteyenlerin bir operasyonu olacaktır. Türkiye’deki askeri darbeler hep ABD tarafından yaptırılmıştır. Bunun da bahanesi, ülkenin iktisaden çöküşünün ve şiddetin önüne geçmek olacaktır.  Düzeni yeniden tesis için de bir darbe yaşanacaktır. Eğer ki önümüzdeki seçimden evvel [1 Kasım 2015’i kastediyor] bu çöküş yaşanırsa -ki bu kuvvetle muhtemel- yeni darbe ihtimali artacaktır.
***

James Corbett: Türkiye’de darbe girişiminin ardından neler yaşanıyor ve önümüzdeki süreçte neler yaşanacak? Darbenin arkasında kimler var? (…) Erdoğan, Gülen Hareketini işaret etti ve Fethullah Gülen de “Ben değilim, muhtemelen darbeyi Erdoğan’ın kendisi yaptırmıştır” diyor. Ne dersiniz?
Sibel Edmonds: Süreç devam ediyor; ama cuma gecesinden itibaren işler neredeyse her saat değişiyor. (…)
Bu süreç, büyük ölçüde yine Gülen Hareketi tarafından tertip edilen 2013’teki o meşhur Gezi Parkı protestolarıyla başladı.
Yeri gelmişken önce kısaca Gülen’in kim olduğundan bahsedeyim. Gülen dendiğinde 80 yaşında bir paravan lideri anlıyoruz. 1997’den beri [Z.T.K. doğru tarih 1999’dur] ABD’de birçok müstahkem yerde yaşıyor; birçok güvenlik görevlisi ve apaçi helikopterleriyle korunuyor. Gülen’e bağlı STK’lar ve vakıflar yaklaşık 22-28 milyar dolar değerinde. ABD içinde en geniş sözleşmeli okullar (charter okullar) zincirine sahip. CIA’den menajerleriyle birlikte Orta Asya’dan Kafkasya’ya ve hatta Afrika’dan Endonezya’ya kadar birçok yerde yüzlerce cami açıyor. 1997’den beri [Z.T.K. doğru tarih 1999’dur] ABD’de yaşayan Gülen bir terörist olarak Türkiye tarafından geri isteniyor.
Tekrar başa dönersek, Gezi olayları bastırılınca bu defa 2014 ve 2015’teki seçimlerde tüm propaganda ağlarını devreye soktular. Bu aslında CIA, NATO ve Gülen fraksiyonunun kamuoyunu etkileme ve böylece Erdoğan’ı iktidardan düşürme çabasıydı. Bütün çabalarına, ana akım medyanın yayınlarına ve özellikle de ABD’deki propaganda faaliyetlerine rağmen bu girişimleri başarısız kaldı. Bilhassa Türk ana akım medyasının İngilizce versiyonlarının doğrudan Gülen Hareketiyle ve CIA’le bağlantılı olan ajanları ve düşünce kuruluşları eliyle yürütüldü bu propagandalar. Bütün bu girişimler, diğer bir deyişle “yumuşak darbeler” başarısız olduğundan ben yeni adımın gerçek bir askeri darbe girişimi olacağını öngörmüştüm.
Türkiye askeri darbelere aşina. Geçmiştekiler ABD ve NATO tarafından Türk ordusu kullanılarak uygulandı. Türk ordusu bir NATO üyesi olduğundan emirleri ABD’den ve NATO’dan alır. Seçimler ve diğer şeyler daha ziyade kozmetiktir. Tabii ki siyasilerin iç politikada bir rolü var. Ama çok hayati kararlara ve uygulamalara, büyük oyun planlarına sıra geldiğinde iş siyasette değil, orduda düğümlenir.
Cuma günü twitter ve Amerikan ana akım medyasından darbenin yapılmakta olduğunu öğrendik. İlginç bir şekilde, dünyanın birçok yerindeki darbelerin aksine bu, gece yarısı insanlar uyurken gerçekleşmedi. (…) Psikolojik savaşa şahit olduk. Sosyal medyaya akıtılan haberlerde Erdoğan’ın ülkeden kaçmaya çalıştığı, Almanya hava sahasında dönüp durduğu ve sığınma talebinde bulunduğu tweetlerini gördük. Bu, psikolojik savaşın bir parçası, insanların moralini bozarak darbeyi başarılı kılma çabasıydı. Ya liderin öldüğüne dair yalan haberler yayarlar ya da “lideriniz kaçtı” derler. Bu, inanılmaz derecede etkili olur; çünkü insanlar “artık bitti, liderimiz de kalmadı” diye düşünürler. Bunu görünce mesajı atanların ardına düştüm; “Kaynağınız ne? Bu bilgiyi nereden aldınız?” diye sordum.
Size darbenin yüzünün, uygulanma şeklinin nasıl değiştiğini anlatmak istiyorum. Artık daha güçlü ve çok cepheli bir mücadele sözkonusu. Çünkü -tıpkı Arap Baharında gördüğümüz gibi- twitter ve facebook üzerinden dedikodular ve gerçek dışı bilgiler yaymak suretiyle sosyal medya üzerinden darbelerin başarıya ulaştırıldığını gördük.

Spiro Skouras: (…) kontrolü sağlamak ve etki kurmak için sosyal medya tamamen kapatılıyor. Erdoğan’ın kaçıp Almanya’dan sığınma istediğine dair haberin ilk kaynağını aradım. İlk tweeti atan MSNBC yapımcısı Kyle Griffin. “Üst düzey bir Amerikalı askeri kaynak, NBCNews’e Erdoğan’ın İstanbul’a inmeyi reddedip Almanya’dan sığınma talebinde bulunduğunu belirtti” tweetini attı. (…) O zamana kadar darbe tezgahçıları medya kuruluşlarına el koymuştu. Öyle görünüyor ki tüm medyayı kontrol altına alıp bu haberi yayacaklar ve darbeye karşı herhangi bir direnişe engel olacaklardı. (…)

James Corbett: Erdoğan’ın uçuşunu anbean takip edenler vardı; gerçekten de uçağı havada daireler çizdi, uzun süre iniş yapamadı. Bir şeyler oluyordu. Bu sırada kaynağı belli olmayan bu tarz haberler yayılıyordu. Dış operasyonlarda izlenen yöntem işte tam da budur. Bu da “O sıralarda işler kimin kontrolündeydi?” sorusunu gündeme taşıyor.
En düzenbazca ve ikiyüzlü şey belki de şu: Ana akım medyada “bu darbe girişimi, Erdoğan’ın muhalefeti ezebilmek için bizzat tezgahladığı bir darbe olabilir” haberleri dolanıyor. Bu haberler anlayışla karşılanıp imkan dahilinde görülüyor. Çünkü Erdoğan “kötü adam”. Ama eğer ki Erdoğan bir Amerikan müttefiki olsaydı aynı haberi yayanlara “Bu kadar da komplocu olunur mu?” denirdi. Ama Erdoğan hedef tahtasında olduğundan bu tür komplolar mümkün görülüyor.
Peki iddia edildiği gibi, Erdoğan ordudan bir fraksiyonun darbe planı hazırladığının farkına varmış, ama muhaliflerini ezmek ve daha da güçlenmek için bunların bu küçük darbeciği sahneye koymalarını engellememiş, hatta kışkırtmış olamaz mı? Sonuçta gerçekten de eli güçlendi ve şu anda binlerce muhalifini eziyor. Geçmişe kıyasla iktidar iplerini daha sıkıca eline alacak. Bu söylem mantıklı olamaz mı?
Sibel Edmonds: İki şeyi birbirinden ayırmak istiyorum: darbenin ön bilgisine sahip olmak ve darbeyi sahneye koymak.
Erdoğan 3 yıldır haklı bir şekilde evin içini temizlemeye çalışıyor. Çünkü ordunun belirli bir kısmına, Türk polisinin ise çok büyük bir oranına CIA-Gülen ağının sızdığı biliniyor. Ve bunun 20-25 yıllık bir geçmişi var. Aynısı yargı kurumu için de geçerli. Erdoğan her ne zaman elinde kanıtlarla onların üzerine gitmeye ve görevden almaya kalkışsa bu, özellikle Batı medyası ve –Türkiye’dekiler de dahil- Gülen ağının uzantıları tarafından büyük tepkiyle karşılandı ve Erdoğan aleyhine kötü bir halkla ilişkiler malzemesi olarak kullanıldı. Onun diktatör olduğu, laik düşünceli insanları görevden aldığı, çünkü şeriatı getirmeye çalıştığı propagandalarına maruz kaldı. Üstelik CIA’in elindeki asıl şeriatın adamı Fethullah Hocanın ta kendisi olmasına rağmen… ABD’de yaşayan ve gün geçtikçe gücünü artıran, yüzlerce Amerikalı senatörü ve kongre üyesini lüks gezilere götüren de bunlar… CIA’in şeriatçısı tutup da Erdoğan’ı diktatörlükle suçluyor!
Darbe yapılacağı fikri ve dedikodusu yaklaşık bir senedir ortalıklarda dolaşıyor. Geçen sene Türkiye’deyken bu kısık sesle dillendiriliyordu. Seçimlerle de protesto gösterileri organize ederek de bunu başaramadık, geriye bir tek darbe kaldı diyorlardı.
Tabii ki Erdoğan’ın darbe hazırlıklarından haberi vardır. Bu şartlar altında sen de bunun mükemmel bir fırsat olduğunu düşünmez misin? Üzerimize gelmelerine izin verelim ki kamuoyu da onların ne yapmaya kalkıştığını, kim olduğunu görsün ve bu sayede evin içini temizleyebilelim diye düşünmek zekice değil mi?
Eğer ki “Erdoğan kazandı ve bu iş burada bitti, her şey kontrol altında” diye düşünüyorsanız açıkça söyleyeyim hayır, kesinlikle durum böyle değil. Çünkü bence bu, iyi planlanmış, kapsamlı bir gerçek darbe değildi. Bu onların A planıydı. Deneme, ısınma hareketi niteliğinde bir darbe girişimiydi. Erdoğan’a karşı asıl büyük darbe ise yolda. Bununla halkın nabzını, psikolojisini denediler. Türk halkı bu süreçte çok esaslı bir rol oynadı ve Erdoğan düşmanı Batı ve NATO ülkelerine bu işin öyle zannettikleri kadar kolay olmayacağını gösterdi. Sokaklardaki bütün o tanklara rağmen Erdoğan’ın tek bir sokağa çıkın çağrısıyla insanlar caddelere döküldüler. Ordu ne kadar güçlü, CIA ne kadar aktif olursa olsun, bir araya gelip kenetlenmiş milyonlarca insanın gücünü azımsayamazsınız. Türk halkı bu çağrıyı dinleyip darbeyi engellemeyi başardı. Acaba ABD’de bunun bir benzeri olsaydı insanlar sokağa mı dökülürdü, yoksa yatağının altına girip sosyal medyadan işlerin ne zaman yoluna gireceğini mi beklerdi? 208 insan hayatını kaybetti. Bunlar tanklara tırmandılar. Silahları falan yoktu. Sadece yumrukları ve kolları vardı. Dış güçlerce tezgahlanan darbeye karşı gerekirse canlarını feda etme kararlılıkları vardı. (…)

James Corbett: Peki bundan sonra ne olacak? Evin içini temizleme harekatı çerçevvesinde binlerce insanın tutuklandığını görüyoruz. Gülen’in iade tartışmaları var. Amerikan Dışişleri Bakanı bu konuda şimdiye kadar kendilerine resmen bir talep iletilmediğini söyledi. Acaba Erdoğan hükümeti Gülen’in ABD’den iade sürecini resmen başlatacak mı? Eğer başlatırsa ABD buna nasıl bir karşılık verecek?
Sibel Edmonds: 2013’ten beri süreci takip ediyorum. Türk Adalet Bakanlığı Gülen’in iadesi için gerekli her şeyi FBI’a ve Amerikan Adalet Bakanlığına yolladı. Bürokrasi oyun oynuyor, rol yapıyor; “Yok efendim acaba Gülen’in iadesini isteyen yetkilinin imzası gerçek mi sahte mi?” vs. diye. Dahasını söyleyeyim. ABD’deki en büyük sözleşmeli okullar zincirine sahip Gülen Hareketi hakkında 2009-2010’dan beri kara para aklama ve diğer suç sayılan faaliyetlerinden dolayı FBI soruşturması var. Haklarında birçok suç isnadı var. Ama ne olacağını söyleyeyim size. “Evet, resmi iade talebi geldi” dediklerinde dahi bunun üzerine oturup süreci 2-3 yıl sürüncemede bırakacaklar. Çünkü Gülen’e temyiz hakkı vs. tanıyacaklar. Fethullah Gülen’in sağlığının giderek kötüleştiğine dair dedikodular da duyuyorum. Daha muhtemel senaryo, Türkiye ile ABD arasında bütün bu iade oyunu devam ederken Gülen’in “ölmesi”!
Ama bu konudan çok daha önemli olan nokta şu: Cuma günkü darbe asıl nihai darbe değildi. Bu süreç sona ermedi. Türk halkı kesinlikle rehavete düşememeli. Hükümet “Yaşasın bunu da atlattık” dememeli. “2000-3000 adamı tutukladık, bu iş tamamdır” diye sakın düşünmesinler. Gülen’in adamları, ordusu, yargısı ve diğer kurumlarıyla o kadar muazzam genişlikte ki. Siyasetçiler en yakınlarındaki adamlarına, milli savunma müsteşarlarına bir baksınlar; hepsi içlerine sızmış ajanlar.
Eli kulağında olan yeni darbenin diğer işaretlerine dikkat kesilmemiz lazım. Mesela İncirlik’teki NATO üssünde bulunan 42 helikopter kayıp – ki İncirlik Üssü, ABD’deki üslerden bile çok daha sıkı bir güvenliğe sahip, hatta yeryüzündeki en güvenli hava üssü desek yeridir. Darbe girişimi sırasında NATO’nun İncirlik Üssü’nden 42 helikopteri havalandırdılar. Daha da önemlisi, yarım asırdır ABD ve NATO’daki müttefikleri, bu üste ne kadar nükleer silah başlığı bulunduğunu bir sır gibi saklıyorlardı. Tıpkı İsrail’in nükleer silahlar konusunda hep sessiz kalması gibi. Peki ya IŞİD İncirlik’e sızıp da bu nükleer başlıkları ele geçirirse? Soğuk Savaş boyunca hiç kimse İncirlik’e sızamadı, böyle bir tehlike de yoktu. Düşünsenize, yeni bir darbe öncesinde Türkiye bir anarşi ortamına girerse ve bir anda basında İncirlik’teki nükleer silah başlıklarının önemi pazarlanmaya başlanırsa ne olur? Bu, kilit bir nokta. Yeni darbe dalgasıyla bu konu arasında yakından bağlantı kurulabilir. Çünkü bu, “nükleer bir saldırıya maruz kalmamak” için NATO müttefiklerinin harekete geçmelerine, Erdoğan’ı alaşağı etmelerine ve ülkeyi “güvenli” hale getirmelerine meşruiyet kazandıracak bir bahane olacaktır. Dünyanın en güvenli hava üssünden 42 helikopter nasıl kaçırılabilir söyler misiniz bana? (…) Hepimiz biliyoruz ki bu işin asıl fikir babası CIA/NATO/derin devlet/Gladyo-B ağı. ABD bu süreçte kullandığı teröristi, hoca bozuntusunu [Gülen’i kastediyor] burada besleyip büyümekte...
Erdoğan üzerinde baskı kurabilirler veya belki de -onun zaten arzuladığı şekilde- oyunu sert oynamasını kolaylaştırırlar. Çünkü Türkiye sertçe oynayabilecek durumda ve böyle oynamalı da Bütün bu yaşananların sonucunda niye Türkiye’deki Amerikan büyükelçiliği kapatılmasın ki? Aynısı ABD’ye olsa bunu yapmaz mıydı? Biz [ABD’yi kastediyor] İran İslam Devrimi sonrası Amerika’nın aleyhine çalışan bir düşman ülke ilan ederek İran’ın büyükelçiliğini kapatmamış mıydık? Türkiye ABD’ye baskı yapabilir. Doğrusu sadece Amerikan büyükelçiliğini değil, İncirlik Üssü’nü kapatmalı ve operasyonel olmaktan çıkarmalı.
Bu noktada Türk halkı da elini taşın altına sokabilir. Zira Türk halkının artık daha sert olma vakti geldi. Artık salt konuşmanın ötesine geçmeliler. O cesur insanlar, ideolojik saiklerle değil, yabancı güçlerin gelip de ülkesinde darbe yapmasını önlemek için canlarını feda ettiler.

James Corbett: Ama Erdoğan asla ve kata Amerikan büyükelçiliğini kapatamaz, NATO’dan da çekilemez. Bunu yapacak olsa şimdiye kadar yapardı.
Sibel Edmonds: Ama halk bunu yapabilir. Erdoğan’a bu kısa vadeli zaferi kazandıran halktı. Göreceksiniz, birkaç güne Türk halkı gidip de Amerikan büyükelçiliğini kapatacaktır. Büyükelçilik çalışanları tahliye edilecektir. Darbe tezgahında yer alan bir Amerika’nın personeli bu ülkede görev yapamaz. Erdoğan kendisi bizzat bunu yapmasa bile belki kenarda sessiz sedasız bekleyip halkının bunu yapmasına göz yumabilir. Isınma niteliğindeki bu darbeyi yönlendiren ve kolaylaştıran CIA personelinin bu ülkeyi terk etmesini sağlayabilir. İran’daki CIA merkezi bizzat Amerikan büyükelçiliğinin içindeydi. Kimse bundan bahsetmedi bile. CIA’in birçok ajanı, Gülen’in birçok menajeri Türkiye’de cirit atıyor. Türk halkı gidip Ankara’daki Amerikan askeri ataşeliğini kapatabilir. 50.000 insanı kapısına dikerseniz bakın nasıl bütün personel can havliyle anında ülkeyi terk edip gidecek.
(…)
Gülen Hareketinin ilişkiler ağını, Bill ve Hillary Clinton’la ve Clinton Vakfı’yla bağlantılarını biliyoruz. ABD’de birçok karargahı var, STK’ları ve vakıfları var. İadesini beklemek yerine gelip burada Gülen’in kuruluşlarını hedef almak mümkün. (…)
Gülen Hareketinin teröristler için eğitim kampları da var, Çeçenler ve diğerleri için da. Buralarda eğitim görenler şimdi Suriye’ye akıyor, daha evvel Balkanlardaki el-Kaide’ye katılıyorlardı. Gladyo-B Operasyonu, Clinton’ın gözetimi altında 1996-1997’de başladı. Bush veya Obama gözetiminde değil, dikkatinizi çekerim. Gülen, CIA’in Gulfstream uçağı içinde ABD’ye 1997’de [Z.T.K. doğru tarih 1999’dur]  Clinton’ın gözetiminde getirildi. O sırada Türkiye’nin en çok aranan adamıydı. (…)

Spiro Skouras: Clinton Vakfı’yla Gülen’in vakıfları birlikte çalışıyorlar. Her şeyin içinde elleri var. Ve şimdi Hillary Clinton Amerikan başkanlığı için yarışıyor. (…) IŞİD Türkiye’deki darbe girişiminin arkasındaki güç. (…)


James Corbett: Türkiye’de yaşananlar bütün bölgeyi etkileyeceği gibi Suriye üzerinde de sonuçları olacaktır. Ortada birçok farklı gündem var. Sibel’in de çok doğru bir şekilde işaret etiği gibi, nükleer mesele bundan sonra üzerinde oynanacak en önemli kartlardan biri olacaktır. Onlarca yıldır hakkında tek bir söz dahi edilmezken bundan sonra bir anda Türkiye’deki nükleer silah başlıkları meselesini sık sık duyacağız. Sadece önümüzdeki haftalar ve aylar değil, önümüzdeki günlerde de çok ilginç şeylere şahit olacağız.


11 Temmuz 2016 Pazartesi

A.S.EL-FADLİ: DAVUTOĞLU VE İHTİLAFA DÜŞME AHLAKI



DAVUTOĞLU VE İHTİLAFA DÜŞME AHLAKI

Abdülaziz Sabah el-Fadli (Kuveyt el-Ra’i gazetesi yazarı ve Körfez İşbirliği Konseyi Ulema Birliği üyesi)
El-Ra’i gazetesi, 11.5.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la bazı fikri ihtilaflar yüzünden Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti genel başkanlığından istifasını sunmasında -ve müteakiben başbakanlık görevinden de istifa edecek olmasında- hiç şüphesiz bizim için alınması gereken nice dersler ve ibretler var.

Davutoğlu bir basın toplantısı düzenleyerek parti genel başkanlığından istifa ettiğini ve tekrar aday olmayacağını duyurdu. İstifasının gerekçelerinden birinin cumhurbaşkanıyla bazı konularda yaşadığı ihtilaflar olduğunu açıkladı.

Bu istifadan öğrenilecek derslerden biri, Davutoğlu’nun partiyi bir ve bütün tutup saflarını bölmemeye özen göstermesi ve kardeşlerini, dostlarını ve yol arkadaşlarını kaybetmektense hem partideki pozisyonunu hem de başbakanlık makamını feda etmekten hiç çekinmemesidir.

Dahası, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın itibarını ve makamını korumaya kararlı olduğunu basın toplantısında şu sözlerle ortaya koydu: “Kimse benden cumhurbaşkanımız aleyhine tek söz duyamayacak;  onun onuru benim onurumdur”. Hiç kimsenin AK Parti aleyhine tek bir söz sarf etmesine dahi müsaade etmeyeceğine, parti üyeliğinin devam edeceğine ve yol arkadaşlarını terk etmeyeceğine de vurgu yaptı.

Davutoğlu ihtilafa düşme ahlakı konusunda bize bir ders verdi: Sizinle [yani parti yönetimiyle] ihtilafa düşmem, kesinlikle aleyhinizde sayıp söveceğim veyahut iyi niyetinizden, sözünüzden veya dürüstlüğünüzden şüphe duyacağım anlamına gelmez…

Siyasi ve ictihadi-fıkhi meselelerde ihtilafa düşen, ama kalpleri birbirine karşı tertemiz olan ve birbirine merhamet eden ümmetin geçmişteki öncülerine, liderlerine Allah Teâlâ rahmet eylesin.

Ama maalesef ki basit bir fikri ihtilafın veya farklı bir bakış açısının fitne fücura dönüştürüldüğünü somut olarak gözlemliyoruz. Bu konuda farklı kesimlerden örnekler vermek mümkün:

Dini akidenin nasıl anlaşılması ve savunulması gerektiğini tutup da kendi cemaatinin tekeline almaya çalışan ve diğer cemaatleri bidat ve delalet ehli olarak gören bazı dindarlar var. Selef-i salihinin yöntemini anlayanın ve bu yolda yürüyenin bir tek kendisi olduğuna inanıyorlar ve kendisi dışındakileri helak olmuş sapkınlar olarak görüyorlar!

Bazıları da radikallikle mücadelede ehil tek grubun kendisi olduğuna inanıyor ve kendisi dışında meşru ve barışçıl yöntemlerle toplumsal ıslah çağrısı yapan diğer kesimleri tekfirci ve harici sayıyorlar!

Gerek seküler gerekse liberal akımlardan bazı insanlar ise mesela eğitim müfredatını belirleme ve geliştirme konusunda ehil tek kesimin kendileri olduğuna inanıyorlar ve İslami eğilimli bazı eğitim uzmanlarıyla tartışmaya girdiklerinde onları hemencecik dervişlikle yaftalıyorlar.

Çeşitli siyasi akımlara mensup bazı insanlar da kamu fonlarını korumakta yetkin tek grubun kendileri olduğuna, diğerlerinin ise bu konuda herhangi bir sorumluluk üstlenmemesi gereken salt birer tâbi olması gerektiğine inanıyorlar.

Üzerinde ihtilafların döndüğü ve bugünlerde giderek şiddetlenen en önemli meselemiz, Kuveyt’te yapılacak parlamento seçimlerine katılmak isteyenlerle boykottan yana olanlar arasında yaşanıyor. Her iki kesimin de seçime katılma veya boykot etme noktasında kendi bahaneleri ve delilleri var ve her biri, kamu menfaatinin kendi benimsediği perspektifin hayata geçmesinden geçtiği kanaatinde.

Ancak buradaki problem şu: Bir meselede ihtilaf eden taraflar, kendilerinin tamamen haklı olduğu inancıyla, diğerlerinin ise ülkesi hayrına herhangi bir şey istemediği veyahut sadece şahsi veya parti menfaatler ışığında hareket ettiği zannıyla, birbirlerinin niyetlerine dair temelsiz ithamlarda bulunuyorlar ve hatta birbirlerini hain ilan ediyorlar. Veyahut diğer tarafı mesuliyetten kaçmakla veya –üstlendiği görevde- hakkı savunmakta acze düşmekle itham ediyorlar.

Sahabeler, Bedir esirleri meselesinde, müşriklerin ordularıyla yeni bir savaşı şehrin dışında verip vermeme konusunda ve diğer problemlerde Resulullah’ın (s.a.v.) huzurunda ihtilafa düşmüşlerdi. Ama herkes kendi delilini ortaya koymuş ve diğerinin niyetine [çirkin bir şekilde] dil uzatmamıştı.
 
Peki, acaba bugün biz onların ahlakıyla ahlaklanabilecek miyiz?


Çevresine hiç esip gürlemeden istifasını sunan Ahmet Davutoğlu, alnı apaçık/kusursuz bir görüntü verdi ve ihtilaf ahlakı konusunda takip edilmesi gereken çok değerli bir emsal ortaya koydu. Peki, acaba biz dersimizi alıp onun yönteminden ve yolundan istifade edebilecek miyiz?


ARAP SOSYAL MEDYASINDA DAVUTOĞLU’NUN İSTİFASI


FACEBOOK VE TWİTTER’DA DAVUTOĞLU’NUN İSTİFASI: ONUR VE NEZİHLİK ÖRNEĞİ

Müfekkiratu’l-İslam, 5.5.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Onlarca Arap siyasetçi ve düşünür sosyal medyada (...) istifasını açıklayan Türkiye Başbakanı Davutoğlu’nu övdü.
” #داود_أوغلو” hashtag’i twitter ve facebook hesaplarında hızla yayıldı. Birçok aktivist, şahsi hesaplarında veda konuşmasıyla başbakanın cevherinin ortaya çıktığına işaret ettiler; onlarcası, ülke menfaatlerini şahsi menfaatlerinin üstüne çıkaran konuşmadan yaptıkları alıntılarla, duruşunun ne denli sağlam olduğuna ve Türkiye’ye ve partisine hizmeti sürdürmekteki kararlılığının samimiyetine dikkat çektiler.
Suriyeli İslam âlimi Abdülkerim Bekar twitter hesabında: “Davutoğlu yüksek kalitede bir stratejist olduğunu gösterdi; başbakanlığı, onuruyla ve vefayla, yüksek bir ahlaki dereceyle bıraktı”
Filistinli gazeteci İzzeddin İbrahim facebook hesabında: “Davutoğlu’nun veda konuşması, hem bir onur ve nezihlik hem de genel menfaatleri kendi menfaatleri üzerine çıkarma ve dostluğu koruma örneği; kendisine yönelik büyük sempatiye rağmen şahsiyetini öne çıkarmadı bile.” 
Arap düşünürlerden Muhammed Muhtar el-Şankıti: “Erdoğan karizmatik bir kişi ve usta bir lider; Davutoğlu da büyük bir stratejik düşünür. Temennim, hem Türkiye’nin hem de tüm İslam ümmetini menfaatleri için birlikte yürümeleri.”
Veda konuşması hakkında muhalif Suriye Koalisyonu üyesi Muhammed el-Sermini: “Mücrim Esed koltuğunda kalmak için Suriyelileri katleder ve göç ettirirken ve ülkeyi yerle bir ederken, mevcut başbakan gibi bir lidere sahip olması Türkiye için yeterince büyük bir gurur kaynağı”
Suudi siyasetçi Ahmed bin Said ise başbakanın konuşmasını “tarihi bir konuşma” olarak niteledi ve Davutoğlu’nun “uzlaşmacı” konuşmasıyla bütünleşmiş görünen partisinin saflarından geri çekildiğine ve İslami liderliğiyle Türkiye’nin sunduğu demokrasinin bir başka dersi olduğuna işaret etti.


TÜRKİYE BAŞBAKANI’NIN SÜRPRİZ İSTİFASININ ARDINDAKİ SEBEPLER NELER?

İslam el-Yevm, 5.5.2016

(…)
Minha el-Habil (Suudi yazar ve İstanbul’daki Doğu İslam Araştırmaları Merkezi başkanı) twitter hesabına şunları yazdı:
(…)
Başbakanın değişimi, iktidar partisinin kendi iç değişim mekanizması dahilinde demokratik bir şekilde yaşandı. Ve modern Türkiye’nin tarihî lideri Davutoğlu, konumunu partinin birliğinden yana belirledi.
Bugün Davutoğlu’nun istifa kararı ve erken seçime gidilmesi, bunun mutlaka AK Parti’nin menfaatine veya Türkiye’nin istikrarına olduğu anlamına gelmez; ama nihayetinde olan biten demokrasinin kuralları içinde.
Davutoğlu: “Kimse benden cumhurbaşkanımız aleyhine tek söz duymadı, duymayacak;  onun onuru benim onurumdur.” Bu, soylu bir beyefendinin sözleridir.
Davutoğlu muhteşem bir şahsiyettir; istifası hem AK Parti hem de Türkiye için bir kayıptır. Partisinin son seçimlerdeki başarısı büyük ölçüde onun başarısıdır. Erdoğan’ın inatçılığı doğru değildir.

Aktivist Ahmet el-Cisr şu yorumu yaptı: Davutoğlu bu son konuşmasıyla teyakkuz halindeki tüm gözlemcileri/fırsat kollayanları hayal kırıklığına uğrattı; ancak ve ancak büyük ve ulu insanların anlayıp amel edebileceği mefhumları güçlendirdi.
Yazar İsmail Yaşa dedi ki “Davutoğlu’nun konuşmasının AK Parti içinde bir kriz ve bölünme bekleyen herkesi hayal kırıklığına uğratacağı kanaatindeyim.”

Gazeteci Husam Yahya, “Davutoğlu son konuşmasıyla hem kendi ilkelerini hem de vatanının ve halkının ilkelerini bulunduğu makamın ve şahsi menfaatlerinin üstüne koyan saygıdeğer bir siyasetçi örneği oldu. Sayın Profesör, sana müteşekkiriz!”


S.KARAGANOV: RUSYA DÜNYA GÜVENLİĞİNİ TESİSTE KİLİT


 

RUSYA’NIN EN ÖNEMLİ EMİTASI, DÜNYA GÜVENLİĞİNİ TESİSTİR

Röportaj veren: Sergey Karaganov (2001-2013 yılları arasında Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in dış politika danışmanı. Tarih doktoru, Milli Araştırma Üniversitesi Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler dekanı ve aynı zamanda Dış ve Savunma Politikası Konseyinin onursal başkanı)
Röportajı yapan: Alexei Peskov
South Front, 11.4.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Rusya-Batı ilişkilerindeki mevcut krizin kökeninde neler var?
İlişkilerdeki kriz birçok sebebe dayanıyor:
Birincisi, 1990’larda kendisini muzaffer addeden Batı bunun ebediyen devam edeceğini zannetti. Ama 21. yüzyılın ilk on yılında süreç değişti ve bilhassa Irak, Libya ve Afganistan’a müdahale hatalarıyla bir anda hızla kaybetmeye başladı. Bütün bu müdahaleler Batı’nın mağlubiyetiyle sonuçlandı. Dünya meselelerinin çözümü için sundukları reçetelerin ne denli etkisiz olduğu küresel finans krizinin patlak verdiği 2008-2009’a gelindiğinde aşikâr bir hal aldı. Bunu Batı’nın ahlaki, siyasi, iktisadi ve askeri konumunun çöküşü takip etti - ki bu gidişatı fark edenlerin sayısı çok azdı… Ne olmuştu hatırlayalım: ABD silahlanma için trilyonlarca dolar harcadı ve o dönemde tüm dünyada hegemonyasını tesis etmiş gibi görünüyordu; ama ordusunu sahaya sürdüğünde tüm savaşları kaybetti. Bütün bu devasa harcamalarının aslında değerini düşürdüğü ortaya çıktı. Üstünlükleri, hegemonyası değerini kaybetti.
İkinci önemli faktör, daha evvel de yükselmekte olan ama son yıllarda başarıları çok daha fazla belirgin ve mühim bir hal alan Çin ve Hindistan başta olmak üzere diğer devletlerin güçlenmekte olması.
Üçüncü faktör Rusya. Bir şekilde Batı’ya yönelmeye, onu yatıştırıp rahatlatmaya ve onun politikalarına uymaya çalıştı; ama sonra bütün bu çabaların ne denli manasız olduğunun farkına vararak çark etti. Batı ülkelerinin iktisadi, askeri ve siyasi çöküşü esnasında Rusya’nın bu davranışı,  son derecede can sıkıcı olarak algılandı. Batı’da hala Rusya’nın iktisaden zayıf olduğu ve tıpkı SSCB gibi şoklara dayanamayacağı hissiyatı hâkim olduğundan Moskova bir dizi “eğitici eylem”e [Z.T.K. iktisadi ambargoları vs. kastediyor] maruz kaldı.

Batı’nın Rusya’yla savaşının nihai hedefi nedir?
Birçok analist ABD’nin bunlara uygun bir dizi hedefi ve eylemi devreye soktuğundan emin. Bu gerçekse bile devreye soktukları çok küçük bir düzeyde. Bugünün Amerikan siyasetine ilişkin yorumlardan biri, ABD’de yönetici elitin bölündüğü ve siyasetin gidişatını belirleyenlerde liyakat düzeyinin yerlerde süründüğü yönünde. Irak’ta demokrasiyi tesis için savaştıklarını söylediklerinde insanların çoğu savaşın asıl gayesinin petrol kaynaklarının kontrolü olduğundan emindi. Ama ben bu savaşı, yönetici elitin müthiş bir liyakatsizliğinin, yetersizliğinin bir tezahürü olarak görüyorum. Silahlı kuvvetleri tamamen anlamsız bir şekilde et kıyma makinesine atmak, siyasi bir hezimete katlanmak ve yüz binlerce insanı telef etmek… Bu, sorumsuzluğun ve ahmaklığın zirvesi…

Hırslar aklı galebe çalıyor yani?
Hırslara ilaveten, bir de hem yurtiçindeki hem de yurtdışındaki makul ve sorumluluk sahibi elitleri dinlemekte bir isteksizlik var. Birçok Rus ve Amerikalı elit Amerikan yönetimini Irak’ı işgal etmemesi konusunda uyardı. Ama onları dinlemediler. Üstelik biz de uyardık, sakın Afganistan’da bir kara operasyonuna girişmeyin, yoksa mağlubiyetiniz kaçınılmaz olur diye. Bizi de dikkate almadılar. ABD’de son derece entelektüel bir elit varken nasıl bu denli faydasız, başarısız bir dış politika yürüttüklerini anlayabilmek gerçekten zor. Belki bu durum elitlerin hizipleşmesi ve ideolojisiyle açıklanabilir. Şu anda ABD’de iki grup hâkim: yeni-muhafazakârlar/neoconlar (mutaassıp sağ) ve ona karşı duran liberal müdahaleciler. Araçları farklı olsa da her ikisi de Amerikan hayat tarzını tüm dünyaya yaymakta istekli. En önemlisiyse her ikisinin de yetersiz.
Bu iki uç tarafın temsilcileri şu anda başkanlık yarışındalar; vatanperver görüşlere sadık elit ise modern dünya işleyişinin nasıl gölgelendiğinin farkında. Bu elitin duayeni (…) Henry Kissinger. (…) Realist olarak nitelenebilecek isimler bugünün siyasi tartışmalarına hemen hiç katılmıyorlar. Yönetimde ideolojik bayağılık var. Böyle şeyler, vakti zamanında bizde de siyasette aklın yerini ideolojinin aldığı başka ülkelerde de yaşandı.

Soğuk Savaş sırasında ABD McDonald’s, kot kıyafet, rock müzik ve Hollywood aksiyon filmleriyle dünyaya başarılı bir şekilde boyun eğdirmişti… Eğer hedefi dünyayı kendi hayat tarzına zorlamaksa değişim için silah kullanmaya ne gerek vardı ki?
Batı’nın ideolojik nüfuzunun diğer ülkelere yayılması, Amerikan iktisadi politikası lehine bir rıza göstermek demektir. İdeolojik savaşın amacı, sadece ahlaki bir zafer değil, çok daha elle tutulur başka şeylerdir. Mesela 1990’larda Doğu Avrupa ülkelerinin Batı Avrupa nüfuz alanına geçmesi, iktisadi durgunluk içinde oldukları bir anda Batı’ya yeni bir iktisadi destek sunmuştu.
Herkesin anlayamadığı bir nokta daha var: Küreselleşmenin yükselişi yüzünden ideolojik yayılma hız keserek durdu. Bunun sonucu ise Batı’nın kendi isteklerini dayatamadığı üçüncü tarafların iktisadi bir patlama yaşaması oldu. SSCB müdahale etmeyip sadece kendi blogundaki ülkeleri korumaya odaklandığında [ABD] bunu yapabiliyordu. Ama artık dünya nispeten daha tekdüze bir hale geldi ve sonunda güvenlik sistemi de değişti. ABD, sadece Çin’in sahip olduğu nükleer silahlar nedeniyle değil, aynı zamanda bunun Rus çıkarlarını olumsuz etkileyip Rusya’yla bir savaşı tetikleme riskinden dolayı da Çin’e saldıramaz. Nükleer unsur artık dünyaya yayıldı ve bu sayede ülkeler Soğuk Savaş’takinden çok daha fazla egemen hale geldiler. Hindistan, İran, Malezya, İsrail, Tayland ve Singapur her geçen sene gittikçe çok daha bağımsız dış politikalar uygulayan ülkeler arasında yer alıyor.
Egemenliğin artmasıyla birlikte bu ülkelerdeki geleneksel değerlerin dışarıdan ihraç edilen değerlere kıyasla artık vatandaşlar için çok daha önemli bir hale geldiği açık. Otoriter ülkelerde dahi halkın siyaset üzerindeki etkisinin çok daha aktif bir hal almasıyla birlikte bir demokratikleşme süreci başladı. İnsanlar kot kıyafetleri kabul ediyor ama geleneksel kültürünü de istiyor. Bu, dünyanın “McDonald’s’ları reddetmeye başladığı anlamına gelmez; daha ziyade kendilerinden olan bazı şeyleri de insanların beğenisine sunar hale geldiler. Ve şu anda Çin mutfağı Amerikan “fast-food”larından çok daha fazla dünyayı etkiliyor.

Rusya buna nasıl karşılık verebilir? Dünyayı kendi safımıza çekebileceğimiz “yumuşak güç”ümüz nedir?
Rusya yapıcı avantajlarını dünyaya sunabilir. Mesela suya ve enerjiye muazzam bir talep var ve bunların üretimi sayesinde Rus coğrafyası içindeki Sibirya ve Uzak Doğu bölgeleri kendi ayakları üzerinde durur hale gelebilir. Ancak -her ne kadar eskisine kıyasla azalsa da- elitimiz bu bölgelerin daha fazla gelişmesine karşı hala bir direnç gösteriyor.
Kim olduğumuzun farkın varabilmemiz için tarihimize bakmamız lazım. Dünyanın yarısını fetheden dönemin Çin yöneticisi Cengiz Han’dan başlayıp ardından Avrupa’nın yarısını ele geçiren Cermen etnik gruplardan olan İsveçlilere, daha sonra Napolyon’dan Hitler’e kadar bütün imparatorlukları yıkan tek devlet biziz.
Şunun farkında olmalıyız ki biz tüccar ve ayakkabı üreticisi bir millet değiliz; çünkü diğer şeylerle ne kadar çok uğraşırsak uğraşalım, sonuçta tanklarımız en önemli ve en değerli ürünümüz. Biz nasıl savaşılır ve bir savaş nasıl kazanılır, bunu biliyoruz. Dünyanın bize ihtiyacı var; çünkü biz en önemli emtiayı/değeri sağlıyoruz, yani güvenliği. [Z.T.K. “emtia” tam çeviri olmakla birlikte Karaganov’un burada kastettiğini “ticaret malı/ihraç malı” olarak da algılamak mümkün. Yani “Rusya’nın en önemli ihraç malı dünya güvenliğini sağlamaktır” şeklinde düşünübiliriz.] Ayrıca şunu da hiç unutmamalıyız ki, şu an her ne kadar geliştirmiyor olsak da, bizim arkamızda muhteşem bir kültür var ve dünyada nüfuzumuzu sürdürebilmek için kültürümüzden faydalanabiliriz.

Yani Tolstoy ve Dostoyevski’nin yardımıyla mı dünyayı fethedeceğiz?
Dünyayı niye fethedelim ki? Biz, herkesin bize saygı duyduğu veya en azından biraz olsun korktuğu güçlü, zengin ve büyük bir ülkede yaşamak istiyoruz. İktisadi ve entelektüel olarak gelişmek ve böylece galip devlet olduğumuzun haklı gururunu yaşamak tüm istediğimiz; daha ötesine ihtiyacımız yok. Ama aynı zamanda dünyanın Tolstoy’un Savaş ve Barış romanına erişmesini sağlamalıyız; çünkü bunu okuyan herkes ilelebet Ruslara saygı duyacaktır.
Rusya ile ABD arasındaki mevcut ilişkilere bir analojiyle bakabiliriz: Bütün rollerin dağıtıldığı bir tiyatro oyuncu grubunda aniden yedektekilerden birinin çıkıp da “kahraman sevgili rolü benim” diye tutturduğunu düşünün; bu durumda mevcut oyun kahramanı çileden çıkar…
Şunu bilmelisiniz ki mevcut kahraman sevgili Rusya’dan değil, Çin’den ürküyor. Eğer Çin mevcut hızda büyümeye devam ederse birkaç sene içinde dünyadaki bir numaralı güç olacak. ABD’yi askeri kuvvet veya kişi başına düşen milli gelir bakımından aşacak demiyorum; ama jeopolitik nüfuzu açısından bir numara olacak. Ve ABD bu gidişattan hiç memnun değil.

Çin’e bir uyarı mahiyetinde Rusya bir şamaroğlanı olarak seçilmişe benziyor; bu konuda ne dersiniz?
Bir bakıma evet. Ama bunun yanı sıra kendi elitimiz, ekonomimizi geliştirme noktasındaki acziyetiyle veya isteksizliğiyle baskıyı daha da kışkırtıyor. Batı’daki hissiyat, eğer Rusya’nın işini SSCB döneminde bitiremediyse bunu şimdi yapmak. İktisadi durgunlukları devam ettiği müddetçe bizi dövme şevkleri daha da artacak. Rus-Batı ilişkilerindeki bozulmanın nedenleri Batı’daki toplumların iç yapılarında aranmalı. Avrupalı elitler arasında Rus karşıtı hissiyat zaten hep güçlüydü; ama Avrupa projesinin krizi yüzünden bu hissiyat şimdi belirgin bir şekilde arttı. AB zirve noktasına 1990’larda ulaştı, ardından Doğu Avrupa ülkelerine yeni pazarların akışı buna destek oldu, ama artık genişçe bir alanda kaybediyorlar. AB düşüşe mahkûm, ama umarım bu gidişat bir çöküşe yol açmaz. Çünkü AB’nin çöküşü Rusya için de oldukça kötü bir seçenek. Şu anda Avrupalı elitler düşüş sürecini durdurmayı sağlayacak yollar arıyorlar. Bu yollardan biri de düşman imajını yenilemek. Hatırlayın, AB projesi iki sütun üzerine inşa edildi: savaşın olumsuz sonuçlarını aşmak ve komünizm karşıtlığı. Her iki problem de çözüldü. Yerine ne gelecek? 2010’da Rusya ve Putin’le işe başladılar. 2013’e gelindiğinde Avrupa’da Rus karşıtı propaganda her yere taşmıştı ve şimdi ise Rusya’nın eli dünyadaki her kötülüğün içinde görülmek suretiyle ileri hayal gücü gerektiren (fantazmagorik) bir boyut kazandı.

ABD ve Avrupa 1990’larda bizi nasıl sevmişlerdi… Baba Bush, dükkanlarımızın rafları boşken bize tavuk butları yolladı; ikinci el ürünlerle bizi kazıkladılar. Bunun karşılığında ne istediler?
Karşılığında bizim kendileri gibi olmamızı, onları takip etmemizi istediler. Biz ise bugünün Avrupa’sı gibi olmayı değil, 1950’lerdeki gibi, ortak büyük tarihimizi yeğledik. Biz uzun yıllardır kesip koparıldığımız Hristiyan ideallere bağlı kalarak kültürel anlamda Avrupalılaşmayı arzu ettik. Biz Adenauer, Churchill ve de Gaulle’ün Avrupa’sını istedik. Ama tamamen farklı bir Avrupa’ya ulaştık; kendisini reddeden ve bugün artık tamamen farklı değerler ilan eden bir Avrupa… Ümit ederim ki Avrupa eski ideallerine geri döner de bir araya gelip konuşacağımız bir şeylerimiz olur.
Hatırlayın, 1990’lı yıllarda biz egemenlik konusundan pek bahsetmiyor, [Avrupa tarafından] beğenilmek istiyorduk. Onlar bizim sırtımızı sıvazlarken, biz de bir minnettarlık göstergesi olarak tavize hiç değmeyecek şeyleri dahi vermeye hazırdık. NATO’nun yayılmasını fiilen kabul ettik. Bu sevgi, Rusya’nın petrol ve doğalgaz varlıklarını elden çıkarma gibi bir planı olmadığının bir anda netleştiği Khodorkovsky davası sayesinde 2000’li yılların başlarında sona ermeye başladı.

Şu anda karşı karşıya olduğumuz en büyük tehdit nedir?
1960’lı yıllardan bu yana ilk kez savaş tehdidi bu denli büyük. Ve yaklaşık sekiz senedir de bu böyle. Burada nesnel tehditlerden bahsediyorum; tabii ki ve çok şükür ki şu anda hiç kimse gerçek bir savaş istemiyor. Tehdit, dünyadaki güç dengelerinde meydana gelen hızlı değişim nedeniyle çözülemeyen çelişkilerin birikmesi yüzünden var. Başta Batılılar olmak üzere elitlerin çoğu bu durumdan nasıl çıkılacağını da bilmiyor. Böyle zamanlarda basit çözümler onlara cazip görünür. Rusya’nın nükleer potansiyeli şimdiye kadar bu tarz basit çözümlerden alıkoydu; ama mevcut karşılıklı güvensizlik şartlarında kazara bir savaş patlak verebilir.

Rusya’da reformlar konusu ne oldu? Herkes reformlara “taraftar”, herkes ülkemizde nelerin yanlış gittiğinin bilincinde. Ama çıkıp da “Bu nasıl iyi bir şekilde yapılır, ben biliyorum” diyen tek bir teknoloji uzmanı dahi görmüyoruz.
Rusya 1990’larda ve 2000’lerde ortaya çıkan iki ayrı türden elit tarafından idare ediliyor. Her iki elit da reform yapmaya hala hazır değil. Öyle görünüyor ki bunun temel sebebi, Rusların çoğunluğunun geçmiş 10-12 yılda bu rant sayesinde refah içinde yaşaması ve bunun devamını istemesi. Putin karşıtı koalisyon, petrol rantı sağ olsun, gayet iyi yaşadı ve Putin yanlısı koalisyon da ondan daha da fazla refah içindeydi. Gelirin dağıtımına halk da dahil oldu ve bu yüzden son yıllarda Rus halkı, Rus tarihinin herhangi bir dönemindekinden çok daha iyi şartlarda yaşıyor. Hepsi de reform vaktinin kendi kendine gelmesini bekliyor. İşte bu yüzden reform meselesi henüz olgunlaşmadı maalesef. Her ne kadar harekete geçme vakti çoktan gelip geçmiş olsa da hala bir adım atmadan boş boş konuşuyorlar. Konu olgunlaştığında zaten var olan reform teknolojilerini bulacaklar. Reformlar daha 2008-2009’da başlamalıydı, paranın bol olduğu ve her şeyin çok daha etkili bir şekilde yapılabileceği dönemde… Ama hiç kimse adım atmak istemedi, herkes tatlı hayatı sevdi. Bununla birlikte bu süreçte hayata geçirilen ve son derece de başarılı olan bir reform var: silahlı kuvvetlerin reformu.

Sıradan insanlar orduda iki tür reformu ayırt edebilir durumda: Birincisi, savunma bakanlığını 2007-2012 yılları arasında yürüten Anatoly Serdyukov’un reformları, ikincisi ise 2012’den bugüne savunma bakanlığını sürdüren Sergey Şoygu’nunkiler. Serdyukov, askeri birlikleri ve harp akademilerini yeniden yapılandırdı ve bu, orduda bir infial dalgasına yol açtı; Şoygu ise her şeyi rayına oturttu.
Hayır, bunlar aynı reformun iki farklı aşamasıydı. Serdyukov, işlerinin yaklaşık %10’unda, özellikle bilimsel ve eğitimsel askeri kurumlarla ilgili mantıksızlıklar yaptı; ama genel olarak kendisine verilen görevi hızlıca ve kararlı bir şekilde yerine getirdi. Herkes ona sövüp saydı, başkalarının hatalarından sorumlu tutuldu; ama orduyu bugünkü durumuna getirme görevinin büyük çoğunluğunu üstlenen bizzat oydu. Şoygu da çok şeyler yaptı; ama en zorlu reformların kahir ekseriyetini yapan selefiydi.

Batı niçin Putin’i tüm kötülüklerin anası olarak görüyor? Acaba iktidardan düşürülürse sihirli bir şekilde her şeyin değişeceğine mi inanılıyor? Batılı uzmanlar naifliğin de ötesinde değil mi?
Putin’in şeytanlaştırılmasının asıl nedeni, Batı’nın devlet başkanının arkasında Rus halkının çoğunun durduğunu gözlemlemesi. Batılı dostlarımızın Rusya’nın [bir bütün olarak] kötülüklerin kaynağı olduğunu söylemeleri zor; bu yüzden bizzat kendileri için kötülüğün müşahhaslaşan bir simgesi olarak Putin’e ihtiyaçları var. Yani Rusya’ya karşı seferberlik çağrısı yapmaları her şekilde aptalca olacağından Putin’in yerine bir başkasının geçmesini istediklerini söylemeleri kulağa bir nebze daha hoş geliyor. “Putin bizzat mültecileri Avrupa’ya yönlendirdi”, “Kıtada siyasi alanda sağ partilerin yükselişini organize etti”, “Teröristlerin arkasındaki isim o” benzeri bütün bu sözler, sadece gazeteciler değil büyük siyasetçiler tarafından da söyleniyor. Bu elverişli bir pozisyon aslında; zira Avrupa’nın reformları başarısızlıkla sonuçlandığından bu sözler hem niye başarısız olunduğuna bir açıklama getiriyor hem ortak düşmana karşı konsolidasyonu sağlıyor hem de konsolidasyon enerjisini içeriye doğru yönlendiriyor. Sonuç tahmin edilebilir: reform yok, meydan okuma var.
Acaba büyük güçler, niye bütün iç meselelerini bir kenara bırakıp da dünyayı birlikte yönetebilmek için bir rol dağılımı üzerinde uzlaşmıyorlar? İyi polis, kötü polis… İran ve Kuzey Kore konusunda bu entrikanın uygulamaya geçirildiğini görmüştük hissiyatı söz konusu…
Böyle bir uzlaşma ideal olacaktır; ama kilit oyuncular olan Çin, Hindistan ve İran’ın yanı sıra birkaç ülkeyle daha iş tutmalıyız. Şimdilik bu, Batı için imkansız. Zira Batı, 1990’lardaki gibi tahakkümünü sürdürmeye çalışıyor. Tali taktik anlaşmalar aramızda mevcut. Ama gelişmeye devam eden derin eğilimler dolayısıyla –ki bunlar çok büyük ölçüde Avrupa’daki iç krizlerden kaynaklanıyor- genel olarak biz [AB’yle] bir anlaşmaya, bir mutabakata varamayız. Öte yandan zannedersem birkaç sene içinde ABD ve Çin’le çok büyük çaplı müzakereler yürütmeyi başarabiliriz; zira Amerikan toplumu Avrupalılardan daha güçlü ve ABD’deki kriz pek de derin değil. Her halükarda Avrupa’yla müzakere etmek zorundayız ve onlardan kopamayız. Çünkü kültürel olarak biz onların bir parçasıyız, onlar da bizim bir parçamız.

Rusya’nın uçuşa geçip hız kazanmaya başladığı, ama henüz daha hazır değilken çok erkenden tekerlekleri yerden havaya kaldırdığını hissediyor musunuz?
Öyle görünüyor. Ama şunu da belirtmeliyim ki yaklaşık 2010 senesi gibi biz hızlanmayı zaten durdurduk. Seneden seneye havalanmanın daha da zorlaşacağı belliydi.

Parlak diplomasimiz ve etkili askeri politikamız sağ olsun, dış politikada işler başarılı görünüyor. Ama ekonomiyi güçlendiremezsek en muhteşem diplomasi ve en mükemmel askeri güç dahi sadece taktik kazanımlar sağlar, o kadar. Evet, SSCB’nin çöküş dönemine kıyasla Rusya’nın durumu bugün çok daha iyi. Dünya çapında sosyalizmi sürdürmek zorunda değiliz. Birliğe bağlı cumhuriyetleri idare etmemiz veya Çin’e direnmemiz gerekmiyor. Ve toplumumuz ölüm döşeğindeki komünist ideoloji için değil, milli vatanperverlik için birleşmek durumunda. İşte bu nedenlerle oldukça iyi bir konumdayız. Ama zaferi mağlubiyete dönüştürme şeklindeki kötü Rus geleneğimizle bunu da kaybedebiliriz.


L.BAYER: ABD, UKRAYNA KONUSUNDA ZAMANLA YARIŞIYOR




AMERİKALI MÜZAKERECİLER UKRAYNA KONUSUNDA ZAMANA KARŞI YARIŞIYOR

Lili Bayer (Geopolitical Futures kıdemli analisti)
Geopolitical Futures, 13.6.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…)
Obama görevi bırakmadan evvel Ukrayna’nın geleceği konusunda Rusya’yla bir uzlaşmaya varmak Beyaz Saray için acil bir mesele. (…)

Amerikan yönetiminin gelecek yedi ay içerisinde Ukrayna meselesinde biraz olsun ilerleme kaydedebilmek için çabalarını artırmasının üç temel nedeni bulunuyor:

Birincisi, AB’nin daha bölünmüş bir yapıya sürüklendiğinin emareleri var. Amerikan politika yapımcıları Moskova’yı tavize zorlamak ve Ukrayna’nın statüsüne ilişkin bir anlaşmaya razı etmek için, en azından kısa vadede, Batılı güçlerin hemfikir olmaları gerektiğini biliyor. Rus tehdidi algısı Avrupa çapında ülkeden ülkeye değişiyor; bazıları –diğer ülkelere kıyasla– Rusya’yı caydırmak için iktisadi ve siyasi fedakârlıklarda bulunmaya daha fazla razı.

Öte yandan Kremlin bazı Avrupalı hükümetleri ve siyasi partileri ayartmaya çalışıyor. Bazı Avrupa ülkeleri yürürlükte olan yaptırımları sorguluyor. Bu yüzden Ukrayna konusunda Batılı güçlerin müzakere pozisyonunun zamanla zayıflaması muhtemel. Dolayısıyla şu an için müzakerelerin ABD’nin faydasına sonuçlar üretmesi geleceğe kıyasla çok daha muhtemel.

ABD’nin bir anlaşmaya varmak için acele etmesinin ikinci nedeni, Ukrayna’nın geleceğine ilişkin müzakerelerin diğer bir dış politika baş belasıyla, yani İslam Devleti’yle sıkı sıkıya bağlantılı olması. Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice verdiği bir mülakatta Amerikan ve Rus istihbaratından sivil ve askeri uzmanların Suriye konusunda her gün temas halinde olduklarına işaret etti. Washington’ın İslam Devleti’ne ve Nusra Cephesi’ne karşı Rus saldırılarını desteklerken Moskova’yı diğer muhalif grupları hedef almaktan caydırmaya çalıştığını vurguladı. ABD Suriye’de gerek savaş meydanında gerekse müzakerelerde ciddi bir ilerleme kaydedebilmek için Rus desteğine ihtiyaç duyuyor.

Son olarak Obama yönetimi, gelecek Amerikan başkanının Ukrayna konusunda Kremlin’le bir anlaşmaya varmak için tüm taraflarla çalışmayı öncelemeyeceğinden endişe ediyor. George Friedman’ın da dikkat çektiği üzere, Donald Trump uluslararası krizlerde ve meydan okumalarda Amerikan pozisyonunu/etkisini sınırlamaktan yana bir tavır alırken Hillary Clinton uluslararası yükümlülüklere bağlılığı ve sabit ittifaklar sistemini sürdürmekten yana bir duruş sergiliyor.
(…) 
Anlaşmalara uyması için Rusya’ya baskı ve bölgede daha fazla askeri adımlar atmaktan Kremlin’i caydırmak, NATO ve Amerikan birliklerinin Baltık ülkelerinde ve Polonya’da varlık göstermesini ve aynı zamanda Karadeniz’de Batı’nın mevcudiyetini gerektiriyor. Mevcut Amerikan yönetimi; Rus saldırganlığını caydırmak, Minsk Anlaşmalarını hayata geçirmek ve Ukrayna’nın geleceği konusunda Moskova’yla bir çeşit anlaşmaya varmak için elzem olan askeri ve diplomatik tedbirlerin yeni başkan koltuğa oturmadan evvel devreye girmesini sağlamaya çalışıyor. Ancak Ukrayna ve Rus liderleri de dahil yabancı yetkililer, önümüzdeki Amerikan seçimlerinin belirsizliği yüzünden mevcut Amerikan yönetimiyle anlaşmalara varmakta tereddüt gösterebilirler.


Moskova’yla Amerikan menfaatlerine uygun bir anlaşma kotarma ihtimalinin giderek azaldığının ve ayrıca Ukrayna konusunda Rusya’yla işbirliğinin Suriye’de Amerikan menfaatlerini besleyebileceğinin farkında olan Obama yönetimi zamanla yarışıyor. ABD, uzun vadede Rusya’nın herhangi bir anlaşmaya bağlı kalacağını garanti edemez; ama mevcut Amerikan yönetimi için temel öncelik, orta vadede Ukrayna’nın güvenliğini sağlamak ve yeni savunma tedbirleri devreye sokulurken Doğu Avrupa için zaman kazanmak.


R.KAPLAN: PUTİN’İN BREXIT ZEVKİ NASIL BASTIRILIR?



PUTİN’İN BREXIT ZEVKİ NASIL BASTIRILIR?

Robert Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)
Wall Street Journal, 30.6.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Onlarca yıldır NATO ile AB sessiz sedasız uyum içinde çalışageldi. NATO’nun Avrupa’nın birliğine ihtiyacı vardı ve AB –elitist ve devletçi bürokrasisine rağmen– bunu büyük ölçüde sağladı. Şimdi ise Brexit referandumunun birlikten ayrılma dalgasını tetikleme ihtimali karşısında bu mimari yıkılıyor.

Bu arada NATO hala Rus yıkıcılığı ve apaçık saldırganlığı karşısında Orta ve Doğu Avrupa’yı savunmak zorunda. Avrupa’nın dağılmasını özlemle bekleyen Rus Devlet Başkanı Putin, Brexit’i bir zafer olarak görüyor olmalı. Soğuk Savaş’ın ilk günlerinden bu yana NATO ve AB hiç bu denli Amerikan liderliğine ihtiyaç duymamıştı. Brexit mevcut ve müstakbel Amerikan başkanı için bir test niteliğinde.

Kuzeyde Estonya’dan güneyde Bulgaristan’a kadar uzanan, SSCB’nin eski parçaları olan Rusya’ya komşu NATO üyesi ülkeler, bu gelişmeden en fazla kaybedecek olanlar. 1990’larda bu ülkeler, bütün trajedileriyle birlikte artık tarihi geride bıraktıklarını zannetmişlerdi. Şu anda ise Polonya sağcı popülizme doğru sürükleniyor, Macaristan yeni-otoriterliğin eşiğinde, Romanya görece zayıf ve yolsuzluklara batmış durumda, Sırbistan ve Bulgaristan ise Rus yıkıcılığı ve nüfuzuyla alttan alta zayıflatılıyor. Geri dönen jeopolitik kaos, bazı açılardan, 1930’ları hatırlatıyor.

Kolektif güvenlik artık soyut bir hale bürünüyor. Avrupa parçalandıkça –bir üye devlete karşı saldırıyı herkese yönelik bir saldırı addeden– NATO Antlaşması’nın 5. maddesini uygulamaya sokma kararlılığı azalacak. Yeni ortaya çıkmakta olan bu boşluğu ABD, fazlaca yayılmaksızın, diplomasi ile muhtemel askeri gücün ustaca bir birleşimiyle doldurabilir. Eğer bunu yapmazsa Soğuk Savaş’taki zafer kökten silinmiş olacak.

Birleşik Krallık’la konunun ayrıntılarına girelim. NATO’nun açılımı olan “Kuzey Atlantik” kelimeleri kilit önemde. Avrupa’dan kopan İngiltere, ABD’yle ittifakını yeniden canlandırmak zorunda. Bu iki devlet birlikte hareket ederse eğer, Avrupa anakarasında Rusya kapılarına kadar güç projeksiyonunu sürdürebilir.

Bu önemli; zira Brexit, yüzlerce yıllık geçmişi olan İngiliz jeopolitiğinin kilit hedefine darbe vurdu: herhangi bir gücün Avrupa anakarasında egemen olmasını engellemek. Ama şimdi Almanya’nın tam da bunu hayata geçirmesine imkan verildi. Avrupa’da kim Almanya’ya rakip olabilir? Fransa, kendi popülist dalgasıyla (Marine Le Pen’in Ulusal Cephesi’yle) boğuşan ve çok ihtiyaç duyduğu iktisadi reformları dahi hayata geçiremeyen, giderek ikinci lige düşen bir güç.

Almanya ile İngiltere son dönemde müttefikti ve aralarındaki ticaret önümüzdeki süreçte devam edecektir. Ama mevcut itidalin ve sağduyunun gelecekte de devam edeceğinin herhangi bir garantisi yok. Konrad Adenauer’dan bu yana uzun bir Alman başbakanları listesi, Atlantik yanlısıydı ve Avrupa barışı ve istikrarında Almanya’nın eşsiz sorumluluğunun da bilincindelerdi. Ama müstakbel Almanya başbakanları böyle olmayabilirler.

Angela Merkel döneminin ardından Almanlar, pek de bir işe yaramadığı görülen Yunan borçlularla ve Rus maceracılarla baş etme görevinden bıkıp usanabilirler. Rusya’yla kendi başlarına, AB’den ayrı bir şekilde bir pazarlığa girişebilirler veya –diğer Avrupa ülkelerinin yaptığı gibi– popülist milliyetçiliğe kayarak içe dönebilirler. Popülizm dalgasının, Avrupa’nın geleneksel siyasi partilerinin dayandığı felsefi boşluğu ortaya dökmesi gerçeği karşısında, Almanya niye bu cereyandan muaf kalsın ki?

İşte bu yüzden –İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana– Alman dış politika kurumuyla iş tutmada ve onu teşvik edip desteklemede Amerikan diplomasisi hiç bu denli hayati hale gelmemişti. ABD, Washington-Londra ve yine Washington-Berlin arasında hiçbir boşluğa izin vermemeli. Avrupa’ya yol göstermek, işte bu iki ülkeye yol göstermek demektir. Eğer bu yapılabilirse geri kalan kısımda taşlar yerli yerine oturabilir.

Bundan sonra, sırasıyla güneydoğu ile kuzeydoğu Avrupa’nın demografik ve coğrafi merkezleri olan Romanya ve Polonya geliyor. ABD mayıs ayında Romanya’ya füze savunma kalkanı yerleştirdi ve Polonya’ya da benzer bir sistemin yerleştirilmesi için hazırlıklar yapıldı. Her ne kadar NATO tarafından etkin hale getirilse de bunlar esasında Amerikan inisiyatifleri. Brexit’in akabinde füze savunma kalkanları çok büyük anlamlar kazandı. Her ne kadar resmiyette İran’ı caydırma amaçlı dense de, Romanya ve Polonya’ya yönelik olarak fiiliyata geçirilen bu askeri taahhüt, aynı zamanda Sayın Putin’e de bir mesaj veriyor: Avrupa içinde ne türden bir siyasi kaos yaşanırsa yaşansın Romanya, Polonya ve diğer komşu NATO üyelerine yönelik saldırganlığın ve yıkıcı faaliyetlerin bir maliyeti olacaktır.

Nisan ayında Romanya’nın Karadeniz sahiline 2 Amerikan F-22 savaş jeti gönderilmesi Rusların bölgedeki uçuşlarını geçici de olsa sekteye uğratabilir. Üstelik Rusların Bulgaristan ve Gürcistan’daki yıkıcı faaliyetlerinin düzeyi dikkate alındığında, Romanya sahili ABD’nin Karadeniz’de donanma gücünü konuşlandırması için en mükemmel platformu sunuyor. Benzer şekilde Polonya da -Rusların hava sahası ihlallerini sürdürdüğü- Baltık ülkelerine destek için uygun bir konumda.


Brexit’in artçı şokları, henüz yeni başlıyor ve daha yıllarca Avrupa’yı bulandıracaktır. ABD, Avrupa’nın siyasi ve iktisadi meselelerini çözemez, ama Avrasya’daki bölgesel güç dengesini muhafaza etmek için Orta ve Doğu Avrupa’daki müttefik demokrasileri koruyabilir. Belki Avrupa’da idari üst yapının zayıflamasının uzun vadede iyi olduğu iddia edilebilir; ama jeopolitik açıdan bu kötü bir durum ve ABD bu meydan okumaya karşı harekete geçmek zorunda.